BESLE KARGAYI, OYSUN GÖZÜNÜ


                                   
            
           AKP hükümetinin özendirip kışkırtmasıyla ülkemiz Suriyeli mültecilerle(!) doldu. Şam yönetimini insan haklarına aykırı davranıyormuş gibi göstermek için ve kendilerince insani yardım(?) koridoru açmak için Suriye’den ülkemize bir göç dalgası başlatıldı.
            
       Ülkemize gelen Suriyeliler gerçekten mülteci mi? Mülteciler; sıkıntılar, öldürmeler yüzünden ülkelerinde yaşama olanağı bulamayan sivil kişilerden oluşur. Dünyanın neresinde olursa olsun komşu ülkelere göçen mülteciler, BM’nin de gözetim ve denetiminde can güvenlikleri sağlanır. Mültecilerin yaşama hakları BM sözleşmeleriyle güvence altına alınır.
           
         Türkiye’ye gelen Suriyeliler, başta AKP olmak üzere ABD güdümlü bölge ülkelerinin teşvikiyle, kışkırtmalarıyla göç ettiler. Güvenli yaşadıkları ülkelerinden türlü vaatlerle koparıldılar. Çoğunluğu silahlandırıldılar. Muhalif bir ordunun işbirlikçi askerleri olarak kullanılmak üzere sınır kapılarında hazır bekletildiler. Sabahleyin işe gider gibi mülteci kamplarından ayrılıp sınırı geçerek çatışmalara katılıyorlar, akşam eve dönüyorlar. Kendilerini izleyen Suriyeli devlet güçleri ateş edince de RTE, sınır ihlali var, diyerek kışkırtıcılığını sürdürüyor. Mülteci kılıklı teröristler hem BAAS yönetiminin yıkılması için kullanılıyor hem de sınırda kışkırtmalar yaparak Suriye’ye dış müdahalenin yolunu açıyorlar.
            
        Gerçek mülteci, kendilerine kucak açarak canını kurtaran, karnını doyuran, barındıran, günlük gereksinmelerini sağlayana ancak minnet duyar. Van depremzedeleri yazlık çadırlarda dondurucu kışı geçirirken Suriyeli mültecilerin konforlu taşımalık evlerde yaşaması düşündürücüdür. Kendilerine verilen eşyaları apar topar Suriye’deki evlerine götüren mültecilerin(!) iyi niyetli oldukları söylenebilir mi?
            
       Yaşadıkları kamplardaki su kesintilerine, buzdolabı eksikliğine, klima yokluğuna isyan ediyor Suriyeli mülteciler. Oysa ülkemiz kentlerinin çoğunda su kesintisi olur. Ülkemizi dolaşsak buzdolabı olmayan evlere rastlayabiliriz. Klimasız evlerse çoğunlukta. Bu arada “Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer.” atasözünü de anımsatmak gerekli. Şımartılmış, kendisine vaatlerde bulunulmuş mülteci kılıklı terörist, kendi ülkesinde bulamadığı konforu istiyor konuk olduğu ülkede. Kamplardaki Türk bayrakları indirilip kendilerinin bayrak dedikleri bez parçalarını göndere çekiyorlar. AKP hükümeti ne yapıyor bu durumda? Açılımdan sorumlu başbakan yardımcısı, olanları küçük olaylarmış gibi göstermeye çalışıyor. Kamplara tankerle su götürüleceğini, isyankârlara küçük buzdolabı verileceğini müjdeliyor(!). Klima mı? Tabi ki bu gereksinim de karşılanacak. Rahat etmeliler ki Suriye’deki terörist faaliyetlerini yaparken kafaları rahat, bedenleri dinlenmiş olsun. Türk bayrağını gönderden indirmek mi? Konuklarımız küçük bir hata yapmışlar… Askerle polisle çatışmak mı? Çatışmayan mı var? Her gün verilen şehitler yüreğimizi yakarken RTE Suriye çöllerinde dolaşmıyor mu? Kendi söküğünü dikemeyen “usta”, komşuların üstünü başını yırtmıyor mu?

AKP hükümetinin beslediği kargalar önce kendi ülkelerinin başına bela oldular, şimdi de kendilerine kucak açanların gözlerini oymaktalar. Yarına Allah kerim! Kimin başına bela olacaklarını bilemeyiz.

RTE’nin hesapsız kitapsız politikaları yüzünden ülkemizin itibarı sarsılmakta, güvenliği tehlikeye düşmekte. Türkiye emperyalistlerin çıkarları yüzünden sonu karanlık bir maceraya sürüklenmekte. Bu kötü durumdan kurtulmanın tek yolu, AKP’yi hükümetten uzaklaştırmakla olur.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           27 Temmuz 2012
Not: 30 Temmuz 2012 tarihli Kent Yaşam Gazetesinde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

CHP KURULTAYININ ARDINDAN


    CHP’nin 34. Olağan Kurultayı 17-18 Temmuz’da gerçekleşti. Kurultayın ardından çeşitli kişilerce olumlu, olumsuz birçok değerlendirme yapıldı. CHP, bu kurultayıyla bir iktidar yürüyüşünü başlatabilecek mi? Bu kurultay CHP’de bir eksen kayması yaratmış mıdır? Kurultayda, Türkiye’nin yaşamsal sorunlarıyla ilgili çözümler üretilmiş midir? Bu ve benzer soruların yanıtları kurultayın doğru değerlendirilmesini de yapmamızı sağlayacaktır.
            
      Kurultay’ın yapıldığı salon doluydu; ancak kalabalığın coşkulu olduğu söylenemez. İl kongrelerindeki katılım azlığı, tabanın ilgisizliğini göstermek amacıyla önemliydi. Kurultay salonunun dolu olması kimseyi yanıltmasın. Yerel seçimlerin yaklaşması, coşkusuz kalabalığın oluşma nedeni. Katılanların coşkusuz olması düşündürücüdür. Kurultaya damgasını vuran bir sloganın, topluma yönelik bir iletinin halkın dilinde, usunda olmaması ilgi çekicidir. Halka hedef gösteren, CHP’nin amaçlarını, iktidar yürüyüşünü özetleyen bir iletinin kurultaydan çıkmaması olumsuzluktur. Yine kurultayın sonunda toplumsal sorunların çözümüne ilişkin bir bildiri de yok.
            
       Parti meclisi seçimi görünüşte çarşaf listeyle yapılsa da aslında uygulanan blok listeydi. Kılıçdaroğlu, önce yüz kişilik bir anahtar liste hazırladı. Böyle bir durumda eski MYK üyelerinin, A takımının parti meclisine seçilemeyeceği anlaşılınca da elli iki kişilik yeni bir anahtar liste çıkardı genel başkan. Yani, anahtarın anahtarı liste... Sarı listeyle kurultay iradesi yönlendirilmeye çalışıldı. Birkaç kişi haricinde bu liste seçildi. Ancak seçim sonuçlarında önemli dersler var. Parti geleneğini iyi bilen, tabanın sesi olan, halka dayalı siyaset yapmanın gerekliliğine inanan, Ecevit rüzgârının yurtseverliği yükselttiği bir sürecin heyecanlı politikacısı Adnan Keskin’in ve ulusalcı, cumhuriyetçi, Atatürkçü duruşuyla halkın takdirini toplayan Haluk Koç’un en yüksek oyu alması partinin geleceği açısından umut vericidir. Bunun yanı sıra açılımcıların kurultaya katılan delegelerin yarısının bile oyunu alamadan zar zor seçilmeleri parti politikalarının oluşumunda iyi değerlendirilmeli. Demek ki delege, açılım politikalarını onaylamıyor.

     Adnan Keskin ve Haluk Koç nezdinde ulu çınarın köklerine sahip çıkmakta taban. Ancak TR 705 simgesiyle CİA defterlerinde kayıtlı bir kişinin, mayası antiemperyalizmle yoğrulmuş bir partinin kurultayında yeniden seçilmesi de acıklı ve şaşırtıcıdır.
            
      Kullanılan oylarda, geçersiz olanların çokluğu düşündürücüdür. CHP gibi ülkemiz aydınlanmasının öncüsü olmuş bir partinin bazı delegelerinin sandığa geçerli bir oyu atamamasının haklı bir gerekçesi olamaz. (Bakınız: ÇİFT MÜHÜR http://adiladalet.blogspot.com/2011/06/cift-muhur.html) Bu durum göstermektedir ki CHP üyelerinin parti içi eğitime gereksinmeleri var. Bunun yanı sıra tabanı siyasal alanda heyecanlandıracak, idealize edecek siyaset anlayışı da gerek.
            
Kılıçdaroğlu’nun konuşması:
            
      CHP Kurultaylarında genel başkanların yaptığı konuşmalar her zaman önemlidir. Partinin gideceği yol, izleyeceği politikalar, ülke sorunlarının çözümüyle ilgili görüşler bu konuşmalarda anlatılır. Bir başka deyişle halka iktidar olunduğunda neler yapılacağı söylenir bu kürsüden. Bu konuşmalar partinin genel politikalarının anlatılması açısından önemlidir. Bu nedenledir ki bu konuşmalar ortak akılla hazırlanmalı, sözler iyi seçilmeli, topluma verilecek iletiler belirlenmeli. Şimdi burada Sayın Genel Başkanın konuşmasını ele alacağız.
            
       “Ulu bir çınarın gölgesinde 34. Olağan Kurultayımızı yapıyoruz. Bu ulu çınarın adı Cumhuriyet Halk Partisidir.” Ulu çınar, benzetmesi güzeldir (Bkz. İNÖNÜ DÜŞMANLIĞI  http://adiladalet.blogspot.com/2012/07/inonu-dusmanligi.html). Keşke tüm söylemler, bu ulu çınarın daha da gövermesine hizmet edecek doğrultuda olsa.
            
Emperyalizmin sol ayağı:
            
      “Cumhuriyet Halk Partisinin tarihi emperyalizmle mücadelenin tarihidir. Cumhuriyet Halk Partisinin tarihi bağımsızlığımızın tarihidir. Cumhuriyet Halk Partisinin tarihi aynı Kuva-i Milliyenin, Kuva-i Milliyecilerin tarihidir.” Bu cümlelerin Kılıçdaroğlu tarafından söylenmesi şaşırtıcı değil; çünkü CHP genel başkanının söylemesi gerekenler bunlar. Bu sözler dilde kalmamalı, bu doğrultuda politikalar üretilip uygulanmalı. Öncelikle anayasanın değiştirilemez maddelerinin tartışılmasına bile girilmemeli. Antiemperyalizm kuruluş harcımızsa bölgemizde ve dünyadaki emperyalist politikalara karşı çıkıp ezilenlerin yanında yer alınmalı. ABD’ye, CHP’nin yanlış anlaşılmasını önleyecek(!) heyetler gönderilmemeli. Kemalizm’i eskimiş göstererek bir kenara itmek isteyip sözde yenileşip değişmek adına emperyalizmin sol ayağı olan sosyal demokrasiyi partinin egemen politikası haline getirmemeli. O sosyal demokrasidir ki Kuva-yi Milliye’yi boğmak için elinden gelini yapmışsa CHP’ye yakışır mı böyle bir siyaset?
            
     “Cumhuriyet Halk Partililer ilkesiz, ulusal siyaset yapmazlar.” Bu tümce ya eksik ya da yanlış yazılmış. Tümcede noktalama yanlışı da yapılmış olabilir. Eğer “ilkesiz” sözcüğü, bu biçimiyle kullanılmışsa “ulusal” sözcüğüyle görevdeş olur ki bu büyük bir anlatım ve düşünce yanlışıdır. “İlkesiz” sözcüğünden sonra virgül olmaması gerekiyorsa sıfat görevinde kullanılır ve yanlış anlamaları önler. Cümlenin yazımında yanlış yapıldığını var sayarak var olan anlamı eleştirmeyeceğim. Dile biraz özen gerek!
            
       “Değerli yoldaşlarım, unutulmaması gereken somut bir gerçek var. Sosyal demokrasinin temelinde ilerleme ve değişim vardır.” Gerçek hiç de böyle değil. Yüz yıldır sosyal demokrasinin çizgisi değişmiyor. Dün Türk Kurtuluş Savaşı’na, Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki bağımsızlık hareketlerine karşı çıkan sosyal demokratlar; bugün de Irak’ı, Afganistan’ı işgal ederek Suriye’de kan döken çetelerin destekçisi olmaktalar. CHP’nin böylesi bir sosyal demokrat gelenekle yan yana olması, bu ideolojiyi benimsemesi tarihsel geçmişine yakışır mı? Atatürk adıyla sosyal demokrasi yan yana gelir mi?

Değişim ve dinamizm altı oktadır. İnsanı merkeze oturtan da halkçılıktır. Halkçılığın uygulandığı bir toplumda sokaklarda el açan dilencilere, sadakayla geçimini sağlayan yoksullara rastlanmaz. Eşitsizlikler, ancak halkçı politikalarla giderilir. Cumhuriyet’in erdemlerini savunup ayakta tutmak toplumsal mağduriyetleri önler. “Cumhuriyet, kimsesizlerin kimsesi” olarak yurttaşlarımızın yaşam güvencesidir.

“Değişim”  yeni ve yararlı olanı getirdiğinde gereklidir. Ancak geçmişin güzelliklerini inkâr ettiğinde, ayakta kalmamızı sağlayan yaşam kaynaklarını ortadan kaldırdığında ise tehlikeli ve zararlıdır. “Değişim” adı altında küresel dayatmaları yeniymiş gibi algılamak, algılatmak son derece sakıncalıdır.

Çağdaş uygarlığı yakalayıp aşmak, ancak Türk Devriminin sürdürülmesiyle olanaklıdır. Türk aydınlanmasının temel dayanağı olan laiklikten verilecek en küçük ödün çağdaş uygarlık koşusunda tökezlememize neden olur.

Seçimler kaç yılda bir yapılıyor?

Şunu söyledik; her yıl 10 bin üniversite öğrencisi yurtdışına doktoraya gönderilecektir. 10 bin üniversite öğrencisini düşünün. 5 yılda her yıl 10 bin üniversite öğrencisi yurtdışında doktora yapmış, Türkiye’ye gelmiş, üniversitelerinde bilim adamları, çağdaş uygar bilim adamları, aklın özgürleştiği üniversiteler. Bu üniversiteleri düşünün. 5 yılda 50 bin bilim adamını düşünün. Türkiye’yi bilim toplumu yapma aşamasında ciddi bir sıçrama yapacaktır.” Burada CHP iktidara geldiğinde uygulanacak doktora programından söz edilmekte. Ülkemizin bilim ve eğitim yaşamının gelişmesi için güzel bir düşünce. Ancak ülkemizde seçimler dört yılda bir yapılıyor. Seçimlerin beş yılda bir yapılması 2007 öncesiydi. Dil sürçmesi sayılmayacak böylesi somut hatalar olmamalı konuşmalarda.

Halkçı düzende küçük ve yavaş balıklar korunur

Değerli yol arkadaşlarım, bizim güzel bir sözümüz var büyük balık küçük balığı yutar diye. Dünya değişti, artık büyük balık küçük balığı yutmuyor. Hızlı balık yavaş balığı yutuyor.” Bu sözle asıl vurgulanmak istenen sanırım gelişme hızı ve bilişim teknolojisine, zamana uyum sağlamaktır. Ancak bu durumu, sömürüyü meşru sayan bir sözle anlatmak son derece talihsizliktir.

Küçük ya da yavaş balıkların yutulması acımasız sömürünün esas alındığı kapitalist düzendedir. Gerici feodal düzenlerde, aşiretlere dayalı toplumsal yapılarda zayıflar, yoksullar ezilir. Güçlüler, küçük balıklara yaşam hakkı tanımaz.

Sosyal demokrasi, Avrupa kapitalizminin geri kalmış ülkeleri sömürmesiyle varsıllaşmış topraklarda refah toplumu oluşturma amacında olduğundan küçük ya da yavaş balıkların yenmesini olağan karşılar. Emperyalizmin sağ ya da sol ayağı olmuşsun ne fark eder? Büyük ya da hızlı balıksın, yutmak için varsın.

Halkçılığın, cumhuriyetçiliğin uygulandığı bir toplumsal düzende kimse kimseyi yutmaz. Zayıflar özellikle korunur. Onların hakları yasal güvenceye kavuşturulur. Güçlü-zayıf, hızlı-yavaş ayrımı olmaz.

“Hızlı balık, yavaş balığı yutuyor.” sözünün ilk kez İsrail Devlet Bankası Müdürü Jacob A. Frenkel tarafından kullanılması ilginçtir. İsrail, hızlı balık olarak yurtsuz Filistinlileri yutmakta. Bu onların faşist anlayışına uygun bir davranış. Yine bu sözün Ali Babacan tarafından daha önce kullanılmış olması da ilginç. CHP Genel Başkanı kurultay gibi tarihe not düşülen bir yerde konuşurken özgün tümceler kullanmalı. Bu nedenle de danışmanlarını sağcılardan değil de Kemalistlerden seçmeli. Başkalarına öykünmek sağcılığın işidir. Kemalizm özgünlük ve yaratıcılıktır.

Esat katliamcı mıdır?

Suriye’de yapılan katliamlara, uygulanan oransız (orantısız olmalı) güce her zaman karşı olduk. Katliamları kınıyoruz, kınamaya da devam edeceğiz.” Esat’ı katliamcı ilan etmek Küresel emperyalizmin ve onun taşeronları olan AKP’nin, Katar’ın, Suudların, İsrail’in dilidir. Suriye yönetimini halkını öldürüyormuş gibi göstererek oradaki laik ve ulusalcı yönetimi yıkmak emperyalizmin amacı. Esat yönetimi, ülkesindeki dirlik düzeni bozmak için Suriye halkına ve devletine saldıran teröristlerle savaşmakta. Suçlu olan Esat değil; Suriyeli teröristler ve onları destekleyenlerdir.

Suriye’nin bu terörist saldırılar sonucunda bölüneceğini defalarca yazdık. Bu bölünmenin de en çok ülkemize zarar vereceğini her fırsatta haykırdık. Suriye’nin bölünmesi, ülkemizin bölünmesini de tetikleyecek. Bunu görmemek için çok saf olmalı. Türkiye’nin Kemalistleri, yurtseverleri Esat’ı dolayısıyla da Suriye’nin ulusal bütünlüğünü desteklemeli.

Üreten ekonomi:

Kılıçdaroğlu, konuşmasında sık sık üreten ekonomiden söz etmekte. Üreten ekonomiyi savunmak CHP’nin geleneğidir. Tüketiciliği özendirmekse tekelci kapitalizmin ilkesidir. Ülkemizin kalkınması, halkımızın gönenç içinde yaşaması üretimle olur. Üretmeden tüketmek, usçu ve ulusçu bir anlayışı temsil etmez. Türkiye’nin kuruluşunda üretim ekonomisiyle nasıl yoksulluğu yenip kalkındığımızı herkes bilmekte. O dönemde kırılan büyüme rekorları bugün bile kıskananların dudaklarını uçuklatmakta. İşte bunun içindir ki CHP’nin sosyal demokrasiye değil, Kemalizm’e gereksinimi var. Ülkemizin kalkınma reçeteleri CHP’nin geçmişinde bulunmakta.

“Üreten ekonomi”den yanaysak özelleştirmeler konusundaki tavrımız ne olmalıdır? Cumhuriyetle yaşıt, yoksul halkın emekleriyle oluşturulan ekonomimizin lokomotifleri sayılan kuruluşları özelleştirme adına satılması karşısında CHP ne yapmalıdır? Konuşmada bu ve benzeri soruların yanıtları yok.

Tarım ve hayvancılıkta destekleme politikalarından yana olup olunmadığıyla ilgili de bir şey belirtilmemiş. Çitçinin perişanlığının nedeni, devletin destekleme alımlarından vazgeçmesidir. CHP, bu konuda düşüncesini açıkça söylemeli.

“2003-2010 yılları arasında ithal ettiğimiz tarım ürünü ve gıdaya ödediğimiz parayı söylüyorum: 70 milyar 449 milyon dolar.” Yalnızca tarımı değil; tüm ekonomimizi mahveden dışalıma dayalı siyasal anlayış. Bunu sonlandırmak için de bazı önlemler alınmalı ivedilikle. Örneğin, CHP gümrük birliğinden çıkılmasından yana mıdır? Üreten ekonominin kurulması için bu önemlidir. Gümrük birliği, dışalıma dayalı ekonomik sistemi teşvik etmekte, yerli üretimi de engellemekte.

Dış politika

Kurultay konuşmasında dış politikayla ilgili belirsizlikler var. “Arap Zemherisi” konusunda CHP açık tavır almalı. Batılı ülkelere koşut bir söylem, bölgemizi kan gölüne çevirir. Komşularımızın toprak bütünlüğünü tehlikeye düşürecek her türlü dış müdahaleye karşı çıkılmalı. BAAS rejimlerinin Atatürk’ü, dolayısıyla da CHP’yi örnek alarak Arap topraklarında başlattıkları modernleşme hareketlerinin arkasında durulmalı. Krallık, şeyhlik, emirlik gibi çağdışı yönetimlerle emperyalistlerin yaptıkları sözde demokrasi propagandalarının etkisinde kalınmamalı.

Bölgesel ittifakların kurulması konusunda CHP’nin tavrı nedir? Balkan ve Sadabat paktları bölgemizdeki emperyalist yayılmalara karşı önemli siyasal oluşumlardı, benzerleri bugün neden olmasın?

Konuşmada uluslararası planda dış politikamızın hangi temeller üzerinde yükseleceği, hangi amaçlara yöneleceği yok. AB konusunda modaya uyarak kapılarda mı bekleyecek Türkiye; yoksa Asya’ya yönelip dünyanın yükselen güçleriyle mi ittifaklar kuracağız? Bu konuda parti politikaları oluşturulmalı. AB gibi olmadık hedeflerin peşinde koşmak, ülkemize zaman ve güç kaybettiriyor. Bu nedenle uluslararası yeni oluşumlar CHP’nin gündeminde olmalı.

Orta Asya ile ilgili tümcelere de rastlamadık kurultay konuşmasında. Son yıllarda AKP hükümetinin unuttuğu bu kardeş coğrafyayı, CHP de anımsamıyor mu yoksa? Dünya enerji kaynaklarının önemli bir bölümü burada. Tarihsel bağları da unutmamalı.

 Sonuç

CHP Kurultayı sonuçları itibarıyla alınacak derslerle dolu. Kimlik arayışı ilk bakışta sezilmekte. İdeoloji aramak için ne zamanı israf etmeli ne de parti kadrolarını kırıp dökmeli. Partinin kuruluş felsefesi, tarihsel sorumlulukları, deneyim birikimi yönetime yol göstermekte. Küreselleşme modasına uyarak Avrupai kimlikler aramak büyük yanlış.

Sosyal demokrasi ulusumuz için bir ideal olamaz. Halkta heyecan da yaratamaz. Parti delegelerini heyecanlandıramayan, idealize edemeyen sosyal demokrasi, halkı nasıl partinin peşine taksın?

AKP, hedefine Cumhuriyet yıkıcılığını koymuş. Yıllardır bu kadrolar, amaçları için var güçleriyle çalıştılar. Tarihsel dayanakları da hilafetçiler, padişahçılar, Kurtuluş Savaşına ve Cumhuriyet’e isyan edenler. Dünya gericiliğinin merkezi emperyalizmle de birleşerek amaçlarına koşmaktalar. İyi kötü bir idealleri var onun peşindeler.

CHP, Cumhuriyet’i savunma idealini benimsemeli. Parti kadrolarını bu konuda eğitmeli. Yoksa akmaz kokmaz bir siyasal çizgi olan sosyal demokrasiyle bir amaca varılamaz. Kemalist özünden ayrılmayan bir CHP, antiemperyalist duruşunu sürdürebilir.

Bölünme anayasası komisyonlarından çekilmeden Kemalist duruş sergilenemez. Özerk yönetim biçimine karşı çıkmalı CHP. Üniter devlet korunmadan ulusal birliğin de korunmayacağı bilinmeli.

Açılımcılığı reddeden, batılılarca dayatılan politikalara karşı çıkan, etnik ve mezhepsel siyasetlerin karşısında olan CHP; gerçek CHP olur. “Değişim” diyerek partinin yönünü, çizgisini değiştirmek ilericilik değildir. Çünkü ilericilik, emperyalizme ve onun dayatmalarına karşı durmaktır.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       26 Temmuz 2012
Not: 30 Temmuz 2012 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümüne http://adiladalet.blogspot.com dan ulaşabilirsiniz.


           
            

MÜBADELEYİ KİM, NEDEN İSTEDİ?




            Giriş:

            Mübadele sözcüğü, “karşılıklı olarak değiştirmek” [1] anlamındadır. Sözlük anlamı bakımından itici, soğuk, değiştirilecek nesneyi metalaştıran bir anlam içeriyor. Zaten insanların değiş tokuş edilmesi de köleci toplumun üretim ilişkilerinde düşünülebilecek bir durumdur.

            1789 Fransız İhtilali’yle birlikte milliyetçilik düşüncesinin ortaya çıkmasıyla toplumlarda uluslaşma süreci de başladı. Ulus devletin ortaya çıkması; etnik kimliklerin tartışılmasına, bu kimlikler üzerinden toplumların ayrıştırılmasına ya da birleşmesine neden oldu. Ulus devletlerin ortaya çıkma sürecinde, ulusların bir boğazlaşma dönemini de yaşamıştır dünyamız. İşte, etnik farklılıklarla devlet sınırlarının belirlenmesiyle göçler başlamış ve mülteci sorunu da insanlığın gündemine girmiştir.

            Türkiye – Yunanistan arasında yapılan mübadele, dünyada örnekleri küçük çapta görülse dahi, uluslar arası bir anlaşma ile yaşama geçirilen bir insan değiş tokuşudur. Böyle büyük çapta bir mübadeleyi hazırlayan koşullar nelerdir? Mübadele isteği kimler tarafından önerilmiştir? Taraflar, böyle bir insanlık dramına neden rıza gösterişlerdir?

            Mübadeleye Giden Süreç

            Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesi ve savaş sonucunda yenilmesi, mübadeleye giden süreçte önemli rol oynamıştır. Savaşın bitiminde itilaf devletleriyle (İngiltere, Fransa ve İtalya) imzalanan Mondros Mütarekesi ile Osmanlı toprakları, emperyalist ülkelerce paylaşıldı.  Bu arada itilaf devletleriyle tarihsel ve siyasal yakınlıkları olan bir kısım bölge halklarına da bu bağlamda bir takım yeni topraklar edindirme, bazı stratejik alanlara yerleştirilme gibi avantajlar kazandırmak hedeflenmişti. Bu doğrultuda Yunanistan, Anadolu’nun batısı, Doğu Trakya’yı işgale girişti. Bu, megalo idea kapsamında birincil hedefti. Uzun vadeli hedefte ise İstanbul ve Karadeniz Bölgesi vardı. Burada Yunanistan, batılı emperyalistlerin desteğiyle böyle bir maceraya atılmıştır.

            1919 hareketiyle başlayan Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı, emperyalist Batı’nın işgal hareketini sona erdirdi. Yunanlıların Anadolu’yu ve Trakya’yı işgali sırasında buralardaki yerli Rumların büyük bölümü de Yunan ordusuyla hareket ederek silahsız, savunmasız Türk halkına karşı kötü muamele uygulamışlardır. Yunanlıların Anadolu’da yenilmeleriyle Mudanya Ateşkes Antlaşması (11 Ekim 1922) imzalandı. Bu anlaşma uyarınca Doğu Trakya savaş olmadan Yunanlılarca boşaltıldı. İşte, bu boşaltma sırasında Yunan askerlerinin çekilmesiyle birlikte yerli Rumlar da binlerce yıldır yaşadıkları yurtlarından ayrılmaya başladılar. Sivil Rumların ayrılması sırasında Trakya’da, Türk ordusunun henüz tek bir askeri bile yoktur. ( Antlaşma uyarınca Türk Ordusu, antlaşma tarihinden otuz gün sonra ve sekiz bin kişiyi geçmeyecek bir jandarma birliği ile Trakya’yı teslim alacaktı.) Bu, dikkat çekici, önemli bir noktadır. Rum halkın, Trakya’dan göçünün canlı tanıkları arasında Amerikalı gazeteci –yazar Ernest Hemingway de vardı.

            “Kağnı arabaları, develer yolda batıya doğru ağır ağır ilerlerken boş arabalarına binmiş, lime lime elbiseleri yağmurdan sırılsıklam, kırmızı fesleri kirden kararmış Türkler de yoldan ilerlemeye çalışıyorlardı. Her Türk’ün sürdüğü arabanın içinde, tüfeğini bacaklarının arasına kıstırıp oturmuş bir Yunan askeri vardı. Yağmurdan sakınmak için de kaputlarının yakalarını enselerine kadar kaldırmışlardı. Arabalar Yunanlılar tarafından toplanmıştı ve Trakya içlerine, göçmenleri ve mallarını almaya yardımcı olmak için gönderiliyordu. Sürücü Türkler bitkin ve korkulu görünüyorlardı. Hakları da vardı.” [2] Burada da anlatıldığı gibi Trakya’daki Rumların göçü, bizzat Yunan askerlerinin denetiminde ve gözetiminde gerçekleştirilmiştir. Hatta bu göç sırasında, Türk kağnı sürücülerinden zorla yararlanıldığı da açıkça görülmektedir. Demek ki Doğu Trakya’daki Rum halkın göçü Yunan hükümetinin inisiyatifi altında itilaf devletlerinin rızasıyla gerçekleştirilmiştir. Bunda Türk resmi makamlarının ve Türk halkının her hangi bir baskısı söz konusu değildir. Çünkü bölge İngiliz ve Yunan askeri güçlerinin kontrollerindedir.

            Yunan askerlerinin Türklere baskılarını anlatmak için sözü yine Hemingway’e verelim: “Taş yolun tam Edirne içine girdiği yerde geliş gidişi atının üzerinde oturan bir Yunan süvarisi yönetiyordu. Sürekli olarak sola yol vermekteydi. Türklerin sürdüğü arabalardan birine sağa sapmasını işaret etti. Türk arabacı öküzlerini sağa yöneltince, araba bir çukura düştü ve kendisiyle beraber gelen, başı önüne düşmüş uyuklamakta olan Yunan askeri sıçrayarak uyandı. Sürücünün anayoldan saptığını gördü, başladı adama tüfeğinin dipçiğiyle vurmaya.
           
            Türk sürücü yorgun, çökmüş ve aç aç bakan bir köylüydü. Yüzükoyun arabadan aşağı yuvarlandı. Sonra dehşet içinde kalkıp tavşan gibi yoldan aşağı kaçmaya başladı. Koştuğunu gören bir Yunan süvarisi, atını mahmuzlayıp yetişti, hayvanıyla çarparak adamcağızı tekrar yere devirdi. Sonra diğer iki Yunanlı ile birlikte kollarından tutup kaldırdılar. Süvari, köylünün suratına birkaç tokat yapıştırdı. Adamın yüzü kan revan içindeydi; gözlerini iri iri açmış, her tokatta bağırıyor, arabasına dönüp öküzlerini sürmesini istediklerini anlamıyordu. Yolda yürüyen göçmenlerden hiçbiri bu olayla ilgilenmemişti bile.” [3] Bu bölümden de anlaşılacağı gibi Rum halkın tahliyesi tamamen Yunan güçlerinin isteği ve iradesi doğrultusunda gerçekleştirilmiştir. Ayrıca Yunan askerlerinin tahliye işinde zorla kullandıkları Türk köylülerinin karşılaştıkları şiddet de burada çarpıcı bir biçimde belirtilmektedir.

            Rum göçmenlerin, göç sırasında gönüllü oldukları söylenemez. Yıllarca yaşadıkları, doğup büyüdükleri topraklardan sökülüp koparılmaları kolay değil. Biraz da onların durumuna bakalım: “ Beş mil kadar göçmen kafilesi ile birlikte yürüdüm. Düz öküz arabaları, yüksek demirli karyolalar, eşyalar, ayakları bağlı domuzlar, bebeklerini kucaklarına sıkıştırmış analar, arabaların arkasına yaslanıp zorlukla adım atmaya çalışan yaşlı erkekler ve kadınlar görülüyordu. Gözleri ilerledikleri yoldaydı, başları öne eğikti. Sonra tüfek ve cephane yüklü katırlar geçiyordu. Bir de içinde uykusuzluktan gözleri kıpkırmızı kesilmiş Yunan subayları bulunan külüstür bir Ford geçti. Yağmurdan sırılsıklam olmuş, uykusuz, soğuktan titreyen köylüler, ağır ilerlemelerin devam ediyorlardı. Evlerini barlarını artlarında bırakmış, gidiyorlardı.” [4] Yunanistan’a göç ettirilen Rumların dramatik durumları burada, çarpıcı bir biçimde anlatılmış. Burada acı çeken günahsız, suçsuz halkların olduğu görülmektedir.

           
            Bu göçten de anlaşılacağı üzere “mübadele” için ilk fiili durum yaratılmıştır. Bu fiili durumun antlaşmalarla yasal çerçeveye oturtulup genişletilmesi gerekiyordu. Sıra Ön Asya faciasını organize eden güçlerinin sahneye koydukları bir insanlık dramının ikinci perdesindeydi.

            Araştırmacı - yazar Kemal Arı mübadelenin nedenleriyle ilgili şu saptamayı yapıyor: “1922 Yılının Eylül ayında, Anadolu ve Trakya’daki Yunan işgali sona ererken, bu sürece koşut olarak, kitlesel göç hareketlerine de tanık olundu. Batı Trakya dışındaki Yunanistan Türklerinin, zorunlu olarak Türkiye’ye göçlerini gerekli kılan tarihsel koşulların oluşmasına, bu yeni evredeki yoğun göçlerin kaynaklık ettiği görülmektedir. Bu süreç boyunca Yunanistan’da olduğu gibi Türkiye’de de önemli boyutta yönetsel boşluk ortaya çıktı, toplumsal dengeler altüst oldu.” [5] Burada da belirtildiği gibi mübadeleyi tetikleyen etken, Türkiye’nin Yunanistan tarafından işgali ve sonrasında gelişen olaylardır.

            Mübadeleyi İlk Kez Kim Ortaya Attı?

            Mübadelenin uygulanması düşüncesi Mondros Antlaşması’nın hemen ertesinde Yunanistan tarafından ortaya atılmıştır. Yani Anadolu’daki işgallerin başlamasından çok önce. Amaç, hem Balkanlardan hem de Anadolu’nun önemli bir bölümünden Türkleri atmaktır.

            “Venizelos, İngiltere Başbakanına verdiği 2 Kasım 1918 tarihli muhtırasında, Batı Anadolu’nun tamamen Rumlaştırılması için, ‘Bu halde, karşılıklı ve isteğe bağlı bir göç akımı yaratılacaktır.’ ifadesini kullanmıştır. Paris Sulh Konferansı’nın toplanmasından önce, Konferans’ın hazırlık heyetine verdiği 30 Aralık 1918 tarihli mektubunda da yine aynı gaye için, ‘Batı Anadolu’da karşılıklı bir göçün uygulanması mümkündür.’ demektedir.” [6] Burada da görülüyor ki, Yunanistan’ın mübadele isteği, megalo ideayı gerçekleştirmek içindir. Bu dönemde İstanbul hükümetlerinin basiretsizliği ve İngilizlerin denetiminde kararlar vermesi de göz önüne alınmalıdır. Henüz Anadolu hareketi başlamamış, Türk ulus devletinin kurulma sürecinden eser bile yoktu.


            “Venizelos’un yine Lloyd George’a verdiği 27 Ekim 1919 tarihli muhtırada ise, ‘Asıl çare, Milletler Cemiyeti’nin gözetimi altında Türkiye, Yunanistan ve Ermenistan arasında millettaşların mübadelesidir.’ denilmektedir.” [7] Burada da belirtilen muhtıranın Anadolu’nun Yunanlılarca işgali dönemiyle örtüşmesi ilginçtir. Bu sıralarda Anadolu hareketi henüz kongreler dönemindeydi ve ulusal bir toparlanmanın örgütlenmesi için çalışılıyordu.

            Lozan’da Mübadele

            Lozan görüşmeleri 20 Kasım 1922’de başladı. Yeni Türkiye’nin uluslararası hukukunu belirlemek, savaş sonrası sınırlarını çizmek amacıyla toplanılmıştı. Ancak burada azınlıklar ve mübadele konusu günlerce tartışıldı. Mübadeleyle ilgili ilk öneri de Milletler Cemiyeti temsilcisi Norveçli Dr. Nansen’den geldi. Milletler Cemiyeti’nde o gün siyasal olarak egemen olan ülkeler düşünüldüğünde (ABD, İngiltere, Fransa, İtalya etkin ülkelerdi. Türkiye daha üye olmamıştı.), Türkiye’nin nasıl bir güçsüzleştirilme ve bunalıma sürüklenme durumuyla karşı karşıya olduğu da anlaşılır.

            Lozan Konferansı’nın 1 Aralık 1922 günü Lord Curzon başkanlığında toplanan sekizinci oturumunda ilk kez mübadele konusu gündeme gelmiştir. Lord Curzon, oturumu açış konuşmasının girişinde şunları söylüyor: “Savaş tutsaklarının mübadelesiyle doğrudan doğruya ilgili ve geciktirilmeye gelmez bir sorunu – Türkiye ile Yunanistan ülkeleri arasında nüfus mübadelesi sorunu – incelemek üzere Komisyonu toplantıya çağırmış olduğunu söyledi. Bu soruna, bir an önce çözüm bulmak gerekmektedir.; çünkü halkın geçim yolları ve gelecek yılın ürünü söz konusudur.” [8] Curzon’un bu sözlerine bakıldığında, mübadele konusunda acelesi olduğu görülmektedir. Ekonomik nedenlerin öne sürülmesinin, ilk bakışta insani gerekçeler içerdiği düşünülse de asıl nedenin kapitülasyonlara direnen Türkiye’nin zor durumda bırakılması amaçlanmaktadır.

            Curzon’un açış konuşmasından sonra Konferans’a Milletler Cemiyeti adına katılan Norveçli delege Dr. Nansen söz aldı. “… Bu sorun, son iki ay içinde dikkatle incelemek fırsatı bulduğu, Lozan’da bugün toplanmış olan temsilcilerle hemen ve ciddi olarak incelenmesi gereken sorunlardan biridir. Yapabildiği soruşturmadan sonra, Dr. Nansen, bu sorunun Yakın Doğu’da barış ve ekonomik sağlamlık için gerçek bir önemi olduğu kanısına varmıştır… “ [9]

            “Dr. NANSEN, Dünya savaşının sonucu olarak Yakın Doğu’da yurtlarını bırakıp başka yerlere sığınmak üzere gitmek zorunda kalmış yüzlerce göçmenin durumuyla uğraşmak üzere Milletler Cemiyet Meclisince görevlendirilmiş olduğu için, Ekim başlarında İstanbul’a ve Yunanistan’a gitmiştir. Sığınmış göçmenler konusunda araştırma yaparken Yunan ve Türk makamlarıyla ilişiler kurma ayrıcalığını edinmiştir. Milletler Cemiyeti üyelerince emrine verilmiş paralardan yaralanarak iki ulusun bitkin göçmenlerine az da olsa bir parça destek olabilmişti.”[10] Dr. Nansen’in açıklamasına bakıldığında bir ayrıntı dikkat çekmektedir. İstanbul’a gittiğini ve Türk yetkililerle mübadele konusunu görüştüğünü söylüyor burada. Oysa Refet Paşa, Ankara hükümeti adına İstanbul’a 19 Ekim günü geliyor. Tür ordusunu temsil eden birlik ise bir gün sonra gemiden karaya çıkıyor. Dr. Nansen’in Ekim başında Ankara hükümeti temsilcileriyle İstanbul’da görüşmesi olanaksızdı. İstanbul’da görüştüğü Türk yetkililerden kasıt; siyasal anlamda ve fiilen bitmiş, işgal kuvvetlerinin etkisindeki Osmanlı yöneticileridir.

            Dr.Nansen, “Teklifinin büyük devletlerce desteklenmesine ek olarak, başlıca ilgili iki hükümetin de bir anlaşmaya varılmasını istediklerini sanmaktadır.” [11] Demek ki mübadele fikri, büyük devletlerin uzlaşmasıyla ortaya çıkmıştır.

            Lozan tutanaklarına geçen şu bölüm de ilgi çekicidir: “ Dr. NANSEN, sözlerinin, Rum ve Türk azınlıkların mübadelesi konusunda yapılacak her hangi bir anlaşmanın, bütünüyle tatmin edici sonuçlar vereceği anlamında yorumlanmasını istememektedir. Tam tersine, her nüfus mübadelesi, ne kadar iyi yürütülürse yürütülsün, iki taraftan da mübadele konusu olacakların pek çoğuna kaçınılmaz büyük acılar yükleyecek, belki de onların çok büyük ölçüde yoksullaşmalarına yol açacaktır. Bununla birlikte, bu fedakârlıklar ne kadar büyük olursa olsun, hiçbir mübadele yapılmadığı zaman, bu aynı hakların katlanacakları fedakârlıklardan, daha az olacaktır.”[12] Dr. Nansen’in bu sözleri çok vahim ve çelişkilidir. Burada mübadelenin çok büyük acılara gebe olacağını söylemesine karşın, büyük devletlerin siyasal çıkarları doğrultusunda, böylesine bir insanlık dramının yaşanmasına önayak olması çelişkilidir. İnsani ve vicdani açılardan da uygun değildir. Böylesi bir açıklamayı önceden yapması ise vicdan ve akıl karmaşıklığının bir sonucu olsa gerek.

            İsmet Paşa’nın İlk Tepkisi

            Dr. Nanasen’in mübadele konusundaki uzun ve ayrıntılı konuşmasından sonra, Türk heyetine söz verildi. Türk heyeti başkanı İsmet Paşa’nın tutanaklara geçen ilk sözlerini okuyup anlamakta yarar var. “İSMET PAŞA, önceden bildirilmiş resmi gündemde bulunmayan bir konunun bu oturumun programına alınmış olduğunu görmekle hayret ettiğini söyledi; bu gündemde yalnız savaş tutsaklarının mübadelesi bulunmaktaydı. İSMET PAŞA, Dr. Nansen’in raporuyla ortaya çıkan konunun, kendisinin hazırlanmış olduğu tartışmalarla hiçbir ilişkisi olmadığını da sözlerine ekledi. Bununla birlikte, Dr. Nansen’in raporunu ilgiyle dinlemiş ve izlemiş bulunmaktadır, Türkiye ile Milletler Cemiyeti arasında resmi ilişkiler bulunmadığına göre, İSMET PAŞA, bu rapora ancak kişisel bir nitelik tanıyabilmektedir. İSMET PAŞA, şimdi dinlemiş olduğu raporu bir özel kişinin raporu saydığını yeniden belirterek, Dr. Nansen’in Türk görevlileriyle görüşmeleri bir noktadan ileri gitmemişse, bunun bir nedeninin de Dr Nansen’in girişim ve çalışmalarını özel nitelikte görmüş olmalarından doğduğunu söyledi.” [13] İsmet Paşa’nın sözlerinden de anlaşılacağı üzere mübadele konusunda Türk tarafının kafasında oluşan her hangi bir düşünce yoktur. Bu konuda hazırlıklı da değildirler. Konu, tamamen büyük devletlerin örgütlediği, ortaya sürdüğü bir görüştür. Burada, Türk tarafının asıl itirazı gündemle ilgili usuldür.

            İsmet Paşa’nın Lozan tutanaklarına geçen görüşlerinin devamına bakmakta yarar var: “Nüfus mübadelesi sorununa gelince, bu sorun, İSMET PAŞA’ya, Türkiye’de azınlıklar sorununa bulunacak çözüme bağlı görünmektedir. Kendisinin ummakta olduğu gibi, Komisyon, nüfus mübadelesi sorunu ile azınlıklar sorununun birbirine bağlığını kabul ederse, Türk Temsilci Heyeti görüşünü gelecek oturumlardan birinde açıklayacaktır.

            Genel olarak, İSMET PAŞA, Trakya’da olduğu gibi Anadolu’da da, evsiz barksız ya da yaşama olanaklarından yoksun kalmış yüz binlerce mutsuz insanın acıklı ve acındırıcı durumuna bir çare bulmanın elbette önemli olduğu görüşündedir; fakat bugün Komisyonda, yalnız savaş tutsaklarının mübadelesi konusunun verimli bir şekilde görüşülebileceği kanısındadır.” [14] Gündemdeki asıl konu, Türkiye ve Yunanistan’da yaşayan azınlıkların yaşama koşullarıydı. Ancak, ne yazık ki emperyalist ülkelerin oldubittileriyle her iki yakadaki insanlara yeni acılar çektirmek için bir yol açılmıştı. Bu durumdan da en son haberi olan taraf Türk tarafıydı.

            Fransa’nın Görüşü

            Lozan’ın önemli aktörlerinden biri de Fransa’dır. Konferans’taki Fransız itirazlarına baktığımızda kapitülasyonlar konusunda bir yoğunluk ve ısrar görülmektedir. Mübadele konusunda Fransa da İngiltere gibi acelecidir. Fransa delegesinin kısa açıklamasını görmekte yarar var: “ M. BARRERE, tartışmanın, bir an önce mübadeleye girişmek zorunluluğu üzerinde bütün Temsilci Heyetlerinin görüş birliğinde olduğunu gösterdiğini söyledi. Özellikle ilgili olan iki Temsilci Heyeti, görüşmeler ve konuşmalar yoluyla bir anlaşmaya varabilirlerse, M. BARRERE, bunun, insanlığa çok büyük bir dokunacağına inanmaktadır.”[15] Fransızların da mübadele konusundaki aceleleri anlaşılır gibi değildir. Öyle anlaşılıyor ki işi fazlaca tartıştırmadan çabucak bitirmek istiyorlar. İnsanları yerinden yurdundan etmenin de insanlığa nasıl “büyük yararlarının dokunacağı” da tarafımızdan anlaşılamamaktadır.

            Yunanistan’ın Görüşü

            Lozan Konferansı’nda İsmet Paşa, mübadele konusundaki görüşlerini açıkladıktan sonra, İngiltere delegesi ve oturum başkanı Lord Curzon; mübadelenin ivedi olarak gerçekleşmesinin gerekliliğinden söz ederek işin ekonomik boyutu üzerinde durur. Bu düşünceyi kimin ortaya attığının önemli olmadığını, önemli olanın Türk ve Yunan taraflarının hayati çıkarları olduğu ısrarla belirtir. Mübadele konusunda İngiltere’nin ısrarı ve acelesi ilgi çekicidir.

            Asıl merak edilense Yunanistan’ın konuya bakış açısı ve yaklaşımıdır. Curzon’un ısrarcı açıklamalarından sonra Yunan delegesi söz alarak kısa bir açıklamada bulundu: “M. VENİSELOS, savaş tutsakları konusunda İsmet Paşa ile aynı görüşte olduğunu söyledi. Nüfus mübadelesine gelince, M. Nansen’in teklif ettiği ilkeleri M. VENİSELOS, kabul etmektedir. Türk (Fransızca ve İngilizce metinlerinde “otaman”) Hükümeti bunları reddetmekteyse, kendisi, başka şartlarla uzlaşma yolunu araştırmak için, Türk Hükümetiyle görüşmeye hazırdır. M. VENİSELOS, bir çözüm bulmanın geciktirilemez olduğunu belirtmek istemektedir. Binlerce insan Doğu Trakya’dan çıkıp gitmiştir; toprak ekim işleri tamamlanmadan olduğu gibi bırakılmıştır. Mümkün olduğu kadar çabuk bir çözüm bulmak, ister Türk ister Rum, herkesin yararınadır.” [16]Yunanistan delegesinin sözlerinde anlaşılacağı üzere mübadeleden yanadır. Doğu Trakya’daki Rumların göçünün hem Nansen ve Curzon hem de Veniselos tarafından mübadelenin asıl gerekçesi ve hareket noktası olarak gösterilmesi; bu göçün bilinçli olarak planlandığı şüphesini de kuvvetle doğurmaktadır. Bu konuşmalarda İngiltere, Fransa, Milletler Cemiyeti ve Yunanistan arasındaki görüş birliği, önceden sözü edilen tarafların konuyu görüşerek belli bir anlaşmaya vardıklarını göstermektedir.

            Yunan delegesinin konuşmasının devamına da bakmakta yarar var: “M. VENİSELOS, işleri yürütmek için en iyi yolun, bir Türk, bir Yunan üye ile, Konferansın seçeceği bir başkandan meydana gelecek çok sınırlı bir alt komisyon kurmak olduğunu düşünmektedir. Dr. Nansen, görüşünü bildirmek üzere, alt komisyona çağrılabilir. Böylece, bir an önce bir çözüme varılması mümkün olabilecektir; alt komisyonun çalışmaları arasında görüş ayrılıkları çıkarsa, ancak o zaman alt komisyon bu sorunları Komisyona havale edebilecektir.” [17] Burada da Yunan tarafının acelesi görülmektedir. Birçok acil sorun varken mübadele konusun özellikle ön plana çıkarılması anlamlıdır.

            Bütün bu ısrarlara karşın İsmet Paşa, Yunanlıların Batı Anadolu’dan geri çekilirken zorla esir ederek Yunanistan’a götürdükleri sivil halkın durumunun öncelikle görüşülmesini ister. Ayrıca mübadele konusundaki ısrarlı ve akılcı karşı çıkışlarını sürdürür: “Doğu Trakya, Türk makamlarına ancak bir gün önce, 30 Kasım tarihinde teslim edilmiş bulunmaktadır. Bu yüzden, Rumların oralarda bıraktıkları köylerin kaç kişi barındırabileceğini ölçmeye yarayacak verileri toplamak mümkün olamamıştır. Kurtarılmış olan Anadolu’da, sayılayamayacak kadar bir nüfus, kendilerine barınacak bir yer bulmaksızın, dolaşıp durmaktadır. M. Veniselos’un kendi ağzıyla söylediği gibi, Rum göçmenleri Yunanistan’daki Müslümanların evlerinde barınabilme olanağını bulurken, yüz binlerce Türk, evsiz barksız olan kütleyi daha d büyütecek bir şekilde, Türkiye’ye gelmek için, Yunanistan’da bulunan evlerini bırakıp çıkmak zorunda kalacaktır.

            Öte yandan Rumlar Trakya’dan ayrılırken, Türklere ait malların, ürünlerin ve hayvanların büyük bir kısmını alıp götürdüklerini Türk hükümeti öğrenmiş bulunmaktadır. Yunan topraklarından Türk göçmenin gelmesiyle Küçük Asya’da evsiz barksızların sayısının ne ölçüde artacağını şimdiden kestirmek güçtür.” İsmet Paşa’nın tutumu gerçekçidir. Çünkü Türkiye yıllardır savaş alanıydı. Yunanlıların geri çekilirken kentleri ve köyleri yakıp yıkması, Anadolu’daki Türkler için bile yaşamı zor kılmıştı. Ekonomik olarak çökmüş bir ülkenin, yeni gelecek insanlara barınma ve beslenme konusunda nasıl kucak açacağı şüpheliydi.

            Mübadelenin gerçekleşmesi için bastıran ve Türkiye’nin azınlıklara kötü muamele ettiğinden söz eden Curzon ve Veniselos’a İsmet Paşa’nın yanıtı dikkat çekicidir. “Sekiz senedir Türkiye’de yalnız şu veya bu azınlık değil, bütün halk ıstırap çekmiştir. Son dört sene zarfında silahı elinden alınan Türkler, her taraftan saldırıya uğramışlardır. Türk halkı kendi vatandaşları aleyhine bütün kara kuvvetler münevverler aleyhine tahrik edilmiştir. Yunanlıların Anadolu’da 27 şehir, 1400 köy, 98.000 ev yaktıkları sabit olmuştur. Savaşın uzamasıdır ki bu ıstıraplara sebep olmuştur. Barışı yapınız, bu ıstıraplar diner.

            Türk milleti, azınlıklara, medeni alemin kabul ettiği hakları tanır. Fakat kendi bağımsızlığını sınırlayacak hiçbir yeni teklifi kabul edemez. Azınlıkları kurtarmanın en iyi yolu, dış ülkelerle kendilerini lekeleyecek ilişkiler kurmaya tahrik etmemek, bu ilişkilerden korumaktır. Bunlar dışardan gelecek bir şefkate dayanmamalıdırlar! O zaman hepsi barıştan sonra Türk vatandaşları arasında yaşarlar.” [18] Burada da açıkça görülmektedir ki, Türk tarafı azınlıklarla birlikte yaşamak, bir mübadelenin olmasını engellemek için epeyce direniyor. Ancak bu direnç fazla sürmüyor ve mübadelenin koşullarını görüşecek alt komisyon çalışmalarına başlıyor.
            Türkiye’nin mübadeleyi kabul etmesinde uzun süren savaşlar sırasında azalan nüfus etkendir. Ulus devlet sürecinde Anadolu’yu Türkleştirme düşüncesinin varlığı da yadsınamaz.
           
            Neden Mübadele?
           
            Lozan’da en çok tartışılan konunun kapitülasyonlar olduğundan söz etmiştim. Avrupalı emperyalistlerin mübadeleyi ısrarla istemelerindeki asıl neden, Türkiye’yi ekonomik anlamda güçsüz bırakmaktır. Ekonomik olarak güçsüz kalan Türkiye tam bağımsızlığından vazgeçecek ve kovduğu sömürgecilerin isteklerine boyun eğecekti. Çünkü ülkemizden giden Rum nüfus, eğitim ve meslek sahibi olma konusunda Türkiye ortalamasının üstündeydi. Yunanistan’dan gelen Türklerin genellikle köylerinde büyük toprak sahibi olmaları Yunanistan’a avantaj sağlamıştır.
                      İşin en kötü yanı ise kültürel çeşitliliğimizin yok olmasıdır.
            Küresel güçlerin en önemli marifeti bölgesel düşmanlıklar yaratma ve bu düşmanlıklardan yararlanarak hâkimiyet kurmak ve sömürü düzenini sürdürmektir. Mübadeleyle de bu amaçlanmıştır. Anacak Atatürk ve Venizelos arasında gelişen barışçı ilişkiler bu amacı boşa çıkarmıştır.
           
            Mübadelenin Kabul Edilişi

            1923 Türk – Yunan Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol Antlaşması uyarınca, Batı Trakya dışındaki Yunanistan Müslümanları ile İstanbul dışındaki Türkiye Ortodokslarının zorunla mübadelesi kararı alındı. Antlaşmanın uygulanmasıyla birçok sorun da ortaya çıkmıştır. Genç Türkiye yönetiminin olağanüstü çalışmasına karşın, birtakım aksaklıkların önüne geçilememiştir.

            Alt yapısı uzun süren savaşlar ve işgallerle harap olmuş bir ülkenin, böylesine geniş kapsamlı bir göçmen yerleştirme işlemini kusursuz gerçekleştirmesi olanaksızdı. Ulaşım ve iletişim olanaklarının gelişmemiş ve yaygın olmaması nedeniyle taşıma işlemlerinde aksaklıklar olmuştur. Tıbbi hizmetlerinin gelişmemiş olması salgın hastalıkların ve olumsuz koşulların yarattığı sağlık sorunlarıyla mücadelede çaresiz kalınmasına neden olmuştur.

            Mübadelenin kısa bir sürede gerçekleştirilmesi ve kayıt sisteminin yetersizlikleri mübadillerin alışık oldukları iklim koşullarının dışında bir yere yerleşmeleri sonucunu da doğurmuştur.

            Her olayda olduğu gibi bu durumdan da yararlanmak isteyen art niyetli kişilerin varlığı da inkâr edilemez. Tüm bunlara karşın, Türk hükümeti olağanüstü bir çalışmayla işin üstesinden gelmiştir.

            Her ne koşulda olursa olsun insanların doğup büyüdükleri ve bütünleştikleri yerlerinden, yurtlarından koparılmaları doğru değildir. Mübadillerle birlikte bir tarihin, anılarla dolu yaşamların, kültürel köprülerin yok edildiği önemli bir gerçektir. İnsan yüreğinde yok olan hayallerin, sevdaların, ilişkilerin, komşulukların, anıların silinmesi zordur. Bunların silinmesi kişinin tek kanatla uçmaya çalışan bir kuşa dönüştürür.

KAYNAKÇA

Arı Kemal, Büyük Mübadele, Tarih Vakfı Yayınları
Hemingway Ernest, İşgal İstanbul’u ve İki Dünya Savaşından Mektuplar. Milliyet Yayınları
Karacan Ali Naci, Lozan, Türkiye İş Bankası Yayınları
Meray Seha L., Lozan Barış Konferansı Tutanaklar, Belgeler, A:Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları
Mutlu N.Yücel, Lozan’da Mübadele
Türkçe Sözlük- Dil Derneği



[1] Türkçe Sözlük- Dil Derneği
[2]  Ernest Hemingway, İşgal İstanbul’u ve İki Dünya Savaşından Mektuplar. Milliyet Yayınları, 1970, s.42,
[3] a.g.e. , ss. 42 – 43

[4]a.g.e. , s. 43

[5] Kemal Arı, Büyük Mübadele, Tarih Vakfı Yayınları, s.  6
[6] N.Yücel Mutlu, Lozan’da Mübadele, Kasım 2005, s. 93
[7] a.g.e. , s. 93
[8] Seha L. Meray, Lozan Barış Konferansı Tutanaklar, Belgeler, A:Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları 1969, s. 115

[9] a.g. e, s. 115

[10] a.g. e, s. 115

[11] a.g. e, .s. 116

[12] a.g. e . , s. 117
[13] a.g.e. , s . 119

[14]a.g. e.,  s . 119
[15] a.g.e. , s . 120

[16] a. g. E. ,s. 120

[17]a. g. e. ,s. 121

[18] Ali Naci Karacan, Lozan, Türkiye İş Bankası Yayınları – Ocak 2010, s. 156

SIFIR SORUNDAN SIFIR KOMŞUYA


                                   
            
       AKP iktidara geldiğinde dış politikada etkin olacağını her fırsatta dile getirdi. Hükümet üyeleri ve Abdullah Gül, leyleği havada görmüşçesine dış gezilere çıktılar. Dış politikaya damgasını vuran ise Davutoğlu’ydu. Önce danışman, sonrasında ise bakan olarak dümenin başındaki adamdı. 

“Komşularla Sıfır Sorun”  diyerek işe başladı AKP hükümeti. Bu arada küresel güçlerin, RTE’ye ve Davutoğlu’na yeni Osmanlıcılık gazı verdikleri de unutulmamalı. Osmanlı’yı diriltme hayali içindeki Türk dış politikası sert kayalara çarpa çarpa güç yitirirken acı gerçekle de yüzleşmekte. Dış politikayı içerde siyasal araç olarak kullanma ve oya dönüştürme isteği ülkemizin uluslar arası alanda saygınlığına zarar vermekte.

AKP iktidara geldiğinde Ermenistan dışında önemli sayılabilecek dış sorunumuz yoktu. Sınırın kapatılmasıyla ekonomik ve siyasal açıdan zor durumda kalan Ermenistan, on yıl önce Azerbaycan’la barışa daha yakındı. Küresel güçlerin isteğiyle Ermenistan’a ödün vererek barış arama ve sınırları açma girişimi, kardeş Azerbaycan’ın küstürülmesine neden oldu. Kültürel, tarihsel ve siyasal açıdan Türkiye’ye en yakın ülke olan Azerileri gücendirmek dış politikada önemli bir öngörüsüzlük ve başarısızlıktır. “Aynı millet, iki devlet” söyleminin, anlayışının zarar görmesi kabul edilemez. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan oldu hükümet. Sonuç mu? Ermenilerle ilişkilerde herhangi bir gelişme yok; ancak Azerilerle ilişkilerimiz biraz soğuk. Azerbaycan’la ilişkileri zayıflatmak Orta Asya’daki kardeş ülkelerle de ilişkileri ihmal etmek anlamına gelir.

Hükümetin izlediği yeni Osmanlıcı dış politikada merkez Ortadoğu. Nedense AKP’lilere Osmanlı denilince, akıllarına İslam coğrafyası gelmekte. İslam deyince de Araplardan başkası düşünülmemekte. Bu nedenle de yüzünü tamamen Arap dünyasına dönen hükümetin, Orta Asya’yı görmezden geldiği söylenebilir.

İran’la yüz yıllardır küçük pürüzler dışında iyi giden ilişkilerimiz, AKP hükümetinin ABD politikalarına uygun bir yol izlemesi nedeniyle gerginleşmiş durumda. İran’ın ABD’nin tehditlerine boyun eğmemesi ve Ortadoğu’daki Amerikan yayılmasına karşı çıkması bölgemizde yeni saflaşmalara neden oldu. İran, Irak, Suriye, Lübnan bağlaşmasına karşı; Türkiye’nin ABD, İsrail, Katar, Suudi Arabistan ve Barzanistan’ın yanında yer alması İran’la ilişkileri çıkmaza sürüklemekte. Malatya’da ABD’nin İran’a karşı kurduğu hava savunma sistemi ise ülkemizi askeri hedef durumuna getirmekte. Türkiye, ABD’nin İran’a yönelik saldırıları için üs sağlaması düşmancadır. Olası bir savaşta, İran’a karşı ABD ve İsrail’in yanında yer almaktır. RTE’nin İran ziyareti sırasında gerek dini lider Hamaney’den gerekse Cumhurbaşkanı Ahmedinejat’tan gördüğü muamele, ilişkilerdeki soğukluğun bir ifadesidir. Böylesi bir karşılamaya ulusumuz hak etmemekte. Ağırlığı ve saygınlığı olan bir lider ülkesini böylesi durumlara düşürmez. Dış politikada kan kaybının en çok olduğu, saygınlığımızın en çok yara aldığı yerdir İran.

AKP iktidara geldiğinde Irak’la ilişkilerimizde sorun yoktu. Saddam yönetimi, Irak’ın kuzeyinde yuvalanan terör örgütüne karşı ülkemizle işbirliği yapmaktaydı. Bunun sonucunda da 2002 yılında bölücü terör bitme noktasındaydı. Ecevit hükümetinin ABD’nin Irak’ı işgaline karşı çıkması, bu komşumuzun toprak bütünlüğünün ve egemenliğinin korunması açısından çok önemliydi. AKP’nin yönetime gelir gelmez Irak konusunda ABD’den daha hevesli olması bölgenin istikrarsızlaşmasında önemli bir etkendir. 1 Mart tezkeresinin TBMM’de reddedilmesi altın bir fırsattı; ancak bu, iyi kavranılmadığından değerlendirilmedi. ABD işgaliyle fiilen üçe bölünmüş bir Irak, yeni bölünmelerin de kapısını aralamakta. Bu durum Irak topraklarından ülkemize yönelik terör faaliyetlerinin de artmasına neden oldu. Irak’ın kuzeyinde kurulmakta olan Barzanistan  adlı kukla devlet, ne yazık ki ülkemizin korumasında kurumlaşmakta. Bu koruyuculuk Sunnisiyle Şiisiyle Arapların tepkisini çekmekte. Ayrıca bu yolla Türkiye kendi toprak bütünlüğünü de tehlikeye düşürmekte. AKP yüzünden sorunsuz bir komşu yerine sorunlu birden çok komşuya sahip olmak üzereyiz.

Suriye ile uzun süre gergin süren ilişkilerimiz, 1999’da yerini bahar havasına bırakmıştı. Suriye’nin Öcalan’ı sınır dışı etmesiyle ilişkiler olağanüstü bir düzelme seyrine girmişti. Sınırların kalkmakta olduğu, ortak bakanlar kurullarının toplandığı bir aşamadaki siyasal ilişkiler, yerini birden çatışma ortamına bıraktı. Geldiğimiz noktada Suriye ile savaş durumundayız neredeyse. Arap Zemherisinin Suriye’ye emperyalist odaklarca ihraç edilmesi en uzun kara sınırına sahip olduğumuz komşumuzla ilişkilerimizi kopardı. Türkiye RTE- Davutoğlu’nun hayalciliği ve ABD sevdası nedeniyle ilk kez, açıkça bir komşusunun iç işlerine karıştı. Kendini Ortadoğu’nun efendisi, gelecekteki halifesi gören RTE, sokakları kan kokan Arap coğrafyasına ayar verme heyecanına kapıldı. Bölge ve dünya güç dengelerini hesaplayamayan dış politika, Suriye’nin sert kayalarına çarpınca çatırdamaya başladı.

Esat yönetiminin düşmesiyle Suriye’nin bölüneceğini öngöremeyen bir dış politika; tarih bilincinden, diplomasi kültüründen, siyasal duyarlılıktan, ülke çıkarlarını koruma sorumluluğundan, dostla düşmanı ayırt etme yeteneğinden yoksundur. AKP yanlısı gazetecilerden bazıları bile Suriye’de Esat sonrasında en az üç devletin çıkacağını söylemekteler. Irak’ta üç, Suriye’de üç… Birden iki komşun yerine altı komşuya sahip olmak üzereyiz. Bölge ülkeleri hızla bölünmekte ve AKP hükümeti de bu bölünmeleri destekleyerek  hızlandırmakta. Sırça köşkte oturanın başkasının camına taş atmayacağını, politikacıların iyi bellemesi gerek. Bölgede ABD yanlısı politika izleyen Türkiye ve Suudi Arabistan’ın küresel emperyalizmin BOP kapsamında bölünmesi öngörülen ülkeler olduğunu da bilmeli. AKP hükümetinin Suriyeli teröristlere yardım etmesi büyük bir skandaldır, yanlıştır. Bir gün beslediğiniz kişinin elindeki silah size de döner.

Suriye’nin uçağımızı düşürmesi, Irak’ın hava sahasının ihlal edildiği gerekçesiyle ülkemize nota vermesi ve bazı uçaklarımızı alıkoyması düşündürücüdür. Bu ülkeleri böylesine cesaretlendiren, RTE’nin uyguladığı yanlış politikalar, esip gürlemesi; ama bir türlü yağmamasıdır.

AKP hükümetinin en kötü yönettiği dış politika ilişkisi ise Kıbrıs’la ilgilidir. Önce Denktaş’ı dışlayarak işe başladı AKP. Kıbrıs davasının saygın, onurlu siyasal anıtı olan Denktaş’a karşı gösterilen tavır ne vicdana ne diplomasiye ne de saygı ölçülerine uygundu. Annan planıyla Kıbrıs’ı Yunanistan’a teslim etme aymazlığı, direkten döndü. Kıbrıs’ın Doğu Akdeniz’deki stratejik önemini kavrayamayan RTE-Davutoğlu ikilisi, AB’ye şirin görünme, kamuoyuna da “Sorun çözüyoruz.”propagandası yapmak amacıyla Kıbrıs’ı feda etmek üzereydiler. Kıbrıs’la ilişkilerimiz, bu dönemde geleneksel, tarihi seyrinden uzaklaşmıştır.

Batı komşumuz Yunanistan’la aramızdaki sorunların hiçbiri çözülmemiştir. Fiyakalı ziyaretlerle bir şeyler yapılıyormuş gibi görünse de yapılan bir şey yok. Türkiye’nin dış politikada sıkıştığını gören Yunanistan, Ege’de karasularının on iki mile çıkardığını ilan etti. Demek ki bu komşumuzla da sorunlarımız çözümlenmek yerine depreşmiştir.

Bulgaristan ve Gürcistan’la ilişkilerimiz görünürde eski seyrini korumakta. Söylenebilecek önemli gelişmeler yok gibi. Gürcistan’a giriş çıkışların kolaylaşması yararlıdır.

Bölgemizin önemli siyasal aktörü olan İsrail’le ilişkilerimiz inişli çıkışlı gitmekte. Davos çıkışıyla kopma noktasına gelen ilişkiler, İran-Suriye karşıtlığında yeniden yeşermekte. Kamuoyuna görünürde düşmanmış algısı yaratılsa da özünde dostane ilişkiler sürdürülmekte.

Ortadoğu’nun bitmeyen sorunu Filistin’dir. FKÖ yerine Hamas’ı tercih eden AKP yönetimi, Filistin ile ilişkileri tek ayak üzerine oturtmaya çalıştı. Esat düşmanlığıyla başlayan siyasal süreç,  Hamas ilişkilerini de buzdolabına kaldırmak üzere.

Karadeniz’in karşı kıyısındaki komşumuz Rusya ile ilişkilerimiz tarih boyunca hep önemli oldu. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle iyileşen ilişkiler, son dönemde sisli bir tünelin belirsizliğinde yürümekte. 1999’da Avrasya bağlaşığı olmak üzereyken bu belirsiz sürece gelinmesi nedendir? Türkiye, Şanghay beşlisine katılmak üzereyken sert bir dümenle Atlantik’teki şeytan üçgenine nasıl yöneldi? İşte, bütün sorun burada. Bölgesel barış yerine, emperyalizmin küresel çıkarlarının ağız şapırtılarını tercih eden AKP, kuzey komşusuyla iyi ilişkilerini feda etme basiretsizliğini gösterdi. Ekonomik ve siyasal anlamda çıkarlarının örtüştüğü Rusya’yı, Asya’yı göremeyen ya da görüp de işine gelmeyen AKP; tarihsel yanılgılar, geri dönüşü zor hatalarla Türkiye’nin önünü tıkamakta, geleceğini karartmakta. Bölge çıkarlarını bölge ülkeleriyle savunma stratejisi yerine, emperyalist saldırganlığa teslim olma anlayışı ülkemizi maceralı bir sürecin girdaplarına sürüklemekte. Avrasya ittifakının saygın bir üyesi olmayı, Atlantik’in jandarması olmaya tercih etmek akılcı değil.

Davutoğlu hayalciliği öyle bir noktaya erişti ki Suriye konusundaki kişilikli duruşları nedeniyle Rusya ve Çin’in dışlanmasını bile istedi. Dışlamak istediğin Rusya’ya enerji bağımlılığın var. Turizm gelirlerinde ikinci sırada. Domates, patlıcan kasaları Rus gümrüklerinden dönmekte. Sen kimden yanasın? Antalya’daki çiftçiden mi, Ege ve Akdeniz’deki turizmciden mi, yetmiş iki milyon enerji tüketicisinden mi; yoksa sırtını sıvazlayarak ve hayaller pompalayarak seni ateşe atan ABD emperyalizminden yana mısın?

Rusya, Türkiye’nin Suriye konusundaki yanlış politikalarının bölücü terörü azdırıp büyük Kürdistan’ın yolunu açacağı konusunda ülkemizi uyarmakta. Ancak bu dostça uyarıyı anlayacak siyasetçi ne yazık ki yok ülkemizde. Tüm dış sorunlara tek bir pencereden, ABD penceresinden bakmayı alışkanlık durumuna getirmiş politikacıların dünyadaki farklılıkları, doğruları anlaması güçtür. Ayrıca Soğuk Savaş dönemi kafasıyla günümüz dünya olaylarını anlayıp kavramak ve bunlara çözüm getirmek de olanaksızdır. Küresel güçlerin dar bir mezhepçiliğe hapsettiği ılımlı İslamcıların dünyadaki gelişmeleri doğru değerlendirmelerini bekleyemeyiz.

RTE’nin son Rusya gezisinde eli boş dönmesi uyarıcıdır. Bir dostluğun nasıl olması gerektiği konusunda anlamlıdır. Rusya, “Esat’sız çözüm olmaz.” diyerek hem dostluk dersi verirken hem de bölgesel çıkarları emperyalizme karşı savunmanın kararlılığını gösterdi. Oysa ABD tarihi, “deliğe süpürülen” işbirlikçilerle doludur.

Parti grup toplantılarında yandaş alkışlar eşliğinde sağa sola bağıran RTE’yi artık ciddiye alan bir ülke yöneticisi yok. Yandaş pohpohlamalarıyla kendini Sultan Süleyman sananlar, acıklı bir filmin kahramanı olmaktan öteye gitmediklerini geç de olsa anlamak üzereler. Zararın yarısından dönmenin bir erdem olduğunu anlasalar da kötü giden dış politika anlayışını değiştirseler. AKP’nin uluslararası alanda ülkemize verdiği zararlar kolay kolay onarılamaz. Heba edilen ülke çıkarlarına mı yanalım, yoksa yitirilen itibarımıza mı?

Komşularla sıfır sorundan yola çıkan AKP dış politikası, sıfır komşu sonucuna ulaşmakta. Neredeyse ilişkilerimizin iyi, olduğu komşumuz yok. Yapay ve küresel güçlerce dayatılan sorunlarla komşularımızla ilişkilerimiz bozuldu. Bu coğrafyada yaşamak istiyorsak komşularımızla iyi ilişkiler kurmak zorundayız. Boşuna dememiş atalarımız: “Ev alma, komşu al.” diye.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           19 Temmuz 2012
Not: 21 Temmuz 2012 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.