PARATONER

       Emekli milletvekillerinin “durumlarının düzeltilmesi” bir gece yarısı operasyonuyla yasalaştı. Hem de Fransa meclisinde “soykırımı inkâr” yasasının çıktığı bir anda. TBMM’nin emekli milletvekillerinin maaşlarını düzenleyen kararı, kamuoyunda büyük tepkilere neden oldu.

    TBMM’nin milletvekillerinin aylıklarına yönelik düzenlemeleri, halkın siyasetçiye olan güvenini sarsmakta. Yalnız kendi geleceğini kurtaran, halkın dertlerini çözemeyen, ülkenin dağ gibi sorunları karşısında duyarsız kalan politikacı tipi halkın güvenini yitirmekten başka ne işe yarar? Ülke nüfusunun büyük çoğunluğunun yoksulluk içinde debelendiği, insanların kredi kartları aracılığıyla bankalarca rehin tutulduğu, asgari ücretin vergilendirildiği, depremzedelerin yazlık çadırlarda yaşam savaşımı verdiği, büyük kentlerde bazı yurttaşlarımızın çöpten ekmek toplayarak karnını doyurduğu, işsizliğin çığ gibi büyüdüğü, emeklilerin üç kuruş maaş için banka kuyruklarında can çekiştiği, sağlık sisteminin çöktüğü bir ülkede ayrıcalıklı bir siyasetçi sınıfının ortaya çıkması demokrasimiz için de ülke bütünlüğü açısından da son derece tehlikelidir. Bu, otokratik yönetimin yerleşmesi anlamındadır. Dünyanın bütün diktatörlüklerinde halk yoksullaşırken yöneticiler varsıllaşır. Ülkemizde de benzer bir durum yaratılmakta. Milleti temsil için cüzdana değil, vicdana gerek var.

      Emekli olsun ya da olmasın milletvekillerine ekonomik anlamda olanak sağlamak, iyi olan durumlarını daha da iyileştirmek için hiçbir gerekçe, bahane bu duruma haklılık kazandırmaz. Öncelikle şu bilinmelidir ki milletvekilliği bir meslek değil, gönüllü ve geçici yapılan bir iştir. Milletvekilliğinin dolayısıyla da siyasetin meslek olarak düşünülmesi, algılanması yanlıştır. Ancak diktatörler, krallar, padişahlar ölünceye kadar bulundukları görevde kalırlar; çünkü onların “mesleği” budur. Milletvekilliğini, ilk kez ayrıcalıklı duruma getiren Özal’dır. Yani 24 Ocak kararlarını alan ve 12 Eylül hükümetlerinde bakanlık, sonrasında ise iktidar olan kişi. “Kıyak emeklilik” adı verilen düzenlemeyle siyasetçiyi ayrıcalıklı kılmıştır. Bu yasanın yüksek yargıdan geri dönmemesi için de üst düzey mahkeme üyelerine de benzer olanaklar sağlanmıştı o dönemde. Bir nevi mahkemeye “rüşvet” verilmişti siyaset makamınca o zaman. Yine Özal döneminde de bugünküne benzer gerekçeler öne sürülmüştü. Şimdi milletvekillerinin kendilerini haklı gösteren gerekçelerine bir göz atalım.


     Milletvekilliği süresince kendini geliştirecek, üretken, yaratıcı çalışmalardan uzak kalıyorlar. Ne anılarını yazan var, ne de siyasetle ilgili fikir üreten. Basılı yapıtı olan vekil sayısı yok denecek kadar az. Görüşüne, düşüncesine, aklına başvurulacak, deneyimlerinden yararlanılacak kişide çok az. Siyasal ömrünü liderlerin varlığına adamış siyasetçi tipi maalesef politikamıza egemen. Böyle olunca da yaratıcılık, üretkenlik olmuyor. Yaratıcılık, üretkenlik bağımsız ve özgür kişilik ister. Ayrıca okuyup araştırmak ve düşünsel altyapı, bilgi birikimi gerektirir. Acaba TBMM’de halkımızın soluk almadan dinleyeceği, dinlemekten zevk alacağı kaç kişi var?

    Milletvekillerine üstün ekonomik olanaklar sağlamadaki bir diğer bahane de şu: Eğer vekilleri doyurursak haksız kazanç elde etmezler. Hangi koşulda olursa olsun dürüst kalmayı, erdemli olmayı başaramayan bir kişinin halkı temsil etmesi, ülke çıkarlarını savunabilmesi düşünülebilir mi? Paranın gücüne teslim olan, erdemsiz birini doyurmak olanaklı mı? Verdikçe daha çok ister, doymak bilmez. TBMM doymak için değil halkı doyurmak için bulunulan yerdir.

       Milletvekillerine ayrıcalık yaratmanın bir başka gerekçesi de gelen ve gidenlerinin çok olması. Yani Ankara’ya gelen seçmenin masrafları… Milletvekilinin görevi iş takipçiliği değil, yasama görevidir. İş takip etmek, torpil bulmak, devlet olanaklarını kendi çıkarı için kullanmak amacıyla Ankara’ya gelenlere teşrifatçılık yapmak milletvekillerinin görevleri arasında yoktur. Asıl görevi, devlet uygulamalarında torpili, kayırmacılığı, ayrıcalığı yok etmek; yurttaşların eşit olarak tüm olanaklardan yararlanmasını sağlamaktır. Devleti yöneten yasalardır, yoksa yandaşların korunması anlayışı değil. Milletvekilleri yandaşın işini takip etmekle anayasanın eşitlik ilkesini ihlal etmekteler, bu da suçtur. Bir de toplum olarak bazı alışkanlıklarımızdan kurtulmalıyız. Ziyarete gittiğimiz her kişinin bize bir şeyler ısmarlamasını beklemek, ona maddi külfetler yüklemektir. Bir kap yemek, bir bardak çayı beleşe getirmenin kişiye bir yararı yok. Hak etmediğimiz şeylere sahip olma arzusu buradan başlamakta.

       Milletvekilleri seçilmeden önce hangi koşullarda görev yapacaklarını bilmekteler. Üstelik bu göreve de zorla getirilmiş değiller, aksine partilerinin listelerine girmek için can attılar. Kimisi neredeyse genel merkezlerin önüne kamp kurdu. Kimi de genel başkanların ve etkili genel merkez yöneticilerinin önünde kırk takla atmadılar mı? (Bilgi, görgü, birikim ve deneyimiyle bulunduğu yeri hak eden çok az sayıdaki milletvekilini bunun dışında tutmak gerek.)

      Öteden beri AKP iktidarının toplumda kastlar oluşturma eğilimi görülmektedir. Yandaşı iktidar nimetlerinden yararlandırmak için yapılagelenler herkesçe bilinmekte. Seçilemeyen eski vekillere bakan yardımcılığı vermek, yine bazılarını KİT yönetimlerine getirmek gibi çalışmalara hep tanık olduk. Yandaşa ballı börek sunmak eskiden beri sağ iktidarların yaptığı bir iş. Devlet kesesinden zengin yaratma anlayışı ülkemiz demokrasisinin önemli bir kamburu. Bu doğrultuda AKP’nin emekli vekillerin durumunu düzeltecek(!) bir yasa çıkarmayı düşünmesi hiç de şaşırtıcı değil. Halkın bu konuya tepkisinin şiddetli olacağını bildiklerinden diğer partileri de suç ortağı yaptılar kendilerine.

      Hele ki yasa teklifinde iki CHP’linin imzasının olması hiçbir gerekçeyle açıklanamaz. Vekilin biri, imzasının arkasında dururken diğerinin ise imzasının parti yönetimince attırıldığını söylemesi ilginç. Bir vekil, ulusun aleyhine bir karara hangi nedenle olursa olsun imza atmamalı. Tam da AKP’nin sıkışacağı, halk nezdinde mahkûm edileceği bir konuda CHP’de imza tartışmasının başlaması kime yaradı dersiniz? CHP yöneticileri en küçük krizleri bile yönetemeyip büyük bunalımlara dönüştürme konusunda mahir. Bu yasa genel kurulda görüşülürken gönül isterdi ki CHP sözcüleri kürsüye çıkıp eleştirsin. Yine oylamada “Hayır!” oylarını göğüslerini gere gere versinler. CHP’nin halkla bütünleşmesi bu tür konularda yapacağı kararlı muhalefetle olur.

   CHP paratoner gibi bunalımları üzerine çekiyor. Bu da siyasal bilinç eksikliğinden, ideolojik bulanıklıktan kaynaklanmakta. Partideki düşünsel bulanıklık, siyasal yanlışları tetiklemekte.

      Milletvekillerinin emekliliğini düzenleyen yasa Cumhurbaşkanınca TBMM’ye geri gönderildi. Burada ince bir taktik var. Gül’e, halkın haklarını savunan lider imajı verilmek istenmekte. Son günlerde Meclis’in yanlışlarını düzelten adam konumundaymış gibi görünmesi 2014 hesapları içindir. Muhalefetin bu konuda dikkatli olması, bu oyunu bozması gerek. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmamalı.

Adil Hacıömeroğlu
29 Aralık 2011
Twitter.com@AdilHaciomerogl
Not: 2 Ocak 2012 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

GÜBRE KOKULU KADINLAR

   Dersim isyanı, Ermeni tehciri söz konusu olunca televizyon ekranlarını işgal eden zevat, olayları yaşayan büyüklerinden dinlediklerini söyledikleri birçok acıklı öykü anlatmaktalar. Bizler de işgal yıllarına ait göç anılarındaki eziyetleri, hüzünleri, ayrılıkları, ölümleri dinleyerek büyüdük. Ulusumuzun tarihi, başta savaşların neden olduğu iç ve dış göçlerle doludur. Göçlerde insanlarımız denklerinde acı, üzüntü ve ölümleri taşıdılar hep.

    Doğduğum, çocukluğumu ve gençliğimin önemli bir bölümünü yaşadığım, fırsat buldukça da havasını solumaktan keyif aldığım memleketim Of, 15 Mart 1916’da Ruslarca işgal edildi. Ofluların işgale karşı direnişleri ve yarattıkları destanlar ayrı bir yazı konusu. Burada anlatacaklarımız işgal yıllarıyla ilgili.

     Rusların Of ve çevresini işgal etmesinden sonra halk, işgalcilerin olumsuz davranış ve tazyikleriyle karşılaşmamak için batıya doğru göç etmek zorunda kalmış. Eli silah tutan erkeklerin büyük bölümü, işgale karşı direnmek için göçe katılmamış. Yaşlı erkekler, kadınlar, çocuklar ve göç kafilelerini korumak için çok az sayıda genç; yükte hafif, pahada ağır eşyalarını yüklenerek yollara düştüler. Bu göçe halk, “muhacirlik” adını verir. “Muhacirlik”, iki yolla yapıldı: Birincisi deniz yoluyla Karadeniz’e özgü takalarla; ikincisi ise yolsuz, izsiz dağları, tepeleri aşarak karadan. Denizden gidenlerin büyük çoğunluğu Rus savaş gemilerinin bombardımanı ya da Karadeniz’in azgın dalgalarına yenik düşerek yaşamlarını yitirdiler.

        Karadan yayan yapıldak yollara düşenlerin durumları ise daha zordu. Göç edenler, kendileri için çok gerekli buldukları eşyalarını sepetlere koyarak ve yanlarına hayvanlarını da alarak evlerini, köylerini, topraklarını terk etmek zorunda kaldılar. Sabah ezanıyla başlayan yürüyüşleri akşam ezanıyla sona ermekteydi. Saatlerce aç, susuz yürümek zorunda kalan kafilelerde yer alanlar yorgunlukları arttıkça sırtlarındaki yükleri taşıyamaz durumdaydılar. Yorgunluk arttıkça sırttaki yükler de ağırlaşmaktaydı. Yüklerinin ağırlığını hafifletmek için sepetlerinin içinden işlerine en az yarayabilecek bir eşyayı yolun kenarına bırakırlardı. Arkadan gelenler, yol kenarına bırakılmış eşyayı, işine yarar diye sepetine atar, bir süre sonra ağırlaşan yükü hafifletmek için o da bulduğuyla birlikte sepetinden birkaç parça eşyadan kurtulmak zorunda kalırdı. Bu durum kilometrelerce süren göç kervanlarında tekrarlanırdı. Kıtlık, sefalet, savaş dönemlerinde en küçük eşyanın, bir iğnenin bile ne kadar değerli ve gerekli olduğunu ancak yaşayanlar bilir.

      Karadan yürüyenler; açlığa, yoksulluğa, zorlu doğa koşullarına, zaman zaman Rus savaş gemilerinin ateşine karşı yolarına devam ettiler. Ancak onları yollarda bekleyen asıl tehlike çetelerdi. Rum, Ermeni ve az da olsa asker kaçağı Türklerden oluşmaktaydı bu çeteler. Bunlar cana, mala kastettikleri gibi kadınların namuslarına da el uzatmaktaydılar. Savaşların en acı, üzücü ve onur kırıcı yönü kadınlara yapılan tecavüzlerdir. Göç eden kadınlar, çetelerin tecavüzünden kurtulmak için taze inek gübresini yüzlerine, vücutlarına sürerek kendilerince önlemler alırlardı. Gübrenin pis kokusunun, çetecilerin hayvanca cinsel şehvetini, şiddetini durduracağı düşünülürdü. Yollarda çekilen bunca eziyete karşın bir de gübre kokusu… Günlerce gübre kokusuyla yürümek, nasıl bir işkencedir acaba?

     “Muhacirlik” sırasında çekilen sıkıntıları, olayları bu göçe katılmış babaannemden dinledim yıllarca. Yalnızca ondan mı? Tabi ki hayır! Savaş yıllarını yaşamış çevremizdeki her kişiden gözyaşları içinde yaşadıklarını anlatmalarına hep tanık oldum. Bu göç sırasında çetelerce katledilenlerin hikâyeleri savaşın vahşetinin en berbat yüzü. Sivil insanların, işgal güçlerinden cesaret ve destek alan çetelerce katledilmesi, kadınların tecavüze uğraması hangi hukukla açıklanabilir?

    “Muhacirlik”, Rus işgalinin bitmesiyle sona erdi. Genellikle Samsun ve çevresine gidenlerin bir bölümü, birkaç yıl sonra topraklarına geri döndüler. Dönen ailelerin hemen hepsi ailelerinin, yüreklerinin bir parçalarını yollarda bıraktılar. Dönemeyenlerin büyük çoğunluğunun mezarları dahi belli değil. Muhacirlerin bazıları ise gittikleri yerlere yerleştiler. Bu olay sonucunda parçalanan aileler hiçbir zaman bir araya gelmedi. Yollarda çete kurşunları, açlık ve salgın hastalıklardan ölenlerin sayısı meçhul. Savaşın ölüme sürüklediği bu kişiler için bir tek anıt bile yok!

    “Muhacirlik”, Doğu Karadeniz’de milattır. Doğum, ölüm, evlenme, sel, heyelan gibi olaylar anlatılırken söze hep “muhacirlikten önce ya da sonra” diye başlanırdı.

      Savaşların sıkça yaşandığı coğrafyalarda üzüntü ve acı dolu birçok hikâye var. “Muhacirlik” anılarını dinlediğim büyüklerimin hiçbirinde kin, intikam ve biz çocukları, gençleri kışkırtıcılık yoktu. Önemli olan bu hikâyeleri intikam yeminlerine, araçlarına döndürmemek değil mi?

Adil Hacıömeroğlu
26 Aralık 2011
Twitter.com@AdilHaciomeroğl
Not: 28 Aralık 2011 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

TARİHİMİZLE YÜZLEŞİYORUZ(?)

Son yılların en moda sözü, “Tarihimizle yüzleşiyoruz!”dur. Bu basmakalıp sözü kullanmayanlar neredeyse adam ve aydın yerine konulmamakta. Öyle bir yüzleşme ki tarihimizde bizi birleştiren ne kadar değerimiz varsa ayaklar altına alınmakta. İşte, tam da bu karmaşa içinde Fransa parlamentosu, “soykırımı inkâr” yasasını kabul etti. Yani anlayacağınız Fransızlar, bizi tarihimizle yüzleştirdi!

Dünün sömürgecileri, bugünün boynu bükük emperyalistleri kendi sömürülerini, kan emiciliklerini, ayıplarını, katliamlarını unutturmak; 1919’da çöken hayallerini canlandırıp uygulamak için büyük bir çaba içindeler. Peki, her akşam ekranlarda, her gün gazetelerde, yine her türlü uluslararası platformda ulusumuzu Ermeni, Kürt, Süryani, Pontus Rum’u katliamcısı ilan eden politikacılara, gazetecilere, yazarlara, sözde bilim adamlarına ne demeli? Buradaki ortak amaç; tarih bilinci zayıf bir toplum oluşturmak; kendinden, tarihinden utanan, hatta nefret eden bir halk yaratmak. Böylece de tarihi şan, şeref ve utkuyla dolu bir ulusun özgüvenini yok etmek.

RTE’nin hüzünlü bir eda takınarak Cumhuriyet kurucularımızı Dersim katliamcısı ilan ettiği konuşması hala kulaklarımızda çınlamakta. Bir ülkenin başbakanı, bakanı, milletvekili; atalarını sorumsuzca “katliamcı” ilan ederse elin oğlu daha beterini yapmaz mı? Cumhuriyetten, Cumhuriyet’in kurucularından intikam almak ve kimi iç-dış çevrelere şirin görünmek amacıyla sorumsuzca tartışmaları başlatmak, Fransız meclisinin yaptığıyla aynı şey değil mi?

“Ermeni ve Kürtleri kestik.” diyerek abartılı sayılar veren, daha sonra da bu söylemleriyle Nobel ödülü alan yazarı, devletin yüce orunlarında ağırlayarak Fransa meclisindeki saçmalık engellenebilir mi?

Daha dün Libya’da Kaddafi’yi devirmek için Fransa ile kol kola, Sarkozy’nin önderlik ettiği bir emperyalist saldırganlığı destekleyen AKP hükümeti değil miydi? Her gün Suriye karşıtı açıklamalar kimlere hizmet ediyor? Uluslararası planda Fransa’nın ön aldığı bir blokla hareket edeceksin, ondan sonra da “inkâr yasasını” durdurmak için çalıştığını kamuoyuna yutturacaksın, öyle mi? Dün o Fransa’nın emperyalist hayallerini tarihin çöplüğüne atmış Atatürk’ü katliamcı ilan etmenizden en çok kim sevinmiştir, düşündünüz mü hiç? Biz söyleyelim: Tabi ki Fransa ve diğer sömürgeciler… Siz katliamcı dediniz Türk ulusuna, onlar soykırımcı diyorlar. Arada bir fark var mı?

Efendim, Sarkozy Gül’ün telefonuna çıkmamış. Hani arkadaşınız, dostunuzdu Sarkozy, çat kapı ziyaretlerde bulunuyordunuz? Atatürk’ün orununda oturan bir kişi, tarihe bakar, birkaç sayfa okur da kurucu cumhurbaşkanımızın nasıl bir devlet adamı olduğunu öğrenir. Bugün telefonlara çıkmayanların nasıl eğilip büküldüklerini anlar. Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden bir kişinin telefonuna çıkmamak gibi bir densizlik kimin haddine! Demek ki sizler bu devleti, bu ulusu temsil edemiyorsunuz. Aslanlardan oluşan bir ulusu, ceylanlar temsil edip yönetemez.

AKP hükümetinin bir bakanı, “Ekonomik yaptırımlar uygulayacak mıyız?” diye soran gazeteciye: “Hayır, gümrük birliği üyesiyiz, uygulayamayız.” diyor. Şu çaresizliğe, teslimiyete bakın! Çıkarsınız gümrük birliğinden olur, biter. Zaten ne yararı var ki halkımıza? Çıkınca da adam gibi topraklarımızı ekip biçeriz. Pancarın, pirincin, tütünün, fındığın, pamuğun, ayçiçeğinin… Nerede, ne kadar yetişeceğini kimseye sormayız.

Ülkemize demokrasi dersi verenlere bakın, “Soykırım yapılmamıştır!” diyenlere hapis ve para cezası veriyorlar. Düşünce özgürlüğü nerde kaldı? Ben, senin düşünceni kabul etmek zorunda mıyım?

Fransa’daki “inkâr yasası” ilk midir? Hayır. İlk rezalet önce İsviçre’de başladı. Bu konuda kamuoyumuzda en sert, cesur ve akılcı tepkiyi Doğu Perinçek ve Talat Paşa Komitesi gösterdi. Perinçek’in İsviçre mahkemelerinde yargılanması bir insanlık ve demokrasi ayıbıdır. Böylesine saçma sapan bir yasayı Avrupa nezdinde mahkûm etmek için olağanüstü bir mücadele verildi. Perinçek’in İsviçre’ye karşı gösterdiği eylemsel davranış, ülkemizin çeşitli kesimlerini de birleştirdi. Farklı düşünceden kişiler Perinçek’e destek için Avrupa yollarına düştü. Bayraklarımızla ve Atatürk posterleriyle yürüyen yurtseverlerin İsviçre’ye başkaldırısı gurur vericiydi.

Ama biz ne yaptık? Perinçek’i ve Talat Paşa Komitesi’nin üyelerinin birçoğunu Silivri’ye hapsettik, seslerini kıstık. Onların Avrupa’ya önemli bir insanlık, vicdan ve demokrasi dersi vermelerini geciktirdik. Onları susturmaya çalışırken “Şişli’deki Talat Paşa İlköğretim Okulu’nun adı değiştirilsin.” diyenlere ise ekranları sonuna kadar açtık. “Soykırım yapılmıştır.” diyenler, hem de “inkâr yasası”nın görüşüldüğü gün beyin yıkamayı sürdürdüler “demokratik(!) ekranlarda. Bir bilim adamı sorumluluğu ve özeniyle Rusya’dan nerdeyse çuvallar dolusu belgeyle gelen Mehmet Perinçek’i Silivri’ye hapsetmek kimlerin çıkarına olmuştur? Amaç, Rus belgelerinin Türk ve dünya kamuoyunda tartışılmasını engellemekti. Böylece de halkımızın ve dünyanın gerçekleri öğrenme hakkı engellenmiş oldu.

Hamasi söylevlerle haksızlıkları engellemek olanaksızdır. Ülkemizin hukuku, ulusumuzun hakkı “gaz alma” konuşmalarıyla savunulamaz. Şimdi burada ceylan derisi koltuklarda uyuklayan siyasetçilere, ekranlarda, gazete köşelerinde demokrasi(?) dersleri veren aydınlara(!), bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olup bilim adamı görüntüsüyle Türk Ulusu’nu katliamcı ilan edenlere sesleniyorum. “İnkâr yasası” Sarkozy tarafından onaylandıktan sonra gelin hep birlikte Paris’e gidelim, “Soykırım yoktur!” diye bağıralım. Fransa’nın bu düşünce yasağı ayıbını mahkûm edelim, ne dersiniz? Var mı içinizde biraz cesareti, yüreği, ulusu için özverisi, yurtseverliği olan?

Adil Hacıömeroğlu
22 Aralık 2011
twitter.com@AdilHaciomerogl
Not: 26 Aralık 2011 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

TRABZONSPOR NEDEN HEDEFTE?

Futbola ilgisiz değilim. Milyonlarca insanın peşinden koştuğu bazı ülkelerde hükümetlerin değişmesine neden olan, ekonomik büyüklüğü dudak uçuklatan bir spor dalını yok saymak yanlış olur. Bu nedenle de fırsat buldukça futbol maçlarını izlerim. Eğer koşullar uygunsa tribünde olmayı yeğlerim. Yoksa televizyondan izlerim maçları, tabi hepsini değil. Yaşamımda büyük yer tutmasına izin vermem futbolun.

Dün Fenerbahçe-Trabzonspor maçını izlemek için televizyon karşısında yerimi aldım. Neden televizyonda tribünlerde değil? Çünkü son yıllarda maçlar savaş havasında. Sanki ev sahibi takımı tutmayanlar kanlı bıçaklı düşmanlar. Spor, yarışma olmaktan çıkıp savaşa dönüştü nedense. Hiçbir toplumsal, kişisel sorununu çözemeyen yurttaşlarımız karşı takıma saldırıp küfrettiğinde, vurup kırdığında her şeyin hallolduğunu sanıyor. Sporda şiddeti çözemeyen devletimizin sorumlu sorumsuzları, çareyi tribünleri tek renkli yapmakta buldu. Zaten ülkemiz de tek renkli, tek sesli değil mi? İktidarı eleştirenler, farklı düşünenler hapislere tıkılmıyorlar mı?

Neyse sözü fazla uzatmadan maça dönelim. Maç küfürler arasında başladı. Binlerce kişinin bir takım nezdinde bir kente küfretmesi nasıl bir anlayıştır? Topluca küfretmek; hangi tinsel, sosyal hastalıkların dışavurumudur?

Trabzonspor golü yedi, ancak oyundan kopmadı. Maçın yirmi yedinci dakikasında sarı kartlı Gökhan Gönül, Trabzonlu Aykut’un kasığına tekmeyi yapıştırıyor. Bu hareket ceza gerektirir. Direk kırmızı ya da ikinci sarı. Sonuçta Fener on kişi kalacak. Ama o da ne? Hakem görmüyor tekmeyi. Görse maçın altmış üç dakikasını eksik oynayacak ev sahibi takım. Tabi ki işi zor. “Kara” gömleklinin imdat ipi, Fener’i kurtarıyor.

İkici yarı başlıyor. Trabzonspor başa baş mücadele ediyor. Atakları tehlikeli olmaya başlıyor. Tam da bu sırada yine “kara” gömlekli adam ortaya çıkıyor ve Aykut oyundan atılıyor. Fenerbahçeli Gökhan Gönül, kendisine faul yapılmadığını ve Aykut’a kırmızı kartın haksızlık olduğunu hakeme anlatmaya çalışıyor birkaç kez. Hem diliyle hem el, kol işaretiyle. Hakem görmüyor, işitmiyor. Gökhan’ı takım arkadaşı Mehmet Topuz çekip götürüyor hakemin yanından hem de ağzını kapatarak. Gerçek anlaşılmasın diye. Gökhan’ın vicdanı, ne olursa olsun kazan anlayışına yenik düşüyor. Yemyeşil çimlerde yitip gidiyor. Bir kez daha cüzdanlar, vicdanlara galip geliyor.

Son üç haftada İstanbul’un üç büyükleriyle art arda oynadı Trabzonspor. Üç maçı da on kişi tamamlayıp yenildi Anadolu Aslanı. Birileri sanki bir efsaneyi yok etmek için kolları sıvamış gibi. Neden acaba?

Bu sorunun yanıtı için biraz eskilere gitmeli. Birinci lige çıkan Trabzonspor, ikinci yılında şampiyon oldu. Bu bir Anadolu isyanıydı. Paranın, metropolün, gücün, yerleşik despotizmin egemenliğine bir isyandı bu. Amatör ruhun bu başarısı altı kez tekrarlandı. Kadrosunda yabancı futbolcu olmadan, hatta nerdeyse takımın tamamına yakını alt yapından yetişmiş Trabzonlu uşaklardan oluşmuştu efsane takım. Takımın büyük çoğunluğu üniversiteliydi. Eğitim düzeyi bakımından da alışılmamış bir durumdu bu. Futbol tarihimizde bu kadar çok yüksek öğrenimli gencin buluştuğu bir takım bundan sonra da kurulmaz sanırım.

Trabzonspor efsanesi yalnızca takımın oluşumundan mı ibaretti? Tabi ki hayır! Küçük, ama tarihi bu kentte o yıllarda dört tiyatro perde açıyordu. Kültür, sanat yaşamı da futbolu kadar canlıydı. O yıllar solun, muhalefetin, demokrasinin, örgütlenme özgürlüğünün yükseldiği dönemdi. Grevlerin çok, lokavtların az olduğu; çayın, fındığın para ettiği zamanlardı o zamanlar. İşte tam da bu koşullarda Trabzon kenti İstanbul dukalığına baş kaldırmıştı. Eskişehir’in, Göztepe’nin başarıya ulaşmamış Anadolu isyanının tamamlanmasıydı bu.

Az kalsın unutacaktım. O dönemde Trabzonspor’un başkan ve yöneticileri sermayedarlardan değil, futbol âşıklarından oluşmaktaydı. Çay ve fındık üreticilerinin küçük bağışlarıyla yürürdü mali işler. Yani halkın kulübüydü Trabzonspor. Halk parasıyla, emeğiyle, alın teriyle, ruhuyla sahipleniyordu takımını. Böylece de başarı geliyordu. Anadolu’nun tüm kentlerinin bordo maviye boyandığı yıllardı o zamanlar. Çünkü ezilenin ezene, emeğin sermayeye üstünlüğünün rengiydi bordo mavi.

Neden mi Trabzonspor hedefte? Halkın katılımıyla yaratılmış bir modeldir o. Tek boyutlu bir siyasal düzende yaşama hakkı, olanağı var mıdır acaba?

Adil Hacıömeroğlu
19 Aralık 2011
Twitter.com@AdilHaciomerogl
Not: 21 Aralık 2011 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

SOLUCANLI ZEMİN ETÜDÜ

Günümüz yapıları deprem, sel, heyelan gibi doğal olaylarla kolayca yıkılmakta. Bazı binaların çökmesi için doğa olayına bile gerek yok. Durup dururken kaşla göz arasında çökmekteler. Ne yazık ki her çöken yapının yapsatçısı, işin içinden sıyrılmak için kendince gerekçeler üretmekte. Olan canını ve malını yitiren yurttaşa oluyor sonunda.

Çocukluğumdan beri eski yapılara ilgi duyarım. Az da olsa tarihsel özelliği olan bir yapının yıkılması, yakılması, ortadan kaldırılması beni hüzünlendirir. Çünkü o yapıyla birlikte anılar, hayaller ve geçmişle geleceğin köprüsü de yok olmuş olur.

Günümüzün gelişmiş teknik olanaklarıyla yapılıp da ayakta duramayan binalara karşın yüzyıllara meydan okuyan eski yapıların dimdik ayakta durması çok ilginç. Mühendislik yok. Malzeme yetersiz. Gelişmiş teknik araçlar, makineler keşfedilmemiş bile. Bütün bu yoksunluklara karşın olağanüstü dayanıklılıkta yapıtlar ortaya çıkarılmaktaydı.

Bir yapının sağlam olması, öncelikle seçilen arsanın niteliğiyle başlar. Anadolu’nun neresine giderseniz gidin, köyler, kasabalar genellikle dağ eteklerinde kayaların üzerindedir. Bazıları kartal yuvalarını andırır. Günümüz insanı doğaya teslim olan yapıları, öncelikle bu düzeni değiştirerek yaptı. Dağ yerine ovalar, vadiler, su yatakları tercih edilir oldu. Adeta felakete davetiye çıkarıldı.

Tam da burada çocukluğumdan kalan bir gözlemimi paylaşmak isterim. Karadeniz Bölgemiz özellikle sel, çığ, heyelan gibi doğa olaylarının oldukça zararlı olduğu yöremizdir. Hele Doğu’ya gidildikçe yağışların artması işi daha da zorlaştırır. Genç kaya sistemi ise heyelanların bir başka nedenidir.

Evler genellikle iki katlıdır. Alt kat ahır olarak kullanılır, üstte de insanlar yaşar. Eğimli, yağışlı arazideki evler, büyük bir özen gerektirmektedir.

İşe önce arsanın seçimiyle başlanırdı. Köyün bilge adamları (ihtiyarları) toplanır, ev yapılacak araziyi incelerlerdi. İçlerinden biri eline bir çubuk alır, toprağı eşeler, bir şeyler ararmış gibi yanındakiler de dikkat kesilirdi. Eğer bu incelemelerde çubukla eşilen yerden solucan çıkarsa burası beğenilmezdi. Çünkü solucan gevşek toprakta yaşar. Doğaldır ki solucanlar orada tek başlarına yaşamazlardı. Hem onların beslendikleri hem de onlarla beslenenlerin yaşadığı yerdi buralar. Halkın “bol toprak” diye tabir ettiği böyle bir yere, ev yapılamazdı. Yapılan ev, olasıdır ki kuvvetli bir yağmurda kayıverirdi. İhtiyar heyeti, ellerindeki çubukla toprağı eşeleme işini sürdürür ve solucanların yaşamadığı, yuvalanmadığı sert kayalık bir yeri belirleyince rahat bir nefes alırlardı. Yanlarındaki birkaç gence direktifler verilir. Yeteri kadar küçük kazıklar, ince bir ip bulunur. Adımlama yoluyla inşaatın yapılacağı alan ölçülüp kazıklar çakılır, kazıklara ipler bağlanarak sınırlar belirlenirdi. Artık, evin temeli atılabilirdi.

Yüz yıllardır Anadolu halkı kendince bir zemin etüdü yaparak arsaları seçmekteydi. Basit bir toprak ve doğa gözlemiyle doğru yeri belirlemekteydiler. Birçok kuşak, aynı evde yaşlanmışsa bundandır. Yüz yılı aşan konutlar, ülkemiz coğrafyasında doğaya, her türlü yoksunluğa meydan okuyorsa bilgece bir gözlem nedeniyledir. Çünkü o insanlar, o evleri yalnızca yaşamak için yapmaktaydılar. Başlarına sokacak bir yuvaydı onlar için buralar. Onun içindi ki evlerin her malzemesi adeta bir sanat yapıtı gibi işlenir, süslenirdi. Her evin avlusunda dut, armut, kiraz, erik, elma, incir vazgeçilmez meyvelerdi. Evlerle yaşıt ağaçlar mutluluk kaynağıydı. İlkbaharın sonunda başlayan meyve ziyafeti, nerdeyse kışa kadar sürerdi. Hem ruhlar hem de mideler doyardı, doğa ananın cömert kucağında.

Oysa şimdi öyle mi? Evler yalnızca bir ailenin yaşam alanı değil. Yapsatçının çok kazanç elde edeceği bir kâr alanı. Böyle olunca da maliyet hesapları karışıyor işe. Zevki okşayan bir mimari, ruhu doyuracak bir avlu, malzemeye kişilik kazandıracak anlayış, geleceğe anıları taşıyacak bir mekân anlayışı yok. Dün değnekle özenle yapılan iş, gözleme dayalı bir zemin etüdüydü. Şimdilerde ise bunca teknik olanaklara karşın yapıların kurulacağı zemine bakan yok.

Teknoloji, gözünü para bürünmüş kişilerin elinde bir canavara dönüşüyor, hem de insan yiyen canavar. Para hırsı, teknolojik olanakları görmezden geliyor. İşte, bu nedenledir ki varlık denizi içinde yokluk okyanusunda çırpınıyoruz.

Adil Hacıömeroğlu
11 Aralık 2011
twitter.com@AdilHaciomerogl
Not: 14 Aralık 2011 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

ATATÜRK KALELERİ

AKP’nin çiçeği burnunda gazeteci(!) milletvekili (vekil seçilmeden önce terör örgütüne ne pekaka ne de pekeke demeyip orta yolu bularak pekeka diyen), Sabiha Gökçen’den sonra Fevzi Çakmak ve Abdullah Alpdoğan’ı hedefe oturttu. TSK’nın bu iki kahraman, yurtsever komutanının adlarını Tunceli’deki yerleşim yeri ve parklardan silinmesini istiyor. Neden mi?

Nedeni şu: Kendince Dersim olaylarının simge adları bu kahramanlar. Ne yapmışlar? Ülkenin bütünlüğü, ulusun birliği, halkın çağdaşlaşması için feodaliteye karşı savaşım vermişler. Ulusumuzun, Osmanlı’nın çöküş dönemiyle başlayıp Cumhuriyet’in kuruluşuyla sonuçlanan aralıksız on yıllık savaş döneminde cepheden cepheye koşan bir kahraman kuşağın simge kişilerini halkın gözünden düşürme gayretleri emperyalizme hizmetten başka bir şey değil. Savaş alanlarının yorgunluğunu bir kenara bırakarak Cumhuriyet Devriminin yerleşmesi için olağanüstü çalışmaların içindedir Çakmak ve Alpdoğan paşalar.

Fevzi Çakmak adı, Cumhuriyet tarihiyle özdeşleşmiştir. Türkiye’nin Atatürk’ten sonra ikinci mareşalidir. Çanakkale destanında söz sahibidir. Suriye cephesinin ordu komutanlarındandır. En uzun süre genelkurmay başkanlığı yapmış muzaffer bir mareşaldir.

Dindarlıkla dinciliğin tartışıldığı günümüzde dindar bir muhafazakârın nasıl bir yurtsever olacağının en güzel örneğidir. Dindarlığı gönlünde, vicdanında yaşayan, Tanrı ile aracı kabul etmeyen, laikliği de gerekli gören bir Cumhuriyet subayı. Günümüz dincileri gibi emperyalist işbirlikçiliği, cüzdan şişirmeyi, halkı yoksullaştırmayı, ulusun değerlerini yabancılara pazarlamayı marifet saymadı Mareşal Çakmak. O, emperyalizme karşı savaşmanın bir Tanrı buyruğu olduğunu bilerek Mustafa Kemal’in yanında saf tuttu. Günümüz muhafazakârlarının anlayışına ters bir düşünce bu. O günün din bezirgânları İngiliz destekli cemiyetlerde vatan aleyhine örgütlenirken O, Anadolu bozkırında işgalcilere karşı yurtseverlerle kurtuluş mücadelesi örgütledi.

ABD emperyalistleriyle kardeş, komşu ülkelere “demokrasi(!)” operasyonları düzenleyenler; Mareşal Çakmak’ın mücadelesini anlayabilirler mi? Dindar olmanın, dindaşlarına ve tüm insanlığa hizmet etmek, onların sömürgeciler elinde ezilmelerine karşı çıkmak olduğunu bilmeyenler Fevzi Paşa’yı savunabilirler mi? Gündüz sarıklı, gece külahlı gezerek halkı kandırmayı, onun sırtından geçinmeyi meslek edinmiş zevata kahramanların öğreteceği hiçbir şey yok. Böylesi kişilerden halkın yanında olmalarını beklemek de saflıktır.

Abdullah (Hüseyin) Alpdoğan da Cumhuriyet Devrimini korumak için feodaliteye karşı durmuş. Anadolu’nun Ortaçağ karanlığından kurtulması için mücadele etmiş. Feodal ağaların türlü dinsel, geleneksel unvanlarla halkı köleleştirmelerine karşı Cumhuriyet yönetiminin komutanlığını yapmıştır. Bu görevler, Çakmak ve Alpdoğan’ın kişisel istekleriyle yaptıkları işler değildi. Onlar, devrimci cumhuriyetin aldığı kararları uygulamaları için sorumluluk verilen kişilerdi. Alpdoğan Paşa’nın göğsü Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti döneminde yaptığı üstün hizmetlerin madalya ve nişanlarıyla dolu. Askerlikten sonraki siyasal yaşamı da ülkesine hizmetle geçti. Fevzi Çakmak’ın sayfalara sığmayacak başarılarını anlatmaya gerek var mı?

Önce Sabiha Gökçen, ardından Ali Çetinkaya, şimdi de Fevzi Çakmak ve Abdullah Alpdoğan ve aylardır süren İsmet Paşa düşmanlığı. RTE’nin nerdeyse her sorunun kaynağı olarak gördüğü batı cephesi komutanı. Acaba sıra kime geliyor?

Atatürk’ün yıllarca birlikte çalıştığı, Cumhuriyet Devrimine hizmetleriyle ünlü simge adları halkın gözünden düşürmekteki asıl amaç nedir? Asıl hedefteki kişi, Mustafa Kemal Atatürk ve O’nun kurduğu Cumhuriyet’tir.

Gökçen, Çetinkaya, Çakmak, Alpdoğan, İnönü’ye saldırarak Atatürk kalelerini yıkmaya çalışıyorlar. Sonra da Türkiye’nin her karış toprağına kök salmış Atatürk çınarını yok edecekler akıllarınca. Atatürk demek, Türkiye demek. Siz Türkiye’yi yıkmadıkça, Türk Ulusunu ortadan kaldırmadıkça Atatürk çınarını yıkabilir misiniz?

Adil Hacıömeroğlu
8 Aralık 2011
tawitter.com @AdilHaciomerogl
Not: 12 Aralık 2011 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

NEDEN TIBBİYE?

Hükümetin çıkardığı tam gün yasasıyla özellikle Tıp Fakülteleri hastaneleri önemli ölçüde kan kaybına uğradı. Yıllarını eğitime, hastalarını otamaya adayan hocalar, üniversitelerden bir bir ayrılırken hastalar da perişan olmakta.

Tıp fakültesi hastanelerinde büyük bir karmaşa egemen olurken sağlık bakanlığı popülist bir yaklaşımla hekimleri (otacıları) halka hedef yapmakta. Onları “paragöz, halkı soyan” bir meslek grubuymuş gibi gösterme gayreti var iktidar sahiplerinde. Dünyanın en zor ve en uzun eğitimini almış, özveriyle çalışan bir meslek grubunu halkın önüne atmak, itibarlarını ayaklar altına almak ülkemizin geleceği açısından kaygı vericidir.

Ülkemizin birçok yerinde fakülte hastanelerine gittiğinizde bakımsızlıklar, ihmal edilmişlikler karşınıza çıkar. Binalar bakımsız, sıvalar dökülmüş, boyalar kalkmış, duvarlar çatlak, araç ve gereçler eksik… Hayırsever kişi ve kurumlar olmasa vay hallerine! Yardımcı personel yetersizliği hat safhada. Ödenek yetersizliği karşısında lime lime dökülen hastaneler var karşımızda… Son yıllarda yatırım nerdeyse yok. Bilinçli olarak Tıp Fakülteleri bitirilmek isteniyor. Tıpkı daha önce KİT’lere yapıldığı gibi. Yatırım yapma, yenileme, zarar ettir, sonra da “kurtulmak” için özelleştirip peşkeş çek. Fakülte hastaneleri kentlerin en güzel yerlerinde, arsaları çok değerli. Bu nedenle de kent rantiyecilerinin ağızlarının sularını akıtmakta. Bunun için de bahane hazır: “Buraları satıp kentin gelişmekte olan yoksul mahallerinde modern(!) hastaneler yapacağız.” Yoksulları kullanarak ülke kaynaklarını heba ederek yoksula kazık atmak… İşte Türk mucizesi bu.

Tam gün yasasıyla tıbbiye hocaları üniversiteleri terk ederken yurttaşların profesörlere muayene olma olasılığı da neredeyse yok gibi. Bir hoca düşünün, hastasını muayene edemiyor; en ağır, tehlikeli durumlarda bile ameliyata giremiyor. Ancak RTE’nin sağlığı söz konusu olunca yasalar tepetaklak oluyor. Başbakana ayrıcalık tanınırken yurttaşlar hastane koridorlarında sürünüyor, aylar sonrasına randevular veriliyor. Bunun da adı “ileri demokrasi” oluyor.

Tıp Fakültesi hastanelerini yalnızca otama yapılan yerler olarak düşünmek büyük hata. İktidarın böylesi bir düşünce taşıması tıp eğitimini yok eden bir anlayış. Buraların asıl amacı yeni hekimler yetiştirmek, eğitim vermek. Tıp eğitiminde uygulama, olmazsa olmaz. Yalnızca teorik bir eğitimden geçen bir adamdan otacı olmaz. Böylesi bir anlayış, halk sağlığını tamamen tehlikeye düşürür. Dünyanın gelişmiş ülkeleriyle boy ölçüşen tıp eğitimimiz, ortaçağ bilgisizliğine kurban edilir. Hele yabancı otacıların getirileceği görüşü son derece sakıncalıdır. Sen pırasa, badem, ceviz… mi ithal ediyorsun? Bu işin bir ruhu olmalı. Hastalıkların otanmasında biyolojik olduğu kadar psikolojik etkenler de var. Bu da otacı ile hastanın iletişimiyle olur.

Aklımıza şu sorular geliyor: Neden tıbbiye? Neden böylesine yaşamsal bir mesleği itibarsızlaştırma?

Nedeni çok basit. Ülkemizdeki tüm modernleşme, çağdaşlaşma ve demokratikleşme hareketleri tıbbiye ve harbiyeden gelmiştir. Hurafeyi, ortaçağ karanlığını yok ederek bilimsel düşünceyi egemen kılmada bu iki meslek grubunun öncülüğünü görmekteyiz. İttihat ve terakki Cemiyeti 1893’te, tıbbiyede kurucularının çoğunluğu doktorlardan oluşarak kuruldu. 1908 Meşrutiyet Devrimi’nde bu iki mesleği ön saflarda görmekteyiz. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluşunda da yine karşımıza tıbbiyelilerle Harbiyeliler çıkıyor çoğunlukta. Sivas Kongresi’ndeki Tıbbiyeli Hikmeti unutmak olanaklı mıdır? Ülkemizin topraklarından sıtma, çiçek hastalığı, verem, frenginin sökülüp atılması kimlerin sayesindedir dersiniz? “Benim milletvekili olarak değil, doktor olarak vatanıma daha çok hizmetim olur.”sözü de Tıbbiyeli Hikmet’indir. Böylesine özverili sözleri anlamak, siyasette koltuk kapmak için her türlü değeri hiçe sayanların işi değildir.

Tıbbiye ve harbiye neden öncüdür? Bu iki mesleğin de bilimsel kurallara bağlı olması, bilimsel yenilikleri de günü gününe izlemesi gerekir. Tıbbiyeli çağdaş gelişmelere uymazsa hastasını öldürür, mesleğini de. Harbiyeli de aynı durumdadır. Bilimsel gelişmelere uyum gösteremeyen subay, savaşı kaybeder. Yönettiği askerler de, kendisi de, ülkesi de ölür. Ölümden sonra başka şansı var mıdır insanoğlunun? Bu nedenle bu mesleklerde hurafeye, dogmatizme, ilkelliğe, körü körüne inanmaya, geleneksel saplantılara yer yoktur.

Günümüz iktidarı, önce Harbiyelileri itibarsızlaştırma, güçsüzleştirme eyleminde bulundu. Şimdi de Tıbbiyelileri… Rastlantı mıdır acaba bu? Bence değil. 1908’in, 1919’un, 1923’ün intikamı alınmakta. Çanakkale’de tıbbiyelilerin kahramanlıkları hiçe sayılarak doğaüstü güçler öne çıkarılmakta. Amaç; ülkemizi bilimden uzaklaştırmak, halkımızı ortaçağın karanlığına gömmektir. Çağdaş eğitim kurumlarından doğan güneşin aydınlığı, iktidar sahiplerinin gözlerini kamaştırmakta. Yarasalar ışığı sevmez, çünkü onlar karanlıkta, herkes uykudayken kan emerler.

Adil Hacıömeroğlu
2 Aralık 2011
twitter.com@AdilHaciomerogl
Not: 5 Aralık 2011 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.