TARİH YANIYOR, MİLLET BAKIYOR


            Dün akşam Zincirlikuyu’dan Söğütlüçeşme’ye gitmek için metrobüse bindim. Otobüs tıklım tıklımdı. Cam önünde bir yere yaslanmış, ayaktayım. Bir yandan sudoku çözüyor, bir yandan da dışarıyı izliyorum. Bir anda Ortaköy’de yükselen alevler gözüme takıldı. Diğer yolcuları unutarak yüksek sesle “Eyvah!” dedim. Benim bu kendiliğinden uyarıcı bağırışım, herkesin yangının çıktığı noktaya odaklanmasına neden oldu. Nerenin yandığı konusunda tahminlerde bulunurken genç bir kız, Galatasaray Üniversitesi’nin yandığını söyledi. O da elindeki telefonun internet bağlantısından öğrenmiş.
            Daha önce Haydarpaşa Garı’nın alevler içinde kalışını yüreğim yanarak izlemiştim. Bu kez Boğaziçi Köprüsü’nden geçinceye kadar yangından gözlerimi ayıramadım. Eve gelince ilk işim televizyonu açıp yangının durumunu öğrenmek oldu. Edindiğim bilgiler iç açıcı değildi. Koca bir tarih milyonların gözünün önünde kül oluyordu. Bu kaçıncı tarihsel yapı yangınıydı?
            Yangın çıkıyor, ivedilikle itfaiye çağrılıyor. İtfaiye gelip yangının söndüğü yolunda tutanak tutuyor ve yangın yeniden başlıyor. Anlayacağınız itfaiyenin gözü önünde cayır cayır yanıyor koca tarih. Cağaloğlu’ndaki Milli Eğitim Müdürlüğü binası da itfaiyenin kontrolünde yanmıştı aynı biçimde.
Televizyonların birinde kıyı emniyeti yetkilisi: “Kara itfaiyesinden talimat beklediğimizden denizden müdahalemiz gecikti.” açıklamasını yapmakta. Gerekçeye bakın! Sanki yangın talimatla yanıyor, sizin bürokratik saçmalıklarınızı, kişisel keyfinizi bekleyecek… Neredeyse denizin içindeki bir yapıya, denizden müdahale edilemiyor. Bu beceriksizlik için de bürokratik gerekçeler üretilmekte. Ne kadar yazık değil mi?
Koskoca üniversitede yangın önlemlerinin tam anlamıyla alındığı söylenemez. Birçok kurumda yangınla ilgili önlemler kâğıt üzerindedir. Her hangi bir teftiş sırasında işi kurtarmaya yöneliktir tüm yapılanlar. Tarihsel yapılar, her türlü felakete karşı daha özenli korunmalı.
Son yangınlarda itfaiyenin basiretsizliği de affedilir bir şey değil.  Kurumlara siyaset bulaştıkça iş yapma yetenekleri azalıyor. İşin niteliklerine uygun adam değil de torpilliler kurumlara yerleştirilince iş üretilmiyor.
Temmuz 2002’de yanan Ortaköy Gazi Osman Paşa İlköğretim Okulu için mezunlar internette gruplar oluşturdular, aylarca imza topladılar. Yanan okullarının tekrar eğitim yuvası olması için olağanüstü bir çaba gösterdiler. Yağmur, kar, kış, soğuk, sıcak demeden Ortaköy’de her geçenden imza isteyip dertlerini anlattılar. Yargıya gidip haklarını aradılar. Yargı süreci lehlerinde işlerken birden okulun külleri üstünde otel inşaatının temeli atıldı. Tarihin bir yaprağı daha burada dumanlarla uçtu, gitti. Dede, oğul, torunun okuyup mezun olduğu okul kent yağmacılarının açgözlülüğüne kurban edildi.
Gazi Osman Paşa İlköğretim Okulu mezunları geceli gündüzlü mücadele ederken Galatasaraylılar, Kabataşlılar, Haydarpaşa garı için gözyaşı dökenler, Cağaloğlu Milli Eğitim Müdürlüğüne içi yananlar neredeydiniz? Kent yağmacılarının bir gün gözünü sizin tarafa doğru çevireceğini düşünmediniz mi? “Deniz kıyısında okul olmaz, otel olur.” Diyen açgözlü, doymak bilmez asalakların sizin tarihinizi de yok edebileceğini neden düşünemediniz. Gazi Osman Paşa İlköğretim Okulu yeniden yapılabilseydi, Haydarpaşa Garı, Milli Eğitim Müdürlüğü binası, Galatasaray Üniversitesi sapasağlam ayakta kalırdı.
Koca bir tarih yanıp kül oluyor; millet yalnızca bakıyor, o alevlerin kendini yakmadığını düşünerek.
Erdem, başkasının felaketine koşmaktır; felaket kapımıza geldiğinde feryat etmek değildir. Başkasının yarasına ne kadar merhem olabiliyorsak o kadar erdemli, o kadar insanız.
Uzmanlar gelip araştırıp inceleyecekler… Teknik kurullar toplanacak… Yangın talimatları ortaya serilecek... Mevzuat hazretlerine bakılacak… Sonuç: Kimsenin ihmali yok, kusur elektrik kontağında, denecek. Tüm sorumsuz sorumlular huzur(!) içinde görevlerini sürdürecekler.
                                                                       Adil HACIÖMEROĞLU
                                                                               24 Ocak 2013




DOĞRU SÖYLEYENİ LİNÇ EDİN!


                                  
            CHP İzmir milletvekili Birgül Ayman Güler’in TBMM Genel Kurulunda söylediği sözler, kamuoyunda yeni tartışmalara neden oldu. Sözün doğruluğuna, yanlışlığına bakılmadan ve bazı medya kuruluşlarınca sözlerin değiştirilerek halka sunulmasıyla Sayın Güler linç edilmeye çalışılmakta.
            Öncelikle Sayın Güler’in ne dediğine bakalım: “Kürt milliyetçiliğini bana ‘ilericilik’ ve ‘bağımsızlıkçılık’ diye yutturamazsınız. Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit, eşdeğerde gördüremezsiniz. (TBMM tutanakları, 23.01.2013)” Burada doğru bilinmesi gereken iki kavram var: Ulus (millet), milliyet. Milliyet; milletleri oluşturan küçük topluluklardır. Tam anlamıyla millet özelliği kazanmamış topluluklardır. Millet, milliyetleri kapsar. Bu nedenle sosyolojik olarak bu iki kavram eşdeğerli sayılmaz. Burada “eşdeğerli” sözcüğünü de doğru anlamak gerek. İki şeyin eşdeğerli olmaması demek, birinin diğerine göre iyi ya da kötü olması değildir. Eşdeğerli olmamak, farklı olmaktır. Bu anlatımda kapsayıcı olan milletle alt kimliği anlatan milliyetin eşdeğerli olamayacağı açıktır.
Kısacası millet üst, milliyetse alt kimliktir. Bu kavramların anlamlarını bilmeden yorum yapmak, art niyetliliktir.
Türk kimliği, ülkemizdeki tüm milliyetleri kapsar. Kürtler de tıpkı Apazlar, Gürcüler, Lazlar, Araplar... gibi Türk’türler ve Türk milletinin bir parçasıdırlar.
Son yıllarda iktidar yandaşlığıyla yıldızı parlayan kadın televizyon yorumcusu, Ayman Güler’in sözlerini şöyle saptırarak yorumluyor: “Türk ulusu, Kürt milliyetçiliğinin üzerindedir.” Ayman Güler’in sözündeki bu tahrifat bilinçli yapılmışsa tam bir provokasyon, ama bana göre bu değişik söylemin nedeni bilgisizlik. Ne yazık ki anlı şanlı iktidar bülbülü, “millet, milliyet” sözcüklerinin anlamlarını bilmemekte. Bilmediğinden de Ayman Güler’i linç etmek için var gücüyle çaba gösteriyor. İşin en acıklı yanı da deneyimli gazeteci sayılabilecek diğer üç tartışmacının acemi çırağın sözlerindeki bilimsel hatayı düzeltmemeleri.
Bu sözleriyle Güler, “Türk-Kürt eşitliğinden” söz etmiyor. Konuşmayı saptırarak konuyu, alt kimliklerin eşitliğine indirgemek kötü niyetliliğin önemli bir göstergesi.
Biraz sosyoloji bilen ve sözlük karıştıran birinin kolayca anlayacağı bir tümceyi çarpıtarak anlamak, anlatmak bir beyin ve yürek tutulması değil mi? Sürekli çatışmadan beslenen terör yandaşlarının ve cumhuriyet düşmanlarının asıl amaçlarını gerçekleştirmek için sözleri saptırma ve yanlış anlatmaları ilk değil.
Bir toplumda yaşayanlar, üst kimlikleriyle anılırlar. Alt kimlikler, herkesin onurudur. Kimsenin alt kimlikleri yok etme gibi bir amacı da olamaz. Alt kimliklerimizi koruyacağız, ancak bunları üst kimliğin önüne geçirmeyeceğiz. Çünkü üst kimliğimiz bizi bir arada tutan paydadır. Bir toplumda yaşayanları alt kimliklerle tanımlamak, etnik kökenleri ulus kimliğinin üstüne çıkarmak; ülkeyi çatışmalara sürükler. Bu da bölünmenin alt yapısını oluşturur.
Ülkemize alt kimlikleri dayatan devletlere az da olsa bakmak yeterlidir. Yetmişten fazla etnik kökenli insanın yaşadığı Fransa’da siyasetçiler, sporcular, sanatçılar, bilim adamları, kısacası toplumun önündekiler etnisiteye dayanan alt kimlikleriyle mi, yoksa Fransız üst kimliğiyle anılmakta? Emperyalist ülkeler, kendi ulus devletlerini cansiperane savunurken bizlere ulus devletin parçalanmasını önermekteler. Buradaki oyunu anlamamak nasıl bir durum?
Ayman Güler’in konuşmasından sonra CHP’den bir milletvekilinin istifa ettiği duyuldu. Sonra bu vekil istifasını geri aldı. CHP içinde bölücü anayasadan yana olan milletvekilleri istifa kartını göstererek parti içinde pazarlık yapma peşindeler. Amaçları AKP-PKK anayasasının çıkarılmasını sağlamak. CHP bu şantajı görmeli. Ayrılacak olanın önü kesilmemeli; çünkü bu kişiler zaten CHP’li değiller. Bunları bir kitle partisi içindeki farklı sesler olarak algılatmak da yanlış. Kitle partisi demek; partinin kuruluş felsefesine, tüzüğüne, ilkelerine, dünya görüşüne karşı kişilerin bulunduğu bir yer değil. Farklı sesler, olmalı bir kitle partisinde; ama bu sesler temel ilkelere bağlı olarak çıkmalı.
Birgül Ayman Güler’in konuşmasının tümüne bakıldığında iyi bir konuşma. Bölücüler çıkıp Türk Ulusuna hakaret edecekler, ama bizler kendimizi savunmayacağız öyle mi? Bir milletvekili ulusun birliğini savunacak, hemen medya bülbülleri ona “faşist” damgasını vurup linç edecekler. Ayman Güler’i linç etmek faşizm değil mi? Asıl faşizm, baskıyla toplumu susturmak, emperyalist odaklardan rol istemektir.
                                                                       Adil HACIÖMEROĞLU
                                                                       25 OCAK 2013
Not: 28 Ocak 2013 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspolt.com dan okluyabilirsiniz.



ÖRNEK BİR DAVRANIŞ



            Çok küçük yaşta tanıştığım kitaplarla dostluğum hiç bozulmadı. Yalnız kaldığım günlerde dünyamı ışıl ışıl aydınlattılar. Uzun, soğuk kış gecelerinde hep onlarla ısınıp söyleştim. Çoğu kez yorgan yerine kitaplara sarılarak uyudum. Yolculuklarda koltuğumu onlarla paylaşıp hayalleri birlikte kurduk. Acı çektiğim zamanlarda onların dost ellerine sarıldım. Terk edildiğimde kitaplar başucumda, koynumda, evimin her köşesindeydi.
            Bilmediğim ülkeleri, kentleri, kasabaları, köyleri onlarla dolaştım. Görmediğim okyanuslarda kimi zaman yelkenli olduk, kimi zaman da kulaç attım kitaplarla. Her renkten insanı bize tanıtan onlardır. Baharla kitap sayfalarının kokusu karışmıştır mutluluk denizimizde. Nice kahramanlarla sayfalarda tanıştım.
Hangi ülkeye, kente, kasabaya gidersem gideyim bir kitapçı dükkânına kesinlikle uğrarım. Kitapların raflarda duruşunu, dizilişini hayranlıkla izlerim. Tüm rafları görüp hangi kitabın, nerede olduğunu anladıktan sonra, almak için en az bir kitap seçerim. Gezip gördüğüm yerden benim için en büyük anı o seçtiğim kitaptır. Kitaplığıma her gün girer, raflarla göz göze gelir, sonra güne başlarım. Bir dinlenceye gideceğim zaman kitaplarımla vedalaşırım.
Okuma alışkanlığım nedeniyle yanımda kitap, gazete ve dergi olmadan bir yere gitmem. En küçük zaman dilimini dahi bir şeyler okumadan geçirmişsem içimi bir pişmanlık duygusu kaplar.
Armağan verip almayı seven biri olarak arkadaş, öğrenci ve akrabalarıma özel günlerde hep kitap armağan ederim. Çoğu zaman verdiğim armağanın küçümsendiğini kişilerin yüzünden anlarım. Bu, beni yolumdan alıkoymaz. Bu ısrarlı davranışım nedeniyle yaşamı boyunca hiç kitap okumamış birinin benim armağanımla okuma alışkanlığı edinmesi beni sonsuz mutlu eder. 
12 Ocak Cumartesi günü eski arkadaşlarımdan ve yurtseverliğinden ödün vermeyen Avukat İsmail Yaşar, Beyoğlu’ndaki yazıhanesini Bakırköy’e taşıdı. Bu nedenle küçük bir açılış kokteyli yaptı dostlarına. Ben de sağanak yağmura aldırmadan gittim arkadaşımın açılışına. Eski dostlarla söyleştik, yenileriyle tanıştık. Güzel bir gündü yağmura ve soğuğa inat. Sımsıcak bir ortam vardı.
Bu açılışta beni asıl etkileyen, gelenlere kitap armağan edilmesiydi. Sehpaların üstünde türlü kitaplar vardı. Her gelen konuk beğendiği bir kitabı alıyordu. Toplumsal duyarlılığını takdir ettiğim Sayın Yaşar, böyle bir davranışla beni olağanüstü heyecanlandırıp mutlu etti. Bir ilki yaşıyorduk orada. Örnek bir yurttaştan da örnek bir davranış beklenir tabi ki.
İnsanların yaşamı boyunca hiçbir işlerine yaramayacak cicili bicili armağanlar yerine, onlara kitap vermenin nasıl bir kutsal iş olduğunu, sosyal sorumluluk duygusu olduğunu söylemeye gerek var mı? İsmail Bey’e ve genç avukat oğlu Onur’a bu yeni yerlerinde ve mesleklerinde başarılar diliyorum. İki örnek insan ve güzel bir davranış…
Toplum, okuyarak zenginleşip renklenir. Demokrasi, okuyan toplumlarda rayına oturur. Duygusal varsıllıklarımız okumayla çoğalır. İnsanoğlu, kölelikten okuyarak yurttaşlığa geçer. Keşke kitap armağan etme alışkanlığı toplumumuzda yaygınlaşsa… Yaygınlaşsa da kör karanlığı sayfaların ışığıyla aydınlatıp yok etsek…
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       13 Ocak 2013
Not: 21 Ocak 2013 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlandı.
Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

PARİS’TE ÜÇ PKK’LININ ÖLDÜRÜLMESİ



            Paris’te üç PKK’lının öldürülmesi gündeme damgasını vuruyor. Bir taraftan cinayetleri kimin ne amaçla işlediği tartışılırken diğer taraftan da bu üç terörist, kimilerince kahramanlaştırılmaya çalışılmakta. Tartışmaların çoğu, İmralı açılımını halka benimsetmek amacını taşıyor.
            Bir olayın içyüzünü öğrenmek için neden sonuç ilişkisine bakmak gerek. Teröristlerin öldürülmesi, kime yarar sağlamakta. Olayın sonunda kar ve zarar eden kimler? Bu soruların doğru yanıtları bizi faile de götürür.
            Paris’te üç teröristin öldürülmesiyle PKK olağanüstü bir propaganda olanağına kavuştu. Gerek PKK taraftarları gerekse güdümlü, yandaş medya ölen terör örgütünün üç üyesini masum kahramanlar olarak topluma sunmakta.
            İktidar yanlısı medya bülbülleri cinayetin arkasında Suriye ve İran’ın olduğunu hararetle savunmaya başladılar. Bu yolla da güya barışı, bu ülkelerin kurşunlayarak engellediklerine halkı inandırmayı amaçlamaktalar. Böylece de İran’a yapılacak olası bir müdahaleye ve Suriye’de teröristlere verilen desteğe haklılık kazandırmak istemekteler.
            PKK’lı üç kadının bulundukları yerin kapısı şifreli. Bu kapıyı şifreyi bilenler açar ya da tanıdık kişiler geldiğinde içerdekilerce kapı açılır. Üçüncü bir olasılık da Fransa’nın resmi görevlilerine ya da PKK’ya dost ülkelerin tanıdık istihbaratçılarına kapı açılabilir… Demek ki binadaki örgüt üyelerinin tanımadıkları kişilerin, içeri girme olasılıkları yok denecek kadar az. O zaman cinayet sanıklarını içeri girebilecek kişiler arasında aramak gerekir.
            PKK’lı üç kadının Alevi kökenli olması olayda önemli bir ayrıntı.
Üzerinde durulması gereken önemli bir nokta da RTE’nin eski Fransız sömürgesi olan üç Afrika ülkesine yaptığı gezidir. Bu gezide Erdoğan’ın sömürgecilik dönemine ilişkin açıklamalarının Fransa’nın hoşuna gittiğini söyleyemeyiz. Ardından Fransa’nın Mali’ye askeri operasyonu göstermektedir ki bu eski sömürgeci ülkenin nüfuz alanlarını kimseye terk etmeye niyeti yok. Ortadoğu’da ABD, İsrail, AKP, PKK, Barzani ittifakının Fransa’yı rahatsız ettiği bir gerçek. Parçalanma tehlikesi karşısında olan Suriye ve Lübnan’ın eski Fransız nüfuz alanları olduğu unutulmamalı.
Önümüzdeki günlerde Fransız dış politikasında değişikler beklenmeli. Bu da ABD-İsrail despotizmini rahatsız eder. Fransa’yı zor durumda bırakmak amacıyla provokasyonların olması da doğaldır. Daralan AB ekonomisi çıkış aramakta. Müflis bezirgân örneği eski defterleri yoklamaları doğal Avrupalı eski sömürgecilerin. Eski sömürgelerin çoğu şu anda ABD denetiminde. Çıkarlar söz konusu olduğunda ülkeler arası ilişkilerde bozulur.
Bugün Ortadoğu’da olabilecek provokatif eylemlerin arkasında ABD-İsrail’i ve onların denetimindeki güçleri aramak gerek.
AKP sözcülerinin cenazelerin defni için yaptıkları açıklamalar, gösterdikleri tavırlar teröre teslimiyetin, çaresizliğin bir örneği. Üç PKK’lının naşının Paris’ten Diyarbakır’a getirilmesi, bölücü örgüt için önemli bir siyasal kazanım. Terör örgütü yöneticilerinin yurttaşlıktan çıkarılmamaları ise anlaşılır gibi değil. “Neden Diyarbakır’da cenaze töreni yapıldı?” sorusunun devletin her kademesindeki yöneticinin kendine sorması gerek. Bölücü örgüt, Diyarbakır’ı başkent ilan ediyor; ne yazık ki hükümeti yönetenler de buna destek veriyorlar. Anlaşılacağı üzere bölünme süreci hem AKP hem de PKK tarafından hızlandırılmakta.
Cenaze töreni için yapılan mitingde polisin; “Aman, göstericiler tahrik olmasın!” düşüncesiyle neredeyse köşe bucak saklanması anlaşılır gibi değil. Yine tabutlara sarılan PKK bayraklarına göz yumulması, bölücü örgütü siyasal anlamda güçlendiren ve onlara meşruiyet kazandıran bir yanlış tutum. Siz meydanlardan, sokaklardan devleti çekip alırsanız, o boşluğu terör örgütü doldurur.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           17 Ocak 2013
Not: Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

DİPLOMASİ İNCELİK GEREKTİRİR



            Başbakan Erdoğan; Gabon, Nijer ve Senegal’i kapsayan Afrika gezisini bitirip yurda döndü. Üçü de eski Fransız sömürgesi olan bu ülkelere kalabalık işadamı grubuyla yapılan gezi ilgi çekti.
            Gabon, Nijer ve Senegal’in toplam nüfusu otuz milyon civarında. Nijer ve Senegal’de Müslüman nüfus, neredeyse yüzde yüze yakın. Gabon da ise bir buçuk milyona yakın insan yaşıyor ve yarısı Müslüman.  Sanayi yok denecek kadar az bu ülkelerde. Alt yapı yatırımları eksik. Nijer kuzeyde   Cezayir ve Libya ile komşu. Büyük Sahra’daki topraklarında uranyum bulunmakta. Bu nedenle stratejik önemi var.
            Şüphesiz ki Afrika’nın bu üç ülkesine yapılan gezi önemlidir. Türkiye’nin yeni pazarlara, hammadde kaynaklarına gereksinimi var. İhracatı artırıp ekonomiye rahat nefes aldırmanın yolu, yeni pazarlar bulmaktan geçmekte. Türk ekonomisi tıkanmak üzere. Sıcak paraya dayalı sistem, çöküş sinyalleri vermekte. Yoksulluğun yazgı olduğu Afrika ülkeleri bizim yaramıza ne derece merhem olur, bu tartışma konusu.
            AKP döneminde diplomasi kuralları da değişti. Uzun süredir dikkatimi çekmekte olan bir durum, son Afrika gezisinde doruğa çıktı. Türkiye’yi yönetenler gerek yurt dışına gittiklerinde, gerekse Ankara’ya gelen yabancı devlet adamlarıyla yaptıkları basın toplantıları ilgi çekici. İki ülke arasında yapılan bir dizi görüşmelerden sonra ülke liderleri basının önüne çıkmakta. Burada amaç ikili görüşmeler, varsa imzalanmış anlaşmalar, hakkında basına bilgi vermektir. Açıklamalarda genellikle iki ülkeyi ilgilendiren konulardan söz edilir ki bu konuk olan ya da ziyarette bulunulan devlet adamına saygının gereğidir. Devlet adamları, başında bulundukları ülkeleri temsil ettiklerinden o ülkenin halkına saygıdır aynı zamanda bu.
            Erdoğan, Ankara’da (son günlerde İstanbul’da) ağırladığı konuklarla ve yurt dışında ev sahibi ülkelerin yöneticileriyle yaptığı ortak basın toplantılarında Türkiye’nin iç sorunlarıyla ilgili bolca açıklamada bulunmakta. Neredeyse Türkiye’nin iç sorunlarıyla ilgili konuşmalar, ortak konuların önüne geçmekte. Bu da gezinin amacını gölgelemekte.
            RTE, Afrika gezisinde gittiği üç ülkede de ortak basın toplantılarında iç sorunları öne çıkardı. Uzun uzadıya iç politika konularından söz ederken ev sahibi devlet adamlarının yüzüne bakmalıydı. Onların bu açıklamalardan nasıl sıkıldıkları beyaz camdan bile fark ediliyordu.
            Halkımızın bir geleneği vardır: Evde olanlar evde konuşulur, aile sorunları komşu evde konuşulmaz, diye. Aile içi sorunlar, deli kızın çeyiz gibi ortaya dökülmez.
AKP dönemine kadar Türkiye diplomasisinde böyle bir durum yoktu. Bu, AKP’nin diplomasimize getirdiği bir alışkanlık. İyi mi? Hiç değil.
            RTE’nin diplomaside yaptığı bir şey daha var. Gittiği ülkelerin tarihini onlara öğretme alışkanlığı. Yarım yamalak, çoğu da doğru olmayan tarih bilgisiyle (Bu, ayrı bir yazı konusudur.) bir kişiye kendi tarihinin dersini vermek çok gülünç. Özellikle de tarihi, İslami bir temele oturtma çabası ilgi çekmekte.
            Hem ortak açıklamalarda iç sorunları öne çıkarma hem de kişilere kendi tarihleri öğretme isteği diplomatik incelikten uzaktır. Yılların deneyimleriyle oluşturulan Türk diplomasisini, nezaket kurallarından koparmak Türkiye’ye zarar verir. Nedense RTE ve diğer AKP yöneticileri, her konuda konuşma gereksinimi duyuyorlar. Bu da devlet adamı ciddiyetini ortadan kaldırmakta. Türk siyaset tarihi bu kadar çok konuşan yöneticiler hiç görmedi, bundan sonra da görmeyecek sanırım.
                                                                                  Adil Hacıömeroğlu
                                                                                  11 Ocak 2013
            Not: 14 Ocak 2013 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.
            Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blospot.com dan okuyabilirsiniz.                           
             
           
                                                                                                                                                                                                         

BU KADAR DA OLMAZ KEMAL BEY!



            AKP hükümetinin İmralı’yla görüşmesi kamuoyuna yansıyınca yeni bir tartışma başladı. Öcalan’ın affına ve Türkiye’nin özerk yapıya gidecek bir süreç başlamış oldu böylece. Doğaldır ki bu durum halkın tepkisine de neden olmakta. AKP yöneticileri halktan yükselen eleştirileri bastırmakta zorlanıyor.
İşte, tam da AKP’nin köşeye sıkışmakta olduğu bir anda Kemal Kılıçdaroğlu’nun açıklaması gündeme bomba gibi düştü. Sayın Kılıçdaroğlu,  “Bu ülkede kan dökülmesini istemiyoruz. Hiçbir yurttaşımızın saçının teline zarar gelmesini istemiyoruz. Akılla, mantıkla, sağduyuyla, tarihsel birikimimizle bu sorunu aşabiliriz. Biz geçmişteki bütün hatalara karşın AKP’ye yeni bir kredi açıyoruz. Çözün sorunu.” diyerek İmralı görüşmelerinde hükümete desteğini açıklıyor. Bu krediyi kim adına veriyorsunuz Kemal Bey. CHP’nin üyesi seçmeni olarak ben bu krediyi vermiyorum. On binlerce CHP üyesi de benim gibi düşünmekte. Sordunuz mu Mustafa Kemal’in askerleri olan üyelerinize, seçmenlerinize bu krediyi verirken Kemal Bey?
Türkiye’nin bölünmesine giden bir sürece destek verirken Atatürk’e, İnönü’ye, Ecevit’e, Sivas Kongresine, Temsil Heyeti üyelerine, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne sordunuz mu? Devrim şehidi Kubilay’ın görüşünü aldınız mı? İlk Kurşun Anıtında efsaneleşen Hasan Tahsin bu işe ne der, diye düşündünüz mü?
Şeyh Sait ve Dersim isyanlarında şehit edilen Mehmetçiklerin kemiklerinin sızlayacağını RTE düşünmedi diyelim, siz niye düşünmediniz İmralı rezaletine kredi verirken? Ya, yaşamının baharında emperyalizmin uydusu bir bölücü örgütün hain kurşunlarıyla şehit olan kınalı kuzulara ne hesap vereceksiniz? Onlara nasıl açıklayacaksınız İmralı gafletini?
“Bu ülkenin çağdaşlaşmasında, özgürleşmesinde, demokratikleşmesinde de harcı olan bir parti olmak istiyoruz. Bütün siyasal partiler tek tek kayboldular tarih sahnesinden. Ayakta kalan bir parti var o da Cumhuriyet Halk Partisi. Varlık nedeni budur. Çağdaşlığı yakalamak, uygarlığı yakalamak, özgürlüğü yakalamak, demokrasiyi getirmek. Herkese iş, herkese aş getirmek, örgütlü bir toplum kurmak. Varlık nedenimiz budur. Bu varlık nedenimiz bize geleceğe umutla bakmamızı öngörüyor.” diyorsunuz Sayın Kılıçdaroğlu. Bu ülkeyi çağdaşlaştırıp özgürleştirenin, demokratikleştirenin CHP olduğunu bilmiyor musunuz Kemal Bey?
Bütün siyasal partilerin tarih sahnesinden silindiğini, ancak CHP’nin ayakta kaldığını belirtmişsiniz konuşmanızda. Çok doğru bu… Hiç düşündünüz mü CHP’nin neden yaklaşık yüzyıldır ayakta kaldığını? Kurulduğundan beri ülke birliğini savunup emperyalist oyunlara alet olmadığı için ayakta CHP. Bu güne kadar Atatürk’ü kılavuz edindiğinden yıkılmadı Cumhuriyet’in Partisi. Sağ partiler dış yönlendirmelerle demokrasiyi, ekonomiyi, bilim yaşamını, kültürü, eğitimi, sosyal yaşamı baltalarken etnik ve dinsel kimliklerle ulusu bölerken CHP, halkımızı bir arada tutan Cumhuriyet değerlerini savunduğu için ayakta. CHP’nin Atatürk gibi bir kurucusu olduğu için yıkılmıyor, çünkü temeli sağlam. CHP kurucuları, emperyalizme karşı bir kurtuluş savaşında kahramanlaşmış; Anzavur, Koçgiri, Kuvay-ı İnzibatiye, Delibaş Mehmet, Derviş Mehmet, Şeyh Sait, Dersim… gibi ulusun birliğini ve cumhuriyet değerlerini ortadan kaldırmaya yönelik ayaklanmalara karşı kararlılıklarıyla CHP’yi CHP yapmışlardır. CHP gibi Kahramanlık destanları, çağdaşlaşma savaşımlarıyla kurulan parti çok azdır dünya tarihinde Kemal Bey. Bunun içindir ki oturduğunuz koltuğun tarihsel sorumluluğunu iyi bilmelisiniz.
Birkaç gün önce katıldığınız bir tv izlencesinde “Atatürk  ülkede yaşayan herkesin ortak paydasıdır. Atatürk'e karşı çıkmak vatan hainliğidir.” demiştiniz Kılıçdaroğlu. Bu sözler yüzde yüz doğru. Atatürk’ü birazcık anlayan biri, İmralı gibi bölücü bir sürece kredi açmaz. Ya Atatürkçü olun ya da AKP ve bölücülerin etkisinde bir siyasetçi. Herkese şirin görünerek oy toplayacağınızı sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz. Atatürkçü bir siyasetçi şark kurnazlığıyla değil; kararlı, bilinçli, doğrultu tutarlılığıyla halkın karşısına çıkar.
AKP, Habur’da sıkıştı, oy yitirmeye başladı; “genel af” deyip devreye girdiniz. AKP kurtuldu. Anayasa değişiklikleri halkoylamasından geçti. Böylece Türkiye teokratik bir diktatörlüğün boyunduruğuna girdi.
Türban konusunda AKP çözümsüzlüğe saplandı, ortaya Kılıçdaroğlu çıktı ve bu sorunu da çözdü(?). Üniversitelerimiz tarikat ve cemaatlerin arka bahçesine dönüştü. Şimdi sıra ilk ve ortaöğretim kurumlarında Kemal Bey. Bu konuda da bir çözüm bulursunuz sanırım!
Oslo rezaletini halka anlatmakta güçlük çeken iktidarın imdadına yine Kemal Bey yetişti. Yaptığı açıklamayla AKP’yi rahatlattı. RTE de “Durmak yok, yola devam!” dedi.
Şimdi İmralı rezaleti, ulusumuzun kürek kemikleri arasına kama gibi saplandı. Kemal Bey, bu açıklamasıyla RTE’ye kredi verip el uzatmakta. Bu kadar da olmaz Kemal Bey! Siz AKP’nin can simidi, bölücü örgütün hamisi misiniz; yoksa CHP Genel Başkanı mısınız? Karar verin!
CHP’deki bu eksen kaymasına karşı parti üyelerinin önemli bir kısmının sessizliği yürek burkmakta. Dünyanın hiçbir koltuğu Türkiye’nin bağımsızlığından, ulusun birliğinden, yurttaşın özgürlüğünden daha değerli değil. Bu nedenle “Önümüzdeki seçimler yapılsın, duruma göre davranırım.” düşüncesi ve beklentisi Atatürk’ün partisinin üyelerine yakışmaz. Unutulmamalı ki bir ülkeyi küçük hesaplar uçuruma sürükler.
Ben de benim gibi düşünen tüm Atatürkçüler de ülkemizde kan akmasından yana değiliz. Ancak sorunu çözüyoruz, diye bölücü örgütün daha da palazlanmasına yol açacak girişimlere de karşıyız. Terörün nasıl çözüleceği konusunu daha önceki yazımla madde madde anlatmıştım. (Bkz. Terör Nasıl Önlenir? http://adiladalet.blogspot.com/2012/09/teror-nasil-onlenir.html)
Türkiye ve dünya gerçekleri doğrultusunda davranacak bir CHP’ye hem ulusumuzun hem de Ortadoğu’nun o kadar çok gereksinimi var ki…
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       6 Ocak 2013
Not: Yazılarımın tümünü,  http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.






PKK SİLAH BIRAKACAKMIŞ


            Yeni yılın gelmesiyle PKK’nın “silah bırakması” tartışması gündeme oturdu. “Silah bıraktırma” konusunun altında yatan asıl amaç, bölücü başının affedilmesidir. Uzun süredir AKP yöneticilerinin bölücü örgütü acındırarak sevimli gösterme çabası, dikkatlerden kaçmadı.
   28 Aralık 2012 tarihli “Bölücüleri Acındırmayı Görev Edinen Bakan” başlıklı yazımda şöyle demiştim: “27 Aralık günü RTE, PKK/BDP’ye çok sert çıkışlarda bulundu; esti, gürledi. Bu fırtına, bir takım gizli görüşmeleri örtmeye yönelik bir çaba.” Evet, başbakan ne zaman PKK/BDP’ye ağır sözlerle yükleniyorsa altından bir açılım ve İmralı/Kandil’le görüşme çıkmakta. Bu kez de yine aynı şey oldu. Nerdeyse bazı görevliler, İmralı’da yatıp kalkacaklar.
Başbakan, bir televizyon kanalında İmralı’yla görüşmelerin ilgili kurumlarca sürdürüldüğünü söyledi. RTE’nin İmralı görüşmelerini, “Ben görüşmüyorum, devlet görevlileri görüşüyor.” biçiminde açıklaması ise gülünçtür. Halkın zekâsıyla alay etmektir. Başbakan’ın bizzat kendisi, İmralı’ya giderek bölücü başıyla görüştüğünü kimse söylemiyor. Bu tür ilişkilerin başbakanın görevlendirdiği kişilerce yapıldığı herkesçe bilinmekte. Zaten, AKP sözcüleri ve hükümet yetkilileri bölücü başıyla görüşüldüğünü hiçbir zaman inkâr etmediler. Her fırsatta bu görüşmeleri savundular.
AKP hükümeti, terör konusunda İmralı’ya bağımlı durumda. Oradan gelecek iletilerle yol ve yön belirlemekteler. Türkiye’nin gündemi Öcalan tarafından belirlenmekte. Onun ağzından çıkan sözler, medyada günlerce tartışılmakta. RTE’nin, PKK’ya silah bıraktırılacağı yolundaki açıklamasıyla yandaş bülbüller de beyaz camdan şakımaya başladılar. “PKK ile barışın yakın olduğunu” heyecanla savunmaya başladı güdümlü köşe yazıcıları. Amaç, kamuoyunu teröristlerin affına hazırlamak.
Gerçekten PKK silah bırakır mı? Hükümetle terörist örgüt anlaşarak bir barışa imza atıp terör biter mi?
Silahı PKK’nın eline kim vermişse o bıraktırır. PKK gibi Ortadoğu’da küresel güçlerin kullandığı bir örgütün silahları bırakmasını beklemek saflıktır. Hele bölgemizdeki çatışmaların olduğu bir dönemde, küresel güçlerin terör örgütlerine çok gereksinmeleri var. Bu nedenle hükümetin teröristlere silah bıraktırma düşüncesi hayaldir.
Peki, İmralı görüşmelerinde PKK “özerklik” görüşünden vazgeçti mi? Yine anayasa değişikliği görüşmelerinde “Türk” kavramı ne olacak? Anayasanın değiştirilemez maddeleri konusunda AKP-PKK anlaşması sağlandı mı? Bu soruların yanıtları verilmeli hükümetçe. Verilmeli ki; ulus, başına örülmekte olan çorabı görsün.
AKP-PKK görüşmelerinde belirleyici olan terör örgütüdür. Böyle olunca da AKP, bu kirli terör savaşında PKK karşısında yenilgiyi kabul etmekte. Bölücü başının cezası, ev hapsine dönüştürüldüğünde, Türkiye üstünlüğünü tamamen yitirir. Üstünlüğü ele alan PKK’nın isteklerinin ardı arkası kesilmez. Baharla birlikte Güneydoğu’da ve bazı batı illerinde kitlesel kalkışmalara giden süreç bu görüşmelerle başlamış oldu. Geçen yaz Hakkâri’de uygulanan “vurkal, kaçma” eylem provası, baharda yaşama geçirilir. Böylece Türkiye bölünme gerçeğini yalnızca terör eylemleriyle değil, kitlesel başkaldırılarla da yaşar.
Anayasa değişikliği ve güya PKK’ya silah bıraktırma görüşmeleri Türkiye’yi bölünmenin eşiğine getirir. Habur ve Oslo’dan sonra İmralı, rezaletin üçüncü halkasıdır. Bu rezaletler, ancak halkın ülkesine sahip çıkacak bir iradeyle ortaya çıkmasıyla olur. Türk Ulusu’nun böyle rezaletlere katlanması ve yeniden Karlofça sonrası yenilgi psikolojisini yaşaması olanaksız. Küresel güçlerin oyuncağı taşeron bir örgüt karşısında yenilgiyi kabullenmiş bir ulus, bu coğrafyada yaşayamaz. Bu gerçek unutulmamalı…
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                                       4 Ocak 2013
Not: 7 Ocak 2013 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.