AVRASYA MARATONU

Bugün Avaraysa maratonunun 31.si koşuldu. Zaman zaman yağmurlu güzel bir pazardı bugün. Ben de sabah yürüyüşümü maratoncularla birlikte yaptım. Tabi ki yalnız değildim. Hakan’la birlikte yürüdük, birçok sabah yürüyüşünde olduğu gibi. İki buçuk saat boyunca hem yürüdük hem de düşünsel tartışmalarla güzel bir pazar geçirdik.

Yağmurla başladık, önce ıslandık. Yağmur sonrası Marmara Denizi görülmeye değerdi. Adalar önümüzde bir tablo gibiydi. Doğa, en büyük ressamdır. Engin güzellikleri önümüze seren cömert bir sanatçı. Daha sonra yine yağmur başladı. Maratoncuların gösterdiği yarışma iradesi, yağmuru unutturuyordu.

Maratonun tarihçesi milattan önce 490’a kadar gider. Pers Kralı 1.Darius’un, Yunan topraklarına yaptığı seferde yenilmesiyle başlar maratonun tarihi. Yunanlıların utkusunu Atina’ya haber vermeye giden Piheidippides, hiç durmadan Maraton Platosu’ndan başlayarak yaklaşık kırk kilometre Atina’ya koşmasıdır maratonun esin kaynağı. Yarışmada bedensel ve ruhsal dayanıklılık ön plandadır. İnsanın, iradesini gücüyle birleştirdiği önemli bir yarışmadır.

Böylesine önemli bir atletizm organizasyonunda izlenimlerimi anlatmaya çalışacağım. Atletlerin çoğu yabancıydı. Her renkten, her dilden yarışmacı vardı. Yarışmacılar arasında dostluk, dayanışma, yardımlaşma ve sportmenlik anlayışı ön plandaydı. Gönül isterdi ki daha çok Türk yarışmacı olsun. Hem de birçoğu da madalya kazansın. Uluslararası yarışmalarda atletizmde ne yazık ki rekortmen sporculara sahip değiliz. Böyle giderse yakın gelecekte de iddialı olmamız olanaksız.

Bu güzel günde benim canımı sıkan ve ülkemin geleceği açısından umutsuzluğuma neden olan İstanbulluların ilgisizliğiydi. Yol boyunca gözlerim hep yurttaşlarımızı aradı. Maalesef göremedi. İsterdim ki aileler çocuklarıyla birlikte bu yarışmayı izlesinler. Sporculara destek versinler. Hem sporun hem de sakin bir İstanbul pazarında doğanın, tarihin tadını çıkarsınlar. Sporun abecesini çocuklarımıza öğreteceğimiz güzel bir fırsattı. Ne yazık ki bu fırsat teptik. Genç dimağlara iradenin ve yarışma ahlakının ne demek olduğunu kavratacağımız güzel bir dersi boş geçirdik. Çocuklarımızı kentin boğuculuğuna mahkûm edip toprak kokusundan mahrum ettik. “İnsan göre göre, hayvan süre süre (alışır)” atasözümüzü unutuk.

İzleyicilerin çoğu yabancı turistlerdi. Yağmura aldırış etmeden her noktadan sporculara alkışlarla ve tezahüratlarla destek verdiler. Toprağın ve denizin kokusunu soludular, egzoz dumanının olmadığı bir günde ciğerlerini temiz havayla doldurdular.

İnsanımızın bir dinlence gününde eve hapsolması çok üzücüdür. Çünkü yaşamına çeşni katamıyor. Toplumsal bir mutluluk fırsatını değerlendiremiyor. Sporun olumlu erkesini yorgun bedenlerimize, uyuşan ruhlarımıza ilaç edemedik. Monoton bir yaşamın zincirlerini kıramadık. Horul horul uyuyup miskin miskin televizyon izlemeyi, önemli bir günün tanığı olmaya yeğledik.

Sporu yalnızca futbol olarak belledik. Ne olursa olsun kazanmayı, rakibe saygı duymamayı, paranın gücünü spor sanıyoruz. Binlerce ağızdan hakeme, rakip futbolcuya küfretmeyi beceriymiş gibi algıladık. Takımın çıkarlarını, toplumsal değerlerin önüne koyduk. Rakibine tekme atıp sakatlayan oyuncumuzu kahraman bildik.

Geride kalan arkadaşına, geri dönüp cesaretlendirici sözler bağıran maratoncuları göremedik. Ellili, altmışlı yaşları deviren hanımları, beyleri kırk iki kilometre yüz doksan beş metreyi koşarken izleyemedik. Sporun yüce bir erdemine tanık olamadık. Önemli bir organizasyonu toplumsal, sportif bir şölene dönüştüremedik.

“Neden uluslararası planda sporcularımız yok?” diye hep soruyoruz. Yanıtı çok açık: Seyircisi olmayan bir ülke sporcuyu neylesin. Heyecanını yitiren toplumlar; yaşamın her alanında geri gider, kendini kaderci bir esaretin kucağına bırakır.

Adil Hacıömeroğlu
18 Ekim 2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder