AKP’LİLERİN NAKİT SEVDASI

                                               
17 Aralık 2013’te AKP’li bakanların çocuklarının evlerinde para kasalarında yüksek miktarda nakit yakalandı. Banka genel müdürünün evindeki ayakkabı kutularındaki paralarsa çok şaşırtıcı oldu herkes için. Hem bankacı olacaksın hem de parayı bankaya yatırmayacaksın... Bu, anlaşılır bir şey değil.
RTE’nin, oğlu Bilal’le yayımlanan ses kayıtlarında da evlerinde yüksek miktarda nakit olduğu görülmekte. Onlarca milyon nakitten “küçük bir meblağ” diye söz etmeleri, ellerindeki paranın çokluğunu göstermesi açısından ilginçtir.
Peki, kamuoyuna yansıdığı kadarıyla AKP’liler neden ellerindeki parayı bankaya yatırmıyorlar da evlerinde döviz olarak saklıyorlar? Türk bankalarına yatırdıklarında dikkat çekici olacaktır. Yurtdışına kaçma olasılığı olduğunda ise, yüksek miktardaki bir meblağı anında çekmek olanaksızdır bankadan. Bu kadar çok paranın bankadan ivedi olarak çekilip taşınması bile önemli bir sorun.
O zaman şu soru akla gelecektir: Neden, İsviçre bankalarındaki gizli hesapları kullanmıyor AKP’liler? Yanıtı çok basit... Yarın, AKP karşıtı bir hükümet işbaşına geldiğinde oradaki hesapları tehlikeye girer. Hükümet, o hesaplardaki paraların yolsuzluktan edinildiğini kanıtlayıp diplomatik girişimler yapar. İsviçre, devletlerarası bir bunalıma yol açmamak için hesaplara el koyup paraları Türkiye’ye geri verebilir.
AKP’lilerin nakit bulundurmasının üç nedeni var. Birincisi, yurtdışına kaçmaları söz konusu olduğunda paraları özel uçaklarla yurtdışına kolayca götürmek içindir. Bu nedenle de paranın döviz olarak tutulmasında yarar görmekteler. Çünkü Türk Lirası bulundursalar hem hacim olarak çok, hem de yurt dışında bu kadar büyük bir meblağı dövize çevirmek olanaksız.
İkincisi ise, evlerinde bulundurdukları para, kayıt dışıdır. Harcaması da gizlidir. Ortadoğu’da birçok radikal örgüt, AKP’ce desteklenmekte. Örtülü ödenek harcamalarının çoğalması ilgi çekicidir. İslamcı radikal terör örgütlerine açıkça yardım yapamazlar. Nasıl yapacaklar? Kayıt dışı paralarla...
Üçüncüsü, seçimleri kazanmak için yurttaşa dağıtılan sadakalardır. Gerçi, bu alanda evlerdeki paralara başvurmak son çaredir. Ancak, devlet olanaklarının yetmediği yerlerde evlerdeki nakitler yetişmekte imdada. Başbakanın ve birçok bakanın bayramda seyranda kendilerini karşılayanlara deste deste para dağıtmaları gözlerden kaçmadı. Herkes sormakta “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” diye. Bu durum, Türk siyasetinde bugüne kadar görülmeyen bir şey.  Açıkça yurttaşa para dağıtmak, diktatörlüklerle yönetilen ülkelere özgü bir durum.
AKP’lilerin evlerinde nakdin çoğalması, onların ayaklarının kaymakta olduğuna olan inançları nedeniyledir. Gidicidirler, bunu kendileri de bilmekteler. Bildikleri için de paraları el altında bulundurmayı yeğlemekteler.
Ancak bilmedikleri bir şey var. Türkiye’den kaçış çok kolay değil. Hele yetimin hakkını alıp götürmek zor iş. Bu millet, parasını yedirmez namerde...
                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       28 Şubat 2014

SARIGÜL’ÜN MUHTEREMİ

                                               
RTE, Fetullah Gülen’i Obama’ya şikayet etmiş. Eder... Şikayet kime edilir? Memur, amire şikayette bulunur. Ast, üstü çözüm odağı görür sıkıştığında. Erdoğan da Obama’ya gidiyor sıkışınca, yardım istiyor ondan. Bu, doğal bir davranış bir eşbaşkan için. Yadırgamamak gerek onu! ABD’nin desteğiyle iktidar yolunu açan birinin usuna bundan başka bir yol bulmak gelmez.
Erdoğan’nın, Gülen’i şikayet etmesi Sarıgül’e dokunmuş. Yanlış bulmuş bunu. YCHP İstanbul adayı, Bayrampaşa’da eleştirmiş RTE’yi. Neden mi? Yolsuzluk yaptığı, yurtseverleri zindanlara doldurduğu, yargı ve emniyeti Gladyo’ya teslim ettiği, Cumhuriyet kurumlarını Cemaat’le birlikte yıktığı, eğitimi kuşa döndürdüğü, kentlerimizi yağmaladığı/yağmalattığı, dış politikada Türkiye’yi rezil ettiği, eşbaşkan olduğu için değil. Fetullah’ı şikayet ettiği için eleştiriyor Tayyip’i.
            Sarıgül, 25 Şubat 2014 günü Bayrampaşa’da, esnaf ziyaretinde. Partililere konuşuyor. “İyi gününüzde size birisi bir hediye gönderdiyse, olabilir, aranıza kırgınlık girebilir. Ben, senin hediyeni geri gönderiyorum, diye kimseye söylemeyin.     Bu, bizim ne örfümüzde ne de töremizde vardır. İyi günlerde kurduğunuz dostluklar, yalvardığınız yakardığınız günleri, iyi günlerde oy almak için gidip el pençe divan durduğunuz günleri biliyoruz. Halkın size verdiği yetkiyi devlet gücü olarak kullanmayın. Yazıktır, günahtır. Dün gidiyorsun ABD’de bakanlarını, milletvekillerini hayır duası almak için gönderiyorsun. Türkçe Olimpiyatları’nda ‘Hasreti bitirelim.’diyorsun. Kutular ortaya çıktıktan sonra da Obama’yı arıyorsun ve Türkiye Cumhuriyeti nüfus kağıdı olan bir muhteremi şikayet ediyorsun, yazıklar olsun sana.” demekte Sarıgül.   
            RTE, Gülen’in kendisine armağan ettiği tespihi geri verecek. Sarıgül’e dert oldu bu. On bir yıldır Türkiye’yi cehenneme çeviren uygulamalarını eleştirsene AKP’nin. Cumhuriyet kurumlarını Gülen ile Erdoğan’ın nasıl da kol kola yıktığını anlatsana millete... ABD politikalarını nasıl kayıtsız, koşulsuz uyguladıklarını eleştirsene... Bir tespihin iadesi mi kusur?
            Bir kişinin muhterem olması, yani saygıyı hak etmesi için yalnızca Türkiye Cumhuriyeti nüfus kağıdı taşıması yeterli mi? ABD ve İsrail’in piyonu ol. Türkiye’de Cumhuriyet’i yık. Ortadoğu’yu kana bula. Toplumu böl. Ondan sonra böylesi birini, yurttaşımdır diye “muhterem” diye analım, öyle mi?
            Vahdettin’in nüfus kağıdında ne yazıyordu? Ya Damat Ferit’in, Ali Kemal’in, Öcalan’ın nüfus cüzdanında ne yazıyor?  
            Gülen’i ve Cemaat’ni savunmak bir CHP’linin işi değil. Bir CHP’linin görevi bu Ortaçağ yapılanmaları ve ABD işbirlikçileriyle mücadele etmektir. Hem de sonuna kadar. Önce CHP’nin tarihsel misyonunu bilmeli.
            Emperyalizmle, Ortaçağ kurumlarıyla mücadele etmeyen bir CHP’li olur mu? Hele onları savunmak, Atatürk’ün partisinin bir adayına yakışır mı?
Cemaat’in CHP’ye oy vereceğini düşünmek saflıktır. Adında Cumhuriyet ve kurucusu Atatürk olan bir partiye; emperyalizmin güdümüne giren, Ortaçağ özlemiyle yanıp tutuşan hiçbir grup y da kişi oy vermez. Adamların tek amacı Cumhuriyet’i yıkmak zaten. İnsan yıkacağı şeyi destekler mi?
Adil Hacıömeroğlu
27 Şubat 2014


ANAYASAYA AYKIRI, AMA ONAYLARIM

                        
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, kamuoyunda çok tartışılan ve hukukun tamamen rafa kaldırılmasına neden olacak HSYK yasasını onayladı. Bu tavrıyla onu hala Cumhurbaşkanı sananları şaşırttı.
Yargıyı tüm birimleriyle yürütmenin emrine sokacak HSYK yasası, AKP diktatörlüğünün keyfi yönetimine yasal kılıf hazırlayacak. Bu yasayla iktidar, çalışmalarını beğenmediği savcı ve yargıçlarını dilediği gibi atama olanağına sahip olacak. Böylece yargı için kullanılacak “bağımsız, tarafsız” nitelemeleri kâğıt üzerinde kalacak. Güçler ayrımı da Anayasa’da göstermelik bir madde olarak bulunacak.
Gül, HSYK yasasını kabul ederken “On iki maddede yer alan on beş hususun Anayasa ile açıkça çeliştiğini gördüm ve Adalet Bakanını çağırıp uyardım.” açıklamasını da yapmış.
Allah’ım aklıma mukayyet ol! Yahu, ne günlere düştük! Bu memleketi kimler, nasıl yönetiyor? Hem Anayasa ile çelişen maddeler var, diyorsun hem de böyle bir yasayı onaylıyorsun. Senin Cumhurbaşkanı olarak Anayasa’dan başka bir kılavuzun olabilir mi? Devletin başı olan biri, Anayasa ile çelişen bir yasanın altına imza atar mı? Attın, diyelim. İmzayı attıktan sonra bazı maddeler Anayasa ile çelişiyor, der mi?
Anayasa ile çelişen maddeleri, Adalet Bakanına söylediğini açıklamakta Gül. Devlet, ne zamandan beri yazıya geçmemiş kararlar ve bildirimlerle yönetilmekte? Devlet, yasalarla yönetilir. Onlar da yazılıdır.
Bir devlet yöneticisi, bile bile içinde Anayasa’ya aykırı maddelerin olduğu bir yasayı kabul ediyorsa iki şey akla gelmekte.
Birincisi; yönettiği devletin işlerliğini bilinçli olarak sabote etmek istemektedir. Devletin temel niteliklerini değiştirme görevi vardır. Böyle bir şey varsa bu, faciadır. Böyle bir kişinin, işgal ettiği orunda bir saniye bile durmaması gerek.
İkincisi; Gül, ağır tehdit ya da şantaj altındadır. Onun da kasetleri mi vardır piyasaya sürülmeyi bekleyen? Ya da kendisine büyük bir vaatte mi bulunulmuştur, reddedemeyeceği türden? 
Gül “HSYK yasası anayasaya aykırı, ama yine de onaylarım.” demekte bu davranışıyla. Evet, Sayın Cumhurbaşkanı söylediklerinizle yaptıklarınız ne kadar çelişkili farkında mısınız?
HSYK yasası gibi antidemokratik bir gidişe onay vermek için ancak AKP militanı olmak gerekiyor. Hala onu Cumhurbaşkanı sanıp ondan medet uman muhalefet partileri, gözünüzü açıp iyi bakın karşınızdakine. Bakın ki görün kimlere bel bağladığınızı. Görün ki Türkiye’yi cahil bir diktatörün elinde oyuncak yapan zihniyeti anlayın.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       26 Şubat 2014
Not: Yazılarımın tümünü, http://adiladalet,bogspot.com dan okuyabilirsiniz.


AKP’NİN YAPTIĞI YOLSUZLUK DEĞİLMİŞ

                          
RTE, dün El Cezire’ye konuşmuş. İyi de etmiş. Konuştukça inciler dökülmekte dilinden. AKP’lilerin suçlarını örtme kaygısıyla itiraflarda bulunmakta farkında olmadan.
AKP’li bakan çocuklarının ve bir banka müdürünün evinden çıkan kutu kutu paralar konusunda konuşuyor Başbakan. “ Hiç birisinin devletin kasasından alınan ve çalınan herhangi bir şey olmadığına kesinlikle inancım var. Bizi şu ana kadar başarılı bir şekilde getiren süreç de budur.” demekte RTE.
Kimse kutulardan çıkan paraların devlet kasasından direk alındığını söylemiyor. Ya da bakan çocuklarının kar maskesi takıp devlet kasalarını soydukları da düşünülmüyor.
Siz, hükümet olarak yandaşlara devlet olanakları sunmaktasınız. Devlet ihalelerini, yandaş firmalara değerinin üstünde vermektesiniz. Onlar da bu paranın bir bölümünü, kendilerine bu kazancı sağlayan siyasilere ya da yakınlarına “komisyon” adı altında vermekteler. Böylece para devletten değil, devletle iş yapandan çıkmakta görünürde. Başbakan’ın mantığına göre de devlet soyulmamış olmakta.
İkinci bir yol daha var. O da devlete ya da kişilere ait arazilerin imara açılması. Değeri yüz lira edecek bir kamu arazisini yandaş müteahhide bir liraya veriyorsunuz sorgusuz sualsiz. Aradaki doksan dokuz lira işi yapanla işe aracılık eden siyasal güç tarafından üleşiliyor. Bu doksan dokuz lira kimin? Devletin, dolayısıyla halkın... Kimin parası üleşildi? Halkın... Tüyü bitmemiş yetimin... Çöpten ekmek toplayıp yiyerek hayatta kalmaya çalışan garibanın... Açlık sınırında yaşayan yüz binlerce yoksulun... Ömrü kuyruklarda geçen emeklilerin... Vatan için şehit olan, gazi olan yiğitlerin... Ülke için üreten işçinin, köylünün, memurun, kısacası emekçinin... Namusuyla iş yapan sanayicinin, işadamının...
İş bu kadarla kalmıyor. O bir liraya kelepir olarak verdiğin arsaya, yasal olarak bin liralık bina yapılması gerekirken belediye, TOKİ ve bazı bakanlıkların marifetleriyle on bin liralık değer ortaya çıkıyor. Lokma çok büyük... Bir kişi yerse gırtlağında kalır, boğulur. O zaman ne yapmalı? Müteahhit efendiye bu olanağı sağlayan, ona küçük bir yardımda bulunanlara diş kirası vermeli. Çünkü aynı sofrada kaşık üşürmedeler... Kısa sürede ballı böreği mideye indiren yüklenici efendi de haksızca kazandığı paranın verdiği şımarıklıkla millete küfreder.
Tabi, ondan sonra çıkar Başbakan, bu paralar devletin kasasından alınmadı, der. Devletin kasasından değil, milletin cebinden alındı bu paralar. Milletin sofrasında lokmalar aşırıldı şark kurnazlıklarıyla.
Yukarıdaki sözlerinde RTE, “Devletin kasasından alınan ve çalınan herhangi bir şey olmadığına kesinlikle inancım var.” demekte. Yolsuzluğun olup olmadığını kişisel inançlar belirlemez, bağımsız ve tarafsız mahkemeler belirler. Yargının olmadığı bir yerde aklanmak da olanaksızdır.
RTE, El Cezire’deki söyleşisinde yolsuzluk bataklığındaki partililerini kurtarmaya çalışırken itiraflarda bulunmakta. Haksız olarak elde edilen her kazancın kaynağı yolsuzluktur Tayyip. Herkes kazandığı paranın nereden geldiğini, meşru yollarla alınteri ile hak edildiğini kanıtlamak zorundadır. Hele siyasetçiler... Herkesten önce onlar hem halkın önünde hem de yargıda bankalardaki paralarının hesabını vermeliler.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           25 Şubat 2014
Not: Yazılarımın tümüne, http://adiladalet.blogspot.com dan ulaşabilirsiniz.


DİKTATÖRÜN, YATAK ODASI MERAKI

                           
RTE, diktatörlüğü sevmişe benziyor. Kendini her şeyin sahibi sanıyor. Böyle olunca da insanların her alanda yaşamına karışmayı kendine hak sayıyor.
Son konuşmalarından birinde MHP Lideri Bahçeli’ye yükleniyor özel yaşamıyla ilgili.
“Çıkıyor MHP’nin başındaki beyefendi, aile nedir bilmez, onun böyle bir derdi yok. Çoluk nedir, çocuk nedir bunu bilmez, onun böyle bir derdi yok. Ama bizim derdimiz var, derdimiz. Biz bunu biliriz. Çoluk nedir, çocuk nedir bunu biliriz.” demekte RTE. Bu sözlerde hakaret var, küfür var, karşısındaki kişinin özel yaşamına burnunu sokmak var. Var oğlu var... Erdoğan’ın bu sözleri çok ayıp, çok... Ne ahlak kurallarına sığar ne de İslam anlayışına...
RTE, biraz daha açılsa karşısındakinin yatak odasına atlayacak... Yatak odasının anahtar deliğinden bakmak ya da kapıyı aralayarak içeriyi gözetlemek bazı siyasetçileri cezp etmekte... Nasıl kafadır bu? Ne biçim insanlıktır bu?
Toplumuzda birçok insanın çocuğu olmuyor, biyolojik nedenlerle... İnsanlar zaten bu konuda acı çekmekteler... İnsanların acılarını dile getirmek insanlık kitabının hangi sayfasında yazmakta ey Erdoğan? Ya da bazı kişiler çocuk sahibi olmak istemiyorlar. Onların tercihi bu, saygı duymak gerek. Millet sana mı soracak ey diktatör ne yapacağını?
Halkımız, “Allah çocuğun hayırlısını nasip etsin.” der. Ne güzel bir dilektir bu. Hayırlı çocuk, kutulara milletten aşırdığı paraları doldurmayan çocuktur. Hayırlı çocuk, kimsenin canına kıymayandır. Sahte çürük raporlarıyla askerden, millet hizmetinden kaçan çocuk hayırlı olabilir mi? Yalan söyleyerek iftira atan çocuktan ailesi, “hayırlı” diye söz edebilir mi?
Aile yaşamı, dokunulmazdır ey diktatör! İnsanların özel yaşamlarını konuşmak ayıptır, ayıp...  Bilmiyorsan öğren...
RTE’nin bu sözleri, kamuoyunca ayıplanınca ve Atatürk’ün de çocuğunun olmadığı anımsatılınca diktatör yanıtladı bunu. “Gazi Mustafa Kemal çoluk sahibi olmuştu da çocuk sahibi olmamıştı. Onu da git, iyi öğren. O nasip meselesi onu da iyi öğren.” demekte bir gün sonra. Nasip meselesiyse sana ne? Ne karışıyorsun nasip işi olan bir konuya? Nasibe de karıştığına göre sen kendini ne sanıyorsun?
Erdoğan’ın yukarıdaki sözlerinde cehalet bin takla atmakta. Nasıl mı? “Çoluk çocuk” sözü bir ikilemedir. Anlamı pekiştirme amacıyla oluşturulmuş. Bu tür ikilemleri oluşturan sözcüklerden biri anlamlı, diğeri anlamsız olur. Sözcükler, ses benzerlikleri nedeniyle birlikte kullanılırlar. Burada “çocuk” anlamlı, “çoluk sözcüğü ise anlamsızdır. Hiçbir sözlükte “çoluk” sözcüğünün anlamını bulamazsınız. Tıpkı “yamru yumru, yırtık pırtık, eğri büğrü, tek tük, eski püskü, koltuk moltuk, toprak moprak, başbakan maşbakan, Tayyip Mayyip...” ikilemelerinde “yamru, pırtık, büğrü, tük, püskü, moltuk, moprak, maşbakan, Mayyip...” sözcüklerinin bir anlamı olmadığı gibi. Hazret her şeyi biliyor ya... Kara cehaletin çukuruna düşmüşlüğün cüretiyle “çoluk” sözcüğüne kendince anlam yüklüyor. Vah, Türkiye’m vah!.. Kimlerin eline düşmüşsün?
Dili güzelleştiren değişmece (mecaz) anlamlı sözcüklerdir. İkilemelerde var olan anlam kıvraklığı ve varsıllığı kavramak akıl işidir. Değişmece anlamı, anlamaksa ince zekâ işi. Bu da herkese nasip olmaz. Gidip öğrenmek gerek. Tabi öğrenmek bir yetenek işi... Bu da herkese nasip değildir.
Atatürk’ün çocuğunun olmaması konusuna gelince... RTE aklınca burada Atatürk’e de laf atmakta. Atatürk’ün biyolojik olarak çocuğu yoktur. Ancak birçok çocuğun aile içinde mutlu yaşamasını sağladığı için onların manevi babaları sayılır. Başbakan şunu hiç unutmasın... Adı, Recep Tayyip, soyadı Erdoğan ise bu Atatürk sayesindedir. Başka söze gerek var mı?
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           24 Şubat 2014

Not: Yazılarımın tümüne, http://adiladalet.blogspot.com dan ulaşabilirsiniz.

GÜL, ERDOĞAN İLE ÇEKİŞİYORMUŞ



Muhalefetin kimi sözcüleri ve bazı gazeteciler, Gül’ün Erdoğan ile çekiştiğini, siyasal bir kavga içinde olduğunu söyleyerek politikalar oluşturma yoluna gittiler. Ben de bu ikilinin kavga etmeyeceğini, görülen farklılıkların yapay olduğunu söyleyegeldim.
Gül’ün, Gülen cephesinde yer aldığını söyledi kimileri. Bunun olanaksızlığını anlattım. Gül ile Erdoğan arasındaki anlaşmazlık görüntüsünün iyi ve kötü polis rollerini oynamaktan ibaret olduğunu düşündüm hep. AKP’nin Cumhuriyet’e hücumlarında bu ikili hep uyum içinde oldu.
            Cemaat’in, AKP’ye ilk büyük saldırısı Hakan Fidan üzerinden oldu. Bu saldırıyla amaç, RTE’yi köşeye sıkıştırmaktı. Bu saldırı, Erdoğan’ın ameliyat olduğu ve hastanede yattığı bir döneme denk getirilmişti. Cemaat’in zamanlaması dikkat çekiciydi. Liderin olmadığı bir zaman seçilmiştir. Böyle bir anda Cemaat saldırısı amacına ulaşsaydı AKP’nin çil yavrusu gibi dağılabilirdi.
Hakan Fidan ortadan kaybolup teslim olmadı. Ardından ivedi bir yasa değişikliğiyle Fidan, RTE’nin koruması altına alındı.
            Aradan uzun süre geçtikten sonra Cumhurbaşkanlığı Basın Başdanışmanı, Abdullah Gül’ün Fidan olayıyla ilgili kamuoyundaki bazı iddialara açıklık getirdi. Basın Başdanışmanı Sever: “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a ‘İfade verin, sorun çıkmaz.’ şeklinde cevap vermesinin asla ve kesinlikle söz konusu olmadığını, tam aksine ifade vermeye gitmemesini kesin bir dille aktardığını” söyledi.
            Yukarıdaki açıklama ilginçliklerle dolu. Birincisi yasama, yürütme ve yargının başı olan cumhurbaşkanı, savcılığın ifadeye çağırdığı bir kişiye yasalardan kaçmasını nasıl söyler? Eğer Fidan suçluysa Gül, suçluyu korumuş olmuyor mu?
            İkinci ilgi çekici olan da şu: RTE’nin yokluğunda tarafsız olması gereken Gül, particilik yaparak AKP’yi kurtarma eylemi yapıp eski arkadaşlarına siper oluyor.
Bazı kişilerin, Gül’ü AKP’den ayrı düşünmesi yanlış. Gül, Powel’la iki, sayfa anlaşmayı RTE’den habersiz mi imzaladığını sanıyorsunuz? Gül ve Erdoğan birlikte Türk Milletinin başına musallat oldular. Onları halk, birlikte deliğe süpürecek. Yakındır...
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           21 Şubat 2014


GÜL’Ü CUMHURBAŞKANI SANANLAR


Ne yazık ki muhalefetin büyük bir bölümü ve AKP’ye oy veren birçok yurttaş, Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı sanmaktalar. Türkiye’nin geleceği, toplum yaşamının erinci, kişi özgürlükleri söz konusu olduğunda onun tarafsız davranacağından, halkın yanında yer alacağından umutlu olanlar var hala.
O; AKP’nin, Milli Görüş’ün gülüdür. Gençliğinden beri gücünü hep sınırlarımız dışından aldı. Kanlı Pazarda ABD’yi protesto ederek “Bağımsız Türkiye!” diye bağıranların karşısında oldu düşüncesi ve bedeniyle... Cumhuriyet hep rahatsızlık verdi ona.
RTE ile çıktı yola. Amaçları, Cumhuriyet yıkıcılığıydı. Bunu, elbirliğiyle yaptılar. Ayrıları gayrıları olmadı hiç.
İnternet yasaklarını içeren yasa, TBMM’den çıkıp Çankaya’ya gittiğinde birçok kişi umutlandı. Gül, bu yasayı geri çevirir, diye. Neden çevirsin geri, niye imzalamasın? Faşist bir yönetimi RTE ile birlikte kurmadılar mı? Yurtseverler tutsak edilirken sesi çıktı mı Gül’ün? Cumhuriyet kurumları yerle bir edilirken son imzalar hep ondan gelmedi mi? Şimdi kalkmış bazı yurttaşlarımız, teokratik diktatörlüğün imzacı başından demokratlık beklemekteler.
Yok efendim, Tayyip ile Abdullah kavgası varmış. Kavga mavga yok. AKP’nin lideri Tayyip. Noteri de Gül... Kavga ederlerse ikisi birden siyasetten uzaklaşırlar. Bunun farkındalar...
Efendim, Tayyip cumhurbaşkanı adayı olacakmış. Olsun, olursa Gül de başbakan olur. Herkesin iyi bilmesi gereken şudur ki RTE’nin Çankaya adaylığı haziran direnişiyle bitmiştir. O defter çoktan kapandı. Tayyip, Çankaya’ya aday olduğunda kaybedeceğini neredeyse tüm AKP’liler bilmekte. Kaybettiğinde de AKP’nin güneş altındaki kar gibi eriyeceği de apaçık.
Gül garanticidir. Cemaat’le bilinmedik bir maceraya atılmaz. Atılırsa Cemaat’in zamanı geldiğinde onu Tayyip’ten beter edeceğini de bilmekte. Üstelik o, RTE kadar direnemez Gülencilere.
RTE’nin Çankaya adaylığı suya düştüğüne göre, oranın adayı büyük bir olasılıkla yine Gül olacak. Kazanır mı? Çok zor... CHP, yerel seçimler öncesi aday belirlemede yaptığı acemilikleri göstermezse muhalefet adayı Çankaya’ya çıkar. Cumhurbaşkanlığında AKP ve Gül devri tarihe karışır böylece. Gül de evimde kestane pişirirken ellerini ovuşturur RTE’nin ayağı kaysın, diye.
AKP’nin yıkılma süreci, cumhurbaşkanlığı seçimiyle 2014’ün yazında başlayacak. Yaz sıcak geçecek. Sıcak yazın etkisiyle AKP buzulu hızla eriyecek. Yerel seçimlerde yaşama geçirilmeyen “Milli Güçbirliği” cumhurbaşkanlığı seçiminde uygulanacak. Yerel seçimlerde özellikle muhalefetin önemli dersler çıkaracağı sonuçlar olacak. Toplumun geleceğinin söz konusu olduğu siyasal kararlarda muhalefetin sorumsuz davranmasına halk sessiz kalmayacak.
2014 yazı, tüm siyasal kesimler için çok sıcak geçecek. Halkın herkese söyleyeceği sözler var. Ders çıkaranlar yoluna devam eder, çıkarmayanlar evde dinlenmeye çekilir. Bekleyelim, görelim...
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       19 Şubat 2014


İKİLİ SİSTEM AKP’YE YARIYOR

                                   
AKP’nin iktidara gelmesiyle eskinin birçok siyasal partisi TBMM dışı kaldı. Giderek bu partilerin siyasal etkileri azaldı. Siyaset AKP ve CHP odaklı ikili sisteme döndü. Bu durum, AKP’nin istediği bir şeydi. Koşullar ve AKP’nin bazı taktiksel tavırları bu sistemi pekiştirdi.
Neden ikili sistem? AKP, Milli Görüş geleneğinden gelen bir oluşum. Bu tabanın tümünün desteğini alsa bile yüzde yirmiyi geçmez. Bu da onun iktidar olmasına yetmez. O zaman nereye dayanacak? Öncelikle merkez sağa ve az da merkez sola...
AKP’nin iktidar olmasıyla merkez sağın laik seçmeninin bir kısmı CHP’ye kaydı. CHP-DSP’nin özellikle yoksul kesimlerdeki seçmeninin önemli bir bölümü, AKP’ye oy verir duruma geldi. Anlaşılacağı üzere sağdan sola, soldan sağa seçmen kayması söz konusu kısmen de olsa.
AKP, geleneksel olmayan seçmen tabanını tutmak için hep kamplaştırma siyaseti izledi. Sürekli ya ben, ya CHP ikilemini topluma sunmak için özel bir çaba harcadı. Çoğu zaman bu siyasal tuzağa ne yazık ki CHP yöneticileri de düştü, günü kurtarmak adına da olsa. Toplum kamplaştıkça AKP, iktidarını sağlamlaştırdı. İktidarı sağlamlaştıkça da Cumhuriyet kurumlarına saldırdı fütursuzca. Kuvvetler ayrımı ortadan kaldırıldı.
2007 seçimleri, ikili sistemin oluşturulmasında önemli bir dönüm noktasıdır. Türkiye tarihinin en büyük muhalif gösterileri oldu seçimler öncesi. Cumhuriyet mitingleri... AKP’nin dizleri titredi bu mitingler olunca. Kendileri bile ayakta kalacaklarına inanmadılar bir süre.
Ankara mitingi (14 Mayıs 2007)  ilkti ve Cumhuriyet’in korunması duyarlılığı öndeydi.
İkinci miting İstanbul Çağlayan’daydı (29 Nisan 2007). Burada “Ne şeriat, ne darbe!” söylemi öne çıktı. Bu söylem, AKP’yi rahatlattı. Çünkü gündem, Cumhuriyet’ten darbeye evrilmişti.
Beşinci miting (13 Mayıs 2007), İzmir Gündoğdu Meydanı’ndaydı. Burada CHP-DSP yöneticilerine “Birleşin!” tezahüratları ortaya çıktı. Anlaşılacağı üzere solu birleştirme gösterisine dönüştü İzmir mitingi.
Oysa Cumhuriyet’i korumak hem solun hem de sağın görevidir. Cumhuriyet yanlısı sağı, AKP Saflarına itmek mantıklı bir manevra değil. İzmir mitingi ve sonrasındaki gelişmeler ne yazık ki AKP’ye yaradı. Özellikle DYP ve ANAP’ın erimekte olan tabanı tamamen yok oldu. Seçim barajını geçebilecek bu güç, TBMM’ye giremeyince AKP oyunu artırdı. İkili çark, AKP’yi güçlendirirken CHP yerinde saydı, tüm birleşmelere karşın. Yıkılacağını düşünen AKP, iktidarını koruduğu gibi, oylarını da artırdı.
“Birleşelim, parçalanmayalım...” demek, kulağa hoş gelir. Doğru zamanda yapıldığında doğru sonuçlar da verir. Ancak seçimleri incelediğimizde siyaset sahnesinden silinen DSP’ni oyları tamamen CHP’ye; ANAP’ın oyları da tamamen DYP’ye gitmemiştir. Yani siyasette 2+2=4 yapmıyor genellikle. Bazen üç (Az da olabilir.), bazen de beş (Fazlası da olabilir.) edebiliyor. Basit bir matematikten hareket etmek çoğu zaman yanıltıcı olmakta.
Bugün de “Aman oyları bölmeyelim.” Denilmekte. Seçmen baskı altına alınmakta. Muhaliflerin CHP dışındaki bir partiye oy vermeleri neredeyse ihanet olarak algılatılmakta. Toplumda ikili sistemin derinleşmesi için büyük çaba harcanmakta. AKP’den kayma olasılığı olan oylar CHP’ye (Günün koşullarında) gelmiyor. Başka bir seçenek olmayınca da yeniden, kerhen de olsa AKP’ye dönüyor bu seçmenler. O zaman yeni çekim alanları olmalı, yoksa yaratmalı. AKP’nin memnun olmayan seçmenin oy verebileceği bir siyasal oluşum olmalı. Bu solda da olabilir sağda da... Çünkü kamplaştırılan seçmenin rakip saflara katılması çok kolay değil.
Sıkça denmektedir ki “Oylar bölünürse AKP kazanır yine.” AKP’nin yüzde elli oy alarak kazanmasıyla yüzde otuz oy alarak birinci olması arasında çok fark vardır. Oylarının büyük bir bölümünü kaybetmiş bir AK, iktidarını sürdüremez ve bu bir yenilgidir. Yenilen kişi bir daha doğrulatamaz belini. Bu nedenle seçmeni iki parti arasına sıkıştırmamalı. Seçmen sıkışınca AKP tabanından uzaklaşamıyor. Seçime giren ikili sistemin dışındaki diğer partilerin alacağı küçük orandaki oylar AKP’ye bir gedik açacaktır.
Dikkat edilirse AKP ve lideri sürekli olarak ikili sistemi dayatmakta. CHP yöneticileriyle CHP’yi destekleyen bazı gazeteciler de bu tuzağa düşmekteler ne yazık ki.
Türkiye ikili sistemin dışına çıkmalı. İttifaklar mı? Yapılmalı, yapılacağı kadar. Ancak ittifaklar her zaman istenen sonucu vermemekte. Yerel seçimlerde AKP hezimete uğratılmak isteniyorsa ikili sistemden kaçınmalı. Her parti alabileceği kadar oy almalı. AKP’den kopacak her oy çok değerlidir, kim koparırsa koparsın, kimin hanesine yazılırsa yazılsın.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           18 Şubat 2014



GAZİ MUSTAFA KEMAL


RTE,   öğrencilere Fatih projesi kapsamında verilecek tablet bilgisayarların dağıtım töreninde öğretmen, öğrenci ve değişik mesleklerden yurttaşlar hitap etmekte. Yine bağırıp çağırmakta. Tarihe damga vurmuş adları sıralamakta...
“...Sizler; Alparslan’ın, Osman Gazi’nin, Fatih Sultan Mehmet’in, Kanuni’nin, Yavuz’un, Sultan Abdülhamid’in torunlarısınız. Sizler; Şeyh Edebali’nin, Akşemsettin’in, Molla Gürani’nin, Ali Kuşçu’nun, Yunus Emre’nin, Mevlana’nın, Yahya Kemal’in, Mehmet Akif’in istikamet çizdikleri bir milletin mensuplarısınız. Sizler, Kurtuluş Savaşımızın Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal’in ülkeyi emanet ettiği istikbalimiz olan evlatlarımızsınız.” diyor başbakan. Gazi Mustafa Kemal’e gelinceye kadar salonda “çıt” yok. “Gazi Mustafa Kemal” adı söylendiğinde salon alkıştan yıkıldı neredeyse. Dinleyenler, oturdukları koltuklardan fırladılar.
RTE’nin sıraladığı tarihsel adların hamaset nedeniyle söylendiğinin farkında oradakiler. Şüphesiz ki orada sözü edilen tarihsel kişilerden birisi hariç (II. Abdülhamit) hepsi, yaptıkları olumlu işlerle tarihimizde iz bırakmışlardır. Ancak varlığımızın nedeni olan Atatürk’ün ulusun gönlündeki yerin önemi bambaşka. Bunu da alkışlarla coşan dinleyicilerden anlamaktayız.
Başbakan, “Atatürk” adını kullanmaktan özellikle sakınmakta. Çünkü Atatürk demek, devrim demek. Atatürk demek, çağdaşlaşmak demek. Atatürk demek, Ortaçağ kurumlarıyla savaş demek...
*                           *                                 *
Bir gün önce, 16 Şubat Pazar günü Fenerbahçeliler Bağdat Caddesindeler. Kulüplerine karşı AKP-Cemaat’in kurduğu kumpası protesto etmekteler. Aralarında farklı takımların taraftarları da var. Yaklaşık iki yüz bin kişi toplanmış, bağırıyorlar. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!”
                              *                           *                                 *
İki farklı günde, iki farklı yerde, iki farklı olay... Her ikisinde de kitleleri birleştiren Atatürk. Her ikisinde de dara düşenlerin sığındıkları yer Mustafa Kemal.
Halk, siyasetçilere doğru yolu gösteriyor. Atatürk’te birleşin, diyor.
Halk siyasetçilere kurtuluşun adresini veriyor. Atatürk, Atatürk, Atatürk diyor ısrarla...
Başta Atatürk’ün kurduğu parti bu sesleri işitmeli. İşitip anlamalı bu seslerdeki yankıyı. Anlamalılar ki Türkiye kurtulsun bu karabasandan.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       17 Şubat 2014


CHP’NİN KAÇ MİLLETVEKİLİ VAR?

                                    
4+4+4 Eğitim yasası pişiriliyor komisyonda, kavga kıyamet... AKP’li görünüşte milletvekili, gerçekte sokak kabadayısı fedaileri saldırıyor CHP’lilerin üstüne. CHP’li bazı milletvekilleri ciddi biçimde tartaklanıyor Tayyibanlarca... Tartaklanan milletvekilleri, bildik kişiler...
TBMM’de zaman zaman gergin anlar yaşanmakta. AKP’li saldırgan fedailer, sokak kabadayıları gibi terör estirmektiler. Onlara karşı koyan hep bildik CHP’li milletvekilleri...
Kamer Genç AKP’nin baş belası, Cumhuriyet’in katıksız savunucusu. TBMM’de her konuştuğunda AKP’liler kırmızı görmüş boğalar gibi saldırmaktalar. Birkaç linç girişimiyle karşılaştı. Kürsüden zorla indirildi. Onu savunan dokuz on CHP’li... Bildik kişiler...
Toplumsal olaylar, direnişler oluyor. AKP faşizmi halka zehirli maddeler fışkırtıyor, biber gazına boğuyor, copla kafalar kırılıyor, insanlar ölüyor; CHP’den hep bildik milletvekilleri halkala yan yanalar...
AKP’li saldırgan vekil, metrelerce öteden bağırarak, ağzından köpükler saçarak fırlıyor CHP sıralarına. Hedefinde Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan var. CHP sıraları bomboş... Sayın Tezcan’ın yanındakiler derin uykuda. Saldırgan, Sayın Tezcan’ı yumrukluyor. Bülent Bey yaralanıyor. Birkaç CHP milletvekili var orada.
TBMM’de HSYK yasası görüşmeleri var. Çok önemli bir konu bu. AKP faşizmi, yargının y’sini bırakmayacak bu yasayla... Hayat memat meselesi yani... Kürsüde Bülent Tezcan... Anlatmakta bu gerçeği TBMM’ye... Ortalık karışıyor. Tayyibanlar kürsüye saldırıyor, CHP’li bazı milletvekilleri yaralanıyor. Yine AKP’nin saldırganlığına göğüs geren bildik kişiler, aynı milletvekilleri...
CHP’nin kâğıt üstündeki milletvekili sayısı 134. Ama AKP faşizmine karşı direnenlerin sayısı kırkı geçmemekte. Peki, geri kalanlar ne iş yapmaktalar? Onları niye seçip gönderdik Ankara’ya? Milletvekilliği yalnızca maaş alıp rozet takmak mıdır?
Sahi, CHP’nin kaç milletvekili var, bilen varsa söylesin bana?
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           16 Şubat 2014






TARAF PROJEYMİŞ, ÖYLE Mİ?

                                         
Radikal’in köşe yazıcısı Oral Çalışlar, CNNTÜRK’te katıldığı bir programda Taraf Gazetesi’nin “proje” olduğunu söylemiş. Çalışlar’a bu açıklaması için “Günaydın!” demek gerek. Bunca zamandan sonra bir gerçeği anlama başarısı(!) gösterdiği için.
Benim inancım o ki Taraf bir projedir. Taraf'ın bir proje olduğunu daha iyi anlatabilecek olanlar tabi ki içinde olanlardır. Ha, oradaki herkes teker teker bu projenin içindedir diyemem. Bana dersen ki yedi yıllık Taraf tecrübesinden ne anladın? Taraf bir projedir, derim. Bundan hiç şüphem olmaksızın eminim.” demekte Çalışlar. Yedi yıldır yurtseverlere atmadık çamur bırakmayan, kumpaslar kuran bir gazetenin ne olduğunu yeni anlamış beyefendi. Yine de bravo!
Sen, Taraf’ta köşe yazıcılığı yap. Genel yayın yönetmenliği yap. Bu görevlerin bitip başka bir gazeteye geçtikten aylar sonra Taraf’ın “proje” olduğunu söyle.
Ben Taraf için konuşuyorum. Başar Arslan'ın her ay birkaç milyon doları kapatabilecek herhangi bir geliri, işletmesi imkânı yok. Bu gazete hala bu açığa karşın yedi senedir çıkıyor. Kim çıkarıyor, kim veriyor? Bunu ben bulamam. Birilerinin bu parayı verip bu gazetenin belli bir amaçla çıkarıldığını biliyorum. Bu kadarı belli.” diye sürdürmekte sözlerini köşe yazıcısı. Sen bu gazeteyi yönetirken “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” diye niye sormadın? “Tüm bu zarara karşın benim maaşımı nasıl ödüyorsunuz?” diye neden sormadın?
Ey Oral Çalışlar! Senin yıllarca arkadaşlık yaptığın, yan yana bulunduğun, ekmeğini paylaştığın arkadaşların bu gazetenin yalan haberleriyle Silivri zindanına atılırken hiç mi “Acaba?” demedin? Üç aya yakın genel yayın yönetmenliğini yaptığın bu gazetenin ne olduğunu o zaman anlamadın mı?
Ne zaman ki AKP ve Cemaat güç yitirmeye başladı, sen de diğer bazı köşe yazıcıları gibi konuşmaya başladın Çalışlar. Zulüm dörtnala giderken neden zalimin yanında yer aldın? Suçsuz insanlar zindanlarda linç edilirken niye sesini çıkarmadın? Sen; iyiyle kötüyü, haklıyla haksızı, zalimle mazlumu ayırt etme yeteneğinden yoksun musun bay köşe yazıcısı?
Taraf’a “proje” diyerek zalime verdiğiniz desteği unutturamazsınız. Bir gazeteci olarak topluma karşı olan sorumluluklarınızı, gerçeğin yanında olma görevinizi yapmadınız. Şimdi koşullar değişince kalkıp yıllardır bildiğiniz bir gerçeği dile getirmektesiniz. Gazetecinin görevi; gerçekleri saklamak değil, gerçekleri halka anlatmaktır.
Ergenekon, Balyoz kumpaslarına destek vererek Cumhuriyet’in yıkımı projesinde görev alan birçok gazeteciden önümüzdeki günlerde benzer sözleri işiteceğiz. Bunlar içtenlikle söylenen sözler değil. Bir korkunun, utancın dışavurumudur. Bu da inandırıcı değil.
Çalışlar’a ve benzer gazetecilere diyeceğimiz şudur: Bırakın gazeteciliği, bundan sonra dürüst bir hayat yaşamaya çalışın. Topluma verdiğiniz zararlar yeter, bundan sonra zarar vermeyin. Yeter!
Rüzgâra göre yelken açıp mevsime göre renk değiştirenlerin acıklı durumudur Çalışlar’ın itirafları. Çok yazık, çok...
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       15 Şubat 2014


YÜREK ÇAĞLAYANIN AKTIĞI YER


Durgun, küçük derecikler sessizce akar nehre. Dereler besledikçe nehir coşar, yatağına sığmaz olur. Aşılmaz engelleri aşar. Dağları deler, vadiler yaratır kendine. Dağ çiçeklerinin kokusunu ovalara taşır. Ovanın bereketini de denizlere.
Coşkun akan bir nehre gem vurulmaz, önüne set çekilmez. Bentler yapılsa da akışını durdurmak için, işe yaramaz. Nehrin coşkusu, içinde sakladığı güç bentleri aşar kavuşur denizine.
Dağlardan kopup gelen bir nehir, içinde olağanüstü bir erke taşır. Sınırsız bir kavuşma isteğiyle akar yatağında. Onu, denize kavuşmak dinginleştirir. Denizine bin bir türlü çiçekle koşar. Kavuşma isteği, bin bir damlaya ayrılır. Her damla, bir sevda yükü taşır omuzlarında. Damlalar, omuzlarındaki yükün ağırlığını hissetmez bile. Bu nedenledir ki damla, uzaklara serpilse de dingin bir arzuyla süzülür ana gövdeye.
Arılar, en güzel balları nehrin suyuyla beslenen çiçeklerden yapar. Onun içindir ki sevgili bal dudaklıdır.
En güzel, iç serinletici rüzgârlar nehir yataklarında eser. Cennet çiçeklerinin kokusunu getirir denizine. Bunun içindir ki âşık koynundaki yar, en güzel kokar.
Nehir bin bir türlü pınarla beslenir. Her pınar, bir aşk iksiri sunar ana gövdeye. Âşıkların damarlarındaki hızlı kan akışının her geçen gün daha çok artması bundandır.
Nehri besleyen derelerin bazıları volkanların delişmen közlerini sürükler sabırla. Bundandır ki yüreğe giren ateş bir türlü sönmez, söndürülemez.
Birbirinden güzel kelebekler, kuşlar kanat çırpar sularının üstünde. Kendi renklerini yansıtır suya onlar. Her su damlasında onların kanat çırpıntısı, yürek çarpıntısına dönüşür. Bu nedenledir ki âşık olanın yürek atışı, hızlıdır.
Her sabah gün ışığı ilk kez nehrin sularında yansır. Akşama değin bin bir renge girer sular. Ay, geceleyin suda görür aksini. Yârin yüzü bunun için güneş gibi aydınlık, ay gibi güzeldir.
Su kıyısındaki ağaçlarda her mevsim kuşlar şakır. En güzel şarkıları suya söyler onlar. Yârin sesi, bunun için şakırdar her ağzını açtığında. Dil konuşmaya başladığında dişler, piyanonun tuşlarına dokunur gibi olur yâr. Sonsuz bir ezgidir, kulakta sesi. Sonsuza dek dinlense de her seferinde daha çok zevk veren bir ezgi...
Nehir, denizine kavuşmak için bazen ivedi davranır. Yüksek kayalardan atlar. Çağlayan olur kayalıklarda. Çağıl çağıl, köpük köpük, damla damladır. Çağlaması, sesli bir fısıltı gibidir, ardı arkası kesilmeyen. En güzel sözcükleri fısıldar denizinin kulağına. Deniz coşar, dalga dalga olur. Köpüklerden duvak yapar başına. Nehrin tatlı suları, akar denizin köpüklü, dalgalı kıyısından içeriye doğru. Yüzgörümlüğü dağ çiçeklerinin kokusu, kuşların şakırtısı ve en güzel ballardır.
Sevda, yürek çağlayanının sesidir. Bir yürek çağlamaya görsün, dinmez rüzgârların tutsağı olur. Yürek çağlayanı, denizine kavuştuğunda bayramdır her ikisine de. Kavuşmanın günü mü olur? Çağlayan akacak durmaksızın, dört mevsim, her gün, her saat, her dakika, her saniye...
                                                 Adil Hacıömeroğlu
                                                14 Şubat 2014





CHP’YE TUZAK


CHP’nin de içinde yer aldığı bazı partiler 29 Ocak 2014 günü Yüksek seçim Kurulu’na ortak bir dilekçe yazıyorlar. Bu dilekçeyle bir partiden aday olan kişinin, aday gösterilmediği takdirde partisinden ayrılarak başka bir partiden aday olabilmesinin yolunun açılmasını istemekteler.
YSK, bir devlet kurumundan beklenmeyen bir çabuklukla partilerin verdiği dilekçedeki isteği kabul ediyor. 30 Ocak 2014 günü küskün adayların başka partiden aday olmalarının yolu açılıyor YSK kararıyla.
“Bir siyasi partiden merkez yoklamasına katılan aday adayının, o partiye ait aday listesinin il/ilçe seçim kurullarına verilmesinden önce aday adaylığından ayrıldığı takdirde, partisinden vaki aday adaylığından vazgeçmiş sayılacağından, başka bir siyasi partiden merkez yoklamasına katılabileceği gibi partisinden istifa etmesi koşuluyla bağımsız aday da olabileceğine...” diyerek karar veriyor YSK.  Bu karara iki üyenin karşı çıktığını da belirtelim.
Önceki seçimlerde partisince aday gösterilmeyenler, başka bir partiden aday olamazlardı. Bu kararın uygulamada hangi partiye zarar, hangi partiye yarar getirdiğine bakalım.
AKP, birçok adayını neredeyse aylar öncesinden belirledi. İktidar partisi olmanın avantajıyla adaylar fazla tepki çekmedi. Küskünler az sayıda kaldı. Bazı yerlerde istifalar oldu; ancak bunlar parti örgütünü sarsacak düzeyde olmadı.
17 Aralık ile başlayan bir dağılma süreci söz konusuydu. Bu dağılma sürecini, rakip partileri Cemaat’in yanına iterek kurtarmayı yeğledi. Bunda da kısmen başarılı olduğu söylenebilir.
YSK’nın bu kararı, asıl darbeyi CHP’ye vuracak gibi. 2011 Genel seçimlerinde milletvekillerini yenileyen CHP yönetiminin, önümüzdeki yerel seçimlerde belediye başkanlıklarında önemli bir değişikliğe gideceği beklenmekteydi.
CHP yönetiminin acemiliklerle dolu aday belirleme süreci, AKP’nin ekmeğine yağ sürdü. Türkiye’nin çok bunalımlı bir döneminde CHP, aday belirlemede hakkaniyetten bu kadar uzak davranması anlaşılamaz bir durum. Bazı yerlerde bir gecede, birden çok adayın belirlenmesi kamuoyunun dikkatinden kaçmadı.
Genel merkez yönetimi üstün bir beceriyle büyük bir küskünler ordusu yarattı. Başka partilerden aday olma yolu açıldığından, bu küskünlerin büyük bir bölümü aday olacaklar. CHP’nin zorlanmadan kazanabileceği bazı yerleri yitirme tehlikesi ortaya çıktı böylece. Genel merkez yönetimi kendi adaylarının seçilmesini tehlikeye düşürdü denebilir. Böylece AKP, iddiası olmayan bazı yerlerde seçime ortak olacak.
CHP yönetiminin kriz yönetme becerisi yok. Bir seçim sürecinde bunca hatayı üst üste yapmak beceri işi. Farkında olmadan AKP’ye can simidi attılar. YSK kararının hangi sonuçlara yol açacağını öngöremediler. Öngörüsü olmayanların siyasette başarılı olması olanaksız. Hele ülkenin geleceğini ilgilendiren konularda söz sahibi olması hiç mümkün değil. Lider, iyi bir satranç oyuncusu olmalı. Birkaç hamle sonrasını iyi görmeli.
YSK eliyle bir tuzak kurulmuştur. CHP de ne yazık kim bu tuzağı görememiştir.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           13 Şubat 2014

                       


KURU SIKI ATMA, YASALARI UYGULA

              
RTE, Cemaat’le kavga başladı başlayalı her türlü suçlamayı yapmakta karşıtına. Çok ağır sözler söylemekte. Söyledikleri yenilir yutulur, türden değil. Zaten başından beri, kime kızsa aynı tavrı göstermekte...
“Paralel devlet” dedi ilk başta Cemaate. Ağır suçlama bu tabi. Bekledik ki paralel devletle meşru zeminde savaşsın. Devlet kurumlarını ayakta tutsun paralel devletçilere karşı. Ama ne gezer...
“Çete” dedi daha sonra... “Çete” demek, yasa dışılık demek. Yasalara kafa tutan örgütlenme demek. Çetenin hakkından ne gelir? Yasa... Peki, nasıl bir yasa? Demokrasiyi ve özgürlüğü rafa kaldırmayan yasalar... Sen ne yapmaktasın Tayyip? Diktatörlük yasaları çıkarmaktasın. Senin yaptığınla kumpasçıların yaptıkları arasında ne fark var? Tabi ki yok!
“Casus” dedin paralel devlete ey Recep Tayyip! Casuslar için yaptırımlar ağır yasalarımızda. İşlet adaleti! İşletemezsin, çünkü Cemaat ile bir olup adalet bırakmadınız memlekette. Peki, bu adamlar casustu da yeni mi fark ettin bunu? Yani on bir yıldır ülkeyi “casus”lara teslim edenin hiç mi suçu yok?
“Haşhaşiler” diye suçladın eski yol arkadaşlarını. Tarihe atıfta bulunarak devlet otoritesine meydan okuduklarını söylemektesin.  O zaman ne duruyorsun kanıtla onların bu düzenlerini? Yok, kanıtlayamazsın, yalnızca konuşursun. Bu yılanı sen büyüttün, nasıl soktuğunu bilmektesin.
Cemaat’in liderini sahte peygamberlikle suçladın. Başka dinsel suçlamalarda da bulundun. Bir imam hatip mezunu olarak aldığın dini eğitim on bir yıldır sahte peygamberi anlamaya yetmiyor mu? Suçladığının kişiyi, hiç kelime-i şahadet getirirken de işitmedin mi?
Ve diyorsun ki “Ne istediniz de vermedik size?” Sen yasadışı bir örgütle Bu tanımlama RTE’nindir.) işbirliği mi yaptın Tayyip? O zaman sen de suçlusun değil mi? Bunun farkındasın ki yasaları kuşa çevirmektesin...
Kurusıkı atmayı bırak, yasaları uygula da görelim. Civan mertliğini!      
                                                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                                                              12 Şubat 2014
                                              



O, İNANIYOR YA...


Ninem (babaannem) iyi bir hafızdı. Dini bütün bir kişiydi. Babası, Oflu hocaların birçoğunun yetişmesini sağlayan Dereyurtlu Molla Mehmet’ti. Kuran okumayı ve dinsel bilgilerin çoğunu babasından öğrenmişti. Nefesinin kuvvetli olduğu söylenirdi. Kocakarı ilacı yapmakta ustaydı. Çocuğu olmayan kadınlar, ruhsal rahatsızlığı olanlar, saralılar, kısmi felçliler, uykusuzluk çekenler, baş ağrısından kurtulamayanlar, romatizması azanlar, gece karanlığından korkanlar, kötü düş görenler, kocası ya da oğlu hayırsız olanlar, kocasının ilgisizliğinden yakınan kadınlar, iştahsız çocuklar, gece yatağını ıslatan yetişkinler, ineği yeterince süt vermeyen kişiler, yaralılar, hazım ve boşaltım sorunuyla uğraşanlar, yük taşımaktan bel fıtığına tutulanlar, gurbetteki eşinden haber alamayan taze gelinler, daha usunuza gelebilecek onlarca hastalığın umarıydı o.

Ninemden umar uman dertliler, bizim eve gelir. Kışın ocağın başında, yazın kapı önünde oturan ninemin önüne bir iskemleye saygıyla otururdu. Her gelen derdini biraz da abartarak üzüntülü bir yüz ifadesiyle anlatırdı. Ninem, arada sorular sorarak karşısındaki kişiyle iletişimini ilerletirdi.

 Kimi zaman utangaç gelinler, kızlar kaynanaları ya da anneleriyle gelirlerdi. Bu durumda derdi dillendirmek, büyüklere düşerdi. Arada gelinler, kızlar utangaç bir tavırla söze karışır, düzeltmeler yapardı. Anneler ya da kaynanalar anlattıkça yanlarındaki tazeler, daha da üzüntülü bir duruma sokarlardı kendilerini.

Konuşmalar sırasında ninemin olumlu telkinleri gözden kaçmazdı. Hep moral verirdi karşısındakine. Sabırla dinler, bir sorun çözücü edasıyla konuyu anlamaya çalışırdı. 

Sorunu dinledikten sonra ninem, içinde kaynar su olan güğümü önüne alır. Güğümün üstüne bir parça ekmek koyar. Bazen tarak da konurdu güğümün üstüne. Ya bir ekmek bıçağını ya da kuşağından çıkardığı çakısını eline alarak okuyup üflemeye başlardı. O, okuma başladığında herkes sessizliğe gömülürdü. Umar arayanlar, heyecanlı bir yüz ve yaşlı gözlerle onu dinlerlerdi. Ninem, bıçağı ekmeğe sürüp buharda tuttuktan sonra karşısındakinin eline, yüzüne, bedenine sürerdi. Arada “Tüh, tüh!” diyerek okuyup üflemesini sürdürürdü. Bıçağı her sürüşünde, karşısındaki irkilip geri çekilirdi.

Yaralı, ağrılı yerlere ekmek içi, haşlanmış patates, sobada ısıtılmış lahana yaprağı, yoğurt, toprak, türlü otlar sarardı. Sarımsak vazgeçilmez ilaçtı onun için. Neredeyse tüm yaralara, ağrılara, saçkıran olmuş yerlere sürdürürdü sarımsağı.

Rendelenmiş sabun, yumurtanın beyazı, buğday unu karışımına biraz zeytinyağı döker karıştırırdı. Karışımı forotika beze (kendir liflerinden yapılan yöreye özgü bir kumaş) sararak çatlak ya da kırık kemiklerin üstüne örterdi. Sargı, bir hafta özenle korunurdu. Bir hafta sonra hasta gelir, sargıyı ninem özenle açardı.

Korkusu olanların ilacı başkaydı. Kaynamakta olan güğümdeki suyu bir lengere boşaltırdı birden. Boşaltır boşaltmaz güğümü, lengerdeki suya sokardı ve sıcak su gerisin geri güğüme dolardı. Aslında güzel bir fizik deneyiydi bu. Böylece kişinin korkusu alınırdı.

Okuma işi bitince yoğun bir telkin faslı başlardı. Moralleri düzelmiş olarak herkes yanından ayrılırdı. Üzüntülü gelen kişilerin yüzlerindeki sonsuz mutluluğu görmek olanaklıydı ayrılış sırasında.

Sağaltımcının, sağlık kuruluşunun olmadığı bir yerde böylesine ruhsal bir otamanın umarsız kişilere bir nebze olsun umut verdiğini unutmamak gerek.

Ninem yaptığı kocakarı ilaçlarından, okuyup üflemelerden hiçbir karşılık istemezdi. Onun için bir hayır duası her şeyin üstündeydi. Yine de dertli ya da hasta olanlar ninemle vedalaşırken türlü vaatlerde bulunurlardı. “Derman bulursam, sana ... gün tarla işlerinde yardım edeceğim. İyileşirsem şu armağanı alacağım.” diyenler çoktu. Derman bulanlar sözlerinde dururlardı. Çünkü vaadini tutmadıklarında, daha beter bir derde gark olacaklarına inanırlardı. Bu nedenle de sözler yerine getirilirdi. Harcanan emeğin karşılığını vermeyi bir vicdan borcu bilirdi herkes.

Bir gün nineme: “yaptığın ilaçların etkisine, nefesinin iyileştirici gücüne inanıyor musun?” diye sordum.

O: “Onlar inanıyor ya...” diyerek yanıtladı beni. Evet, onların inanması önemliydi. Okuma yazma bilmeyen ninem, bana tinsel sağaltımın önemini kavratmıştı ilk gençlik yıllarımda. Olumlu erkenin gücünün nelere kadir olduğunu anlatmıştı kısacık yanıtıyla. Bana, yaşamım boyunca unutamayacağım bir dersti bu.  Günümüzde olumlu erke üzerine konferanslar veriliyor. Büyük paralarla bu işi yapan kişiler dolaşmakta ortalıkta.

İnanmak; mutlu olmanın, başarmanın, zorlukların üstesinden gelmenin anahtarı değil mi?

                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           11 Şubat 2014