MÜSLÜMAN, MÜSLÜMANA BUNU YAPAR MI?



    30 Mayıs günü hükümet, ülkemizdeki Suriyeli diplomatları sınır dışı etme kararını açıkladı. Bu karar şaşırtıcı değil. Çünkü Ortadoğu politikasını tamamen emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda oluşturan AKP'den farklı bir tavır beklenemezdi. Batılı emperyalistler diplomatlarını çekerek Suriye'yi yalnızlaştırma politikası başlatınca RTE de bundan geri duramazdı. Hemen Esat'ı tecrit kervanına katıldı zat-ı muhterem.

     Onlar (emperyalistler ve işbirlikçileri) "Arap Baharı" dediler, bizse baştan beri "Arap Zemherisi" dedik. Böyle bahar olmaz olsun, dedik. Arap halkını bölüp parçalayan, sömürüyü daha da katmerleştirip artıran, çölleri kanla sulayan bir mevsimin adı "bahar" olur mu hiç? Olsa olsa "zemheri" olur. Tunus'tan başlayan "Arap Zemherisi" Suriye'ye ulaştı. Tunus, Mısır, Libya'yı kolayca deviren emperyalist rüzgâr Suriye kayasını parçalayamadı. 

     Suriye, petrol ve doğalgaz yoksulu bir ülke olduğundan ihaleyi taşerona verme gereği duydu küresel güçler. RTE' nin taşeronluk konusundaki deneyimi nedeniyle gönüllü olarak işi yüklendi. 

     RTE önce Esat'a "Çekil, git" dedi, olmadı. Sonrasında sözde Esat'ın zulmünden kaçan muhaliflerin ülkemize göç etmeleri özendirilip kışkırtıldı, müdahale gerekçesi yaratmak için. Ama tutmadı bu plan. Bu kez NATO'ya müdahale etmesi için çağrıda bulundu İslam'ı, politikasının merkezine oturtan taşeron. Anlaşılacağı üzere bir Müslüman ülkeye haçlı seferi istiyor Yahudi cesaret madalyalı başbakan. 

     Bin parçadan oluşan demokrasi aşığı(?) Suriyeli muhalifleri birleştirmek için toplantı üstüne toplantı düzenlediler Türkiye'de. Bir işe yaramadı. "Siviller öldürülüyor!" diye feryat ettiler. Sivilleri öldürenlerin muhalif teröristler olduğu kanıtlandı.

    Halkımızın, Suriye'ye müdahaleye tepki göstereceği anlaşılınca en tehlikeli oyun sahneye konmaya çalışıldı: Mezhepçilik. RTE ikide bir açıkça ya da ima yoluyla Beşar Esat'ın Alevi (Nasturi) olmasına vurgu yapmakta. Amaç, Sünni çoğunluğu kışkırtıp ayaklandırmak. Esat'ın Aleviliğine vurgu yapıyorsun da Türklere özgü bir inanç sistemi olan Aleviliğin Suriye'deki tarihsel köklerini neden merak etmiyorsun? 

   Kamuoyunda "PKK terörünü Suriye destekliyor." algısını yerleştirmek için her fırsatı değerlendirmekte AKP sözcüleri. Hem bölücü teröre karşı hükümetin zaaflarını örteceksin hem de komşunu suçlu gösterip bir savaşın hedefi yapacaksın. Böylesi bir şark kurnazlığıyla ancak kendinizi kandırabilirsiniz. 

     AKP'nin Suriye konusunda yaptıklarına bakınca insanın usuna şu soru takılıyor: Sizin yaptıklarınızı Müslüman, Müslüman'a yapar mı hiç? Müslüman biri, bini yılı aşkın bir süredir çoğu kez aynı bayrak altında, kimi zamanda yan yana yaşamış komşusunun üstüne haçlı emperyalistlerini salar mı?

                                                                                  Adil Hacıömeroğlu
                                                                                  31 Mayıs 2012




    

CHP'DEKİ SAVRULMALAR




   İçinde bulunduğumuz hafta CHP'den iki şaşırtıcı yasa teklifi verildi TBMM'ye. Bu yasa teklifleri, tarihsel köklerinden kopmakta olan CHP'nin savrulmakta olduğu tehlikeli suları göstermesi bakımından ilgi çekicidir. 

     İlk yasa teklifi, CHP'nin iki grup başkanvekilince verildi. Teklif, 2820 sayılı Siyasal Partiler Kanunu'nun 43. maddesinin üçüncü fıkrasında geçen "ve Türkçeden başka dil kullanamazlar." ibaresinin "Tüzük ve programlarının yazımı ve yayınlanmasında, kongrelerinde, açık veya kapalı toplantılarında, mitinglerinde, propagandalarında Türkçenin kullanılmasını esas alırlar." biçiminde değiştirilmesi istenmekte. Bu ne demektir? Bu, anayasanın "değiştirilemez, değiştirilmesi teklif edilemez" 3. maddesinin yok sayılmasıdır. Türkiye'nin resmi dili Türkçedir. Resmi dil, yalnızca devlet kurumları arasındaki yazışmalarda kullanılan bir dil midir? Siyasal partiler demokrasimizin vazgeçilmez kurumları olduklarına göre resmi dili kullanmaları da olağandır. Teklifte, sözcük oyunlarıyla resmi dili değiştirme niyeti açıkça görülmekte. "Esas almak" kişilerin kurumların niyetine bağlı bir şey. Yine diğer dillerin kullanılmasına olanak sağlayan bir yol. Bu tür değişikliklerle ülkemiz  adım adım çift dilliliğe götürülmekte. 

     Peki, böyle bir öneri CHP'den niye geldi? Kemalizmden, Atatürk'ten, ulusalcılıktan, altı oktan kopmayı demokrat olmak sanıyor kimi CHP'liler. Neredeyse yüz yıldır güçlü bir limanda demirleyip en azgın fırtınalarda okyanuslar geçen CHP gemisi, liman ve rota değişikliğine uğrayınca dalgasız denizde bile alabora olmakta, kendine güvensiz sığınaklar aramakta. Bölücü örgüt taraftarlarına şirin görünerek Güneydoğu'dan oy alacağını düşünmekte bazı sığ düşünceli yöneticiler. Eğer Kürt kökenli yurttaşlarımızdan oy almak istiyorsanız ayrılıkçı düşünceleri mahkûm etmelisiniz. Ülkemizin birliğini sağlamanın en sağlam yolu kurucu iradeyi   topluma egemen kılmak, ortaklıkları güçlendirmektir. İki dilli olup da ayakta duran bir ülke biliyor musunuz? Bölünmek üzere olan Belçika'yı örnek göstermek yanlıştır bu konuda. 

      Devleti, cumhuriyeti kuran bir partinin kuruluş felsefesini güvence altına alan anayasanın ilk üç maddesini savunmalı. Bu davranışıyla CHP, kendi çocuğunu öldüren bir babaya benzemekte. Bu yasa teklifi ivedi olarak geri çekilerek anayasanın "değiştirilemez" maddelerinin hiçbir koşulda tartışmaya dahi açılmayacağını kamuoyuna bildirmelidir CHP yöneticileri. Üniter devletin temeline vurulacak darbelerin nasıl büyük felaketleri yaratacağını görmeli parti yöneticileri. 

     İkinci yasa teklifi, en genç milletvekili olmakla övünen bir CHP'liden. İstanbul'dan vekil seçilen genç arkadaş, İstanbul'un fethi olan 29 Mayıs'ın "fetih günü tatili" olmasını istemekte. 21. yüzyılda fetih günü tatili... İlginç değil mi? Fatih'in dehasını kimse inkâr edemez. İstanbul'un dünyaca önemi ve değeri de malum. Modern çağın imparatorluklara, fetihlere özlem çağı olmadığı da bilinmeli. Sayın vekil, ulusal bayramları koruyamayınca geçmişten yeni bayramlar yaratma peşinde sanırım. 19 Mayıs'ta Atatürk anıtlarına izin(?) alamadıkları için çelenk bile koyamayan kimi CHP'li vekiller, yeni Osmanlıcılık inşasında tuzumuz olsun, istiyorlar sanırım. AKP'ye özenerek güçlenilmez. Tarih hamasetiyle halkın desteği alınmaz. Genç olmak yalnızca ufku değil, ufkun arkasını da görmektir. Biz sizleri seçip Ankara'ya gönderirken ulusal bayramlarımızı, cumhuriyetimizin temel değerlerini koruyun diye düşündük. 

     Peki, böylesi bir önerinin temelinde ne yatıyor? Öteden beri liberal, ılımlı İslamcı basınla küresel emperyalizm "Türkiye muhafazakâr bir toplum" propagandası yapıyor.  Bu düşünce sağcı siyasetçilerin işine gelmekte, ne yazık ki birçok CHP'li de buna inanmakta. CHP'li siyasetçilerin parti tarihini ve ülkemiz siyasal tarihini ivedilikle öğrenmeye gereksinimleri var. 1957'de yüzde kırk bir, 1977'de yüzde kırk iki oyu sağı, bölücüleri taklit ederek mi; yoksa özgün sol programları, emekçilerin haklarını savunarak mı aldı CHP? 

     Yukarıda örnek verdiğimiz iki yasa teklifi de CHP'nin nasıl bir siyasal şaşkınlık içinde olduğunu göstermekte. Bu gidiş, iyi değil. CHP'nin silkinip kendine gelme vaktidir. CHP'nin tarihinde utanacağı, çekineceği hiçbir şey yok. Dünyada CHP kadar onur duyulacak, şanlı bir tarihin üzerinde yükselen başka parti var mıdır acaba?

                                                                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                                                                         26 Mayıs 2012

19 MAYIS COŞKUSU



            19 Mayıs sabahı erkenden uyandım. Televizyon kanallarında günün anlamına uygun programlar aradım, ama nafile. 19 Mayıs’ta “demokratik davranma(?)” adına Atatürk karşıtlarını sabahın köründe ekranları çıkartmak nasıl bir anlayıştır? Ulusal bir bayram gününde Atatürk’ün Cumhuriyet’in aleyhinde yayın yaptırmanın, sözde tarihçileri uzmanmış gibi kamuoyuna sunmanın bilim, yayın, toplum ahlakıyla ilişkisi var mıdır? Bilgi ve belgeye dayanmadan söylentilerle bir ulusun tarihini karalamaya çalışmak ve bu düşünceleri ekranlardan yaymak işbirlikçiliğin su katılmamışıdır.
            Bir yandan anlı şanlı(!)  tv kanalarının “ileri demokrasi(?)” yolundaki yayınlarını izlerken bir yandan da kahvaltımı yaptım. Kahvaltı sonrası bilgisayarın başına geçtim ve “19 MAYIS ŞAHLANIŞI” başlıklı yazımı bir solukta yazdım. Acele etmeliyim. Çünkü bugün önemli bir gün ve katılmam gereken mitingler var. Yazımı yayımlamak üzereyken bilgisayarımda bilinmedik arıza. İvedilikle gidermeye çalışıyorum arızayı. Teknik bilgim yetersiz. Büyük bir uğraşı içindeyim. En sonunda başarıyorum, ancak Tünel’deki ilk mitinge yetişemiyorum. Trende, vapurda ellerinde bayraklarla kalabalık gruplara rastlıyorum. İnsanların gözlerinde sevinç ve umut var. Birçok kişiyle tanışıp söyleşiyoruz. Dudaklarda kararlılık gösteren sözcükler. Yüreklerde Cumhuriyet kuşağı olmanın gururu. Gözlerde mücadele azminin kararlılığı.
 Mitingin kalabalık olacağını tahmin etmem zor olmuyor bu görüntüler karşısında. Tünel’deki ikinci mitinge vardığımda saat 14.30’du. Mitingin düzenleyicisi TGB. Alan tıklım tıklım. Önceden buluşmak için sözleştiğim arkadaşlarımın hiçbiriyle buluşamıyorum, çünkü mahşeri bir kalabalık içindeyiz. Telefon konuşmaları duyulmuyor. Sloganlar, marşlar yankılanmakta gök kubbede. Heyecanım bin kat artıyor. Boğazım düğümleniyor. En önde Bandırma Vapuru var. Yanlarında mavi bezlerle dalgalar yaratılıyor, deniz canlandırılıyor. Arkasında  Ata’mızın kalpaklı fotoğrafı. Gözleri çakmak çakmak, ufuklarda. Herkesin elinde bayrak ve flamalar. Katılanların çoğunluğu genç. Küçücük bebekleriyle katılan çiftler de var.
Yürüyüş yavaş ilerliyor. Her adımda insanlar katılmakta korteje. Esnaf ve turistler alkışlıyor. Esnaf tedirgin değil, kepenk kapatan yok. Sağa sola saldıran yüzü gözü örtülü kişiler yok. Yüzleri gülümseyen aydınlık insanlar, güven vermekte esnafa ve çevredeki halka. Bu nedenle halkla gençlik el ele, kol kola. Yürekler birlikte çarpmakta. Galatasaray Lisesi’ne yaklaşmaktayken bir binanın üst katından devasa bir poster sarkıtılıyor: Kubilay ve altında “Kubilay gibi hazırız, yeni ortaçağı yıkacağız.” yazmakta. Büyük bir alkış tufanı kopuyor. Gözler buğulanıyor, yürekler daha hızlı çarpıyor. Az sonra yeni bir pankart: Deniz Gezmiş. “Biz Türkiye’nin ikinci Kurtuluş Savaşı savaşçılarıyız.” Ardından Sivas’ta yakılan aydınlarımız görünüyor İstiklal Caddesi’nin coşkusunda. “İnsanlık suçunun zaman aşımı olmaz.” yazıyor pankartta. Sırasıyla Uğur Mumcu, Nazım Hikmet ve Silivri tutuklularının fotoğraflarının yer aldığı pankartlar coşkuyu zirveye çıkarıyor. Taksim’e iki saatte geliyoruz. Silivri tutuklularının fotoğraflarının altında “Duvarlar yıkılacak” yazmakta. Bandırma Vapuru ilerlemekte. 19 Mayıs’la halk arasına örülmek istenen duvar paramparça.
Taksim “Ya istiklal, ya ölüm; tam bağımsız Türkiye!” haykırışıyla çınlamakta. Taşkınlığın yerini vakar, anlamsız slogan yarışının yerini bütünlük alıyor. Ağır adımlarla Gümüşsuyu’na yöneliyoruz. Dolmabahçe karşımızda. On binler sel gibi akmakta. Mitinge katılan Suriyelilerin ellerinde Atatürk posterleri, dillerinde ABD’yi kınayan sloganlar. 19 Mayıs; Suriye, Filistin, Mısır, İsviçre, Almanya, Ürdün ve Lübnan’dan gelen gençleri Türk gençliğiyle birleştirmekte, tıpkı 1919’da olduğu gibi.
TGB mitinginde olumluluk adına her şey vardı. Yaratıcılık ve sağduyu ön plandaydı. Alışagelmişin ötesinde bir miting. Katılanları her adımda heyecanlandıran bir düzenleme. Bu gençler çok farklı… 1968 ve 1978 deneyimlerinden ders çıkaran, çağı iyi yorumlayan bir gençlik var karşımızda. Bundan sonra daha başarılı işler yapacaklarından eminim. Türkiye’yi birleştirecek ulusal ruh, TGB’lilerin yüreğinde bağımsızlık ateşi olarak alev alev yanmakta. Bu ateşin sönmesi olanaksız.
TGB’nin bu görkemli mitingini görmezden gelen yandaş, liberal ve sözde cumhuriyetçi medyayı da kınamak gerek. Son yılların en büyük toplumsal olayının haber değeri yok mudur? Bu durum, basınımızın nasıl bir teslimiyet içinde olduğunun göstergesi.
“Birinci vazifen AKP’yi yıkmak!” haykırışı kulaklarımda hala. Önümüzdeki günler çok şeylere gebe. Siyasal gelişmeler hızlanacak. Türkiye’yi yolundan döndürmek isteyenlere en büyük yanıtı halkımız verecek. Türkiye’nin ufkundan doğacak güneş, tüm mazlum ulusları ısıtıp aydınlatacak. TGB mitinginin rüzgârı, gökyüzünü kaplayan sisi dağıttı. Güneşin doğacağı aydınlık günler çok uzak değil.

                                                                                                 Adil Hacıömeroğlu
                                                                                                      20.05.2012

19 MAYIS ŞAHLANIŞI




     AKP hükümeti kendince ulusal bayramlara yeni bir düzen getirmekte. "İleri demokrasi" anlayışı çerçevesinde resmi törenleri yapmamanın peşindeler. Bayramlara da ayrımcılık tohumunu ekme çabasındalar. Nasıl mı? "Millet isterse ulusal bayramları kutlar." söylemiyle devlet-millet ayrımcılığını, karşıtlığını oluşturmaya çalışıyorlar. Sanki devleti, Türk Milleti kurmamış gibi bir hava yaratmaktalar. 

     19 Mayıs yalnızca bir bayram mıdır? Tabi ki değil. 19 Mayıs bir varoluş mücadelesinin ruhu, kararlılığı, bir ulusun özgürlük için ayağa kalkışıdır. Tutsak edilmeye çalışılan bir halkın "Ya istiklal, ya ölüm!" diye haykırışıdır. Türkiye'nin neresine giderseniz gidin, 19 Mayıs'ın dev ayak izlerini görürsünüz. 

     19 Mayıs'ı silmek, unutturmak için Türkiye'yi toptan yok etmek gerek. Bu ülkenin taşı, toprağı, kurdu, kuşu, ağacı, çiçeği, böceği, ırmağı, gölü, denizi, ovası, köyü, kenti, kasabası, tüten bacası, üreten emeği, alın teri, gören gözleri, işiten kulakları, duyumsayan yürekleri, çağlayan dereleri, dağlarında burcu burcu kokan kekikleri, denizlerinde balıkları oldukça Mustafa Kemal unutulur mu? 

     Siz niye mi devlet törenlerini istemiyorsunuz? Çünkü korkuyorsunuz Mustafa Kemallerden.  Korkuyorsunuz Atatürk'ün çakmak çakmak bakan mavi gözlerinden. Mavi, gökyüzüdür  sonsuzluğu çağrıştırır. Özgürlüğü muştular mavinin sonsuzluğu. Onun için korkarsınız sonsuzluktan, maviden. Göklerde kanat çırpmak yürek ister; özgüven, cesaret ister. 

     Mavi, denizdir. Derinlik olur ılık, soğuk, sıcak sularda. Derinlikten korkar kulaç atmasını bilmeyen. Dalgalarla savaşım uyum ister; kol gücü, yürek ferahlığı, akıl ister. Boğulursunuz mavinin derinliklerinde siz. Onun için bakamazsınız saygı duruşlarında Atatürk'ün mavi gözlerine. Söyleyemezsiniz gür sesinizle İstiklal Marşı'nı, utanırsınız Mehmet Akif'ten, hani o Akif ki "Allah benim ömrümden alsın, Mustafa Kemal'e versin." diyen büyük ozandan. Bağımsızlık ruhu, özgürlük şarkıları size yabancı. Bunun içindir ki söyleyemezsiniz bağımsızlığımızı anlatan marşları.

     Ulusal bayramlarımızdaki saygı duruşlarında koca bir tarihin kahramanlıkları, Samsun, Amasya, Erzurum, Sivas, Ankara, Balıkesir, Alaşehir, İnönü, Sakarya, Büyük Taarruz, Mudanya, Lozan, Kara Fatmalar, İzmir'e giren süvariler, cepheye mermi taşıyan kadınlar, Cumhuriyet, devrim yasaları, Anadolu aydınlanması, dört bir yanda tüten fabrika  bacaları, yurdumuza ışık saçan okul bahçelerinden gelen çocukların çığlıkları, demir ağlarla örülen bir yurt, erkeğiyle yan yana yürüyen kadınlar, sürekli ışıldayan ufuklar... bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçer. Mutlu, gülümseyen, bağımsızlığın onuruyla coşan bir ulusun özgür bireylerinin gözleri ışıldar karşımızda. 

      Sizler ne görüp neler duyumsuyorsunuz, söyleyeyim mi? İhanet içinde bir hükümet, satılmış Damat Ferit, hainlikte sınır tanımayan Ali Kemaller, İngiliz Muhipleri, Anzavurlar, İskilipli Hocalar, işgal kuvvetleri, mandacılar, Mondros, Sevr, Derviş Mehmetler, Şeyh Saitler, İzmir'de denize dökülen düşman, İngiliz gemisiyle kaçan bir padişah... Bunlar insanı huzurlu kılıp mutlu eder mi? Bu kâbusu yaşamamak için kaçıyorsunuz bayramlardan. "Özgürlük, demokrasi" diyerek tarih boyunca bağımsız yaşamış bir ulusun özgürlük ateşini küllemeye çalışıyorsunuz. Yedi düvelin gücünün yetmediğini siz mi yapacaksınız? Arkanızdaki küresel destekçilere fazla güvenmeyin. Sıkıştığınızda hiçbirini yanınızda bulamazsınız. Tarihin çöplüğü, terk edilen işbirlikçilerle dolu. "Ha bir eksik, ha bir fazla" fark etmez emperyalist efendilerce. 

     Latin Amerika'da Atatürk büstlerini yasaklayabilir misiniz? Hindistan üniversitelerinde Atatürk kürsülerini kaldırabilir misiniz? Çin'deki, Rusya'daki ders kitaplarından, Afrika'daki özgürlük savaşçılarının yüreklerinden Atatürk'ü çıkarabilir misiniz?

      Sizler bayramlarımızı tartışmaya açtınız. Uyuyan bir ulusu uyandırdınız. Rüzgârınızla yurdun dört bir yanında yanan bağımsızlık ateşini alevlendirdiniz. 19 Mayıs ruhunu ayağa kaldırıp şahlandırdınız. Şahlanan atın çiftesini yemek üzeresiniz. 

     "Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir." diye haykıran Mustafa Kemal'in gür sesini kısmaya kimin gücü yeter? Güneşin doğuşunu engellemek kimin haddine? Atatürk'ün sonsuz aydınlığında Türk Ulusu’nun ve tüm ezilen ulusların 19 Mayıs Bayramı kutlu olsun.
                                                            
                                                             Adil Hacıömeroğlu
                                                                                                           19 Mayıs 2012

NEREYE KADAR BÖLECEKSİNİZ?



     Dünyada emperyalizme, sömürgeciliğe karşı ilk kurtuluş mücadelesini veren ulusumuz, o günden bugüne gelinceye dek türlü bölünme uygulamalarıyla karşılaştı. Her bölünme senaryosu, halkımızın sağduyulu davranışıyla amacına ulaşamadı. 

     Önce demokrasi kahramanı(!) Menderes döneminde başladı bölünme. Vatan cephesinden olanlar ve olmayanlar diye. Demokrat Partililerle CHP' lilerin kahveleri bile ayrıldı köylerde, kasabalarda. Aynı güneşin altında tırpan sallayan, aynı örste demir döven, aynı ezanla camiye gidip saf tutan, aynı fabrikada tezgâhın başına geçen, aynı sokakta siftah eden, aynı cephede düşmanla vuruşan, aynı yoksuluğun pençesinde kıvranan, aynı cehaletin kör karanlığından kurtulmak için çabalayan, aynı kan emicilerce sömürülen halk; emperyalist bir tuzakla birbirine düşman edilmeye çalışıldı. Ancak bu oyun tutmadı, halk bölünmedi.

      Daha sonraki yıllarda sağ-sol diye bölünme yaratılmak istendi. Ulusun evlatları, silahlı çatışmalarda canlarını yitirdiler. Sokaklar, mahalleler, kasabalar, kentler, kahvehaneler ayrılmaya başlandı. Bu yetmemiş gibi bir de Alevi-Sünni ayrımı körüklendi. Mezhep ayrımıyla toplum iç savaşa sürüklenmek istendi. Katliamlar birbirini kovaladı. Kardeş, öz kardeşine silah çekiyordu. Bu oyun da bozuldu. Ulusal bütünlüğümüz zedelenmedi.

     Bu kez  ülkemiz topraklarına ayrımcılık tohumu ekmek isteyenlerin başvurdukları yol etnik farklılıklardı. Kürt-Türk çatışması sahneye kondu ustalıkla. Kurtuluş Savaşından daha çok şehit verdik bölücü ihanete. Türkiye kayasının sağlamlığını görenler yeni bir senaryoyu devreye soktular: Futbolla bölmek...

     Sporun birleştirici ruhuna karşın ülkemizde futbol toplumu bölme aracı yapıldı. Küçük olaylar bahane edilerek taraftarlar arasına düşmanlık tohumları ekildi ustaca. Tribünler yasaklandı rakiplere. Düşman saflarmış gibi ayrıştırıldı taraftar grupları. Bazı çıkarcı amigolar, kimi yeteneksiz yöneticiler, bilgisizliğini kışkırtıcılıkla kapatmaya çalışan birçok sözde futbol yorumcusu, kavgayı paraya çevirmek isteyen fırsatçı medya patronları, dumanlı havada avlak isteyen aç kurtlar, futboldan şöhret kazanmak isteyen basiretsiz siyasetçiler, küfredip saldırmayı delikanlılık sayan birkaç çirkef, kalabalık içinde yiğitleşen gariban özgüven yoksunları futboldaki bölünmeyi artıran öğeler. Bütün bu saydıklarımız, futbolla toplumu bölmek isteyenlere alet olmaktalar. 

      Neden toplum futbolla bölünmek isteniyor? Demokratik kazanımların yok edildiği, halkın örgütlenmesinin olmadığı, sosyal hakların gasp edildiği, yurttaşlarımızın giderek yoksullaştığı, yolsuzlukların toplumu kemirdiği, adaletsizliğin gemi azıya aldığı, bölücülüğün pervasızlaştığı, dış politikanın küresel güçlere teslim edildiği, TSK' nın sindirildiği, tarımın yok edildiği, sanayinin görmezden gelindiği, eğitimin ilkelleştirildiği, halk sağlığının neredeyse üfürükçülere bırakıldığı bir ülkede, ulusun dikkatini başka yerlere çekip dağıtmak gerekmez mi? Yeni düşmanlıklar yaratarak toplumun dikkatini buralara yöneltmek önemli bir siyasal proje. 

   Son yıllarda futbolda ayrımcılığın körüklenmesinin önemli nedenlerinden biri de işlemeyen adalet sistemi. Şike konusunun zamanında çözülememesi hem adli hem de idari kararın gecikmesi futbolumuzu kördüğüme dönüştürdü. Adaletin gecikmesi, ileri geri yorumları körüklemekte. Mahkemenin uzaması, Futbol Federasyonunun idareyi maslahatçı tutumu çözümü zorlaştırdı. Her geçen gün taraftarlar, sorumsuz açıklamalarla tahrik edilmekte. Hukukla yakından uzaktan  ilgisi olmayan kişilerin dava süreciyle  ilgili uzman kesilmesi ise çok gülünç.     

     AKP iktidarı her alanda olduğu gibi futbolu da kaosa sürükledi. Taraftarları böldü. Takımları birbirine düşman etti. Dostluk yerine düşmanlığı körükledi. Zaten toplumu laik-anti laik olarak bölmüştünüz, bu azmış gibi bir yenisini daha eklediniz.

     Bugün önemli bir final maçı oynanacak; biri kaybedecek, diğeri kazanacak. Taraftarların tuttuğu takım kazanınca kuşkusuz sevinilecek; ancak günlük yaşamın sorunları yok olmayacak. Hangi takım kazanırsa kazansın Türkiye'nin hiçbir sorunu çözülmeyecek. Bölücü terör azalmayacak. İşsiz, iş bulamayacak. Eğitimdeki gerici dalga dinmeyecek. Ortadoğudaki yangın sönmeyecek. Köylümüzün cebi para dolmayacak. YÖK kalkmayacak. Ulusal bayramlarımız tekrar eskisi gibi devlet törenleriyle kutlanmayacak... 

    Unutulmasın: Futbol, yalnızca bir spor değil; devletler arasına savaş çıkaracak kadar da siyaset vardır içinde. Futbolu kendi siyasal çıkarı için kullananlar, tribünlerde alevlenen meşalelerle yanabilir.  Dileyelim ki bugün dostluk, kardeşlik kazansın; nefret, ayrımcılık, kavga kaybetsin.
                                                                            
                                                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                                                          12 Mayıs 2012
    

DARAĞACINA KONAN GÜVERCİNLER


     Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Mahir Çayan, Sinan Cemgil, Ulaş Bardakçı, Cihan Alptekin, Hüseyin Cevahir ve onlarca 1968 kuşağı devrimcilerine asıl ilgim başladığında ortaokul birinci sınıftaydım. On iki yaşında çocuktum. Çocuk yüreğimde ulu çınarlar gibi göklere ağardı her bir devrimci. Radyonun akşam haberlerini kaçırmaz, Deniz’in Mahir'in ve diğer devrimcilerin neler yaptıklarını öğrenmeye çalışırdım.

    Evimize giren birkaç gazetenin her sayfasını okur, halk kahramanlarına ait her yazıyı, fotoğrafı kesip dosyalardım. Evdeki gazeteleri okuduktan sonra çarşıya çıkar, dükkân ve kahvehane önlerine atılmış eski gazeteleri toplar, oradaki haber ve fotoğrafları da dosyama yerleştirirdim. O dönemde gazeteler genellikle atılmaz, onlardan kese kâğıdı yapılırdı. İşte, haber kaynaklarımın önemli bir bölümünü de kese kağıtları oluştururdu. Radyo ve gazete haberlerinden öğrendiklerimi arkadaşlarıma anlatırdım. Arkadaşlarımın çoğu yaşça benden büyüktü. 

    Yaşadığımız kasabada halkın büyük çoğunluğunun sohbet konusu devrimci öğrencilerdi. Onlarla ilgili kahramanlık öyküleri anlatılırdı. Tıpkı tarihsel kahramanlar gibi onlara ait olmayan öyküler de onlara mal edilirdi. Bu durum onların halkın gönlünde taht kurduklarının göstergesidir.

     1968 Gençliğinin eylemleri ulusu ayrıştırıcı değil, birleştiriciydi. Bu dönemdeki genç eylemlerinde etnik farklılıklar, mezhep ayrılıkları görülmezdi. Eylemlerde asıl amaç, emperyalizme karşı ulusun tümünün birliğidir. "Sağ sol yok, boykot var!" sözü o günkü gençliğin ayrımcılığı reddettiğinin güzel bir ifadesidir. Bu slogan, Türk gençliğini bölmeye çalışan emperyalist güçlere en güzel yanıttı. Zaten 68 kuşağını efsane yapan da bu birlik ruhuydu. 

     68 Kuşağı, Türkiye'nin ulusal sorunlarına da duyarlıydı. İstanbul'da düzenlenen "Kıbrıs Mitingi" ulusal sorunlara sahip çıkmanın önemli bir göstergesidir. Günümüzde Kıbrıs'taki Türk askerini işgalci gösteren küresel solcuların düşünmesi gereken bir konu bu. 

     Deniz Gezmiş ve arkadaşları, ülkemizde emperyalizmin dayandığı feodal gericiliğin ancak çağdaşlaşmayla aşılacağının bilincindeydiler. Bunun da Kemalist Devrim'e sahip çıkarak olacağının farkındaydılar. Deniz ve arkadaşları, Samsun'dan Ankara'ya "Mustafa Kemal Yürüyüşünü" gerçekleştirirken ellerinde Atatürk'ün fotoğrafları, Türk bayrakları; dillerinde ise İstiklal Marşı vardı. O gün yayımladıkları bildiri "Büyük Türk Milleti!" diye halka sesleniyorlardı.  Ayakları ülkemiz topraklarına basmakta, gözleri vatan toprağını görmekteydi. Bugün "Darağacında Üç Fidan"ı anarken bunları anımsayıp dillendirecek kaç kişi var? 

     Onlara göre geriliğin ortadan kalkması için yurdun kalkınması gerekirdi. Bu amaçla geçilmez Zap Suyu'na Devrimci Gençlik Köprüsünü kurarak ülke topraklarına uygarlığın ışığını saçtılar. Ne yazık ki bu köprü, yıllar sonra bölücü örgüt tarafından havaya uçuruldu. 

     Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını asıl efsaneleştiren, İstanbul'a gelen ABD 6. filosuna karşı direniştir. Yurdumuzdaki ABD egemenliğine karşı çıkışın gür sesidir bu protestolar. Denizler Boğaziçi'ndeki 6. Filoyu kovarken muhafazakâr-milliyetçi gençlik de devrimci gençliğe taş ve sopalarla saldırıyordu. Bugün iktidarda bulunanların ABD sevgisi, o yıllardan gelmekte. Anlayacağınız Atatürk'e, Cumhuriyet'e, çağdaşlaşmaya savaş açanlar; sonradan olma Amerikancı değil, kökten yetişmeler.

     Denizler; ülke gerçeklerinin ve sorunlarının farkında, ulusun değerlerini sahiplenen, halka saygılı; emperyalizme, gericiliğe taviz vermeyen yurtseverlerdi. Bugünün solcularının çok şey öğreneceği, örnek alacağı öncü devrimcilerdi. Onlar bağımsızlığın ve özgürlüğün savaşçılarıydı.

   6 Mayıs 1972'de ortaokul ikinci sınıftaydım. Denizlerin idam edildiğini işittiğimde beynimden vurulmuşa döndüm. Yaşamımın en büyük üzüntülerinden birini ve ilk büyük yenilgisini yaşadım. Hiçbir zaman onların öldüklerine inanmadım, inanmıyorum, inanmayacağım da. Onlar, darağacına konan üç güvercindi. Gökyüzünün sonsuz maviliğine kanat çırparak uçtular. Hep bizim göklerimizde oldular. Gündüz güneşe baktığımızda onların ışıltılarını görüyoruz. Geceleyinse gökyüzünde yıldız olmaktalar. İstanbul'da dolaşırken onların 6. Filoya "Defol!" diyen haykırışları kulaklarımda çınlamakta.

     Siz güneşin, yıldızların, devrimlerin, insanlığın, halkın öldüğünü hiç duydunuz mu ki Deniz, Yusuf, Hüseyin ölsün! 
                                                                               
                                                                 Adil Hacıömeroğlu
                                                                 6 Mayıs 2012
                                                                 twitter.com@AdilHaciomerogl
                                     


ABD MÜSLÜMAN MI YOKSA?


ABD ve küresel ortaklarının İslam coğrafyasında tarikat, cemaatleri desteklemesi ilgi çekici. Özellikle dini grupların liderleriyle iyi ilişkiler içinde olması incelenmeye değer. Son yıllarda ülkemizde tarikat ve cemaatlerin sivil toplum örgütü olarak kabul ettirilme çabaları da küresel güçlerce dayatılmakta.

 II. Dünya Savaşından sonra emperyalist egemenliğini geliştiren ABD, enerji kaynaklarının büyük bölümünün yer aldığı İslam ülkeleriyle yakından ilgilendi. Soğuk Savaş döneminde geliştirdiği "Yeşil Kuşak" projesiyle dinsel grupların gelişmesine yardımcı oldu. Bunun asıl nedenlerinden biri, bu ülkelerde hızla gelişip yükselmekte olan sol hareketin önünü kesmek. İkinci amaçsa bu ülkeleri dinsel liderler aracılığıyla kolayca kontrolüne almak.

 Suriye ve Mısır'da asıl muhalefeti oluşturan Müslüman Kardeşler örgütünü ABD'nin çok sevmesi nedendir? Ta baştan beri Afganistan'da dinsel grupların palazlanmasını destekleyen de Amerika. Başta Suudi Arabistan olmak üzere katı İslamcı kurallarla yönetilen körfez ülkelerinin ayakta durmasını destekleyen de Yanke. Yine ülkemiz, çok partili siyasal yaşama geçtikten bu yana din sömürüsüyle halkımızı kandıran, ülkemizi geri bıraktıran politikacıların arkasında da ABD var.

 Ilımlı İslam tasarımıyla Cumhuriyetin aydınlanma devrimini ortadan kaldırmak Okyanus ötesinin düşüncesi. Aydınlanma düşüncesinin kaynağı Batı olmasına karşın, ABD neden Doğu'ya ait olan bir inanç sisteminin kökleşmesi için çaba gösterir? Bu durum şu soruyu akla getirmekte hemen: ABD Müslüman mı oldu yoksa? Bunun yanıtını almak için biraz eskilere gitmek gerek.

 ABD'nin İslam'la siyasal ve askeri alanda ilk tanışması Filipinler'de oldu. On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde Filipinler'i işgali sırasında Amerikan kuvvetleri, katı bir Müslüman direnişiyle karşılaştı. Daha önce Filipinler'i sömürgeleştirmek isteyen Katolik İspanyollarla Protestan ABD'liler arasında amaç bakımından bir fark yoktu. Direnişi kıramayacağını anlayan ABD, İstanbul'daki halife II. Abdülhamit'ten yardım istedi. Halife, Filipinler'deki Müslüman savaşçılara gönderdiği emirle direniş sona erdi. "Filipinler'de İslam'la karşılaşmış olma, Amerikalılara; İslam'ın hesaba katılması gereken önemli bir güç olduğu ve uygun bir şekilde yönlendirildiklerinde Müslüman önderlerin denizaşırı Amerikan çıkarlarını geliştirmekte kullanılabilecekleri konusunda elle tutulur bir kanı sağladı. (Ayrıntı için bakınız. Kemal Karpat, Ortadoğu'da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, sf. 32-33, İmge yay.)

     ABD'nin İslam sevgisinin kökeninin nereye ve kime dayandığı böylece açıklığa kavuşmuş oldu. Ülkemizdeki ABD destekli İslamcıların II. Abdülhamit sevgisinin nedeni de böylece anlaşıldı sanırım.

 İşte, o gün bugündür İslam dünyasındaki cemaat, tarikat liderlerinin önemli bir bölümünün ABD ile karşılıklı aşklarının nedeni açıkça ortaya çıkmakta. Komünizmle Mücadele derneklerinin kuruluşunda ve etkinliklerinde birçok İslamcının görev almasının nedeni, ABD severlik.

     İslam dünyası, Atatürk'ün gösterdiği yolda ilerlerse kölelikten de gerilikten de din simsarlarından da kurtulur; özgür ve insanca yaşama olanaklarına kavuşur.

                                                                          Adil Hacıömeroğlu

                                                               5 Mayıs 2012    

KİŞİNİN FİKRİ NE İSE ZİKRİ DE ODUR

      Son günlerde dindar, kindar gençlik yetiştirme çalışmaları tüm hızıyla sürmekte. Bu çalışmalar süredursun biz son günlerde ülkemizden ve dünyadan basına yansıyan bazı olayları anımsayalım.

     "Kocalar karıları öldükten sonraki ilk altı saatte ölü karılarıyla seks yapma hakkına sahip olsun! " Bu öneri, İslamcı partilerin çoğunlukta bulunduğu Mısır parlamentosuna sunuldu. Ölülerle sevişmeye bilimde ölüsevicilik (nekrofili) denir. Ölüsevicilik sapık bir cinsel davranıştır.

     Yukarıdaki öneri ilk kez ortaya atılsa insan, gülüp geçer, böylesi kişilere "Deli!" der. Ancak böyle değil. Ölüsevicilik konusu, Mayıs 2011'de Faslı İmam Zamzami Abdül Bari tarafından gündeme getirilmiş. Faslı imam, "Evliliğin ölümden sonra da geçerliliğini sürdürdüğünü, kocaların olduğu kadar kadınların da ölen eşleriyle seks yapma hakkına sahip olduklarını" söylemiş. İnsanın inanası gelmiyor, ama gerçek. Dünyada bu kadar çok sorunun olduğu, insanlığın can çekiştiği bir zamanda İslam adına yola çıkanların düşündüklerine bakın.

     Mısır parlamentosundan ikinci örnek: Kızların evlenme yaşı on dörde indirilsin. Tüm dünyada çocuk evliliklerinin ayıp ve insanlık suçu olarak görüldüğü, önlenmesi için de olağanüstü bir çaba gösterilen bir konuda demokratikleşen Mısır'ın geldiği noktaya bakın. Küçük yaşta kızlarla evlenme isteği, sübyancılık değil midir?

     "İslam dünyasının en itibarlı eğitim kurumlarından Mısır’daki El-Ezher Üniversitesi’nin Hadis Bölümü Başkanı Prof. İzzet Atiya, 'Kadınlar, aynı işyerindeki erkekleri emzirirse, akrabaya dönüşür, tacize uğramaktan kurtulur.' fetvası verdi." Bu profesöre ne demeli, bilmiyorum. Ancak ABD desteğiyle demokratikleşen ve "Arap Zemherisi" yaşayan Mısır'da nelerin tartışılarak yapılmak istendiğinin farkındayız sanırım. Demokrasi böyle bir şey işte! Kişi, bilinçaltında ne kadar sapıklık varsa ortaya dökerek tartışmaya açar...

     Bir örnek de bizden... Gülsek mi, ağlasak mı bu ilkelliğe?

    "Üç erkek kardeş karnı ağrıyan annelerini hastaneye getirdi. Acil serviste görevli Doktor Cemil Kürkçü kadın hemşireler yemekte olduğu için, hastaya erkek görevlinin iğne yapmasını istedi. Ancak kadının üç oğlu da doktora karşı çıktı. Önce üç kardeşten biri doktora saldırdı. Aldığı yumruk darbelerinden dudağı patlayan doktor, işine devam etmeye çalıştı. Çok geçmeden hastanın diğer iki oğlu da doktoru darp etmeye başladı. Yüzünde ve vücudunda darptan dolayı ezikler olan doktora iş göremez raporu verildi." Gözaltına alınan saldırgan kardeşler, yargılanmak üzere serbest bırakıldılar; doktor ise memleketi Yozgat'a gitti.

     En yaşamsal konu olan sağlık da bile böylesi sapkınlıkların akla gelmesi nasıl bir çarpık düşüncedir? Erkek sağlık görevlisinin annesi yaşında bir kadına iğne vurmasına hangi art niyetli düşüncelerle karşı çıkılır? Hangi yaşta, hangi konumda olursa olsun bir erkeğin bir kadına cinsel istek duyabileceğini düşünmek nasıl bir ruhsal rahatsızlıktır? Hele bir insanın sağlığı söz konusu olduğunda bu tür sapkınlıkları aklından geçirmesi nasıl bir bakış açısıdır?

     Kişinin fikri ne ise zikri de odur. Kendisi nasıl düşünüyorsa, başkalarını da kendi gibi sanır.

    Karşı cinsten ayrı yaşamayı toplum yaşamının her alanına taşıyan bir siyasal zihniyetin halkımızı getirdiği durum budur. Sürekli kadın ayrımcılığı üzerinden siyaset üreten; kadını, erkekleri tahrik eden, yoldan çıkaran varlıklar olarak gösteren bir politik anlayışın yaratmakta olduğu "kindar gençlik" kendini göstermekte bu tür olaylarla. Her gördüğü kadını çiftleşme aracı sanan bir sapkınlığın nerelere ulaşabileceğinin göstergesi bu olay.

    Cinsellik; duygudan, beğeniden, vicdandan, insani olmaktan soyutlandırılmakta. Kadını, metalaştırılmakta, bu feodal-köleci anlayış da din diye, inanç diye topluma benimsetilmeye çalışılmakta. İnsanlığını, vicdanını yitirmiş bir düşüncenin kimseye yararı olamaz; ancak topluma büyük zararları olur.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                          30 Nisan 2012
                                                          twitter.com@AdilHaciomerogl