TÜRBANLI HACI VEKİLLER

                                   
Nurcan Dalbudak, Denizli Milletvekili:
İlk imza sahibi olduğu kanun teklifi, yok.
Sahibi olduğu sözlü önergesi, yok.
Sahibi olduğu yazılı soru önergesi, yok.
İlk imza sahibi olduğu genel görüşme önergesi, yok.
İmzası bulunan genel görüşme önergesi, yok.
İlk imza sahibi olduğu meclis soruşturma önergesi, yok.
İmzası bulunan meclis soruşturma önergesi, yok.
İlk imza sahibi olduğu meclis araştırma önergesi, yok.
İki kez TBBM’de konuşmuş. İkisi de bütçe görüşmelerinde. Denizli ile ilgili tek bir söz etmemiş, yazılı ya da sözlü olarak. Seçildiği ilin sesi olamamış Vekil Hanım.
Sevde Bayazıt Kaçar, Kahramanmaraş Milletvekili:
İlk imza sahibi olduğu kanun teklifi, yok.
Sahibi olduğu sözlü önergesi, yok.
Sahibi olduğu yazılı soru önergesi, yok.
İlk imza sahibi olduğu genel görüşme önergesi, yok.
İmzası bulunan genel görüşme önergesi, yok.
İlk imza sahibi olduğu meclis soruşturma önergesi, yok.
İmzası bulunan meclis soruşturma önergesi, yok.
İlk imza sahibi olduğu meclis araştırma önergesi, yok.
Kürsüye yemin dışında hiç çıkmamış. TBMM üyeleri sesine hasret. Vekili olduğu Kahramanmaraş’la ilgili tek sözcük söylemedi bugüne değin.
Gülay Samancı, Konya Milletvekili:
 İlk imza sahibi olduğu kanun teklifi, yok.
Sahibi olduğu sözlü önergesi, yok.
Sahibi olduğu yazılı soru önergesi, yok.
İlk imza sahibi olduğu genel görüşme önergesi, yok.
İlk imza sahibi olduğu meclis soruşturma önergesi, yok.
İlk imza sahibi olduğu meclis araştırma önergesi, yok.
TBMM kürsüsüne dört kez çıkmış. Bu konuşmalarda seçim bölgesi ile ilgili tek bir sözcük yok.
Gönül Bekin Şahkulubey, Mardin Milletvekili:
İlk imza sahibi olduğu kanun teklifi, yok.
Sahibi olduğu sözlü önergesi yok.
Sahibi olduğu yazılı soru önergesi, yok.
İlk imza sahibi olduğu genel görüşme önergesi, yok.
İlk imza sahibi olduğu meclis soruşturma önergesi, yok.
İlk imza sahibi olduğu meclis araştırma önergesi, yok.
TBMM kürsüsünde üç kez konuşmuş. Konuşmalarda Mardin yok. Çünkü Mardin’in hiçbir sorunu yok.
TBBM’ye türbanla girerek Cumhuriyet’e meydan okuyan bu dört vekil, bugüne kadar seçildikleri illerle ilgili sorunları, gereksinmeleri dile getirmediler. İllerinde ekonomik, sosyal, kültürel, çevresel sorunlar yokmuş gibi bugüne kadar bunlara hiç değinmediler Meclis’te.
Denizli, Kahramanmaraş, Konya ve Mardin’in eğitim, sağlık, bayındırlık,sanayi, tarım ve hayvancılık sorunları halledilmiş gibi bu konuları hiç gündeme getirmediler bugüne kadar. Ağızlarından bir kez yoksulluk ve işsizlikle ilgili çözüm önerisi çıkmadı.
Ezilen kadınların sesi olmadı bu dört vekil. Geleneksel yapı içinde ezilen, horlanan, ikinci sınıfa itilen kadınların haklarını savundukları da görülmedi bugüne değin TBMM’de. Çocuk gelinlerle ilgili bir feryatları işitilmedi.
Bir milletvekili niye seçilir? Seçildiği ile, Türkiye’ye hizmet etmek için. Vekili olduğu milletin sorunlarını çözmek için bir adım bile atmayan, kendi iradesiyle TBMM’de bir tek söz söylemeyenler görevini yapmış sayılabilir mi? Bugüne kadar görevini yapmamış bu vekiller, aldıkları maaşları hak ettiler mi? Yukarıdaki tabloya bakıldığında hak etmedikleri görülür. Hak edilmeyen para, haramdır. İşini yapmıyorsun, ama dini-dar gösteriş için türbana giriyorsun.
Türbanı, inancı gereği olarak taktıklarını söylemekte bu dört vekil. Peki, bugüne kadar neden inancınızın gereğini yapmadınız? Bir oldubittiyle hacca gideceksiniz, arkasından da lideriniz tarafından Cumhuriyet yıkıcılığı için görevlendirileceksiniz. Bu dört vekil, TBMM’ye kendi özgür iradeleriyle mi geldiler? Tabi ki hayır! RTE’nin haberi, iradesi ve onayı olmadan Meclis’e gelmeleri olanaksız. Bu, AKP’nin önceden planlayıp uyguladığı bir projedir. Bu dört vekilin seçilerek hacca gönderilmesi bile RTE’nin isteği doğrultusunda olduğunu bilmek gerek. Acaba bu vekiller, hacca kendi paralarıyla mı gittiler? Bu sorunun yanıtı da merak konusudur.
Bugün TBMM’de AKP, MHP ve BDP Cumhuriyet yıkıcılığı konusunda birlikte hareket ettiler. Bu, utanç vericidir. Birbirlerine karşıtmış gibi görünen partilerin Cumhuriyet karşıtlığı konusunda BOP eşbaşkanlığının iradesini nasıl kabul ettikleri ilginçtir. Bakalım, sırada ne var?
Not: Yazılarımın tümüne, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       31 Ekim 2013


CUMHURİYET BAYRAMIMIZI KUTLADIK


Sabahleyin heyecanla uyandım. En büyük bayramdı bugün. Evimiz dört yol kavşağında. Pencereyi açtım. Cadde boyunca bir bayrak deniziyle karşılaştım. Diğer caddeye bakan balkona geçtim. Her yer kırmızı beyaz.
Kahvaltı için küçük çapta alışveriş yapmaya dışarı çıktım. Bayrak asılmamış pencere, balkon yok gibi. Bazı evlerin neredeyse her penceresine bayrak asılmış. Her yanda Cumhuriyet kokusu var. Her apartmanda Cumhuriyet meşalesi yanmakta. Sabahın nazlı güneşinde bayraklar camlara yansımakta. Bayrak denizi güneş ışınlarıyla çoğalmakta. Rüzgâr hafif esmekte. Bayraklar nazlı gelinler gibi raks etmekte boşlukta.
Kahvaltılıkları ve günün gazetelerini alarak eve döndüm. Balkonda bir yandan gazetelere göz atarken bir yandan da caddeye bakmaktayım. Herkes erkenci... Aileler, çocuklarını okullardaki törenlere götürmekte. Arabaların çoğu bayrakla süslenmiş, kornalarını çalarak kutlamalara gitmekteler. Balkonlardan arabalara alkışlarla ve bayraklar sallanarak destek verildi. Hazırlıklarımı yapmaya başladım. Bu sırada eski dostlardan birkaçı aradı. Taksim’e vardıklarını söylediler. Ben telaşla çıktım evden. Geç kalacağım kaygısı yiyip bitirmekte beni. Her işte bir hayır var, deyip rahatlatmaya çalışıyorum kendimi. Taksim otobüsüne bindim. Gazete okumaktayım, ancak usum Tünel Meydanı’nda.
Boğaziçi Köprüsü’ne yaklaşmaktayız. O da ne? Yüzlerce motosiklet... Hepsi kırmızı beyaz... Bir düzen içinde gururla yol almaktalar. Türkiye’nin neredeyse tüm illerinin plaka numaralarını görmek olası. Köprü’ye girdik Önümüz kırmızı beyaz motosiklet deryası. Boğaz, bayram ediyor. Turkuaza kesmiş sular selamlamakta motosikletleri. Onlarla birlikte Barbaros Bulvarı’nda süzülüyoruz Beşiktaş’a. Deniz kollarını açmış, asırlık çınarlar özlemle beklemekte...
Dolmabahçe’de insandan çok polis var. Yol boyunca güvenlik önlemleri çok yoğun. Taksim’de otobüsten indik. Her yandan İstiklal’e koşmakta insanlar. İstiklal, ana baba günü, iğne atsan yere düşmez. Adım başı bir TOMA. Tüm sokak başlarında polis barikatı. Sokaklar, insan geçişine yasak. Odakule’de polis barikatı... Tünel’de bulunanlarla Taksim’den gelenler arasında zehirli bir hançer gibi durmakta. Her iki yandan sloganlar atılıp bayraklar dalgalandırılmakta. İstiklal, Cumhuriyet’ine saplanan hançere öfkelenmekte. İşgal günlerini görmüş tarihsel yapılar lanet okumakta bu duruma. İşgal askerinin yapmadığı olaylara tanıklık etmekteler bugün.
İşgal güçlerine meydan okuyan şehitler dile geldi. “Biz bu Cumhuriyet’i kazanmak için kan döktük ki torunlarımız özgürce kutlasınlar bağımsızlık günlerini.” diye haykırdılar cümle şehitliklerden. Mezar taşları, barikatlardaki taş yüreklileri görünce ete kemiğe büründüler. Karşılıklı direnç fazla sürmedi, Odakule’deki barikattan Tünel’e geçişler başladı. Tünel Meydanı tıklım tıklım... Önceden belirlenen güzergâhtan yürüyüş yasak. Toplanan yurtseverler, Taksim’den geçerek Dolmabahçe’ye inerek “Andımızı” okuyacaklar.
Taksim... AKP hükümetinin yumuşak karnı... Diktatörün fiyakasının bozulduğu yer... Tayyiban güçlerinin yenildiği Meydan... AKP yöneticilerinin gündüz hayallerinde, gece düşlerinde kâbusa dönüşen direnişin odağı... İktidarın en büyük korkusu, bu büyük kitle Taksim’den geçerken ya Gezi Parkı’na yerleşirse... Bir daha oradan gitmezlerse... Yerleşip kalırlarsa... Yeni bir direniş başlarsa eskisinden daha geniş kapsamlı? Yayılırsa yurdun dört bir yanına... O zaman ne yapar Tayyipgiller? Sürekli sallanan iktidar koltuğunda depremzedeler gibi tutunmak kolay mı?
Polisle Cumhuriyet güçleri arasında didişmeler başladı. Polisin TOMA’sı, biber gazı, copu, plastik mermisi var; Cumhuriyet güçlerinin bayrağı ve Atatürk’ü... Bir de Cumhuriyet devrimlerine olan inanç var yüreklerde.
TGB’liler yine ön saflarda... Örgütlü ve dirençliler. Polis baskısıyla dağılma eğilimi gösteren bazı kişiler bu direnç karşısında vazgeçiyorlar gitmekten. Zaman ilerlemekte...
Karar veriliyor ve Karaköy’e iniliyor. Oradan Dolmabahçe’ye yürünüyor. Bir bayrak denizinin ortasındayız. Arabalardan destekler geliyor klaksonlarla. Yer gök inliyor. Aileler bebekleriyle gelmişler. Balkonlardan çılgınca alkışlar...
Dolmabahçe’ye varıldı. Alan tıka basa dolu. Ayak basacak yer yok. Altıncı Filo askerlerinin denize döküldüğü yer... Devrimciler, Yankeleri denize dökerken dini-darların saldırısına uğruyorlar. O zamanki iktidarın desteğiyle öğrencilere saldıran dini-darların kirli eylemlerinden sonra 6. Filo’ya dönerek iki rekât şükür namazı kıldıkları yerdeyiz. Burada devrimcilerin ulusal onuru, dini-darların uşaklıktan ötürü utancı var.
 Derin düşüncelere dalmışım. Önümden bastonuna dayanarak zorla yürüyen yaşlı nine, iki çocuğunu ellerinden tutarak gelen anne geçmekte. Uzun yıllardır görmediğim dostlarla karşılaştım. Cumhuriyet ruhu, dostları da kavuşturmakta.
Kısa konuşmalar yapıldı, kimsenin sabrını taşırmadan. Andımızı söyledik coşkuyla. Halay başladı. Herkes kol kola. Bağdat Caddesi’ndeki yürüyüşe yetişmem gerek. Alandan ayrılıyorum, Kabataş’a gitmek için. Cadde boyunca insan seli Dolmabahçe’ye akmakta. Alan bir yandan boşalırken diğer yandan dolmakta. Üsküdar motorundayım. Oturacak yer yok. Kendimi mavi sularda yansıyan ışıklara bırakarak tarihsel yolculuğun hülyasına daldım. Az sonra iki damla yaş yanağımdan süzülüverdi. Toprağın altındaki çift dilli zehirli yılanın ihanetine hayıflandım.
İktidarın tüm engellemelerine karşın Dolmabahçe’ye gidip andımızı içtik. Ya, içecek andı olamayıp sürekli bir ihanetin tarihsel girdabından çıkamayarak işbirlikçilik utancıyla yaşadığını sananlar?
Elinde bayrak, dilinde Cumhuriyet, yüreğinde Atatürk olanlardan Türkiye’ye zarar gelir mi hiç? Bunca polise, sert önlemlere ne gerek var ki?
Not: Yazılarımın tümüne, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       30 Ekim 2013


CUMHURİYET


Cumhuriyet; Türkiye’nin dört bir yanında şeker pancarı ekmek, yedi bölgede şeker fabrikalarının bacalarının tütmesidir.
Cumhuriyet; Güney Anadolu’nun bereketli topraklarının yerfıstığını kucaklamasıdır.
Cumhuriyet; Doğu Karadeniz’in yamaçlarında çay filizlerinin boy atmasıdır. Çay fabrikalarında vardiyadan çıkan emekçinin evine ekmek götürmesidir.
Cumhuriyet; Trakya’da ayçiçeğinin güneşe gülümsemesi, Trakya Birlik’in altın sarısı yağı üretmesidir.
Cumhuriyet; barajlarla akarsuların dizginlenmesi, elektrikle kerpiç damların aydınlanmasıdır.
Cumhuriyet; pamuk, fındık, fıstık, incir, zeytin, üzümün dünyaya satılarak Türkiye çiftçisinin yüzünün güldürülmesidir.
Cumhuriyet; kazmayla kürekle aşılmaz dağları aşarak kara ve demiryolu yapmaktır.
Cumhuriyet: kendi denizlerinde Türk bayraklı gemilerin dümen kırmasıdır.
Cumhuriyet; gündüz külahlı, gece silahlı gezen başıbozukların kamu yönetimine boyun eğmesidir.
Cumhuriyet; bir ulusun sıtma, verem, trahom, frengi, çiçek hastalığından kırılmamasıdır.
Cumhuriyet; gökyüzünde kendi ürettiği uçağı uçurmaktır.
Cumhuriyet; Karabük, Ereğli ve İskenderun’da ham demiri çeliğe dönüştürmektir.
Cumhuriyet; çırçır fabrikasında şarkı söylemek, Nazilli basmasında sevdanın resmini yapmak, pamuk tarlalarında hoyrat söylemektir.
Cumhuriyet; Âşık Veysel’in bağlaması, Cemal Reşit Rey’in bestesi, Nazım’ın dinmeyen yürek yangını, Münir Nurettin’in ustalığı, Muhsin Ertuğrul’un sahne tozundan çiçek yapmasıdır.
Cumhuriyet; Hulusi Behçet, Fazıl Hüsnü, Yakup Kadri, Mustafa Necati, Dr. Reşit Galip, Mahmut Esat Bozkurt... Hasan Ali Yücel’dir.
Cumhuriyet; tersanelerde Türk ustaların becerileri, Mühendislerinin keskin zekâsıyla herkesin parmak ısıracağı gemileri denize indirmektir.
Cumhuriyet; ağa; paşa, bey, şeyh, şıh, kulun olmadığı yurttaşın gururla yaşadığı bir yönetimin adıdır.
Cumhuriyet; Çocukluk düşlerinin heyecanıyla evcilik oynayan küçücük kızların gelin edilerek yaşamlarının karartılmadığı; insanın, insanca yaşadığı bir düzendir.
Cumhuriyet; töre cinayetleriyle can vermemektir.
Cumhuriyet; koyun ve keçi sürülerinin meralarda özgürce yayılmasıdır.
Cumhuriyet; hakkını aramak, boyun eğmemektir zorbaya.
Cumhuriyet; dil, din, cinsiyet farklarını gözetmeksizin ulus olmaktır.
Cumhuriyet; köy çocuklarının okutularak halkına ve devletine hizmet etmesidir.
Cumhuriyet; kent, kasaba ve köyde yaşayan insanların yüzünün gülmesidir.
Cumhuriyet; kapitülasyonlarla düvel-i muazzamaya teslim olmamaktır. Bağımsız ve özgür yaşamanın onurunu tüm hücrelerinde duyumsamaktır.
Cumhuriyet; kadınla erkeğin el ele, kol kola, yan yana yürüdüğü, baş başa düşündüğü, ortak emekle ürettiği, helali haramdan ayırt ederek tükettiği bir yaşam biçimidir.
Cumhuriyet; dünya ile birlikte koşarken ufkun arkasını görmektir. Geleceğe güvenle bakmak, bugünü mutlulukla yaşamaktır.
Cumhuriyet; Sakarya Nehri’ni kanıyla sulayan, Dumlupınar’dan kükreyen, Afyon Ovası’nda yel gibi uçan, 9 Eylül’de Kordon’u atlarının nallarıyla mühürleyen kahramanlardır.
Cumhuriyet; İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Fahrettin Altay, İzzettin Çalışlar, Kazım İnanç... Reşat Çiğiltepe’dir.
Cumhuriyet Mustafa Kemal’dir. Atatürk’tür. Atatürk gibi düşünmek ve yapmaktır. Atatürk gibi bağımsızlığa âşık olup yaşamını ulusuna feda etmektir.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       29 Ekim 2013


CHP ADAYI KİM OLACAK 3

     
CHP’nin İstanbul adayını kim ya da kimler belirlemeli? Bu konuda türlü çalışmaların yapıldığını işitmekteyiz. İşin en acı yanı ise belediye başkan adayının CHP’lilerden çok, iktidar yanlılarınca belirlenmeye çalışılmasıdır.
CHP aday çıkaracak. Derdi, tasası yandaş basına ve iktidara teslim bayrağını çekmiş ana akım medyaya düştü. CHP’nin aday göstermesi gereken kişiyi belirleyip her gün onun sözde başarılarını destanlaştırmaktalar kendilerince. Bu kadar bulunmaz Hint kumaşıysa bu kişi, alın partinize hizmette sınır tanımayın!
AKP’li yandaşlar, yalnızca bir aday belirlemiyorlar CHP için. O olmasa bu olsun, diye seçenekler de sunmaktalar kamuoyuna. Bazı kişilerin CHP sevgisini gördükçe gözlerim yaşaracak. Seçeneklerden ikisi de rantiyeci belediyeciliğin şaşmaz iki temsilcisi. Kentleri griye çevirmenin ustaları. Okyanus ötesini ihmal etmeyen sosyal ilişkileri sağlam(!) kişiler. İdeolojisiz olmayı, siyasal kimliksizliği beceri sanan darbe döneminin armağanı siyasetçi tipleri.
Atatürk’ün partisinden seçileceksin; ama “Atatürkçüyüm!” diyemeyeceksin. Ulusalcıları öcü göstereceksin. Tarikat ve cemaatlere her fırsatta selam çakmayı unutmayacaksın. Yandaş basının övgüleriyle şımaracaksın. Onların verdiği başarı karneleriyle gururlanacaksın.
Kitap okumayıp kendini geliştirmeyeceksin. Bulunduğun kentte yer alan bir tarihsel yapıt için üç sağlam tümce kuramayacaksın. Kenti, kent yapan sanat ve kültür adamlarından hiçbiriyle doğru dürüst bir söyleşin olmayacak, ama müteahhit davetlerinin “onurlu” konuğu olacaksın. Ondan sonra da kenti yönetmek isteyeceksin. Senin AKP’li başkanlardan ne farkın var? Betonsa beton döküyorlar. Yeşil alanları yok etmekse onlarla yarışacak durumdasın. Kentle ilgili bilgisizlikte at başısınız AKP’li başkanlarla. Yandaş korumakta birbirinizi aratmazsınız. ABD’ye bağlılıkta yarış içindesiniz. Bu kadar yeter sanırım. Durum böyle olunca ha CHP’den, ha AKP’den seçilmiş belediye başkanı fark eder mi? Eğer aynı şeyleri yapıyor ya da yapacaksanız bu toz duman neden?
Bu toz dumanın nedeni, asıl muhalefeti engellemek. Gezi direnişini boğmak. “Mustafa Kemal’in askerleyiz!” diye alanları dolduranların sesini kısmak. Cumhuriyet kurumları tek tek yıkılırken neredeydiniz? Türk aydınları sıradan gerekçelerle, iftiralarla hapislere doldurulurken ne yapıyordunuz? CHP’nin ve Türkiye’nin kurucusu Atatürk’e AKP sözcülerince ağır hakaretler yapıldığında neden öne fırlamadınız bugünkü gibi.
İşitmekteyiz ki belediye başkanlıklarının aday belirlemelerinde Beykoz Konaklarındaki zevat da devredeymiş. Ecevit başkanlığındaki 57. Hükümeti Derviş yönetiminde kundaklayarak AKP’ye yol açanlar değil mi bunlar? Dün DSP’nin başına çorap örenler, bugün CHP’yi kundaklamak için devredeler. Siyasetçi uyanık olmalı. Öngörüleri bulunmalı. Geleceği görmeli siyasetçi.
Aylardır tartışılıyor CHP adayları. AKP ise her gün Cumhuriyeti yıkmakta adım adım. CHP aday tartışmasında, AKP Cumhuriyet yıkıcılığında...
Tartışmalar ilk çıktığında CHP yönetimi, “Adaylarımı tüm üyelerin katıldığı önseçimle belirleyeceğim.” diyebilseydi keşke. Diyebilseydi de Cumhuriyet yıkıcılığını önlemek için tüm erkesini harcasaydı. Yandaş basın ve DSP’yi kundaklayanlar kadar belediye başkan adayını belirlemek CHP’li üyelerin hakkı olsa gerek.
Türkiye’nin en yaşamsal seçimlerinden birinde kendi üyelerini Saf dışı bırakmaya kimsenin hakkı yok! Ülke bütünlüğü tehlikede... Ulus parçalanmakta... Cumhuriyet, ortaçağ dehlizlerinde kör karanlığa tutsak edilmekte... Bu tehlikelerden halkla birlikte bir mücadeleyle kurtarabiliriz. AKP’yi taklit ederek AKP diktatörlüğü yıkılmaz. Hele AKP’li bülbüllerin belirlediği adaylarla hiç yıkılmaz AKP diktatörlüğü...
Onlarca üniversitenin yer aldığı, dünyanın sayılı kültür, sanat, bilim merkezlerinden olan İstanbul’un belediye başkanlığına uygun bir aday bulunamıyorsa bu da ayrı bir ayıp. Ufku geniş, Cumhuriyet değerlerine bağlı bir aday bulmak bu kadar mı zor?
Not: Yazılarımın tümüne, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.
Adil Hacıömeroğlu
                                                                       24 Ekim 2013




CHP ADAYI KİM OLACAK 2


CHP adayları konusunda kamuoyundaki asıl tartışma İstanbul için. İstanbul, genel seçimlerin olduğu gibi, yerel seçimlerinde kilidi. İstanbul’dan sonra dikkati çeken iller Ankara ve İzmir...
Türkiye’de belediye hizmetlerinin en yetersiz olduğu illerin başında gelmekte İstanbul. Çözülmeyen sorunlarıyla başköşede. Sorunları çözmek bir yana, her geçen gün sorunlar daha da artmakta, çözümleri daha da güçleşmekte. Ankara, İzmir, Bursa, Adana, Konya, Kocaeli... gibi sürekli göç alan iller de İstanbul’la benzerlik göstermekte.
Peki, İstanbul’un ya da diğer kentlerin sorunları her geçen gün neden büyümekte? Belediye hizmetlerinin yetersizliğinin arkasında ne var? Hem büyükşehir hem de ilçe belediyeleri, hangi partiden olursa olsun benzer yönetim anlayışlarını neden uygulamaktalar? Doğaya, tarihe, insana, kent dokusuna karşı tutum almada partiler arasında niye fark yok? Türkiye’de adam gibi halka hizmet eden belediyeler sayıldığında neden iki elin parmaklarını geçmemekteler? Bu soruları yanıtladığımızda, doğru yerel yönetim modelini oluşturmak hiç de zor olmayacak?
Başarılı yerel yönetim deyince insanların usuna ilk gelen belediyeler: Eskişehir, Ordu, Dikili, Aydın... Neden Eskişehir’de yıllardır başarıyla uygulanan yerel yönetim anlayışı diğer belediyelere örnek olamamakta? Yılmaz Hoca’nın yarattığı mucize, CHP’li diğer belediyelerce görmezden gelinmekte. CHP’li birçok belediye başkanı, hükümetin muhalefet belediyelerine yardım etmediğinden söz etmekte. Bir yöneticinin başarısızlığını bu tür nedenlerle örtmeye çalışması gülünç. Başarılarından söz ettiğimiz belediye yönetimleri iktidar partisinden mi? Bir yönetici, öncelikle göreve gelmeden önce kendisini bekleyen zorlukları iyi bilmeli. Ondan sonra da bu güçlükleri aşmak için çözümler üretmeli. Yöneticiler sorunların ağlayarak değil, çözüm üreterek üstesinden gelirler. Bir görevde başarısızlığın hiçbir bahanesi olmamalı. Eğer başaramıyorsan görevi bırakacaksın. Hem kendine, hem partine, hem de ülkene zarar vermeyeceksin.
12 Eylül ve sonrasında Özal’la idealizm, toplumda hor görülür oldu. Para, bazı insanların ilk hedefi haline geldi. Oysa bir toplumu ayakta tutan, ilerleten, başı dik yaşamasını sağlayan toplumdaki idealistlerdir. Ne yazık ki toplum için çalışanlar siyasal partilerde azalmaya başladı. Bunun içindir ki, yerel yöneticilerin birçoğu benzer işlerin peşinde. Yandaşı korumak, eş dostu işe yerleştirmek, ihaleleri yakın arkadaşlara vermek, kentleri griye çevirerek yeşili yok etmek, sanatı görmemek, tarihi gereksiz kılmak... neredeyse tüm yerel yöneticilerin ortak yanları.
Belediye hizmeti yerine; Türkiye’nin her köşesindeki cenazelere katılmak, tüm düğünlerde bulunmak, bakkal dükkânından AVM’ye kadar olan bilumum işyeri açılışlarında yer almak, her türlü toplantıda kameralara poz vermek yerel yöneticilik sanılmakta. Bunları gördükçe Osmanlı döneminde; devletin ücretli, kadrolu ağlayıcıları ve alkışçıları hep usuma gelmekte.
Bütün bu popülizmle örtülmeye çalışılan ise; yok edilen yeşil alanlar, pıtrak gibi yükselen gökdelenler, varsıllaşan yandaşlar, kabaran cüzdanlar; güneşe, rüzgâra, yağmura, bir kuş cıvıltısına, bir kelebek uçuşuna, bir karınca yürüyüşüne, bir arı vızıltısına hasret kalan kentlerdir. Çocukların sokaklarda yürüyemediği, gençlerin coşkunluklarını yaşayamadığı, yaşlıların oturacakları bir ağaç gölgesinin olmadığı kentler; popülizm bataklığında debelenen yerel yöneticilerin becerileridir.
Sen, önce işini yap. Yönettiğin insanlara, yerel hizmetleri götür. Görevini layıkıyla yap, ondan sonra tribünlere oynarsın, oyun yeteneğin kadar...
Memlekete idealleri olan adamlar gereklidir. Topluma hizmeti, her şeyin üstünde tutacak yüce gönüllü, kocaman yürekli kişilere gereksinim var. Kör kuruşa selam durmayacak mayası sağlam yerel yöneticiler olmalı ülkemde. Olmalı ki kentler yaşanılır duruma gelsin. Depremlerde çöken yapıların altında yurttaşlarımız can vermesin. Yüz binlerce insanın yaşadığı kentlerde bireyler, kendilerini yapayalnız duyumsamasınlar.


                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           23 Ekim 2013






CHP ADAYI KİM OLACAK 1?


Günlerdir kamuoyunun tartışmaya zorlandığı bir şey var. Başta İstanbul olmak üzere CHP’nin büyükşehir adayları kim olacak? Bu tartışma, yapay bir gündemi de doğal olarak oluşturmakta. CHP’liler adaylar üzerinden fal bakmayı sürdürürken AKP de Cumhuriyet’i yıkım görevini tam gaz yapmakta. CHP, yapay gündemlere boğulurken Türkiye’nin asıl sorunları gözden kaçmakta.
CHP’nin bir yerel yönetimler modeli yok. Olmayınca da kişilerin kahramanlıklarıyla(!) amaca varmak istiyorlar. Önce doğru model gerekli. Siz, doğru modeli uyguladığınızda kimin aday olacağı çok önemli değil.
İnsanların yaşadığı kentleri, insanların mutluluğuna dayalı yönetmek, planlamak, yaşam alanları oluşturmak CHP belediyelerinin görevi olmalı. Yalnızca başkanlara dayalı bir sistem var belediyelerde. Belediye meclisleri, kentle ilgili yaşamsal konularda çoğu zaman yetkilerini başkana devretmekte. Bu da tek adam yönetiminin oluşmasının önemli nedeni olmakta. Kentle ilgili konular ne grup toplantılarında ne de mecliste tartışılmıyor. Tartışmanın olmadığı yerde ortak akıl ve katılımcılık olmuyor. Ortak aklın, katılımın olmadığı yerde de demokrasi olmuyor.
Birçok belediye yönetimi, yerel yöneticiliği boş arsalara inşaat yapmak olarak anlamakta. Bu nedenle de kentlerde yeşil alanları mercekle aramaktayız. Yaşlanan kent nüfusuna yönelik çalışmalar yok denecek kadar az. Apartman dairelerinde kafes kuşları gibi büyüyen çocuklara yönelik çalışmalar neredeyse yok. Kadınlara yönelik çalışmalarsa göstermelik.
Hangi partiden olursa olsun seçilen belediye yönetimi, genellikle yüklenicileriyle gelmekteler yönetime. Bu nedenle de çoğu belediyede hizmet denince akla taş döşemek geliyor. Döşenen kaldırım taşları o kadar hızlı sökülüyor ki yerinden halkın bunu takip etmesi olanaksızlaşıyor. Türkiye’nin neredeyse hiçbir yerinde elli yıllık kaldırıma rastlamak olanaksız. Alt yapı yatırımlarının günü kurtarmak için yapıldığı gözlerden kaçmamakta. “Evladiyelik” diyebileceğimiz yatırımlar yok. Tüm yurttaşların bildiği belediye yatırımsızlıklarını saymamız gereksiz
Ne yazık ki Özal’la başlayan ranta dayalı belediyecilik anlayışı, tüm partileri etkilemiş durumda. Halka hizmet yerine göstermelik davranışlarla seçmene şirin görünme anlayışı egemen oldu yerel yönetimlerde. Kente yarar sağlayan değil, yandaşı varsıllaştıran bir anlayış benimsendi. Son otuz yılda belediye başkan ve meclis üyelerinin mal varlıklarındaki artışlar gözle görülmesine karşın, devletin denetim organlarının sessizliği, yargının yolsuzluk iddiaları karşısındaki ilgisizliği dikkat çekicidir. Hangi kentte kime sorarsanız sorun belediyelerde yolsuzluğun olduğunu söyler. Hatta hangi konularda, kimin, nasıl yolsuzluk yaptığını bile anlatır sokaktaki yurttaş. Buna karşın bunları görmesi gereken ilgili orunların suskunluğu hayret vericidir. Partilerin yönetim organlarının sessizliği, akıllara çok farklı senaryoları getiriyor.
Yerel yöneticilerden öyleleri vardır ki sokağa çıkacak yüzleri yoktur. Buna karşın yine seçimlerde aday olarak atanırlar. Bu, halk iradesinin kötüye kullanılmasıdır. Yıllardır yöneten kişilerin yeniden seçilme inadı nedendir acaba? Milletvekilliği, bakanlık yapmış kişilerin belediye başkanı olmak istemelerindeki amaç hizmet etmek midir? Evet, burada bir hizmet vardır, ama halka değil.
Gerçekten halka hizmet ettiğine inanan siyasetçi görevi bittiğinde köşesine çekilmeyi bilendir. Görevi, meslek durumuna getiren siyasetçiden korkmak gerek. Çünkü bu tip politikacılarda kişisel hırs ve çıkarcılık, toplumsal çıkarların üstüne çıkmıştır. Bunlar siyasette veren değil, alan kişilerdir.
CHP, sağ partilerin soygun düzeninin taklitçisi olamaz. Kentleri betona, taşa teslim eden bir anlayışın tutsaklığından kurtulmalı. Yönettikleri kentlerde bir ağaç gölgesi bırakmayan kişilerin başarılı gösterilmesi tuzağına düşmemeli. Doğru kentleşme, düzgün bir demokrasinin temelidir. Kent demek, uzlaşma demektir. İnsanların bir arada yaşamasının alanıdır kentler. Kültürün, sanatın, bilimin boy attığı kentlere sözcük dağarcığı yüzü geçmeyen siyaset papağanlarının aday olarak gösterilmesi yurttaşlara hakarettir. Bu, böyle biline...

                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       22 Ekim 2013



CHP, HALKTAN NASIL KOPTU?


CHP’nin yeniden açılmasından sonra 18 Şubat 1995’te SHP ile birleşmesi önemli bir dönüm noktasıdır. Çökmekte olan hastalıklı bir siyasal yapı, politik açıdan zayıf olan CHP bünyesine uymadı. Etnik kökene ve inanca dayalı politik kümelenmeler ne yazık ki CHP’de de kendini gösterdi.
12 Eylül öncesi Ecevit’e karşı mücadele eden hiziplerin hem SHP’de hem de CHP’de birbirleriyle çekişmeye girmeleri kavgalı bir görüntünün oluşmasına yol açtı. Böylece içe dönük kavgaların bolca yaşandığı, dışa dönük mücadelenin neredeyse düşünülmediği bir parti görünümü verdi CHP.
Yine SHP içinde çöreklenmiş ve 1989 belediyelerinin olumsuz uygulamalarında imzaları bulunan birçok lümpen kişi CHP’nin değişik kademelerinde görev aldı. Ne yazık ki partide işsiz güçsüz, profesyonel politikacılar türedi. Bu durum, kişisel çıkarları ön plana çıkardı. Bu kişiler, CHP politikalarına uymayan söylemleri, lümpen tavırlarıyla partiye gelen halktan kişilerin uzaklaşmasına neden oldular. Toplumdan soyutlanma başladı hızla. Parti örgütleri neredeyse halka kapalı duruma geldi.
Partide ideolojik tartışma ve saflaşmaların yerine kişilere odaklı saflaşmalar, tartışmalar egemen oldu. “Baykalcılık” adı altında örgütlendi bu gruplar. Dün Baykal’a selam duranlar, sonrasında Kılıçdaroğlu’nun yanında yer aldılar. Çünkü önemli olan partide bir kademede görev almak. O da kişilere dayalı politikadan geçmekte. CHP’de her şey o dönemde Deniz Bey’e göre kurgulandı. CHP demek, Deniz Baykal demeye getirildi parti siyaseti. Baykal’a karşı çıkanlar, CHP’ye karşı çıkıyormuş gibi dışlandı. Çok haklı, içten eleştiriler bile ihanet çizgisinde değerlendirildi.
CHP’nin en çok savsakladığı şey parti içi eğitimdi o zaman. Parti kadroları, üyeleri CHP’yi savunmakta, anlatmakta, tanıtmakta yetersiz kaldılar. Atatürk’ü, sloganist bir yaklaşımdan öteye taşıyamadı parti. Kemalist çizgi bazı yöneticilerin söyleminde olsa da siyasal uygulamalarda bunu görmek olanaksızdı.
Kişiye dayalı sistem, düşünsel alanda siyaset yapmak isteyen aydın kitleyi dışlamaktaydı. Bu da düşünsel çoraklık yaratmaktaydı. Özellikle işinde başarılı, üretken kişiler CHP’nin dışında kaldı süreç içinde.
Türkiye’nin sosyal durumuyla ilgili tahliller yapılmadı. Günü kurtarmak asıl amaç oldu. Bu nedenle döneme uygun olarak kamuoyunda popüler olmuş kişiler öne çıkarıldı. Onlardan medet umuldu. Büyük iddialarla el sıkışılan bu kişilerle yollar çok kolayca ayrıldı. Parti dokusu, farklılıkları inatla reddetmekteydi.
Kişilere dayalı sistem, lider gidince farklı bir alanda kendini gösterdi. Baykal’ın gitmesi karşısında üzülerek gözyaşı dökenler, Kılıçdaroğlu’nun gelmesi karşısında da sevinç gözyaşı dökmekteydiler.
Bugün CHP vitrininde bulunanların çoğu, geçmiş yönetimlerin kişiye dayalı sisteminde parlatılarak siyaset sahnesine çıkartılanlardır. İdeolojinin bir yana itilerek kişilerin öne çıkarıldığı bir sistemde doğru kişilerin parti yönetimine gelmesi olanaksız. Hastalıklı yapılardan ideolojisiz, idealsiz kişiler ortaya çıkmakta.
Bugün geldiğimiz noktada CHP hala kurtuluşu kişisel tansıklarda aramakta. Kendi tarihinden bile ders alamayan bir partinin ulusun geleceğine damga vurması çok zor. CHP, öncelikle hangi koşullarda doğduğuna bakmalı. CHP; Kurtuluş Savaşı’nın yurtsever kahramanları ve Türk Devrimi’nin ülkücü düşünce fedailerinin kurduğu bir partidir. Antiemperyalisttir, çağdaşlaşmacıdır. Tarikat, cemaat, aşiretlerden ve Atlantik’ten medet umanlar bunu iyi bilmeliler.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       21 Ekim 2013


DOĞANIN YANIK SAĞALTIMI


1964 Şubat’ıydı sanırım. Kar, diz boyu. Gece boyunca yağan kar, her yanı kaplamıştı. Sabahleyin uyandığımızda göz gözü görmüyordu. Tipi, rüzgârla savrulmaktaydı.

Soğuk ve yağışın şiddetli olduğu böyle zamanlarda çocukların dışarı çıkması neredeyse olanaksızdı. Odun almak için dama giden büyüklere yardım etmek için can atardık biz çocuklar. Kısa süreli de olsa dışarı çıkma, kar havasını soluma olanağı yaratırdık kendimize.

 Evde suyun bitmesi için dua ederdik. Hatta suları bolca harcardık ki çeşmeye gidelim, diye. Su taşımak söz konusu olunca hemen bir bakır güğüm kapıp hızla lastik ayakkabılarımızı giyerek kapı önünde beklerdik. Nedense karlı havalarda su taşıma isteğimiz kabarırdı. Yol boyunca karla oynayarak çeşmeye giderdik. Ellerimiz, kulaklarımız, burnumuz kıpkırmızı olurdu. Ayaklarımız kar sularıyla vıcık vıcık. Eve gelir gelmez aşhananın (“Aşhane” sözcüğünün, Doğu Karadenizlilerce büyük ünlü kuralına uydurularak söyleniş biçimidir.) başındaki yerimizi alırdık. Islak giysilerimizi değiştirmediğimizden ısınmaya başladığımızda üstümüzden buharlar çıkardı.

Aşhana (ocak), evin önemli bir yeridir. Burası, mutfak olarak kullanılan evin en geniş bölümüdür. Aynı zamanda geniş ailelerin oturma odasıdır.

Aşhananın alt bölümünde, tam ortada pileki bulunur. Pileki taştan yapılır. İçi oyuktur. Genellikle ekmek pişirmek için kullanılır. Mevsimine göre hamsi, hamsikol (hamsili ekmek), elma, patates de pişirilir. Ateş pilekinin içinde yanar. Ekmek yapılacağı zaman ateş ocağın kıyısına doğru çekilir maşa ya da kürekle. Pilekiye kimi zaman lahana yaprakları serilir. Hamur, pilekiye özenle yerleştirilir. Üzerine sac örtülür. Ocağın kıyısına çekilen közler, özenle sacın üstüne konur. Harlı ateşin ısısıyla ekmek, kızarmış bir piliç görüntüsüyle pişer. Mısır ekmeğinin kokusu, her yana yayılır. Bu da iştahların kabarmasına neden olur.

Ekmeğin piştiğine kanaat getirilince sacın üstündeki köz ve kül karışımı kenara çekilir. Sac kaldırılır. İçinden buharı tüten ekmek özenle alınır. Tereyağıyla peynir çoktan hazırdır. Geniş bir bakır kaptaki ekmek, çabucak parçalanıp ufalanır. Odun kaşığına doldurulan yağla iyice karıştırılır. Üstüne peynir eklenir. Karıştırma işi yinelenir. Bu karışımın adına, “çumur” denir. Çumurun yakıcı sıcağına aldırmadan yenmeye başlanır. Kış soğuğundaki bu sıcak lezzet, hem damaklar hem de yuvaları ısıtırdı. Hele yanında demlenmiş çayınız da varsa tadına doyum olmazdı bu toyun.

Kışın aşhananın kenarındaki közler üzerinde sürekli bir çaydanlık bulunurdu. Çaydan çok ıhlamur ve dağ çiçeği kaynatılırdı bu çaydanlıkta. Günün her anında sıcak bir şey içilebilirdi.

Ocağın ortasından bir zincir sarkardı. Zincirin iki çengeli vardı. Bu çengellerin birinde çoğu zaman içi su dolu bakır güğüm asılırdı. Sıcak su, her zaman gerekli bir şeydi. Kışın inek sağarken memelerini yıkamak için gerekebilirdi. Kışın soğuk günlerinde hayvanlara yal yapmak için gerdele konan suyun ılıştırılması için sıcak suya gereksinim vardır. Kalabalık ailelerde yemek pişirmek için hazır sıcak su işleri kolaylaştırırdı. Bulaşık, çamaşır yıkamak içinde bir hazırlıktı o. Kalabalık ailelerde çocuklar her an giysilerini kirletirlerdi. Bugünkü gibi hazır giyim sanayi gelişmemişti. Bu nedenle her çocuğun bir ya da iki kat giysisi olurdu. Çoğu zaman kardeşler birbirlerinin giysilerini giyerlerdi. Kirlenen giysi hemen yıkanıp ateşte kurutulurdu.

Zincirin diğer çengeline bakır kazan asılırdı. Bu kazanda yemek pişerdi. Ocağın başında genellikle evin en büyükleri oturur. Ateşin yanmasını, yemeğin ve ekmeğin pişmesini kontrol ederlerdi. Böylece evin yaşlıları boş durmaz, günlük işlerin bir ucundan tutarlardı.

Kamıştan yapılan ve adına “düdük” denen bir gereç ocak başından eksik olmaz. Ateş sönmeye yüz tutunca ocak başında oturan büyüğümüz düdüğü alır, ateşe üflerdi. Cansız ateş canlanır, alevlerin ışıltısı parlardı. Biz çocuklar fırsat buldukça gerekli, gereksiz düdükle ateşe üflerdik. Bu üflemelerde ustalık olmadığından çoğu zaman küller sağa sola savrulurdu. Duman çokça çıkar, öksürük nöbetleri başlardı.

Biz çocuklar dışarı çıkamadığımızdan genellikle aşhanada ve yanındaki küçücük koridorda oynardık.

Kendimizi oyunun heyecanına kaptırdığımız bir andı. Ocağın yanından koşarken sendeleyince ayağım kaydı. Birden ocağın içine sırtüstü uzanmış buldum kendimi. Kürek kemiklerimin üstünden boynumun ve başımın arkasını kaplayan vücudumun bölümü ateşler içindeydi. Közler her yanıma yapışmış, kan emici bitler gibi yakmaktaydı bedenimi. Ninem, beni birden alıp su dolu kocaman kazanın içine soktu. Soğuk suya mı ağlayayım, yanan bedenime mi? Annem baygınlık geçirmekte. Ev halkı, telaşla koşturmakta.

Üzerimdeki yanık ve ıslak giysiler ivedilikle çıkarıldı. Yenileri giydirildi. Amcam kalın paltosunu, lastik çizmelerini giydi. Tabi, yün çoraplarını da unutmadı. Beni amcamın sırtına özenle bağladılar. Ağlamaktayım sürekli olarak. Yanan yerlerin acısı ciğerimi sökmekte. İlçeye giden yol kardan kapalı. Açık olsa ne olacak? Köyün bir kamyonu var, hem yolcu hem de yük taşımakta. Yola koyulduk yayan yapıldak. Yalı’ya kadar yürümek asıl amaç. Eğer yolda şansımız yaver gider de bir arabaya rastlarsak ne ala!

Ben ağlıyor, ağlıyor, ağlıyorum. Her yanım acı içinde. Amcam, adeta yalvarıyor ağlamaklı bir biçimde: Ağlama oğlum, ağlama, geldik sayılır; diyor. Bu, işe yaramayınca arada kızıyor; bağırıyor bana. Kar yağışı sürüyor. Aman vermiyor doğa ana. Bir süre sonra ağlamam bitti. Uyku durumundayım. Uyumam, amcamı işkillendiriyor. Bana yoldaki ağaçları, kuşları, çocukluğunda yaşadığı kışları anlatıyor. Söz bitiyor, yol bitmiyor. Yolda, ilçeye giden birkaç yol arkadaşı ediniyoruz. Onlar, taşımak istiyor beni. Ben, amcamı bırakmıyorum. Nihayet, Yalı dediğimiz Eskipazar’a geldik. Rize’den gelen dolmuşlardan birine bindik. Çok geçmeden ilçe merkezindeydik. O zaman Of’ta hastane yok. Hastane denen yer, sağlık ocağı ve verem savaş dispanseri.

Bir sağlık memuru bizi karşılıyor. Güngörmüş bir adam. Yaralarımı alkolle temizlemeye başlıyor. Benim avazım göklerde yankılanmakta. Gözlerimde yaş kalmadı, ama yaralarımın temizlenmesi bitmedi. Sağlık ocağında, yoksul ülkemin tüm eksiklikleri görülmekte. Sağlık memuru, işini bitiriyor sonunda. Yeniden sarıp sarmalanıyorum. Sabahtan beri bir kuru lokma yememişim, umurumda değil bu. Canım yanmış derinden. Ne açlık ne susuzluk... Amcam yemek ısmarlıyor bana, tek lokma almıyorum. “Eve gidelim.” diye hıçkırmaktayım sessizce. Amcam çaresiz, düşeceğiz yollara yeniden.

Alkol şişesine paltosunun bir cebine, gazlı bezleri diğer cebine kutsal varlıklarmış gibi yerleştiriyor. Of Meydanı’nda yakın köylülerimizden birileriyle konuşmakta. Ardından tipini, modelini anımsayamadığım bir arabaya biniyoruz. Araba kalabalık. Ben, ağlamayı bıraktım çoktan, sağı solu seyretmekteyim. Camdan denize bakıyorum. Dalgalar yola ulaşmakta. Dalgalarla kürek çekmekteyim enginlere. Arabadaki konu, benim. Amcam, nasıl yandığımı anlatmakta. Herkes, can kulağıyla dinliyor. Şaşkınlıkla dolu bir üzüntüye gömülüyorlar. Beni, neşelendirmek için ellerinden geleni yapıyor kocaman adamlar; ama benim keyfim iyice kaçmış. Yanık yerlerim içten içe sızlamakta. Ayıp olmasın, onlar da üzülmesin, diye ağlamıyorum. Yoksa durumum dayanılacak gibi değil.

Eskipazar’da durduk. Bazı yolcular ekmek aldılar. Yaşlı bir amca, bana sıcak ekmekten koparıp verdi. “Ye oğlum, yemezsen yaraların iyileşmez.” dedi. Başımın yanmayan kısmındaki saçlarımı okşadı içtenlikle. Bütün gözler üzerimde. Kocaman adamların gözlerinde ekmeği yememi isteyen yalvarır bakışları görmekteyim. Ekmeği isteksizce alıp ısırdım. Çiğnemeye başladım, lokma ağzımda büyüdü, büyüdü, büyüdü... Elimdeki ekmek parçasını yol boyunca küçük ısırıklarla bitirdim. Yakın bir köye gelince araba durdu. Sürücü, yolun kapalı olduğunu, bundan sonra gidemeyeceğini söyledi. Zaten yolcular durumun farkında. Yaklaşık üç kilometrelik bir yol var önümüzde yürünecek. Sekiz on kişi dimdik bir yokuştan yukarı çıkmaktayız. Beni, genç biri sırtladı. Yokuş bitti. Yarma denen yerde yol ikiye ayrılmakta. Yol arkadaşlarımızdan bazıları sola, Sivrice’ye doğru saptılar. Vedalaşıldı... Bu kez bir başkası beni sırtına aldı. Kar, şiddetini yitirmeye başlamıştı. Büyükler, gece don yapacağını söylüyorlardı bilgece. Bir yandan onları dinliyor, bir yandan eşine doyulmaz manzarayı seyrediyorum. Karatavukların uçuşlarını, serçelerin telaşını, kargaların kara meydan okuyuşunu, engebeli araziyi kaplayan dalgalı kar denizini, havada uçuşan tek tük kar tanelerini izlemekteyim sessizce.

Akşamın alaca karanlığın bembeyaz bir gökyüzü. Akşam geceye dönmekte yavaşça… Gök, derin bir küre gibi her yanı sarıp sarmalamakta. Havanın beyaz, temiz aydınlığında yol almaktayız. Kar, ayaklar altında gevrek bir ses çıkarmakta. Arada sırada dallardan kar kütleleri yere düşmekte. Kimi zaman bu kütleler, gecenin sessizliğinde insanlarda bir ürküntü yaratmakta. Karşıki dağlar açık griye çalan devler gibi yükselmekte. Arkada kalan dağ sıraları gittikçe koyulaşıp en sondakiler kapkara görünmekteler.

Eve yaklaştıkça yol arkadaşlarımız azalmakta. Her vedalaşmada misafirlik çağrısı almaktayız. İletişim yok! Ulaşım yok! Amcam bu çağrıları kibarca reddetmekte. “Evden bizi merak ederler.” diyor. En sonunda bir kişi kaldı yanımızda. O da bizim köylü. Vardiya usulü beni taşımaktalar amcamla. Sohbet koyulaştıkça hava kararmaya başlıyor. Köpek havlamaları, ulumaları gökyüzünü kaplamakta. Orman içlerinden çakal viyaklamaları işitilmekte. Soğuk, yanıklarıma en güzel ilaç. Üşüyen bedenim, yanıkların acısını dindirmekte.

Yol, bin bir eziyetle yürünmekte. Buna karşın kimse şikâyetçi değil. Devlete isyan yok konuşmalarda! Yazgıyı, zevke dönüştüren bir iç rahatlığı vardı. Doğanın acımasızlığını ruhsal bir senfonik mutluluğa dönüştüren yol arkadaşlarımızı yaşamımın sonuna dek unutmayacağım.

Eve yaklaştık. Bacadan tüten dumanlar görünmekte. Birden “Geliyorlaaarr!” diye bir çığlık işittim. Tüm ev ahalisi kara aldırmadan bize doğru koşmaktalar. Çoğu ağlamakta. Beni karga tulumba amcamın sırtından aldılar. Koşarak eve götürdüler.

Annemin iki gözü, iki çeşme. Yanık başıma baktıkça kendini tutamıyor. Ninem bilge biri... Aldı beni kucağına, oturttu dizine başladı okumaya. Ağlayanları susturdu. “Çocuk çok güzel, nazar değdi. Ben torunumu, güzel uşağımı okurum. Nefesim iyi gelecek ona, görürsünüz.” demekte sürekli.

Başımın yanan kısmında aylarca bir saç teli bile çıkmadı. Annem, her gün başıma sarımsak sürdü ağlayarak. “Oğlum kel kalacak, kızlar beğenmeyecek onu.” diye. Ninem, bana kimin nazarının değdiğini bulmak için dedektif gibi çalıştı. Kendince bir sonuca da ulaştı. Aylar sonra sarı tüyler görüldü başımın arkasında, herkes bayram etti. Tüycükler, jiletle kesildi, daha gür çıksınlar diye. Bu, aylarca yinelendi. Sonunda saçlarım çıktı, kel olmadım. Ama kırklı yaşlarda kellik yakama yapıştı.

Aslında doğa ana beni sağaltmıştı. Yanar yanmaz beni soğuk suya sokan ninem ilk sağaltımı uyguladı. Sonra yaklaşık on kilometrelik kar altındaki yürüyüş, yanıklarıma iyi geldi. Annemin sarımsak kürü ise doğal bir sağaltım yöntemi. Sağaltımcısı, hastanesi olmayan bir yerde doğa; çocuğunu yaralarından, yanıklarından kurtardı. Doğa anaya binlerce teşekkür borcumuz var.

                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                             18 Ekim 2013

 

 

           

CHP’YE OY VEREN DİNDARLARA NE OLDU?


12 Eylül öncesi seçim sonuçlarına bakıldığında, bugün muhafazakâr olarak nitelenen birçok ilde CHP’nin birinci parti olduğu görülür. Anadolu’da yıllarca CHP’ye oy veren dindarlar, partilerinden neden vazgeçtiler?

1973 ve 1977 seçimlerini Doğu Karadeniz’de izleyen birisiyim. O yıllarda cami cemaatinin neredeyse çoğunluğu CHP’ye oy verirdi. CHP saflarında birçok imamı, müezzini ve dindar kişileri görmek olasıydı. Demokrat Parti ile başlayan CHP’ye “dinsizlikle” ilgili iftiraların büyük çoğunluğu din bilgisi yüksek bu kişilerce boşa çıkarılırdı. Bu seçimlerin sonuçlarına bakıldığında ve bugünle kıyaslandığında ilginç tablolar ortaya çıkar. Konuyu daha iyi anlamak için birkaç ilin seçim sonuçlarına göz atmakta yarar var.

Gaziantep: 1973 % 36.97, 1977 % 44.69 oy oranlarıyla CHP birinci parti. SHP 1991 % 28.03; CHP 1995  % 10.45, 1999 % 13.99, 2002 % 19.20, 2007 % 17.57, 2011% 19.14; 2011 % 61.80

Kocaeli: 1973 % 33.63, 1977 % 43.79 oy oranlarıyla CHP birinci parti. SHP 1991 % 17.15; CHP 1995 % 10.47, 1999 % 10.04, 2002 % 18.65, 2007 % 19.38, 2011 % 24.60; 2011 AKP % 52.60

Konya: 1973 % 20.91(CHP, DP’nin ardından ikinci parti.), 1977 % 31.35 (CHP, birinci parti.), SHP 1991 % 13.31; CHP 1995 % 5.88, 1999 % 5.29, 2002 % 8.60, 2007 % 8.15, 2011 % 10.20; 2011 AKP % 69.60

Kahramanmaraş: 1973 % 32.91, 1977 % 34.39 oy oranlarıyla CHP birinci parti. SHP1991 % 18.85; CHP 1995 % 9.27, 1999 % 7.96, 2002 % 11.24, 2007 % 9.83, 2011 % 13; 2011 AKP % 69.60

Sivas: 1973 % 32.88, 1977 % 42.93 oy oranlarıyla CHP birinci parti. SHP 1991 % 22.95; CHP 1995 % 14.21, 1999 % 11.11, 2002 % 15.99, 2007 % 15.92, 2011 % 15.20; 2011 AKP % 63.30

Trabzon: 1973 % 35.02, 1977 % 39.94 oy oranlarıyla CHP birinci parti. SHP 1991% 13.15; CHP 1995 % 6.49, 1999 % 5.07, 2002 % 14.64, 2007 % 13.65, 2011 % 18.20; 2011 AKP % 59

Şanlıurfa: 1973 % 28.95 (CHP, AP’nin ardından ikinci parti.), 1977 % 33.46 CHP, oy oranıyla birinci parti. SHP 1991 % 20.68, 1995 % 2.25, 1999 % 6.05, 2002 % 9.90, 2007 % 4.75, 2011 % 3.02; 2011 AKP % 64.80

Yukarıda son seçimlerde AKP’nin açık ara birinci olduğu ve muhafazakâr seçmen görünümüyle dikkat çeken bazı illerimizde, CHP’nin değişik seçimlerde aldığı oy oranları verilmiştir. 1973 ve 1977 seçimleri CHP’nin yükseliş dönemleridir. Sol söylemlerin ağırlıkta olduğu ve antiemperyalist tutumunun öne çıktığı dönemlerdir. O dönemin CHP’si popülizmden uzak bir siyaset uygulamaktaydı.

Özellikle 12 Eylül öncesi CHP lideri Bülent Ecevit’in kullandığı dil, seçtiği sözcükler gerçek bir aydın kimliğinin yansımasıdır. Muhafazakâr seçmene hoş görünme adına bugünkü CHP’li yöneticiler gibi ağdalı bir Osmanlıcanın tutsağı değildi Ecevit. “Olanak, olasılık, sözcük, yanıt, seçenek, eşgüdüm, özen...” sözcüklerini sağ partilerin tüm düzeysiz yakıştırmalarına karşın ısrarla kullandı. Bu sözcükler, Bülent Bey sayesinde dilimize yerleşti. Türkçenin özleşip varsıllaşması, gelişmesi, yabancı dillerin etkisinden kurtulması için namuslu bir aydın uğraşı verdi.

Halkın kuyruğuna takılmadı o günkü CHP. Aydın duruşuyla, izlediği halkçı siyasetle öncü oldu. Halk, öncünün peşinde gider; artçının değil.

Peki, yukarıdaki illerimizde CHP’yi birinci yapan seçmenlere ne oldu? Birçok CHP yöneticisi, bu soruya “Bu iller göç verdiğinden CHP oyları azaldı.” diyecektir. Bu, bilinçsizce bir yanıt olur.

Söz konusu illerden göçenlerin hepsinin CHP’li olduğunu söylemek yanlıştır. En çok göç alan büyük illerimize baktığımızda buralarda da CHP oylarında bir erime söz konusu. CHP; Ankara’dan 1977’de % 51.29, İstanbul’dan % 58.25, İzmir’den % 52.67 oy almıştı. 2011’de ise Ankara’dan % 31.3, İstanbul’dan % 31.2, İzmir’den % 43.8 oy aldı CHP. Burada da görülüyor ki 12 Eylül öncesi CHP’nin kaleleri durumundaki anakentlerde büyük oranda oy yitimi söz konusu.

12 Eylül sonrası seçimlerde 1991 önemli bir kırılmadır. SHP-HEP seçim ittifakı, solun gerilemesinde önemli bir etkendir. Bölücü örgütle yan yana görüntü veren SHP, seçmenini küstürmüştür. Bu tarihten sonra sistematik olarak gerileme başlamıştır. 1989 belediyelerinin olumsuz deneyimi de gerilemenin nedenlerindendir.

Solun gerilemesinde önemli etkenlerden biri de SHP’nin yapısıdır. 12 Eylül darbesiyle sol gruplar büyük bir çoğunluğu dağınıklık yaşadı. Sosyalist sol gruplar içinde yer alan bilinçsiz, ideolojik birikimsiz, genellikle işsiz güçsüz, lümpen diye niteleyebileceğimiz kimi kişiler; SHP’nin yerel kadroları içinde yer aldılar. Bu kişilerden bazıları, hapislerde yattılar kısa süreli de olsa. Hapiste yatmayan da yatmış gibi gösterdi kendisini. Hapishaneden çıktıklarında genel bir uğraşları ve yetenekleri olmayanlar, her şeyin sorumlusu olarak halkı gördüler. Halkın, kendi savaşımlarını anlamadığını dile getirdiler. Bir noktada halkı, vefasızlıkla suçladılar. “Ben bedel ödedim.” diye söze başlamak, bu kişilerin en belirgin özellikleri.

SHP döneminin önemli bir siyasal yanlışı da mezhepçilik mikrobunun partiye bulaştırılmasıdır. Mezhepçi yaklaşımlarla parti içindeki saflaşmalar, Anadolu’daki Sünni oyların sağ partilere kaymasına neden oldu. SHP/CHP’nin gerilemesiyle RP/FP’nin yükselmesinin koşut olması ilgi çekicidir.

Yine SHP döneminde etnik kökene dayalı siyaset anlayışı parti içinde kabul görmüştür. Bu da CHP’nin geleneksel tabanını rahatsız etti. Özellikle bazı illerimizde solun gerilemesiyle MHP’nin güçlenmesi koşuttur.

SHP döneminde etnik kökene, yerdeşliğe dayalı, mezhep ayrımcılığının derinleştirdiği ve lümpenlikle çerçevelenen bir yapı, siyaseti halkın içinden alarak meyhane köşelerine hapsettiler. Buralarda yapılan söyleşilerde din konusundaki bilinçsiz konuşmalar, partiye zarar verdi. Dine karşı çıkmanın bir kahramanlık olduğu sanıldı. Toplumun sorunlarından, yaşamından tamamen uzaklaşanlar, din konusunda bilgileri olmadığı halde bu konuda ahkâm kestiler. Kişisel çıkarlar; sol anlayışın tersine, toplumsal çıkarın önüne geçirildi.

SHP/CHP, küresel merkezlerin solu sınıf mücadelesi dışına taşıma projesinin içinde yer aldı bilinçsizce. Küresel güçler; sınıf mücadelesinin yerine etnik ve mezhep ayrımcılığı üzerinde siyaset yapılmasını istediler. Ne yazık ki bu tuzak, solun gerilemesindeki en büyük etkenlerden biri oldu. Emekçilere yönelik programlar yerine; etnisiteye, mezheplere dayalı ayrıştırıcı politikalar kendini gösterdi. Yıllardır Türkiye’de çalışanlara yönelik politikaların oluşturulmaması ilginçtir.

SHP-CHP birleşmesiyle hastalıklı yapı, CHP’ye taşındı. Çökmekte olan SHP, CHP’ye katılarak varlığını sürdürmekte.

Sol, genel görünümü ve düşünsel yapısı itibarıyla antiemperyalisttir. Emperyalizme karşı olmayan bir sol, sol olmaz. Latin Amerika’da son zamanlarda sol partilerin hızla iktidara gelmelerinin nedeni; ABD karşıtı olmaları ve sınıf savaşımını ön plana çıkarmalarıdır.

CHP’ye düşen en önemli görevlerden biri, SHP mirasını reddetmektir. Bir de Latin Amerika’daki sol deneyimlerden ders çıkarmalı CHP. Çünkü bu ülkeler, Türkiye gibi emperyalizmce ezilmekte ve sömürülmekteler. Avrupa ülkelerindeki sosyal demokrat yapılar; Türkiye’nin toplumsal dokusuna, sosyoekonomik yapısına, bulunduğu konuma uymaz. Uymadığı içindir ki “sosyal demokrasi” dedikçe CHP, halktan uzaklaşmakta. Oysa kendi tarihine baktığında doğru modeli bulacaktır. Yeter ki bakmasını bilsin.

Not: 21 Ekim 2013 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       13 Ekim 2013

 

 

 

                                                                   

BAYRAM HARÇLIKLARI KİMDEN?


Kurban bayramının birinci günü... İnsanlar bayram telaşında... İstanbul sokakları boş. İstanbul sessiz.
Sabahın erken saatlerinde ellerinde çiçeklerle mezarlıklara koşanlar dikkat çekmekte. Kurban kesmek için koşturanlar ayırt edilmekte. İstanbul’u böyle bulmak neredeyse olanaksız. Tam gezme zamanı...
Akşam bayram görüntülerini izlemekteyim televizyonlardan. Değişen bir şey yok! Kaçan boğalar... Yakalamaya çalışan insanlar... Boğa can havliyle kaçıyor, kaçıyor... Ellerinde kürekler, sopalar, iplerle boğalar kovalanmakta... Canı yanan hayvanın tepesi atıyor. Yakıp yıkıyor. Boynuzluyor önüne geleni. Kolu, bacağı kırılanlar hastanede almaktalar soluğu.
Akla, hayale gelmeyen yöntemler kullanmakta insanlar, boğa yakalamak için. Tam özgürlüğe kanat açacakken boğa, insanoğlunun pususuyla karşılaşıyor. Uyuşturucu iğneler, hayvanın takatini kesiyor. Dizleri çözülen boğa, yere yıkılıyor çaresizce. Saatlerdir hayvanın peşinde koşan kahramanlar(!) çöküyorlar boğanın üstüne. Çekiştirerek sağını, solunu taşımaya çalışıyorlar onu kasabın keskin bıçağına.
Elini, bacağı kesen kasaplar(!) çok bu yıl da. Bunlar kurban savaşının gazileri...
***
Başbakan bayram namazını “eda ediyor”. Cami avlusunda yurttaşlarla bayramlaşıyor. Bayramlaşmaktan anlaşılan harçlık dağıtmak. Çocuklar, koca adamlar bayramlaşma(!) sırasında. RTE’nin eli, cebinde. Para dağıtıyor kuyruktakilere.
Cami avlusunda dilenciler çoğalıyor. Bir televizyon muhabiri, başbakana sesleniyor, tam da gidecekken son padişah. Herkes meraklı gözlerle izliyor durumu. RTE, cebinden iki yüz lira çıkarıp gazeteciye veriyor. Gazeteci kadının ağzı kulaklarında, otuz iki dişi sayılmakta. Bu davranışıyla tarihe geçeceğini, gündem belirleyeceğini düşünmekte sanırım. Hani, şu gündem denilen sihirli sözcük, cezp ediyor genç kuşağın emeksiz ünlenmek isteyen sözde kahramanlarını.
Batman’da bir cami avlusu. Bayram namazı çıkışında bu kez bayram harçlığı dağıtan maliye bakanı. Yine aynı görüntü... Koskoca adamlar para kuyruğunda, avuçlar açılmakta. Bakan Bey’in ağzı kulaklarında... İnsanların avuç açması, Bakan Bey’i zevklendirmekte.
Bu kez kameralar Samsun’da. Yine bayram namazı sonrası bir görüntü. AKP’nin Samsun İl Başkanının eli cüzdanında. Gevrek gevrek gülüşmeler. Cüzdandan çıkan paralar, el değiştirmekte. Güya şaka yapılıyor. İnsanların mizah anlayışı bile dibe vuruyor.
Padişah ve yandaşları para dağıtıyor. Yurttaş avuç açıyor; gökyüzüne değil, varsıllaşan siyasetçiye. Geri kalmış bir teokratik ülke görüntüsü karşımızda. Padişah, kullarına harçlık dağıtmakta. Avuç açanlar da padişahın merhameti(!) karşısında duygulu. Bu alaturkalığa sırtını dönüp giden gerçek kahramanlara gereksinim var.
Kimse çıkıp da ‘Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” ya da “Kimin parasını, kime dağıtıyorsunuz?” diye sormuyor. Bir kısım insanlar yoksullaştıkça medya bombardımanıyla uyuşan beyinleri, kula kul olmayı buyuruyor. Paralar havalara saçılırken aşiret düğünlerinde olduğu gibi, insan onuru yerlerde sürünmekte. Nereden nereye geldik. Üç kuruşa tenezzül etmeyen bir kuşak gitti, yerine kimler mi geldi? Görüntülere bakınca görülmekte her şey... Vah Türkiye’m vah!

                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           16 Ekim 2013