MÜBADELEYİ KİM, NEDEN İSTEDİ?




            Giriş:

            Mübadele sözcüğü, “karşılıklı olarak değiştirmek” [1] anlamındadır. Sözlük anlamı bakımından itici, soğuk, değiştirilecek nesneyi metalaştıran bir anlam içeriyor. Zaten insanların değiş tokuş edilmesi de köleci toplumun üretim ilişkilerinde düşünülebilecek bir durumdur.

            1789 Fransız İhtilali’yle birlikte milliyetçilik düşüncesinin ortaya çıkmasıyla toplumlarda uluslaşma süreci de başladı. Ulus devletin ortaya çıkması; etnik kimliklerin tartışılmasına, bu kimlikler üzerinden toplumların ayrıştırılmasına ya da birleşmesine neden oldu. Ulus devletlerin ortaya çıkma sürecinde, ulusların bir boğazlaşma dönemini de yaşamıştır dünyamız. İşte, etnik farklılıklarla devlet sınırlarının belirlenmesiyle göçler başlamış ve mülteci sorunu da insanlığın gündemine girmiştir.

            Türkiye – Yunanistan arasında yapılan mübadele, dünyada örnekleri küçük çapta görülse dahi, uluslar arası bir anlaşma ile yaşama geçirilen bir insan değiş tokuşudur. Böyle büyük çapta bir mübadeleyi hazırlayan koşullar nelerdir? Mübadele isteği kimler tarafından önerilmiştir? Taraflar, böyle bir insanlık dramına neden rıza gösterişlerdir?

            Mübadeleye Giden Süreç

            Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesi ve savaş sonucunda yenilmesi, mübadeleye giden süreçte önemli rol oynamıştır. Savaşın bitiminde itilaf devletleriyle (İngiltere, Fransa ve İtalya) imzalanan Mondros Mütarekesi ile Osmanlı toprakları, emperyalist ülkelerce paylaşıldı.  Bu arada itilaf devletleriyle tarihsel ve siyasal yakınlıkları olan bir kısım bölge halklarına da bu bağlamda bir takım yeni topraklar edindirme, bazı stratejik alanlara yerleştirilme gibi avantajlar kazandırmak hedeflenmişti. Bu doğrultuda Yunanistan, Anadolu’nun batısı, Doğu Trakya’yı işgale girişti. Bu, megalo idea kapsamında birincil hedefti. Uzun vadeli hedefte ise İstanbul ve Karadeniz Bölgesi vardı. Burada Yunanistan, batılı emperyalistlerin desteğiyle böyle bir maceraya atılmıştır.

            1919 hareketiyle başlayan Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı, emperyalist Batı’nın işgal hareketini sona erdirdi. Yunanlıların Anadolu’yu ve Trakya’yı işgali sırasında buralardaki yerli Rumların büyük bölümü de Yunan ordusuyla hareket ederek silahsız, savunmasız Türk halkına karşı kötü muamele uygulamışlardır. Yunanlıların Anadolu’da yenilmeleriyle Mudanya Ateşkes Antlaşması (11 Ekim 1922) imzalandı. Bu anlaşma uyarınca Doğu Trakya savaş olmadan Yunanlılarca boşaltıldı. İşte, bu boşaltma sırasında Yunan askerlerinin çekilmesiyle birlikte yerli Rumlar da binlerce yıldır yaşadıkları yurtlarından ayrılmaya başladılar. Sivil Rumların ayrılması sırasında Trakya’da, Türk ordusunun henüz tek bir askeri bile yoktur. ( Antlaşma uyarınca Türk Ordusu, antlaşma tarihinden otuz gün sonra ve sekiz bin kişiyi geçmeyecek bir jandarma birliği ile Trakya’yı teslim alacaktı.) Bu, dikkat çekici, önemli bir noktadır. Rum halkın, Trakya’dan göçünün canlı tanıkları arasında Amerikalı gazeteci –yazar Ernest Hemingway de vardı.

            “Kağnı arabaları, develer yolda batıya doğru ağır ağır ilerlerken boş arabalarına binmiş, lime lime elbiseleri yağmurdan sırılsıklam, kırmızı fesleri kirden kararmış Türkler de yoldan ilerlemeye çalışıyorlardı. Her Türk’ün sürdüğü arabanın içinde, tüfeğini bacaklarının arasına kıstırıp oturmuş bir Yunan askeri vardı. Yağmurdan sakınmak için de kaputlarının yakalarını enselerine kadar kaldırmışlardı. Arabalar Yunanlılar tarafından toplanmıştı ve Trakya içlerine, göçmenleri ve mallarını almaya yardımcı olmak için gönderiliyordu. Sürücü Türkler bitkin ve korkulu görünüyorlardı. Hakları da vardı.” [2] Burada da anlatıldığı gibi Trakya’daki Rumların göçü, bizzat Yunan askerlerinin denetiminde ve gözetiminde gerçekleştirilmiştir. Hatta bu göç sırasında, Türk kağnı sürücülerinden zorla yararlanıldığı da açıkça görülmektedir. Demek ki Doğu Trakya’daki Rum halkın göçü Yunan hükümetinin inisiyatifi altında itilaf devletlerinin rızasıyla gerçekleştirilmiştir. Bunda Türk resmi makamlarının ve Türk halkının her hangi bir baskısı söz konusu değildir. Çünkü bölge İngiliz ve Yunan askeri güçlerinin kontrollerindedir.

            Yunan askerlerinin Türklere baskılarını anlatmak için sözü yine Hemingway’e verelim: “Taş yolun tam Edirne içine girdiği yerde geliş gidişi atının üzerinde oturan bir Yunan süvarisi yönetiyordu. Sürekli olarak sola yol vermekteydi. Türklerin sürdüğü arabalardan birine sağa sapmasını işaret etti. Türk arabacı öküzlerini sağa yöneltince, araba bir çukura düştü ve kendisiyle beraber gelen, başı önüne düşmüş uyuklamakta olan Yunan askeri sıçrayarak uyandı. Sürücünün anayoldan saptığını gördü, başladı adama tüfeğinin dipçiğiyle vurmaya.
           
            Türk sürücü yorgun, çökmüş ve aç aç bakan bir köylüydü. Yüzükoyun arabadan aşağı yuvarlandı. Sonra dehşet içinde kalkıp tavşan gibi yoldan aşağı kaçmaya başladı. Koştuğunu gören bir Yunan süvarisi, atını mahmuzlayıp yetişti, hayvanıyla çarparak adamcağızı tekrar yere devirdi. Sonra diğer iki Yunanlı ile birlikte kollarından tutup kaldırdılar. Süvari, köylünün suratına birkaç tokat yapıştırdı. Adamın yüzü kan revan içindeydi; gözlerini iri iri açmış, her tokatta bağırıyor, arabasına dönüp öküzlerini sürmesini istediklerini anlamıyordu. Yolda yürüyen göçmenlerden hiçbiri bu olayla ilgilenmemişti bile.” [3] Bu bölümden de anlaşılacağı gibi Rum halkın tahliyesi tamamen Yunan güçlerinin isteği ve iradesi doğrultusunda gerçekleştirilmiştir. Ayrıca Yunan askerlerinin tahliye işinde zorla kullandıkları Türk köylülerinin karşılaştıkları şiddet de burada çarpıcı bir biçimde belirtilmektedir.

            Rum göçmenlerin, göç sırasında gönüllü oldukları söylenemez. Yıllarca yaşadıkları, doğup büyüdükleri topraklardan sökülüp koparılmaları kolay değil. Biraz da onların durumuna bakalım: “ Beş mil kadar göçmen kafilesi ile birlikte yürüdüm. Düz öküz arabaları, yüksek demirli karyolalar, eşyalar, ayakları bağlı domuzlar, bebeklerini kucaklarına sıkıştırmış analar, arabaların arkasına yaslanıp zorlukla adım atmaya çalışan yaşlı erkekler ve kadınlar görülüyordu. Gözleri ilerledikleri yoldaydı, başları öne eğikti. Sonra tüfek ve cephane yüklü katırlar geçiyordu. Bir de içinde uykusuzluktan gözleri kıpkırmızı kesilmiş Yunan subayları bulunan külüstür bir Ford geçti. Yağmurdan sırılsıklam olmuş, uykusuz, soğuktan titreyen köylüler, ağır ilerlemelerin devam ediyorlardı. Evlerini barlarını artlarında bırakmış, gidiyorlardı.” [4] Yunanistan’a göç ettirilen Rumların dramatik durumları burada, çarpıcı bir biçimde anlatılmış. Burada acı çeken günahsız, suçsuz halkların olduğu görülmektedir.

           
            Bu göçten de anlaşılacağı üzere “mübadele” için ilk fiili durum yaratılmıştır. Bu fiili durumun antlaşmalarla yasal çerçeveye oturtulup genişletilmesi gerekiyordu. Sıra Ön Asya faciasını organize eden güçlerinin sahneye koydukları bir insanlık dramının ikinci perdesindeydi.

            Araştırmacı - yazar Kemal Arı mübadelenin nedenleriyle ilgili şu saptamayı yapıyor: “1922 Yılının Eylül ayında, Anadolu ve Trakya’daki Yunan işgali sona ererken, bu sürece koşut olarak, kitlesel göç hareketlerine de tanık olundu. Batı Trakya dışındaki Yunanistan Türklerinin, zorunlu olarak Türkiye’ye göçlerini gerekli kılan tarihsel koşulların oluşmasına, bu yeni evredeki yoğun göçlerin kaynaklık ettiği görülmektedir. Bu süreç boyunca Yunanistan’da olduğu gibi Türkiye’de de önemli boyutta yönetsel boşluk ortaya çıktı, toplumsal dengeler altüst oldu.” [5] Burada da belirtildiği gibi mübadeleyi tetikleyen etken, Türkiye’nin Yunanistan tarafından işgali ve sonrasında gelişen olaylardır.

            Mübadeleyi İlk Kez Kim Ortaya Attı?

            Mübadelenin uygulanması düşüncesi Mondros Antlaşması’nın hemen ertesinde Yunanistan tarafından ortaya atılmıştır. Yani Anadolu’daki işgallerin başlamasından çok önce. Amaç, hem Balkanlardan hem de Anadolu’nun önemli bir bölümünden Türkleri atmaktır.

            “Venizelos, İngiltere Başbakanına verdiği 2 Kasım 1918 tarihli muhtırasında, Batı Anadolu’nun tamamen Rumlaştırılması için, ‘Bu halde, karşılıklı ve isteğe bağlı bir göç akımı yaratılacaktır.’ ifadesini kullanmıştır. Paris Sulh Konferansı’nın toplanmasından önce, Konferans’ın hazırlık heyetine verdiği 30 Aralık 1918 tarihli mektubunda da yine aynı gaye için, ‘Batı Anadolu’da karşılıklı bir göçün uygulanması mümkündür.’ demektedir.” [6] Burada da görülüyor ki, Yunanistan’ın mübadele isteği, megalo ideayı gerçekleştirmek içindir. Bu dönemde İstanbul hükümetlerinin basiretsizliği ve İngilizlerin denetiminde kararlar vermesi de göz önüne alınmalıdır. Henüz Anadolu hareketi başlamamış, Türk ulus devletinin kurulma sürecinden eser bile yoktu.


            “Venizelos’un yine Lloyd George’a verdiği 27 Ekim 1919 tarihli muhtırada ise, ‘Asıl çare, Milletler Cemiyeti’nin gözetimi altında Türkiye, Yunanistan ve Ermenistan arasında millettaşların mübadelesidir.’ denilmektedir.” [7] Burada da belirtilen muhtıranın Anadolu’nun Yunanlılarca işgali dönemiyle örtüşmesi ilginçtir. Bu sıralarda Anadolu hareketi henüz kongreler dönemindeydi ve ulusal bir toparlanmanın örgütlenmesi için çalışılıyordu.

            Lozan’da Mübadele

            Lozan görüşmeleri 20 Kasım 1922’de başladı. Yeni Türkiye’nin uluslararası hukukunu belirlemek, savaş sonrası sınırlarını çizmek amacıyla toplanılmıştı. Ancak burada azınlıklar ve mübadele konusu günlerce tartışıldı. Mübadeleyle ilgili ilk öneri de Milletler Cemiyeti temsilcisi Norveçli Dr. Nansen’den geldi. Milletler Cemiyeti’nde o gün siyasal olarak egemen olan ülkeler düşünüldüğünde (ABD, İngiltere, Fransa, İtalya etkin ülkelerdi. Türkiye daha üye olmamıştı.), Türkiye’nin nasıl bir güçsüzleştirilme ve bunalıma sürüklenme durumuyla karşı karşıya olduğu da anlaşılır.

            Lozan Konferansı’nın 1 Aralık 1922 günü Lord Curzon başkanlığında toplanan sekizinci oturumunda ilk kez mübadele konusu gündeme gelmiştir. Lord Curzon, oturumu açış konuşmasının girişinde şunları söylüyor: “Savaş tutsaklarının mübadelesiyle doğrudan doğruya ilgili ve geciktirilmeye gelmez bir sorunu – Türkiye ile Yunanistan ülkeleri arasında nüfus mübadelesi sorunu – incelemek üzere Komisyonu toplantıya çağırmış olduğunu söyledi. Bu soruna, bir an önce çözüm bulmak gerekmektedir.; çünkü halkın geçim yolları ve gelecek yılın ürünü söz konusudur.” [8] Curzon’un bu sözlerine bakıldığında, mübadele konusunda acelesi olduğu görülmektedir. Ekonomik nedenlerin öne sürülmesinin, ilk bakışta insani gerekçeler içerdiği düşünülse de asıl nedenin kapitülasyonlara direnen Türkiye’nin zor durumda bırakılması amaçlanmaktadır.

            Curzon’un açış konuşmasından sonra Konferans’a Milletler Cemiyeti adına katılan Norveçli delege Dr. Nansen söz aldı. “… Bu sorun, son iki ay içinde dikkatle incelemek fırsatı bulduğu, Lozan’da bugün toplanmış olan temsilcilerle hemen ve ciddi olarak incelenmesi gereken sorunlardan biridir. Yapabildiği soruşturmadan sonra, Dr. Nansen, bu sorunun Yakın Doğu’da barış ve ekonomik sağlamlık için gerçek bir önemi olduğu kanısına varmıştır… “ [9]

            “Dr. NANSEN, Dünya savaşının sonucu olarak Yakın Doğu’da yurtlarını bırakıp başka yerlere sığınmak üzere gitmek zorunda kalmış yüzlerce göçmenin durumuyla uğraşmak üzere Milletler Cemiyet Meclisince görevlendirilmiş olduğu için, Ekim başlarında İstanbul’a ve Yunanistan’a gitmiştir. Sığınmış göçmenler konusunda araştırma yaparken Yunan ve Türk makamlarıyla ilişiler kurma ayrıcalığını edinmiştir. Milletler Cemiyeti üyelerince emrine verilmiş paralardan yaralanarak iki ulusun bitkin göçmenlerine az da olsa bir parça destek olabilmişti.”[10] Dr. Nansen’in açıklamasına bakıldığında bir ayrıntı dikkat çekmektedir. İstanbul’a gittiğini ve Türk yetkililerle mübadele konusunu görüştüğünü söylüyor burada. Oysa Refet Paşa, Ankara hükümeti adına İstanbul’a 19 Ekim günü geliyor. Tür ordusunu temsil eden birlik ise bir gün sonra gemiden karaya çıkıyor. Dr. Nansen’in Ekim başında Ankara hükümeti temsilcileriyle İstanbul’da görüşmesi olanaksızdı. İstanbul’da görüştüğü Türk yetkililerden kasıt; siyasal anlamda ve fiilen bitmiş, işgal kuvvetlerinin etkisindeki Osmanlı yöneticileridir.

            Dr.Nansen, “Teklifinin büyük devletlerce desteklenmesine ek olarak, başlıca ilgili iki hükümetin de bir anlaşmaya varılmasını istediklerini sanmaktadır.” [11] Demek ki mübadele fikri, büyük devletlerin uzlaşmasıyla ortaya çıkmıştır.

            Lozan tutanaklarına geçen şu bölüm de ilgi çekicidir: “ Dr. NANSEN, sözlerinin, Rum ve Türk azınlıkların mübadelesi konusunda yapılacak her hangi bir anlaşmanın, bütünüyle tatmin edici sonuçlar vereceği anlamında yorumlanmasını istememektedir. Tam tersine, her nüfus mübadelesi, ne kadar iyi yürütülürse yürütülsün, iki taraftan da mübadele konusu olacakların pek çoğuna kaçınılmaz büyük acılar yükleyecek, belki de onların çok büyük ölçüde yoksullaşmalarına yol açacaktır. Bununla birlikte, bu fedakârlıklar ne kadar büyük olursa olsun, hiçbir mübadele yapılmadığı zaman, bu aynı hakların katlanacakları fedakârlıklardan, daha az olacaktır.”[12] Dr. Nansen’in bu sözleri çok vahim ve çelişkilidir. Burada mübadelenin çok büyük acılara gebe olacağını söylemesine karşın, büyük devletlerin siyasal çıkarları doğrultusunda, böylesine bir insanlık dramının yaşanmasına önayak olması çelişkilidir. İnsani ve vicdani açılardan da uygun değildir. Böylesi bir açıklamayı önceden yapması ise vicdan ve akıl karmaşıklığının bir sonucu olsa gerek.

            İsmet Paşa’nın İlk Tepkisi

            Dr. Nanasen’in mübadele konusundaki uzun ve ayrıntılı konuşmasından sonra, Türk heyetine söz verildi. Türk heyeti başkanı İsmet Paşa’nın tutanaklara geçen ilk sözlerini okuyup anlamakta yarar var. “İSMET PAŞA, önceden bildirilmiş resmi gündemde bulunmayan bir konunun bu oturumun programına alınmış olduğunu görmekle hayret ettiğini söyledi; bu gündemde yalnız savaş tutsaklarının mübadelesi bulunmaktaydı. İSMET PAŞA, Dr. Nansen’in raporuyla ortaya çıkan konunun, kendisinin hazırlanmış olduğu tartışmalarla hiçbir ilişkisi olmadığını da sözlerine ekledi. Bununla birlikte, Dr. Nansen’in raporunu ilgiyle dinlemiş ve izlemiş bulunmaktadır, Türkiye ile Milletler Cemiyeti arasında resmi ilişkiler bulunmadığına göre, İSMET PAŞA, bu rapora ancak kişisel bir nitelik tanıyabilmektedir. İSMET PAŞA, şimdi dinlemiş olduğu raporu bir özel kişinin raporu saydığını yeniden belirterek, Dr. Nansen’in Türk görevlileriyle görüşmeleri bir noktadan ileri gitmemişse, bunun bir nedeninin de Dr Nansen’in girişim ve çalışmalarını özel nitelikte görmüş olmalarından doğduğunu söyledi.” [13] İsmet Paşa’nın sözlerinden de anlaşılacağı üzere mübadele konusunda Türk tarafının kafasında oluşan her hangi bir düşünce yoktur. Bu konuda hazırlıklı da değildirler. Konu, tamamen büyük devletlerin örgütlediği, ortaya sürdüğü bir görüştür. Burada, Türk tarafının asıl itirazı gündemle ilgili usuldür.

            İsmet Paşa’nın Lozan tutanaklarına geçen görüşlerinin devamına bakmakta yarar var: “Nüfus mübadelesi sorununa gelince, bu sorun, İSMET PAŞA’ya, Türkiye’de azınlıklar sorununa bulunacak çözüme bağlı görünmektedir. Kendisinin ummakta olduğu gibi, Komisyon, nüfus mübadelesi sorunu ile azınlıklar sorununun birbirine bağlığını kabul ederse, Türk Temsilci Heyeti görüşünü gelecek oturumlardan birinde açıklayacaktır.

            Genel olarak, İSMET PAŞA, Trakya’da olduğu gibi Anadolu’da da, evsiz barksız ya da yaşama olanaklarından yoksun kalmış yüz binlerce mutsuz insanın acıklı ve acındırıcı durumuna bir çare bulmanın elbette önemli olduğu görüşündedir; fakat bugün Komisyonda, yalnız savaş tutsaklarının mübadelesi konusunun verimli bir şekilde görüşülebileceği kanısındadır.” [14] Gündemdeki asıl konu, Türkiye ve Yunanistan’da yaşayan azınlıkların yaşama koşullarıydı. Ancak, ne yazık ki emperyalist ülkelerin oldubittileriyle her iki yakadaki insanlara yeni acılar çektirmek için bir yol açılmıştı. Bu durumdan da en son haberi olan taraf Türk tarafıydı.

            Fransa’nın Görüşü

            Lozan’ın önemli aktörlerinden biri de Fransa’dır. Konferans’taki Fransız itirazlarına baktığımızda kapitülasyonlar konusunda bir yoğunluk ve ısrar görülmektedir. Mübadele konusunda Fransa da İngiltere gibi acelecidir. Fransa delegesinin kısa açıklamasını görmekte yarar var: “ M. BARRERE, tartışmanın, bir an önce mübadeleye girişmek zorunluluğu üzerinde bütün Temsilci Heyetlerinin görüş birliğinde olduğunu gösterdiğini söyledi. Özellikle ilgili olan iki Temsilci Heyeti, görüşmeler ve konuşmalar yoluyla bir anlaşmaya varabilirlerse, M. BARRERE, bunun, insanlığa çok büyük bir dokunacağına inanmaktadır.”[15] Fransızların da mübadele konusundaki aceleleri anlaşılır gibi değildir. Öyle anlaşılıyor ki işi fazlaca tartıştırmadan çabucak bitirmek istiyorlar. İnsanları yerinden yurdundan etmenin de insanlığa nasıl “büyük yararlarının dokunacağı” da tarafımızdan anlaşılamamaktadır.

            Yunanistan’ın Görüşü

            Lozan Konferansı’nda İsmet Paşa, mübadele konusundaki görüşlerini açıkladıktan sonra, İngiltere delegesi ve oturum başkanı Lord Curzon; mübadelenin ivedi olarak gerçekleşmesinin gerekliliğinden söz ederek işin ekonomik boyutu üzerinde durur. Bu düşünceyi kimin ortaya attığının önemli olmadığını, önemli olanın Türk ve Yunan taraflarının hayati çıkarları olduğu ısrarla belirtir. Mübadele konusunda İngiltere’nin ısrarı ve acelesi ilgi çekicidir.

            Asıl merak edilense Yunanistan’ın konuya bakış açısı ve yaklaşımıdır. Curzon’un ısrarcı açıklamalarından sonra Yunan delegesi söz alarak kısa bir açıklamada bulundu: “M. VENİSELOS, savaş tutsakları konusunda İsmet Paşa ile aynı görüşte olduğunu söyledi. Nüfus mübadelesine gelince, M. Nansen’in teklif ettiği ilkeleri M. VENİSELOS, kabul etmektedir. Türk (Fransızca ve İngilizce metinlerinde “otaman”) Hükümeti bunları reddetmekteyse, kendisi, başka şartlarla uzlaşma yolunu araştırmak için, Türk Hükümetiyle görüşmeye hazırdır. M. VENİSELOS, bir çözüm bulmanın geciktirilemez olduğunu belirtmek istemektedir. Binlerce insan Doğu Trakya’dan çıkıp gitmiştir; toprak ekim işleri tamamlanmadan olduğu gibi bırakılmıştır. Mümkün olduğu kadar çabuk bir çözüm bulmak, ister Türk ister Rum, herkesin yararınadır.” [16]Yunanistan delegesinin sözlerinde anlaşılacağı üzere mübadeleden yanadır. Doğu Trakya’daki Rumların göçünün hem Nansen ve Curzon hem de Veniselos tarafından mübadelenin asıl gerekçesi ve hareket noktası olarak gösterilmesi; bu göçün bilinçli olarak planlandığı şüphesini de kuvvetle doğurmaktadır. Bu konuşmalarda İngiltere, Fransa, Milletler Cemiyeti ve Yunanistan arasındaki görüş birliği, önceden sözü edilen tarafların konuyu görüşerek belli bir anlaşmaya vardıklarını göstermektedir.

            Yunan delegesinin konuşmasının devamına da bakmakta yarar var: “M. VENİSELOS, işleri yürütmek için en iyi yolun, bir Türk, bir Yunan üye ile, Konferansın seçeceği bir başkandan meydana gelecek çok sınırlı bir alt komisyon kurmak olduğunu düşünmektedir. Dr. Nansen, görüşünü bildirmek üzere, alt komisyona çağrılabilir. Böylece, bir an önce bir çözüme varılması mümkün olabilecektir; alt komisyonun çalışmaları arasında görüş ayrılıkları çıkarsa, ancak o zaman alt komisyon bu sorunları Komisyona havale edebilecektir.” [17] Burada da Yunan tarafının acelesi görülmektedir. Birçok acil sorun varken mübadele konusun özellikle ön plana çıkarılması anlamlıdır.

            Bütün bu ısrarlara karşın İsmet Paşa, Yunanlıların Batı Anadolu’dan geri çekilirken zorla esir ederek Yunanistan’a götürdükleri sivil halkın durumunun öncelikle görüşülmesini ister. Ayrıca mübadele konusundaki ısrarlı ve akılcı karşı çıkışlarını sürdürür: “Doğu Trakya, Türk makamlarına ancak bir gün önce, 30 Kasım tarihinde teslim edilmiş bulunmaktadır. Bu yüzden, Rumların oralarda bıraktıkları köylerin kaç kişi barındırabileceğini ölçmeye yarayacak verileri toplamak mümkün olamamıştır. Kurtarılmış olan Anadolu’da, sayılayamayacak kadar bir nüfus, kendilerine barınacak bir yer bulmaksızın, dolaşıp durmaktadır. M. Veniselos’un kendi ağzıyla söylediği gibi, Rum göçmenleri Yunanistan’daki Müslümanların evlerinde barınabilme olanağını bulurken, yüz binlerce Türk, evsiz barksız olan kütleyi daha d büyütecek bir şekilde, Türkiye’ye gelmek için, Yunanistan’da bulunan evlerini bırakıp çıkmak zorunda kalacaktır.

            Öte yandan Rumlar Trakya’dan ayrılırken, Türklere ait malların, ürünlerin ve hayvanların büyük bir kısmını alıp götürdüklerini Türk hükümeti öğrenmiş bulunmaktadır. Yunan topraklarından Türk göçmenin gelmesiyle Küçük Asya’da evsiz barksızların sayısının ne ölçüde artacağını şimdiden kestirmek güçtür.” İsmet Paşa’nın tutumu gerçekçidir. Çünkü Türkiye yıllardır savaş alanıydı. Yunanlıların geri çekilirken kentleri ve köyleri yakıp yıkması, Anadolu’daki Türkler için bile yaşamı zor kılmıştı. Ekonomik olarak çökmüş bir ülkenin, yeni gelecek insanlara barınma ve beslenme konusunda nasıl kucak açacağı şüpheliydi.

            Mübadelenin gerçekleşmesi için bastıran ve Türkiye’nin azınlıklara kötü muamele ettiğinden söz eden Curzon ve Veniselos’a İsmet Paşa’nın yanıtı dikkat çekicidir. “Sekiz senedir Türkiye’de yalnız şu veya bu azınlık değil, bütün halk ıstırap çekmiştir. Son dört sene zarfında silahı elinden alınan Türkler, her taraftan saldırıya uğramışlardır. Türk halkı kendi vatandaşları aleyhine bütün kara kuvvetler münevverler aleyhine tahrik edilmiştir. Yunanlıların Anadolu’da 27 şehir, 1400 köy, 98.000 ev yaktıkları sabit olmuştur. Savaşın uzamasıdır ki bu ıstıraplara sebep olmuştur. Barışı yapınız, bu ıstıraplar diner.

            Türk milleti, azınlıklara, medeni alemin kabul ettiği hakları tanır. Fakat kendi bağımsızlığını sınırlayacak hiçbir yeni teklifi kabul edemez. Azınlıkları kurtarmanın en iyi yolu, dış ülkelerle kendilerini lekeleyecek ilişkiler kurmaya tahrik etmemek, bu ilişkilerden korumaktır. Bunlar dışardan gelecek bir şefkate dayanmamalıdırlar! O zaman hepsi barıştan sonra Türk vatandaşları arasında yaşarlar.” [18] Burada da açıkça görülmektedir ki, Türk tarafı azınlıklarla birlikte yaşamak, bir mübadelenin olmasını engellemek için epeyce direniyor. Ancak bu direnç fazla sürmüyor ve mübadelenin koşullarını görüşecek alt komisyon çalışmalarına başlıyor.
            Türkiye’nin mübadeleyi kabul etmesinde uzun süren savaşlar sırasında azalan nüfus etkendir. Ulus devlet sürecinde Anadolu’yu Türkleştirme düşüncesinin varlığı da yadsınamaz.
           
            Neden Mübadele?
           
            Lozan’da en çok tartışılan konunun kapitülasyonlar olduğundan söz etmiştim. Avrupalı emperyalistlerin mübadeleyi ısrarla istemelerindeki asıl neden, Türkiye’yi ekonomik anlamda güçsüz bırakmaktır. Ekonomik olarak güçsüz kalan Türkiye tam bağımsızlığından vazgeçecek ve kovduğu sömürgecilerin isteklerine boyun eğecekti. Çünkü ülkemizden giden Rum nüfus, eğitim ve meslek sahibi olma konusunda Türkiye ortalamasının üstündeydi. Yunanistan’dan gelen Türklerin genellikle köylerinde büyük toprak sahibi olmaları Yunanistan’a avantaj sağlamıştır.
                      İşin en kötü yanı ise kültürel çeşitliliğimizin yok olmasıdır.
            Küresel güçlerin en önemli marifeti bölgesel düşmanlıklar yaratma ve bu düşmanlıklardan yararlanarak hâkimiyet kurmak ve sömürü düzenini sürdürmektir. Mübadeleyle de bu amaçlanmıştır. Anacak Atatürk ve Venizelos arasında gelişen barışçı ilişkiler bu amacı boşa çıkarmıştır.
           
            Mübadelenin Kabul Edilişi

            1923 Türk – Yunan Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol Antlaşması uyarınca, Batı Trakya dışındaki Yunanistan Müslümanları ile İstanbul dışındaki Türkiye Ortodokslarının zorunla mübadelesi kararı alındı. Antlaşmanın uygulanmasıyla birçok sorun da ortaya çıkmıştır. Genç Türkiye yönetiminin olağanüstü çalışmasına karşın, birtakım aksaklıkların önüne geçilememiştir.

            Alt yapısı uzun süren savaşlar ve işgallerle harap olmuş bir ülkenin, böylesine geniş kapsamlı bir göçmen yerleştirme işlemini kusursuz gerçekleştirmesi olanaksızdı. Ulaşım ve iletişim olanaklarının gelişmemiş ve yaygın olmaması nedeniyle taşıma işlemlerinde aksaklıklar olmuştur. Tıbbi hizmetlerinin gelişmemiş olması salgın hastalıkların ve olumsuz koşulların yarattığı sağlık sorunlarıyla mücadelede çaresiz kalınmasına neden olmuştur.

            Mübadelenin kısa bir sürede gerçekleştirilmesi ve kayıt sisteminin yetersizlikleri mübadillerin alışık oldukları iklim koşullarının dışında bir yere yerleşmeleri sonucunu da doğurmuştur.

            Her olayda olduğu gibi bu durumdan da yararlanmak isteyen art niyetli kişilerin varlığı da inkâr edilemez. Tüm bunlara karşın, Türk hükümeti olağanüstü bir çalışmayla işin üstesinden gelmiştir.

            Her ne koşulda olursa olsun insanların doğup büyüdükleri ve bütünleştikleri yerlerinden, yurtlarından koparılmaları doğru değildir. Mübadillerle birlikte bir tarihin, anılarla dolu yaşamların, kültürel köprülerin yok edildiği önemli bir gerçektir. İnsan yüreğinde yok olan hayallerin, sevdaların, ilişkilerin, komşulukların, anıların silinmesi zordur. Bunların silinmesi kişinin tek kanatla uçmaya çalışan bir kuşa dönüştürür.

KAYNAKÇA

Arı Kemal, Büyük Mübadele, Tarih Vakfı Yayınları
Hemingway Ernest, İşgal İstanbul’u ve İki Dünya Savaşından Mektuplar. Milliyet Yayınları
Karacan Ali Naci, Lozan, Türkiye İş Bankası Yayınları
Meray Seha L., Lozan Barış Konferansı Tutanaklar, Belgeler, A:Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları
Mutlu N.Yücel, Lozan’da Mübadele
Türkçe Sözlük- Dil Derneği



[1] Türkçe Sözlük- Dil Derneği
[2]  Ernest Hemingway, İşgal İstanbul’u ve İki Dünya Savaşından Mektuplar. Milliyet Yayınları, 1970, s.42,
[3] a.g.e. , ss. 42 – 43

[4]a.g.e. , s. 43

[5] Kemal Arı, Büyük Mübadele, Tarih Vakfı Yayınları, s.  6
[6] N.Yücel Mutlu, Lozan’da Mübadele, Kasım 2005, s. 93
[7] a.g.e. , s. 93
[8] Seha L. Meray, Lozan Barış Konferansı Tutanaklar, Belgeler, A:Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları 1969, s. 115

[9] a.g. e, s. 115

[10] a.g. e, s. 115

[11] a.g. e, .s. 116

[12] a.g. e . , s. 117
[13] a.g.e. , s . 119

[14]a.g. e.,  s . 119
[15] a.g.e. , s . 120

[16] a. g. E. ,s. 120

[17]a. g. e. ,s. 121

[18] Ali Naci Karacan, Lozan, Türkiye İş Bankası Yayınları – Ocak 2010, s. 156

6 yorum:

  1. ç0k teşekkür ederim...Adil hocam...bu kadar detaylı bilmiyordum araştıran paylaşan dost yüreğinize sağlık....BİLGEHAN AKTAN

    YanıtlaSil
  2. Çok değerli bir çalışma...umarım gelecekte yararlananları çok olur...tebrikler ve teşekkürler....
    Ali Koç Elegeçmez-emekli öğretmen

    YanıtlaSil
  3. Çok değerli bir çalışma olmuş...sanıyorum yararlananlar çok olacaktır...tebrikler ve teşekkürler .....
    Ali Koç Elegeçmez-emekli öğretmen.

    YanıtlaSil
  4. Muhteşem, donatıcı, öğretici ve belgesel niteliğinde bir yazı. Öncelikle belirtmeliyim ki, bazı kaynaklar Rumların Anadolu'da binlerce yıl değil bin yıl olduğunu öne sürer. Halil İnalcık hocamda Rumların korsan olarak Yunan yarımadasından kalkarak Ege ve Akdeniz'de korsanlık yaptığını, Çaka Bey zamanında Ege kıyılarını ele geçirmek için Selçuklu kadırgalarında çalıştığını belirtir. Bunun karşılığında Çaka Bey bir bölüm Rum'a Ege'de yerleşme hakkı tanıdığınıda belirtmiştir.
    Değişim sırasında çok büyük sorunlar yaşanması beklenmekte iken yazıdada belirtildiği gibi Türkiye Cumhuriyeti bu muhteşem bir çalışma yapmıştır. Nitekim ilçemin Çeşnigir köyünde oturan Hacı amca bir geri dönendi. Ve gemiye binip Bandurmaya geldiklerinden sonra evlerinin ve ekecekleri tarlalarının ismen belirlenmiş olduğunu ve bir süreliğine yetecek yiyecek verildiğini, ekilecek tohumların bile verildiğini anlatmıştı. Nur içinde yatsın

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hocam , emeklerinize , yüreğinize sağlık ,muhteşem bir çalışma , araştırıp bizleri aydınlatıyorsunuz .Tarihimizi okuyup , aydınlanıyoruz , saygılarımla.Fulya Kırımoğlu …

      Sil
    2. Kölelik Kuran-ı Kerim'de ,Firavun figürü üzerinden anlatılmaktadır. İnsanları kendine köle edinen,aslında kendisi nefsinin,şeytanın kölesi olmuştur.

      Sil