KUŞLARIN ORTAK SOFRASI


Soğuk, yağışlı bir İstanbul sabahı. Karla karışık yağmur yağmakta nazlı nazlı. Arada sırada rüzgâr savurmakta sulusepken yağışı. Caddede arabaların düdükleri sinir bozucu. Kahvaltı hazırlamaktayız. Çayları doldurdum cam fincanlarına.

Masaya oturmak üzereyim. Balkonda kuş cıvıltıları. Saksıları eşelemekteler ivedi devinimlerle. Havanın yağışlı olması nedeniyle kuşların payına düşen ekmekleri ve buğdayı koymadım saksılara. Bu sabah kuşlar yağış engeline takılıp çıkıp gelmezler, diye düşündüm.

Kahvaltı masasına oturmaktan vazgeçtim. Biriktirdiğim ekmek parçalarını ve buğdayları balkondaki saksıya özenle koydum. İşim bitince çabucak içeri girdim. Perdeyi ve tülü sonuna kadar açtım. Sofraya oturdum. Yüzüm balkona dönük. Kahvaltıma başladım. Bu arada çayım ılımış hafiften, Olsun...

Yavaşça kahvaltımı yapmaktayım. Kuşlar, saksıya üşüştüler. Serçeler, sığırcıklar, kumrular, güvercinler... Hepsi sofraya ortak. Fazlaca itişme kakışma, birbirlerini gagalama yok! Ufacık serçeler, Kumruların ve güvercinlerin gövdelerinin altında yavrularıymış gibi sokulmaktalar ekmek kırıntılarına.

Koca saksıda onlarca can... Barış içindeler... Kavga yok, gürültü yok! Tersine sevinç egemen saksıdan oluşmuş sofrada. Cıvıltılar alıp götürmekte insanı hayal dünyasının en derinine.

En ivedi davrananlar sığırcıklar. Çabucak yemekteler... Birden, aynı anda kanat çırpıyorlar gökyüzüne. Üç beş metre yükseldikten sonra yeniden hep birlikte saksıya üşüşmekteler. Serçeler, güvercinler ve kumrular; sığırcıklar sofraya geldiklerinde adeta onlara yer açmaktalar sağa sola çekilerek.

Her kuş, yalnızca yemekle meşgul. Hiçbiri kanadının altına yiyecek saklamamakta. Yine hiçbiri bir yerlere yiyecek taşıyıp biriktirmemekte. Herkes gereksinimi ölçüsünde tüketmekte.

Bir yandan kuşların toyunu izlerken bir yandan da kahvaltımı yapmaya çalışıyorum. İyice dalmışım balkondaki barış, dostluk gösterisine. Tabağımdaki, yiyeceklere bakmıyorum bile. Yavaşça karnımı doyurmaktayım. Çatalımı görmediğim yiyeceklere batırıp yemekteyim.

Cıvıldaşmaların kumru ve güvercin sesleriyle büyük bir orkestranın oluşturduğu uyum ve barış sofrasına, martının geniş kanatlarının gölgesi düştü birden. Martı önce bir tur attı saksının üzerinde. Sonra hızla bir dalış yaptı saksıya. Önce ayaklarını saksının kenarına koydu. Ardından kanatlarını kapayarak koca gagasıyla ekmeklere saldırdı. Büyük lokmalarla yutmaya başladı ekmekleri. Birkaç dakikada ekmeklerin çoğunu mideye indirdi. Birinci martıyı, diğerleri izledi. Büyük bir kavga başladı. Kuş cıvıltılarının yerini, martı ciyaklamaları, haykırışları aldı.

Martının saksıya yaklaşmasıyla serçeler, sığırcıklar, güvercinler ve kumrular kaçışıverdiler sağa sola.

Serçeler, balkonun yanındaki fıstık çamının yaprakları arasında yitiverdiler.

Güvercinlerle kumrular, ev pencerelerinin kuytuluklarında nöbete durdular derin homurtularla. 

Sığırcıklar, hızlı bir kanat çırpışıyla havada top yumağına döndüler önce, sonra yay gibi yaylandılar sağa sola, öne arkaya. Sığırcık kümesinin ortası şişkinleşti, ardından topluca yükseldiler gökyüzüne. Bir balonun şişip inmesi gibi hareketlerle gözden yitiverdiler.

Martıların çığlıkları arasında elim fincanıma gitti. Çayım buz gibi olmuştu. Kahvaltım, anlamını yitirmişti. Ağzımın tadı kaçtı. Neşem, derin bir üzüntüye dönüştü. Lokmalar, çiğnedikçe ağzımda büyümeye başladı. Yerimden kalkıp balkonun kapısını açtım. Martılar, uçuşuverdi. Çam ağacının koyu yeşilinin derinliklerinden serçelerin cıvıldaşmalarını işitmekteyim. Saksı, silinip süpürülmüş. Geride hiçbir şey kalmamıştı.

Dostluk sofrası birden dağıtılmıştı. Güçlü, güçsüzün ekmeğini almıştı hoyratça. Oysa sığırcıklar, kumrular ve güvercinler ufacık serçelerin hukukuna saygı göstermişlerdi. Aynı sofranın eşit üyeleriydiler neşe içinde. Yaşamda böyle değil mi? Doymak bilmeyen bazıları dostluk sofralarını silip süpürmüyorlar mı? İnsanların lokmalarını mideye indirmiyorlar mı arsızca?
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           30 Aralık 2014


                                                                                                            

DİL, BİR GECEDE YOK OLUR MU?


Cumhurbaşkanı Erdoğan, 24 Aralık 2014 günü TÜBİTAK Bilim, Özel ve Teşvik Ödülleri Töreninde yaptığı konuşmada Türkçeye saldırdı. Eleştirdi demedim, çünkü Erdoğan’ın konuşmasında Türkçeye, Cumhuriyet’e, Dil Devrimine, dolayısıyla Atatürk’e ve Türk Ulusuna karşı nefret duygusu var.

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, Türkçeyi herkes eleştirebilir; sözcük dağarcığının varsıllaşmasını isteyebilir; anlatımdaki bazı yetersizliklerden yakınabilir. Ancak Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan birinin ağlayıp sızlanması anlaşılamaz. Onun görevlerinden biri de anadilin gelişip yetkinleşmesi, günlük gereksinmelere, bilim ve kültür alanında kullanılmasına öncülük etmesi değil mi?

“Bizim son derece zengin, bilim yapmaya, üretmeye son derece müsait bir dilimiz varken bir gece yattık, sabah kalktık, baktık ki o dil yok. Şu anda yabancı dillerle ya da yabancı kelime ve kavramlarla bilim öğrenen ve öğreten bir ülke derecesine getirildik. Binlerce kelime ve kavram unutturuldu, sözlüklerden çıkarıldı. Kelime ve kavram üretmeye son derece elverişli olan dil yapısı adeta törpülendi. İşte, şu anda Türkçenin mevcut kelime hazinesiyle felsefe yapamazsınız. Ya Osmanlıca kelime ve kavramlara başvuracaksınız ya da İngilizce, Almanca, Fransızca kelime ve kavramlara başvuracaksınız.” demekte RTE.

RTE “zengin dil” diyerek Osmanlıcayı kastetmekte. Yatıp kalkmışlar, bir de bakmışlar Osmanlıca yok. Yani Osmanlıca için demek istiyor ki Erdoğan: “Yer yarıldı, yerin dibine kaçtı.” Öyle mi? Yahu arkadaş, senin dil dediğin şey sabun köpüğü mü ki, bir gecede buharlaşıp uçuyor?

Eğer bir dili halk benimsemişse, günlük yaşamda yurttaşlar o dili konuşuyorsa, o dilde türküler, ninniler, tekerlemeler... söyleniyorsa o dil bir gecede yok olmaz. Hele o dilde, bilim ve sanat alanında özgün ulusal ya da evrensel yaratılar, üretimler söz konusuysa o dil, bir gecede yok olamaz. Erdoğan dili, cebindeki paraya benzetiyor sanırım. Hırsız cebinizdeki parayı gece çalar, sabahleyin bakarsınız para yok! Dil, canlıdır. Sözcükler, yaşam süreci içinde doğar, gelişir, yok olur. Yeni sözcükler ortaya çıkar.

Dil Devrimi ile ulusun dili değişmedi, devletin resmi dili değişti. Erdoğan’ın Rize’de yaşayan dedeleri, ninelerinin konuştuğu dil devletin dili oldu. RTE sanıyor ki Rumeli ve Anadolu’da yaşayan halk Osmanlıca konuşuyordu. Rumeli ve Anadolu’da halkın hangi dili konuştuğunu anlamak için türkülere, atasözlerine, halk ozanlarının deyişlerine en önemlisi Erdoğan’ın annesinin bebekken kulağına söylediği ninniye bakmalı.

Bugüne kadar Osmanlıca bir ninni, türkü, atasözü ya da bir ağıt işiten var mı? Yunus Emre, Karacaoğlan, Köroğlu, Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal’a bakın; hangi dilde seslenmişler halka? Tabi ki halkın diliyle. Türkçe ile... Yüz yıllardır halk ozanlarının yapıtları halkın dilinde belleğinde yaşamış. Hangi köye gitseniz size halk ozanlarından ezbere birkaç dörtlük okur yurttaşlarımız. Peki, Divan Edebiyatı şiirlerini ezbere bilen köylüye rastlayan var mı?

Yalnızca Rumeli ve Anadolu halkı değil, İstanbul halkı da Osmanlıcayı anlamıyordu. Günlük yaşamında kullanmıyordu bu yapay dili.

Osmanlıca felsefe diliymiş. Peki, altı yüz yılda Osmanlıcayla evrensel değerde bir felsefe yapıtı ortaya konabildi mi? Osmanlıca ile bilim ve sanat alanında uluslararası değerde bir yapıt üretilmiş mi? Bugün yaşamımızı kolaylaştırıp varsıllaştıran hangi buluşa imza atmış Osmanlıca?

Felsefe yapmaya gelince...

Felsefe, demokratik ortamlarda gelişir. İnsanların soru sormaktan çekinmediği toplumlarda yeşerir felsefe. Eleştiri, felsefenin güneşidir. Soru soranların, eleştirilenlerin susturulduğu bir yerde felsefe gelişir mi? “Sormaz ki bilsin, sorsa bilirdi; bilmez ki sorsun, bilse sorardı.” demiş yüz yıllar önce Sadi Şirazi. Soru sormanın yasaklandığı bir yerde düşünce gelişir mi?

Osmanlıca sözcüklerin sözlüklerden çıkarıldığını söylemekte RTE. Beyefendi’nin sanırım sözlüklerle arası iyi değil. Sözlüklerin büyük çoğunluğunda Türkçe sözcüklerin Osmanlıca karşılıkları da vardır. Yalnız ilkokullar için hazırlanmış minik sözlüklerde yok. Erdoğan’a birazcık sözlük karıştırmasını öneririm. Yoksa kitaplarda olduğu gibi sözlüklerin de mi özetini okumakta RTE.

Türkçe, sözcük ve kavram üretmeye çok elverişli bir dildir. Türetme ve bileşme yoluyla günlük gereksinmeleri, bilimsel gelişmeleri, buluşları karşılayacak yeni sözcükler oluşturmak kolaydır. Bu özellik Türkçeyi diğer dilere göre farklı kılar.

Güzel Türkçemizde bir söz vardır: Kişinin özü sözü bir olmalıdır, diye. “Türkçe ile felsefe yapılamaz.” Diyen Erdoğan, bakınız 24 Nisan 2012 günü ne demiş bu konuda?

Osmanlıca, İngilizce, Almanca ve Fransızcadan sözcük ve kavramlar alacakmışız. Nedense RTE’nin aklına Türkçe yeni sözcükler üretmek gelmiyor. 12 Eylül darbecilerinin yok ettiği TDK’yı eski konumuna getirerek dile, kültüre hizmet etmesini sağlayacak yasal düzenlemeleri yapmak umurunda değil. Evren ve Özal’la Türkçe düşmanlığında birleşmekte Erdoğan, tıpkı  dünya görüşünde olduğu gibi.

Osmanlıca, saray duvarları içinde var oldu. Saraylar, halkın olunca da tıpkı padişahlık gibi yok oldu. Halkın konuştuğu dil, saraya da tahta da egemen oldu. Erdoğan’ın sarayı var. Padişahlardan nesi eksik? Saray olunca saray dili gerek. Osmanlıca Türkçe, Arapça ve Farsçanın bileşiminden oluşmuştu. Erdoğan da kendi saray dilini Osmanlıca, İngilizce, Almanca ve Fransızcanın karışımından oluşturacak sanırım.

Sarayda dalkavukça felsefemsi yapacak olanlara da gerek var. Yeni sultanın üstün yeteneklerini övecek şairimsiler de olmalı değil mi? Hatta yeni saray besteleri gerek övgülerle dolu.

“Zaman zaman söyleniyor. ‘Türkçe ile felsefe, bilim yapılamaz, bilim dili kurulmaz.’ deniyor. Bunların tamamı ırkçılık kokan açıklamalardır. Irkçılık ihtiva eden bir düşünüş biçimidir. Dünyadaki tüm diller gibi Türkçe de zengin kelime hazinesiyle bu dili konuşan herkese sonsuz, sınırsız, engin bir muhayyile sunabilecek güce sahiptir.” demekte Erdoğan tam tamına iki buçuk yıl önce. Biz de şaşırıp kaldık. Hangi Erdoğan’a inanacağız? Bir kişi, bir konuda görüşlerini bu kadar hızlı değiştirir mi?

RTE, hem Türkçeyi hem de Türk halkını küçümsemiştir yaptığı konuşmayla. Tarihin derinliklerinden gelen bir ulusun belleğiyle diline bağlılığıyla da alay etmiştir.

Türkçeye saldırı, Türk Ulusuna saldırıdır. Bir ulusu yok etmek istersen öncelikle dilini ortadan kaldıracaksın. Ne büyük talihsizliktir ki, Türk Ulusunu temsil eden cumhurbaşkanlığı orununda oturan biri, Türkçeyi yok etmek üzere kolları sıvamış durumda.

Erdoğan’ı uyaralım. İyi bak tarihe! Osmanlı bir gecede değil, tam altı yüz yılda Türkçeyi unutturup yok edemedi. Türk Ulusunun belleği bir gecelik değil, insanlık var oldukça yaşayacak bir bellektir.
                                                                       Adil HACIÖMEROĞLU

                                                                       25 Aralık 2014

SEÇİM YENİLGİSİNİ ÖNCEDEN KABULLENEN YCHP YÖNETİMİ


Sözcü Gazetesinden Nil Soysal, aynı gazetenin yazarlarından Bekir Coşkun’la bir söyleşi yaptı. Coşkun, görüp bildiklerini hiç çekinmeden dile getiren bir yazar. Namuslu bir aydın. Cumhuriyet değerlerine bağlılığı ise tartışılmaz. Bu söyleşide Bekir Coşkun’un Kılıçdaroğlu ile ilgili söyledikleri ilginç.

Nil Soysal, Bekir Coşkun’a: “Geçen yıl arada kaynadı. Ama önceki sohbetimizde, ‘Kılıçdaroğlu çok başarısız.’ demiştiniz...” diye sormakta.

Usta Yazar: “Demiştim, evet. O zaman üç seçim kaybetmişti. Bugün kaybettiği seçim sayısı dört. Fakat seneye göreceksin, yapılan beşinci seçimi de kaybetmiş olarak biz burada konuşacağız.” diye yanıtlıyor Soysal’ı kesin bir dille.

Nil Soysal: “O kadar emin misiniz?” diyerek üsteliyor.

Bekir Coşkun, birkaç hafta önce Kılıçdaroğlu ile Sözcü yazarlarının bir araya geldiği yemekte konuşulanlardan söz etmekte. “O kadar eminim. Çünkü geçenlerde bir yemekte bir araya geldik Kemal Kılıçdaroğlu ile. Ben, Kemal Bey’e: ‘Seçimde şansınız var mı?’ diye sordum. “Yok!” dedi. Kendisi dedi bunu. ‘Biz, iktidar oluyoruz diyebilir misiniz?’ dedim. ‘Diyemem.’ dedi. Bu, aslında umutsuzluğumu daha da artırdı. Şimdi tek umudum ne biliyor musunuz? Ben, bugüne kadar ne desem tersi çıktı. Bugün diyorum ki; ‘Kemal Bey seçimi kazanamayacak.’ İnşallah kazanır. Ama zaten Kemal Bey kazanırsa en çok kendisi şaşıracak! Uzun süre inanamayacak! Şok filan geçirecek hatta.” Usta Yazar’ın bu sözleri tarihsel değerdedir. Kılıçdaroğlu, YCHP’nin genel başkanı olarak iktidar olacağına inanmamakta. Bu acı gerçeği de itiraf etmekte.

Peki, Kılıçdaroğlu Haziran 2015 seçimlerini kazanamayacaklarını söylüyor da yardımcıları, danışmanları ne düşünüyor bu konuda.

Kılıçdaroğlu’nun Başdanışmanı Erdoğan Toprak: “Ben, HDP’nin seçim işbirliği arayışlarını ve tek başına seçimlere girme olayını, iktidarın Anayasa’yı değiştirme manevrası olarak, belli bir merkezden, İmralı’dan yapılan yönlendirme olarak görüyorum. Zaten yapılan tüm araştırmalar da gösteriyor ki HDP barajı aşamayacak. Burada amaç, HDP’yi barajın altında tutup Doğu ve Güneydoğu’da vekilleri AKP’nin hanesine yazdırmak. AKP’nin Anayasa’yı değiştirecek çoğunluk hesabı var. Bu stratejinin altında bir de HDP’nin sol kimlikle sosyal demokrat seçmenden, yani CHP tabanından oy alma politikası var.” demekte.

Erdoğan Toprak da daha yapılmamış bir seçimin galibini şimdiden açıklamakta: AKP... kazanmasına razı da Anayasa’yı tek başına değiştirecek güce ulaşmasından rahatsız. Bu nedenle de umudunu HDP’nin TBMM’ye girmesine bağlamış. Sayın Danışman’ın gündeminde CHP’nin iktidar olması yok, tıpkı genel başkanı gibi.

“Fakat yine matbuatı takip ettiğimde, aynı HDP’nin tek başına seçime girme kararını vermek üzere olduğunu ve bu konuda ciddi adımlar atıldığını görüyorum. Baraj meselesi olan bir partinin kararını, başka bir siyasetçinin kararını tartışmak haddim değildir. Ama acaba ‘İmralı’yla HDP ve AKP arasında yürüyen, başat bir yan yolda yürüyen görüşmenin bir parçası mı?’ diye de düşünmeden edemiyorum. Eğer bölge halkının      iradesini, takdirini mecliste bu şekilde bir ipoteğe alıp da AKP’ye emanet etme gibi bir fikri varsa, bu fikrin çok yakışık kaldığını düşünmüyorum açıkçası. CHP’ye gelirken bu meşruiyeti unutmaması gerektiğini hatırlatırım. Onun bir parçası olarak seçim işbirliğine geldiği zaman da önce AKP ile yaptığı pazarlığı, yani bir parti olarak veya bağımsız olarak girme konusundaki pazarlığını da daha açık seçik kamuoyu önünde, belli etmesini ve tartışmasını temenni ederim.” Bu sözleri, YCHP’nin çiçeği burnunda Genel başkan Yardımcısı Enis Berberoğlu söylemekte Bingöl’ün Kiğı İlçesinde. Hani, Hürriyet Gazetesini yönetirken RTE ile dünya turu atan başköşedeki gazeteci.

Berberoğlu’nun konuşmasındaki ağdalı Osmanlıca ilgi çekmekte. Bu nedenle Dil Devrimini yapan Atatürk’ün kurduğu CHP’de yönetici olması büyük çelişki. Zaten konuşmanın bütününe bakıldığında gerek tümce kuruluşu, gerekse seçilen sözcüklerle sanki anlaşılmasın diye konuşmuş Sayın Yönetici. Bu durum, ayrı bir yazı konusu.

Berberoğlu’nun da derdi HDP’nin tek başına seçime girmesi. Neymiş efendim; HDP, AKP ile pazarlık yapıyormuş. Anlaşıyormuş. Açılım süreci nedir? AKP ile PKK/HDP’nin uzlaşması değil mi? Bu iki partinin Cumhuriyet yıkıcılığında kol kola olduğunun farkında değil Berberoğlu. Enis Bey, bu konuşmasında YCHP’nin HDP ile seçim işbirliği yapma düşüncesini de hâlâ canlı tutmakta.

Bir siyasal parti düşünün. Genel başkanı, genel başkan danışmanı, genel başkan yardımcısı seçimden altı ay önce AKP’yi birinci olarak düşünmekteler. Yönettikleri partinin seçimlerden birinci çıkarak iktidar olacağına kendileri bile inanmamakta. CHP üyeleri nasıl inansın iktidar olacaklarına? İnanıp da nasıl çalışacak üyeler? Ya seçmenler? Yöneticilerinin iktidar olacağına inanmadıkları bir partiye oy verir mi seçmen?
                                               Adil Hacıömeroğlu
                                               24 Aralık 2014



KÖPEKTEN DERS ALIN


İki gün önce bazı televizyon kanallarında tekrar tekrar bir video yayımlandı. Görüntüler, Van’ın Özalp İlçesinde amatör bir kameraman tarafından çekilmiş.

Yavru bir köpeğe araba çarpmış. Yavruya çarpan sürücü çoktan toz olmuş. Sürücü ölüme terk etmiş can çekişen bir canlıyı.

Köpek yerde kıvranmakta acı içinde. Arkadaşı ya da kardeşi olduğunu sandığımız bir başka yavru köpek yerde acı içinde olan beyaz yavruyu bir an olsun yalnız bırakmıyor. Kokluyor, patileriyle dokunuyor ona. Çaresizlik içinde çevresinde dönüp duruyor. Yüreklendirici davranışlarda bulunuyor. Ayağa kalkıp yaşama tutunması için elinden geleni yapıyor yavru köpek. Bir türlü yerdeki can ayağa kalkamıyor.

Yavru köpek, çaresizlik içinde ne yapacağını şaşırmışken bir kadın yurttaşımız imdada yetişiyor. Arabasının bagajını açıp yerdeki yaralı köpeği özenle, bir anne titizliğiyle, incitmeden yerden kaldırıyor. Bagaja yerleştiriyor yavruyu, veterinere götürmek için. Hanımefendinin yüzü acı içinde. Bir hayvan yavrusunun yaşam savaşımına ortak oluyor.

Acaba o yavru köpeğe çarpan kişi, bu görüntüleri gördüğünde az da olsa vicdanen rahatsızlık duydu mu?

Çıkarları söz konusu olduğunda en yakın dostlarını satanlar, yaralı arkadaşını terk etmeyen yavru köpeğin davranışından ders aldılar mı acaba?

Üç kuruşluk çıkar uğruna arkadaşlarını sırtından hançerleyenler, devletine, değerlerine, ulusuna, tarihine, kültürüne ihanet edenler o yavru köpekten az da olsa bir şeyler öğrenebildiler mi acaba?

Vefalı olmayı unutanlar, bir acı kahvenin kırk yıllık hatırını yok sayanlar, küçücük köpeğin çırpınışı size hiç mi bir şeyler anımsatmadı?

İnsanlık değerlerini unutanlar iyi bakın, arkadaşını kurtarmak için çırpınan o yavru köpeğe! Birazcık insanlık öğrenin! Eğer öğrenme yetiniz varsa...
                                               Adil Hacıömeroğlu
                                               23 Aralık 2014


YOLSUZLARIN İKTİDARI


AKP, on iki yıl önce yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklara son vermek üzere iktidara geldi. Bu üç sorun yıllardır sürmekteydi ve toplumu bir ur gibi sarmıştı. Ne yazık ki geçmiş yıllarda iktidara gelen partilerin birçoğu yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla savaşamadı.

İşte, AKP toplum dokusunu kemiren üç önemli sorunu, çözeceğini vaat ederek iktidara yürüdü. Yurttaşların çok haklı isteklerini bayrak etti kendine aldatıcı sözleriyle.

Peki, ne oldu? AKP on iki yıllık iktidarı süresince yoksulluğu, yolsuzluğu önleyebildi mi? Yasakları ortadan kaldırabildi mi?

Yukarıdaki sorulara verilecek yanıt koskoca bir hayırdır.

AKP’nin iktidar olduğu 2002’nin son aylarından itibaren parti yöneticilerinin ve yandaşların ekonomik durumlarındaki varsıllaşma gözlerden kaçmadı. 17 Aralık 2013’te ise bazı bakanların ve çocuklarının yolsuzluk, rüşvet konuşmaları ortalığa saçıldı.

Eee, bakanlar yolsuzluk ve rüşvete bulaşır da başbakan kenarda durur mu? O da oğlundan, evdeki paraları sıfırlamasın istedi. Ama ne para... Yirmi dört saatte sıfırlanamadı paralar.

Bir yerde yolsuzluk varsa yoksulluk da olur. Yolsuzluk arttıkça yoksulluk da artar. Çünkü cebe indirilen halkın parasıdır.  Halk yoksullaştıkça AKP yönetici ve yandaşları varsıllaştılar. Debdebeli yaşamları artık halkın gözü önünde. Saraylar, lüks arabalar, şişkin banka hesapları, çoğalan tapular iktidarın yolsuzluk konusundaki aymazlığının belirtileri.

Türkiye, AKP iktidarı döneminde hızla borçlandı. Devlete ait taşınmazlar, satılıp tüketildi. Sanayinin yerini inşaat sektörü aldı. Tarım ve hayvancılık yok edildi. İşsizlik çığ gibi büyüdü. Çalışanların ücretleri düştü. Halk yoksulluk cenderesinde ne yapacağını bilemez durumda.

Yasaklar mı? Hak getire... Basın, RTE’nin buyruğunda. Hakkını arayanın payına cop, plastik mermi ve zehirli gaz düşmekte. Halk soru soramaz, sorgulayamaz durumda. Toplumun çok sesliliği yok edildi. Muhalefet bile iktidarın diliyle konuşur oldu.

Bir iktidar düşünün... Adının geçtiği her yerde “yalan, iftira, rüşvet, yolsuzluk, diktatörlük, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı, zalimlik, Ortaçağa özenti, teröristi kahramanlaştırmak, Allah’la aldatmak,  emperyalizmle işbirlikçilik, hırsızlık, komşulara düşmanlık, bilgisizlik...” sözlerini çağrıştırmakta belleklerde. Böyle bir iktidarın uzun süre varlığını koruması olanaklı mı?

Yolsuzluk yapana, yolsuz denir. Yolu olmayan, sağa sola savrulur. Ne yapacağını bilmediği için önüne gelene çarpar. AKP de halkın kayasına çarpmıştır kafasıyla, gövdesiyle hem de. İç kanama başlamıştır. Yıkılışı çok yakın. Yolsuzların iktidarı, yalanları ve aldatmalarıyla tarihin çöplüğündeki yerini alacak.
                                               Adil Hacıömeroğlu
                                               17 Aralık 2014



PAKİSTAN’I GÖRMEYEN GÖZLER


Bu sabah güne Pakistan’daki okul baskınıyla başladık. Taliban militanları, bir askeri okulda beş yüze yakın öğrenciyi rehin aldı. Öğlene doğru yüz otuzu aşkın kişi yaşamını yitirdi. Ölenlerin çoğu çocuk yaştaki öğrenciler.

Taliban, Afganistan iç savaşı sırasında kuruldu. Hem de Pakistan’ın kucağında doğdu. Pakistan’ın öngörüsü olmayan siyasetçilerinin emçeklerinden beslendi.  Çatışmalar sonunda yontma taş devrine dönen Afganistan’da iktidar oldu kısa sürede Taliban. Ortaçağ da bile olmayan baskıcı uygulamalara imza attı.

Zamanın Pakistanlı yöneticileri, komşuları Afganistan’da rol kapmak istediler.  Hem de ABD’nin başrol oyunculuğunda... Afgan iç savaşı, Pakistan’a taşımdı bu yolla. Milyonlarca mülteci yerleşti Pak Ülke’ye. Başta Taliban olmak üzere birçok silahlı örgüt kümelendi Pakistan’ın kuzeybatı topraklarına. Onlarca ülkenin istihbarat örgütünün ajanları cirit attı yıllarca topraklarında.

Pak Ülke, iç barışını yitirdi. Toplumsal düzeni alt üst oldu. Eğitim sistemi çöktü. Eğitim, dini-dar örgütlerin kendi siyasal amaçlarına uygun duruma getirildi. Okullardan bilim yok edildi, hurafe egemen kılındı. Ekonomi alt üst oldu. Yolsuzluk her geçen gün arttı. Afganistan sınırı yolgeçen hanına döndü. Güvenlik ortadan kalktı. Siyasal suikastlar art arda geldi. İntihar saldırılarıyla binlerce insan yaşamını yitirdi. Koca bir ülke, terör üssü olmanın bedelini çok ağır ödedi yıllar içinde.

Pakistan güvenlik güçleri, yıllardır Kuzey Veziristan bölgesine egemen değil. Ülkesinin bir bölümü tamamen terör denetiminde. Bu bölgeyi, teröristlerden temizlemek için ordu harekât düzenledi. Yalnızca Güney Veziristan’da teröristlerin bir bölümü temizlendi. Kuzey’e giremedi bile ordu güçleri. Kuzey Veziristan’da yaklaşık on altı bin terörist var ağır silahlarla donanmış.

Pakistan ordusunun Kuzey Veziristan’a yaptığı harekâtın intikamı için saldırdı Taliban Peşaver’deki okula. Bu da gösteriyor ki Pakistan’da sular kısa sürede durulmayacak. Komşu ülke Afganistan’ın içişlerine karışmanın bedelini çok ağır ödedi Pakistan, ödemeye de devam edeceği görülmekte.

Pakistan’da yaşananlar Türkiye’ye ders olmalı. Ancak ders alacak uz görüşlü siyasetçiler yok ne yazık ki. Suriye, Türkiye’nin Afganistan’ıdır. Ama anlayana...

Milyonu aşkın Suriyeli mülteci yerleşti kentlerimize. Sınır güvenliği ortan kalktı. Dini-dar terör örgütleri içimizde. AKP hükümeti bu örgütleri eğitip donatmakta.

Afganistan, Suriye, Irak, Nijerya ya da Somali... Hiçbir şey fark etmiyor dini-dar teröristlerce. Kadın,  çocuk, yaşlı, sivil demeden öldürüyorlar elleri titremeden. Kafa kesiyorlar kör bıçaklarla gözlerini kırpmadan. Hiçbir inanç, yasa umurlarında değil. Kan kusuyorlar insanlığa. Güya İslam için Müslümanların kanlarını dökmekteler toprağa oluk oluk. 

ABD, İslam ülkelerini bölüp parçalamakta kendi çıkarları için. Bir varil petrol için on binlerce insanın kanı akıtılmakta. Bu konuda ABD’nin taşeronları ılımlı İslamcı hükümetler.

Türkiye’yi yönetenler, Pakistan’ı görmüyorlar, görmek de istemiyorlar. Koca bir ülkenin terör örgütlerinin elinde nasıl can çekiştiğinin farkında değiller. Dost ülke Pakistan’a el uzatmak gerek.

ABD emperyalizmi bu topraklarda var olduğu sürece kimsenin iki yakası bir araya gelmez. Bu nedenle Atatürk’ün ulusal bağımsızlıkçı anlayışına ivedilikle gereksinim var. Atatürk’ün olduğu yerde emperyalizm de terörizm de ortaçağ anlayışı da barınamaz.

Not: Konunun daha iyi anlaşılması için PAKİSTAN, YENİ BİR AFGANİSTAN MI? başlıklı yazımı, http://adiladalet.blogspot.com.tr/2011/03/pakistan-yeni-bir-afganistan-mi.html  den okuyabilirsiniz.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           16 Aralık 2014



ATATÜRK’ÜN HALK FIRKASI


YCHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, 11Aralık 2014 günü Habertürk televizyonundaydı. Yayın boyunca soruların çoğunu soruyla yanıtladı Kemal Bey. Türkiye’nin genel sorunları konusunda ne yazık ki CHP üyelerinin işitmek istediği sözleri söyleyemedi Genel Başkan.

Kılıçdaroğlu, Habertürk’te. “Atatürk’ün kurduğu Halk Fırkası’yla bugünkü CHP aynı değil, kendimizi yeniliyoruz.” dedi. Bu sözlerle Kemal Bey, CHP’nin bugün bulunduğu duruma da açıklık getirmekte.

Evet, haklısınız Kemal Bey! Doğru söze ne denir? YCHP ile Atatürk’ün CHP’si aynı değil.

Atatürk’ün CHP’si, devrimciydi. Anadolu ve Trakya’da Ortaçağ karanlığını aydınlığıyla dağıttı. Dünyadaki birçok ulusa örnek ve öncü oldu Atatürk’ün CHP’si. Oysa sizin başında bulunduğunuz YCHP, Cumhuriyet devrimlerinin yok edilmesi karşısında kılını bile kıpırdatmamakta.

Atatürk’ün CHP’si emperyalizme karşı savaşın öncüsüydü. Türkiye’nin yönetimine emperyalistlerle vuruşarak geldi. Bu yönüyle ezilen halkların Kutup Yıldızı oldu. Atatürk, birçok ulusa sömürgecilikten kurtuluşun yolunu gösterdi. Bu nedenledir ki neredeyse yüz yıldır tüm ezilen ulusların yüreğindeki yerini korumaktadır Atatürk.

Sizin yönettiğiniz YCHP, iktidara gelmek için emperyalistlere sevimli görünmenin peşinde.

Atatürk’ün CHP’si bölücülerle, irticacılarla, işbirlikçilerle savaşarak Cumhuriyet’i kurdu.

Bakın Kemal Bey siz ve bazı yönetici arkadaşlarınız bölücülere, dini-darlara, BOP’çu işbirlikçilere şirin görünmek, onlarla uzlaşmak için özel çabalar göstermektesiniz.

Atatürk, 1920’de Halkçılık Programını açıklayarak emperyalizme ve sömürüye karşı olduğunu haykırdı bütün dünyaya. Bağımsızlığı kazanmanın, halkı sömürülmekten kurtarmanın yolunun emperyalizm ve kapitalizmle savaşımdan geçtiğini bilmekteydi 1920’lerin, 1930’ların CHP yöneticileri.

Oysa YCHP’nin çiçeği burnunda yeni genel başkan yardımcılarından biri “CHP’nin kapitalizmle barışmasından” söz etmekte aymazca.

Atatürk’ün CHP’si devletçiydi. Türkiye’nin her köşesinde fabrika bacalarını tüttürmüştü gururla. Halkın alınterini, emeğini, ürününü değerlendirmeyi birinci görev edinmişti kendine. Yoksul halkı üç beş asalak varsılın insafına terk etmedi Halk Fırkası.

Atatürk’ün bin bir emekle kurduğu ve halkın malı olan fabrikalar haraç mezat özelleştirilmekte günümüzde.  YCHP yöneticilerinin ağzından özelleştirmelere karşı olduklarına dair bir söz işiten var mı acaba?

            Atatürk’ün CHP’si laikliği ödünsüz savunurdu. Bu nedenle de farklı inananlar yakılıp katledilmezdi. Herkes kendini güvencede hissederdi. Eğitim laik ilkelere göre planlanıp uygulanırdı. “Bilim, en gerçek yol göstericiydi.” Dindarlara saygı, dini-darlarla savaşım söz konusuydu.

            Kılıçdaroğlu ise “Laikliğin tehlikede olduğunu söyleyemem.” demekte Tayyiban iktidarının hüküm sürdüğü Türkiye’de. Tıpkı devekuşu gibi başını kuma gömmekte. Eğitimin hızla laiklik ilkelerinden uzaklaştığı bir zamanda “Laiklik tehlikede değil.” öyle mi Kemal Bey. Dini-darlık modasına uyarak YCHP’nin kapılarını açmaktasınız Atatürk düşmanı dini-darlara.

            Atatürk’ün CHP’si feodal derebeyliğe karşıydılar. Bu nedenle “Dersim ve Diyarbekir”in adını “Tunceli ve Diyarbakır” olarak değiştirdi. “Tunç ve bakır”ı Türkiye’nin kalkınması, gelişmesi ve çağdaşlaşması için vazgeçilmez olarak gördü.

            Siz Kemal Bey, “Dersimli Kemal’im!” diyerek bölücü ve irticacılarla birleşerek feodaliteyi hortlatma uğraşındasınız oysa.

            “Kendimizi yeniliyoruz.” demektesiniz. Sizin yenilenmeniz, AKP’nin yeni Türkiye’sine uygun yürümekte Kemal Bey. Her yeni olan iyi değil. Tıpkı Yeni Türkiye, YCHP ve yeni liberalizm gibi.

            Evet, Atatürk’ün Halk Fırkası ile YCHP aynı değil. Tıpkı Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’le bugünkü Cumhuriyet’in aynı olmadığı gibi.

                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           15 Aralık 2014

            Not: Rahatsızlığım nedeniyle yazılarıma bir süre ara vermek zorunda kaldım. Yazmak yaşamaktır. Yazmayı özlemişim.

            

TUNCELİ’Yİ BIRAK, SARAYBURNU’NA GEL


Başbakan Davutoğlu, MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin Dersim isyanı konusunda söylediği sözlerden çok rahatsız oldu. Özellikle Seyit Rıza’ya “terörist” demesi, Davutoğlu’nun ağırına gitmiş olmalı. Bahçeli’ye “Bu sözlerini Tunceli’de söyleyebilir misin?” dedi başbakan. Bahçeli de Tunceli’ye giderek aynı sözleri orada da söyledi.

Davutoğlu’nun tıpkı ustası RTE gibi iki de bir muhalefet partilerini kışkırtarak bazı illerimize gidemeyeceklerini söylemesi büyük bir kışkırtmadır. Eğer bir muhalefet ya da iktidar lideri Türkiye’nin bir iline özgürce gidemiyorsa bu iktidarın suçudur.

Devlet Bahçeli ve partilileri, Tunceli’ye büyük bir koruma ordusuyla gittiler. Adeta kuş uçurtulmadı. Tıpkı cumhurbaşkanı ve başbakanın ziyaretlerinde olduğu gibi. Güvenlik güçlerinin basireti, Tunceli halkının sağduyulu davranışı büyük olayları önledi.

Bir ülkede seyahat özgürlüğü yoksa demokrasiden söz edilebilir mi? Türkiye’nin bazı illerine etnik kökenleri ya da görüşleri farklı yurttaşlar, gidemiyorsa bunun sorumlusu iktidardır. Bazı illerimizde hükümet, kamu güvenliğini neredeyse tamamen bölücü örgüte terk etmişse bunun sorumlusu başbakandır.

Bahçeli’nin Tunceli’ye gitmesi, Davutoğlu’nu tatmin etmemişe benziyor. Bu kez Hakkâri’ye gitmesini istiyor MHP Genel başkanından. Anlaşılacağı üzere kışkırtma tüm hızıyla sürdürülmekte başbakanca.

Bizim de yurttaş olarak başbakan ve ustası RTE’den bir isteğimiz var. Binlerce kişiden oluşan koruma ordusu olamadan Taksim Meydanı’nda yürüyebilir misiniz? Koruma ordunuz olmadan Boğaz’da ya da İstanbul’un herhangi bir yerinde bir öğün yemek yiyip çay içebilir misiniz?

RTE ve Davutoğlu’ndan isteğimiz yalnızca İstanbul’la ilgili değil. Ankara’da sabahleyin koruma ordunuz olmadan konutunuza en yakın fırından ekmek almaya gidebilir misiniz?

İzmir’de Kordonboyu’nda eşlerinizle el ele tutuşup gezebilir misiniz?

Koruma ordunuz olmadan Türkiye’nin her hangi bir parkında, kahvehanesinde ya da meydanında partinizin politikalarını beş dakika savunabilir misiniz?

Büyük illeri geçtim. En çok oy aldığınız illerde korumasız dolaşabilir misiniz özgürce? Erdoğan memleketi Rize’de, doğup büyüdüğü Kasımpaşa’da korumasız sokağa çıkabilir mi?

Ey Davutoğlu, sen memleketin Konya’da Mevlana Müzesine yürüyerek gidebilir misin? Hodri meydan! Kışkırtmayı bırakın da neden sokağa çıkarken koruma ordusuna gerek duyduğunuzu açıklayın. Üstelik her geçen gün koruma ordunuz büyümekte. Acaba neden?

Erdoğan ve Davutoğlu’na çağrımdır. Gelin, Sarayburnu’nda oturup çay içelim Boğaz’ın, Haliç’in, Marmara’nın eşsiz güzelliğini seyrederek. Üstelik Atatürk’ün saraylara sırtını dönüp Anadolu’ya baktığı heykeli de var orada.

Korkmayın çaylar benden... Helalinden kazandığım emekli maaşımdan ödeyeceğim çay paralarını. Hadi, buyurun!
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           30 Kasım 2014




KIŞKIRTICIDAN CUMHURBAŞKANI OLUR MU?


Ali İsmail Korkmaz... Haziran Direnişi’nde polis ve esnaflarca dövülerek öldürülen bir genç, bir ana kuzusu... Günlerce komada yattı hastanede.

Ali İsmail öldükten sonra kamera görüntüleri çıktı ortaya. O görüntüleri izlerken insan yürekler isyan etmekte vahşete. Koca koca adamlar, yere düşmüş gencecik bir bedeni tekmelemekte hunharca. Kaçmaya çalışan Ali İsmail’i sopalı vahşilerin darbeleri yere indirilmekte.

Dünyanın her yerinde iktidarlar protesto edilir. Yeryüzünün her köşesinde halk, haksızlığa uğradığında alanlara çıkıp sesini duyurmak ister. Demokratik yönetimler, bu seslere kulak verir. Halkın isteklerini yerine getirmeye çalışır. Bunlar olmayacaksa demokrasinin bir anlamı kalır mı?

Peki, neden bu vahşet? Öncelikle Türkiye’de demokrasi yok! AKP, bir diktatörlük yönetimi kurdu. RTE, liderlik görevini Tanrı’dan aldığını düşünmekte. Kendisine karşı gelenleri darbeci ya da terörist olarak görmekte. RTE ve AKP yönetimi Atatürk’e, Cumhuriyet’e, anayasaya, halka karşı suç işlediklerinin farkındalar. Bunun için de koltuklarını tehlikeye düşürecek en küçük demokratik hareketler bile ödlerini koparmakta. Başta RTE olmak üzere AKP yöneticilerinin tümü iktidardan uzaklaştıklarında yargılanacaklarını çok iyi bilmekteler.

RTE ve AKP yöneticileri, Haziran Direnişi’ni darbe girişimi olarak gösterdiler kamuoyuna. Neden mi? Uyguladıkları şiddete haklılık kazandırmak için. Haziran 2013’te birçok kişi öldü ya da sakat kaldı. Tabi, öldürme ve yaralamaların bir sorumlusu olacak. Sorumlular kim? Başta o günün başbakanı, hükümet ve aşırı şiddet uygulayan kolluk güçleri. Halkın sokağa çıkmasına “Darbe!” dersin, hem halk nezdinde destek bulursun hem de acımazlığını örtbas edersin aklınca.

RTE, Haziran Direnişi’nin başından beri halkın bir bölümünü kışkırttı. “Yüzde elliyi evlerinde zor tutuyoruz.” diyerek eşi benzeri görülmemiş bir kışkırtma örneği gösterdi.

“Polislerin destan yazdığını” söyleyerek polisi kışkırtıp şiddeti tırmandırdı zamanın başbakanı.

Haziran Direnişi’nde RTE’nin kahramanlarınca(!) öldürülen gençleri her fırsatta kötüledi zamanın başbakanı. Yüreği yanık ailelerin acılarına acı kattı. Çoğu zaman kışkırtıcı davranarak halkı bölmeye çalıştı.

26 Kasım 2014 günü Ali İsmail’i öldürenler yargıç karşısındaydı. Öldürme olayının sorumlusu olan polis memuru: “Bu ülkenin cumhurbaşkanı, Gezi darbedir, diyor. Ben darbenin bastırılmasında görev aldım.” diyerek kendini savunmakta. Bu polisin aslında satır arasında söylediği şudur: “Beni ve benim gibi saldırganları kışkırtan zamanın başbakanı ve bugününün cumhurbaşkanı olan kişidir. Yani RTE’dir.” Bu nedenle Haziran Direnişi’nde öldürülen tüm demokrasi şehitlerinin davalarında RTE, azmettirici olarak dava dosyalarına dahil edilmeli.

Ali İsmail’in davasının görüldüğü gün RTE: “Esnaf gerektiğinde askerdir, alperendir, kahramandır, polistir, hâkimdir.” diyerek esnafı kışkırtma işini sürdürmüştür. Hem de Ali İsmail’e saldıran esnaftan bazı kişilerin yargılandığı bir günde.

Her fırsatta kışkırtıcılık yapan, yurttaşlarının bir kısmına düşmanlık güden, milletin birliğin temsil etmesi gerekirken kendi siyasal görüşünden olmayanları dışlayan, halkın arasına kin ve nefret tohumları eken birinden cumhurbaşkanı olmaz. Böyle yaparak hem anayasayı ihlal etmekte hem de yeminine sadık kalmamakta. Bu nedenle işgal ettiği koltuktan kalkmalıdır.
                                               Adil Hacıömeroğlu
                                               27 Kasım 2014
                                              





ARINÇ’LA APO’NUN İTİBARI


Hükümetin Ağlamaktan Sorumlu Bakanı Arınç, HDP Genel Başkanı Demirtaş’a. “Siz kimin sözcülüğünü yapıyorsunuz da Öcalan’ı itibarsız hale getirmek istiyorsunuz?” demekte.

Allah’ın işine bakın! Türkiye’yi temsil eden bir bakan, kalkıp dünyanın en büyük eli kanlı teröristinin itibarını savunuyor. Yahu, sen hükümet sözcüsü müsün, yoksa Öcalan’ın mı?

“MİT’in bu görüşmeleri yaptığı bilindiği halde onun taleplerinin dışında birtakım şeyler ileri sürmek suretiyle Öcalan’ı da zor duruma düşürdüğünüzü bilmiyorsunuz.” diye uyarmakta Demirtaş’ı Arınç. Bölücübaşının zor durumda kalmasını dert etmiş kendine Ağlak Bakan. Dostluk dediğinde böyle olmalı... Dostun zor durumda kaldığında onun imdadına yetişmek değil midir dostluk? İşte, Arınç da öyle yapıyor. Dostu zor durumda kalmasın diye, önceden uyarıyor bölücübaşının çevresindekileri.

Ağlak Bakan, Demirtaş’ın bir buçuk ay boyunca nerede olduğunu sormakta. Niye sorup merak ettiriyorsun kamuoyunu? Nerede olduğunu söyle de bilelim. Sen bakan değil misin?

AKP, açılım üstüne açılım yaparak iyi açıldı. Açıla açıla bölücübaşını savunarak onun sözcülüğünü yapma noktasına geldiler. Ağlak Bakanın bu sözleri suçtur. Çünkü bu sözlerde suçluya övgü var.

Kırk bine yakın kişinin ölümünden sorumlu bir terörist başının itibarı, olsa olsa onu savunan Ağlak Bakanınki kadardır.

Ey Arınç, Türk Milleti seni o koltuğa kendi haklarını savun diye oturttu. Unutma, sen milletin vekilisin, Öcalan’ın değil.
                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           26 Kasım 2014