CHP’NİN İSTANBUL MİTİNGİ


Yerel seçimlerden bir gün önce CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu İstanbul’a geldi. Kadıköy Rıhtım Meydanı’ndaydı miting. Mitingin seçimden bir gün önce yapılması, kampanyanın finali niteliğindeydi. Bu nedenle bu miting CHP açısından önemliydi.
Bazı CHP yöneticileri diyecek ki: “Bu miting, Kadıköy içindi.” Bu söyleme kimse inanmaz bazı saflar dışında. Zaten Kadıköy çantada keklik. Genel Başkanın buraya gelmesi oyları değiştirmez.
Kadıköy’e, tüm ilçelerden partililer geldi. Ne yazık ki Kadıköy Meydanı dolmadı. Meydan’ın güney bölümü boştu. Kemal Bey’in Meydan’a girişi bir aldatmacaydı. Sanki büyük bir halk izdihamı varmış gibi bir tablo vardı ortada. Sarıgül’ün tüm mitinglere götürdüğü sarı atkılılar, Kılıçdaroğlu’nun seçim otobüsünün önünden yürüyerek otobüsün yavaşça Kadıköy Rıhtımı’na girmesini sağladılar. Verilen görüntü, yoğun kalabalık nedeniyle ilerlemekte güçlük çekildiğiydi. Zaten Sarıgül’ün ilçe ziyaretlerinde de aynı yapay tablo vardı. Bu yapay izdiham tablosu, seçmeni de parti kadrolarını da gerçeklerden uzaklaştırdı.
Benim terk edemediğim bir huyum var. Mitinglerde bir yerde dikilip durmam. Alanın her yanını gezerim, sürekli hareket halindeyim. İnsanları yakından gözlemlerim.
Dün, Kadıköy’de birçok dostla karşılaştım. Çoğunun hem Türkiye genelinde hem de İstanbul özelinde beklentileri çok yüksekti. Seçim konusunda tahminlerimi söyleyince bazı arkadaşlarım içten içe bana kızdılar. Ben de onlara,  yarını beklememiz gerektiğini söyledim.
Dün, Kadıköy’de heyecan yoktu. Dinleyicilerin çoğu konuşmayı dinlemiyorlardı bile. Gruplar halinde söyleşiler daha öne geçmişti. Kılıçdaroğlu’nun konuşmasını, neredeyse dinleyicilerin çoğu ezbere bilmekteydi. Seçim kampanyası boyunca üç aşağı,m beş yukarı hep aynı konuşma yapıldı birçok yerde. Konuşmanın içeriği tam da RTE’nin istediği gibiydi. Kamplaştırıcı, hiçbir program sunmayan, hedef göstermeyen, belli bir çizgisi olmayan bir konuşma.
CHP’nin değişik ilçelerden gelen yöneticileri, belediye meclisi adaylarının bazıları görüntü verdikten sonra Kadıköy’ü terk ettiler. Seçime katılan adayların bile dinlemediği Genel Başkan’ı halk niye dinlesin? Konuşmanın ortalarına doğru alan boşalmaya başladı. Yurttaşlar, yavaşça evlerinin yolunu tuttu.
CHP, İstanbul’da neden büyük bir miting düzenlemedi? Kazlıçeşme ya da Yenikapı’da neden seçim kampanyasının finalini yapamadı? İstanbul’un, Türkiye seçimleri üzerindeki etkisini anlamamak nasıl açıklanabilir?
Miting bitti. Çocukluk arkadaşımla karşılaştım. Kendisi, inançlı bir CHP’li ve vatanseverdir. Biraz yürüdükten sonra ilçemizin derneğine gittik, çay içip söyleşmeye. Az sonra başka arkadaşlar katıldı bize. Mitingle ilgili yorumum soruldu. CHP, İstanbul’u kaybetti, dedim. Herkes şaşkınlık gösterdi. Gerçeği söylemek zorundaydım, çünkü Kadıköy Meydanı her şeyi gösterdi açıkça.
CHP yönetimi iyi bir özeleştiri yapmalı. Genel Başkanını dinlemeyen adayların olduğu bir parti seçim kazanabilir mi?
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       30 Mart 2014



BAYKAL’I GÖRÜNTÜLEYEN KAMERAMAN

                                
Eski CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’a yapılan kaset komplosunu nasıl ve kimlerce düzenlendiğini anlatan bir ses kaydı yayımlandı. Burada yer alan konuşmalar ilgi çekici.
Ses kaydında konuşan kişinin Tayyip Erdoğan olduğu söylenmekte. Ses, çok net değil. Bundan da anlaşılıyor ki ortam dinlemesi yoluyla elde edilmiş bu ses kaydı. O zaman şu soru akla takılmakta. Türkiye’de ortam dinlenmesini kimler yapabilir?
Ortam dinlemesi, deyince akla önce istihbarat örgütleri gelmekte. MİT ve polis istihbaratı bu işi yapabilir. Demek ki RTE’yi dinlemesi olası kuruluşlar kendisine bağlı. RTE’nin eski müttefiki Cemaat dinlemeler konusunda uzman.
Yabancı istihbarat örgütlerinin de ortam dinlemesi yapmaları olası. Türkiye siyasetini kendi çıkarları doğrultusunda düzenlemek isteyen ülkeler, bu konuda etkili olabilir. Hatta bu yabancı istihbarat örgütleri, Türkiye siyasetinde etkili bazı kişilerle işbirliği de yapabilir.
Peki, bu ses kaydı niçin şimdi piyasaya çıktı? Bu zamana kadar neden saklandı? Deniz Baykal’a dolayısıyla CHP’ye yapılan, ancak Türkiye’yi hedef alan kaset komplosunda kimlerin parmağı var? Bu soruları yanıtladığımızda konu aydınlanabilir.
Ses kaydındaki konuşmalardan da anlaşılacağı üzere Baykal kasetinin internette yayımlaması, RTE’nin isteğiyle oldu. Görüntülerin çekiminde Cemaatçilerin payı yoktur, demek gerçekçi olmaz. Çünkü bu tür çekimler, dinlemeler konusunda profesyoneller.
Diyelim ki görüntüler tamamen RTE’nin kendine bağlı kişilerce çekildi. Bu görüntülerin varlığından başından beri Cemaat’in haberi vardı. RTE’yi dinleyenlerin ve bu dinlemelerin Cemaatçiler tarafından servis edildiğinden kimsenin şüphesi yok. Görüntülerin varlığını bilmelerine karşın kamuoyuna konuyu açıklayarak komployu boşa çıkarabilirlerdi. RTE’yi dinleyenler, görüntülerin varlığından haberdar olduklarında en azından Baykal’ı bilgilendirebilirdi. Bunu da yapmadılar. Kısacası CHP’ye yapılacak bir operasyon AKP’nin işine geldiği kadar Cemaat’in de işine gelmiştir. Hem AKP hem de Cemaat, CHP’nin YCHP’ye dönüşmesini istemişlerdir.
Şimdi bir tarafın kendini masum göstermesi inandırıcı değil. Yapılan bir komplonun sırrını yıllarca saklamak da suça ortak olmaktır.
Deniz Baykal’ın ve yönetiminin CHP’den tasfiye edilmesindeki amaç; köklerinden kopmuş, hatta tarihiyle kavga eden bir kurucu parti yaratmaktı. Bu da ulus devletin, cumhuriyet kurumlarının, laik sistemin çökertilmesini kolaylaştırmak içindi. Ne yazık ki bu amaca büyük bir oranda ulaşıldı. YCHP, “Tarihimizle yüzleşiyoruz.” diyerek AKP’nin kurucu iradeye karşı saldırılarına destek vermiştir. Şunu söyleyebiliriz ki Baykal’a komplo düzenleyenler amaçlarına ulaşmışlardır.  
Deniz Bey’e iğrenç komplo yapıldığı zamanın siyasal koşullarını da anımsamakta yarar var. Oslo ve Habur rezaletleriyle AKP, toplumsal desteğini hızla yitirmekteydi. Bu koşut olarak CHP’nin oyları yükselmekteydi. Çünkü Baykal yönetimindeki CHP, Oslo ve Habur rezaletlerine imza atan AKP’yi köşeye sıkıştırmaktaydı. Anayasa değişikliği için yapılacak halk oylamasının yaklaşması ise AKP’nin kâbusuydu. Çünkü böylesi bir ortamda anayasa değişiklikleri reddedilirdi halk tarafından.
CHP yönetimi değişti. YCHP yönetimi, farklı sesler çıkardılar. Yöneticiler arasındaki çelişkili söylemler, AKP rezaletlerini unutturmaya başladı. Bir de Kılıçdaroğlu’nun genel af söylemi, işin tuzu biberi oldu. AKP, halk oylamasında istediğini aldı. Bundan sonra Cumhuriyet kurumları hızla tasfiye edilmeye başlandı, tıpkı CHP gibi.
2010’da yapılan Baykal komplosuna YCHP yönetiminin bunca zaman suskun kalması düşündürücüdür. Komployu düzenleyen gün gibi ortada. Bakalım bundan sonra laf ebeliğinin dışında YCHP yönetimi neler yapacak? Siyasal tarihimizin en ahlaksız olaylarından birinin aydınlatılması ve hukuku süreç nasıl gidecek?
Şimdi herkes soruyor: “Baykal’ın görüntülerin kim çekti, kamerayı kim yerleştirdi?” diye. Kim yerleştirecek? Türkiye’yi BOP kapsamında değiştirmek, ulus devletin gücünü kırmak isteyenler tabi ki. Ortadoğu’yu kana bulayan, gericiliği İslam coğrafyasının başına bela eden ABD-İsrail bu komplonun dışında mı sanıyorsunuz? Hele Cumhuriyet yıkıcılığı konusunda ant içmiş AKP-Cemaat ittifakını bu iğrençliğin dışında tutmak mümkün mü?
Dünyanın her yerinde emperyalizm ve onun uşaklarının başvurduğu yöntemdir komplo düzenlemek. Yatak odalarını merak edenler, insana düşman olan zihniyetin temsilcileridir. Para ve koltuk uğruna her gün milletini soyanların yatak odalarına kamera yerleştirmeleri de doğal bir sonuçtur.
Baykal’ı görüntüleyen kameranın arkasında kimler vardı? Bilcümle ulus devlet düşmanları ve Cumhuriyet yıkıcıları. Kimse kendini “Ben yoktum. “deyip bu işten sıyırmaya çalışmasın. Hepiniz oradaydınız...
                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       26 Mart 2014

AKP’NİN SAYIŞTAY DENETİMİNDEN KAÇMASI


2013 Bütçesiyle ilgili Sayıştay raporu, TBMM’ye gelmeyince muhalefet ayağa kalktı. AKP, raporu TBMM Genel Kurulu’na ve ilgili komisyona getirmemek için direndi. Resmen devletin denetleme niteliği taşıyan raporu yasama organından köşe bucak saklandı. Bu, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilkti. AKP’nin bu ilki Türkiye’ye yaşatmasındaki korku neydi acaba?
Yolsuzluk yapan, devlet kaynaklarını peşkeş çeken iktidarların korkulu rüyası denetimdir. Yasalara uygun iyi bir denetleme, uygulamada yapılan tüm kirli işleri ortaya çıkarır. Tabi, böyle bir durum karşısında yargı devreye girer. Usulsüzlük yapanlar, bunun cezasını görürler. Anlaşılacağı üzere suç, karşılığını bulur.
AKP Grup Başkan Vekili Nurettin Canikli ile Başbakanlık Özel Kalem Müdürü Hasan Doğan arasında geçtiği savlanan bir konuşma Sayıştay raporları konusuna açıklık getirmekte.
Canikli, Sayıştay yasasında yapılan değişikliğe karşın raporların hala hükümet aleyhinde olmasından dertli. Hükümet aleyhinde derken yapılan usulsüzlükleri saklamamış Sayıştay üyeleri. Devlet ciddiyeti içinde gördüklerini yazmışlar raporlarına. AKP’nin uygulamaları konusunda koruma beklediği çok açık.
Hasan Doğan, Sayıştay konusuna yeni bir çözüm bulmayı önermekte bu konuşmada. Yani tarafsız olması gereken bir kurumu, AKP’ye bağlı kılacak yolların bulunması gerektiğini istemekte. Bu arada Doğan, Sayıştay’ın görevini yapmasını “rezillik” olarak nitelemekte.
Nurettin Canikli, Sayıştay’ın yürütmeye bağlı olmamasından şikâyetçi. Bu durum, AKP’nin demokrasiden ne aldığını anlamak bakımından çok önemli.
Doğan’ın “Zihniyeti, tıyniyeti belli olmayan Sayıştay denetçisi” sözü ibretliktir. AKP’nin, devleti kendi zihniyetine ve de tıyniyetine göre düzenleme isteğinin özet bir anlatımı bu söz. Denetleme organlarında görev alanların hükümetle aynı düşüncede olması istenmekte. Bu da yeterli görülmeyip usulsüzlük konusunda da işbirliği yapılması gerektiği istenmekte.
Sayıtay raporlarının TBMM’ye gelmesi durumunda duman olacaklarını söylemekte özel kalem müdürü.
Anayasa Mahkemesi’nin, Sayıştay raporlarının TBMM’ye gelmesini engelleyen maddeyi iptal etmesi ikiliyi telaşa düşürmekte. Canikli bunu “Hükümet korumasız kelimenin tam anlamıyla. Kapsamlı bir çalışma yapılması lazım, çok acil!” diyerek ifade etmekte. Sormak gerek hükümet neden korumasız? Halka yaptığı hizmetlerden ötürü mü, yoksa yolsuzluklar nedeniyle mi?
2013 raporlarını TBMM’ye gelmek üzere olması Canikli’yi iyiden iyiye korkutmakta. Hasan Doğan. “Peki, Başkanım bizim hiç üyelerimiz yok mu, bunlara hiç direnmiyorlar mı orada?” diye soruyor şaşkınlıkla.
Canikli: “Var, ama bu meslek taasubiyeti var ya bürokrasi... Hepsi Bizim adamımız baktığımız zaman.” diye yanıltmakta karşısındakini. Korku dağları aşmış AKP kadrolarında.
Nurettin Canikli’nin, Sayıştay Başkanı için söyledikleri yenilir yutulur türden değil. “Çok büyük ahlaksızlık yapıyor. Ben artık bu kelimeyi kullanıyorum, bilerek de yapıyorum. Çünkü saman altından sular yürütüyor.” Bu sözler Sayıştay Başkanı için söylenmekte. Görevini yapan adam “ahlaksız” diye nitelenirken halkın paralarını kutulayanlar ahlaklı oluyor öyle mi? Bu AKP’liler, yakından ahlakın tanımını, ölçülerini değiştirirlerse şaşmam.
Sayıştay yasasını, AKP değiştirip kendine uygun yaptığını sandı. Bu konuşmanın bütününe bakıldığında eski yasayı arar durumdalar. Ava giderken avlandılar.
Hasan Doğan, “Oligarşik bürokrasi, diyorduk; biz, beter bir şey yaptık yani.” Diyerek farkında olmadan güzel bir itirafta bulunmakta. Allah söyletiyor bu AKP’lileri...
Canikli: “İnanılmaz şeyler olacak.” diyerek sanki bugünleri görüyor. Yasadışı işler yapanlar, gelecekte kendilerini nelerin beklediğini çok iyi bilirler. Eninde sonunda yasalardan kaçamayacaklarının da farkındalar. Bu nedenle ayakta kalmak için tüm demokratik kurumları ortadan kaldırarak zaman kazanmak en belirgin yöntemleri. Tüm kurumları ortadan kaldırsanız bile insanlığı ortadan kaldırmak olanaksız. İnsanlar en sonunda bu hukuksuzlukların farkına varır ve hesabını sorar.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       25 Mart 2014


EL KAİDE’NİN İLETİSİNİ OKUYAN AKP


20 Mart günü Niğde Ulukışla’daki terörist saldırı, gündeme bomba gibi düştü. Yandaş basın, terör saldırısını fırsata dönüştürmek amacıyla eylemi Esat yanlılarının yaptığını kamuoyuna açıkladılar. Ancak çok geçmeden yakalanan militanların El kaide üyesi oldukları anlaşıldı.  
Ulukışla’da eylem yapan militanların asıl hedeflerinin İstanbul olduğu açıklandı resmi ağızlardan. Bu eylemi yapan teröristlerden ikisi Arnavutluk, biri de Kosova yurttaşı. Üçü de Türkçe bilmiyor. Yanlarında Türkçe bilen bir kılavuz ya da tercüman da yok. Bu durum ilginç. Demek ki teröristler, eylem yerini iyi etüt etmişler. Derslerini çalışmışlar.
Ulukışla’da üç şehit verdik. Seçimlerin tozu dumanı içinde şehitlerimiz konusuna eğilmedi siyasal partiler. Eylem, küçük açıklamalarla geçiştirildi.
Peki, El Kaide neden Türkiye’yi eylem alanı olarak seçti? AKP Hükümetiyle Suriye’de müttefik olan bu terörist grup, neden Türkiye’de kan döktü?
El Kaide, daha önce de ülkemizde kanlı eylemler yaptı. Reyhanlı’daki saldırılar dikkat çekiciydi. Cilvegözü sınır kapısındaki bombalamayı unutmak olanaksız.
Suriye’de Esat güçlerinin duruma egemen olması muhalefeti parçaladı. Suudi Arabistan yan çizerek suçu Katar’a attı. Türkiye, çıkış yolları aramaya başladı. ABD’nin kullandığı din bezirgânı terör gruplarıyla arasına mesafe koymaya çalıştı AKP. Yakalanan tırlar, kimyasal silahlardaki AKP parmağı diplomatik alanda sıkıştırdı Tayyibanları.
Uluslararası mahkemelerde yargılanma korkusu sardı AKP Hükümetini. Bu korkuyla terör örgütlerine desteği, biraz gevşetti RTE. Tabi, karşındaki terör örgütü... Yasa ve kural tanımaz. Kendi kurallarını, kendi koyar. RTE ve Davutoğlu’nun  uluslararası mahkemelerde yargılanması da umurunda değildir El Kaide’nin. Önemli olan terör örgütünün kendi amaçları...
El Kaide, Ulukışla’da AKP’ye bir ileti yolladı. Benden uzak durma, bana yardımını azaltma, Suriye’de sonuna kadar yanımda ol, dedi. Eğer bunları yapmazsan kalbinden seni hançerlerim, demekte Ulukışla eylemiyle.
Şu anda Türkiye içinde El Kaide ve yandaşı terör örgütlerinin yüzlerce militanı var. Türlü kisveler altında yurdun birçok kentinde ikamet etmekteler. Ne yazık ki bunların hemen hepsi de AKP’nin yardımlarıyla yaşamlarını sürdürmekteler. Büyük olasılıkla ellerindeki silahlar da AKP Hükümetinin gönderdiklerindendir. Anlaşılacağı üzere Türk Milletinin verdiği vergilerle alınan silahlarla Türkiye’nin yurttaşları öldürülmekte. Ne yaman çelişki değil mi?
El Kaide’nin Ulukışla saldırısından üç gün sonra Hatay sınırında bir Suriye uçağı Türk jetlerince düşürüldü. Büyük bir olasılıkla Suriye uçağı, sınır ihlali yapmadı. Sınırımızdaki terör gruplarının temizlenmesi görevi yapmaktaydı uçak. Eğer sınır kapılarımızda yuvalanan El Kaide terör grupları sökülüp atılırsa buralardan, Esat güçleri rahat nefes alacak. El Kaideciler imha edilecekti bu harekâtla.
Ulukışla iletisini iyi okuyan RTE, Suriye uçağına müdahalede gecikmedi. Hem El Kaidecilere “Yanınızdayım.” dedi, hem de yolsuzluk kasetleriyle meşgul olan kamuoyuna yeni bir gündem sundu. Romalı muzaffer generaller gibi çıktı Kocaeli ve İstanbul’da kürsüye. Kitlelerin milli duygularını canlandırmak için TSK’ya teşekkür etti, kutladı pilotları.
Suriye uçağının düşürülmesi sırasında “Alo Fatih”in yönettiği haber kanalının bölgeden canlı yayında olması ilginç. Canlı yayında, Suriye uçağının vuruluş anını izledi Türkiye. Ne rastlantı ama...
RTE’nin Suriye konusunda saldırganlaşmasının nedeni, gündeme ilişkindir. Yoksa bazılarının iddia ettiği gibi seçimleri erteleme amacı yok. Neden erteletsin ki seçimleri? Eğer olağanüstü bir siyasal gelişme olmazsa AKP, seçimlerden istediğini alır. 17 Aralık’ta yerlere serilmiş AKP, CHP ve MHP yöneticilerinin üstün gayretleriyle kendini toparladı ne yazık ki. CHP ve MHP yöneticilerine önerimdir: Ne olur seçime kadar konuşmayın. Konuştukça hata yapıyorsunuz. Bu hatalarınız, AKP hanesine oy olarak dönmekte...
Ulukışla saldırısı son değil, başlangıç. Önümüzdeki günlerde terör örgütlerinin can yakan eylemlerine tanıklık edeceğiz. Yasadışı örgütleri besleyip büyüten AKP, Suriye’deki terörü Türkiye’ye taşımakta. Türkiye’yi, zor günler beklemekte... Biz yine hayırlısı, diyelim.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       24 Mart 2014

TÜRKÇE OLİMPİYATLARI


AKP ile Cemaat kapışması her alanda sürmekte. Köprüler atıldı bir kez... Her alanda yapılan işbirliği sona erdirildi. RTE, Türkçe Olimpiyatlarının artık yapılmayacağını söyledi. Bunun için Cemaat’e yer verilmeyeceğini belirtti.

Türkçe Olimpiyatları nedir? Cemaat’in önemli bir etkinliğidir. Dünyanın birçok ülkesinde okulları var Cemaat’in. Bazı ülkelerde bu okullar yasaklanmış. Bu okullar, bilinenin aksine İngilizce eğitim yapmakta. Türkçe Olimpiyatlarında Türkçe şarkılar, türküler söylenmekte. Birkaç Türkçe tümce ile konuşmalar yapılmakta. Bunun tam olarak bir Türkçe kullanımı olduğu söylenemez. Bir dilden birkaç kalıplaşmış tümceleri kullanmak, o dilin öğrenildiği anlamına gelmez. Böyle olsaydı, Türkiye’de İngilizce bilme oranı yüzde doksanlara ulaşırdı.

Cemaat, Türkçe Olimpiyatlarını kamuoyunda kendilerine karşı sempati yaratmak amacıyla düzenlemekte. Yani Cumhuriyet’e, Atatürk’e, devrimlere karşı saldırılarını örtmek için kullanılmakta bu olimpiyatlar. Kısacası, asıl niyeti gizlemektir amaç.

RTE, Türkçe Olimpiyatlarına karşı çıktı ya, muhalefet susar mı buna? Susmaz... Çünkü Türkiye’de muhalefet demek, iktidara laf yetiştirmek demek... CHP sözcülerinin açıklamaları peş peşe geldi.

Sarıgül, bir televizyonun hafta sonu programında Türkçe olimpiyatlarının düzenlemesi konusunda Cemaat’e yardımcı olabileceklerini söyledi. Sanki Cemaat’i kurtarma görevi Sarıgül’e verilmiş, uzatıyor yardım elini. Zaten daha önce de bu olimpiyatlara katılmış Sarıgül.

Eee, Sarıgül Cemaat’e Türkçe olimpiyatlarında destek verir de Kılıçdaroğlu ondan geri kalır mı? O da sorulan bir soru üzerine şunları söylemekte: “Anlamakta gerçekten zorluk çekiyorum. Türkçe Olimpiyatları yıllardır Türkiye’de yapılıyor. Yabancı ülkelerden öğrenciler Türkiye’ye geliyorlar. Türkçe öğrendiklerini gösterilerle, şiirlerle, şarkılarla, türkülerle halka anlatıyorlar. Bu, doğrusunu isterseniz bu ülkenin gururunu okşuyor. Dünyanın belki de gidip göremediğiniz pek çok yerindeki öğrenciler, şu veya bu şekilde Türkçe öğreniyorlar. Bunu yasaklamanın, buraya yasak getirmenin doğru olduğuna inanmıyorum.” Bu sözler ilginçtir. Cemaat’in bir etkinliği göklere çıkarılmakta.

Kemal Bey yasaklar güzel değildir. İnsanlara yasak uygulamak hoş değil. Ancak Cemaat’in okullarının yasaklandığı dost ülkeler var. Cumhuriyet’i kuran bir partinin genel başkanısınız. Merak etmediniz mi Cemaat okullarını, bu dost ve kardeş ülkeler neden kapattı diye... Bir CHP Kurulu göndererek bu konuları incelettirebilirdiniz.

         Cumhuriyet yıkıcılığında AKP’nin yol arkadaşı olan Cemaat’i savunmak size mi düştü Kemal Bey?

         Kılıçdaroğlu ve Sarıgül’ün bu açıklamaları toplumda yanlış algı yaratmakta. Sanki Cemaat ile CHP arasında bir ittifak varmış izlenimi oluşturmakta. Tam da RTE’nin yapmaya çalıştığı bu. CHP sözcüleri bu açıklamalarıyla RTE’ye yardımcı olmaktalar, onun toparlanmasını sağlamaktalar acemilikleri yüzünden.

30 Mart’a giden yolda yapılmaması gereken hatalar yapılıyor. Bu sözlerin hepsi AKP’ye yaşam öpücüğü olmakta...

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  24 Mart 2014

OROSPUYLA MEMURUN BAHŞİŞİ


Rıza Sarraf... AKP’lilerin, başta başbakanın hayırsever işadamı olarak tanıttıkları Azeri asıllı İranlı işadamı...
Magazin basının yıldızı... Tabi, Ebru’ya aldığı dudak uçuklatıcı armağanlar yüzünden.
Adamda para gani... Memura bahşiş... Bakana bayram harçlığı... Eşe çift yalı... Ucuz armağanı yok kimseye.
Kimse de yıllardır merak edip sormuyor: Bu değirmenin suyu nereden geliyor? Bu kadar bol keseden para dağıtan biri acaba kaç para vergi vermekte?
Dinleme kayıtları peş peşe yayımlanmakta... Magazin basınıyla yarışırcasına telefon konuşması kayıtları yayımlanmakta Rıza’nın.
Rıza Sarraf’la Rüçhan Bayar arasında geçtiği öne sürülen telefon konuşması ilginç. Adam hayırsever(!) ya, önüne gelene armağan almakta. Özellikle de AKP’li politikacı ve bürokratlara...
Rüçhan Bayar; kırk, elli bin dolarlık saat alma önerisi getiriyor Rıza’ya. O da onaylıyor bu öneriyi. Bu saatler kimlere alınacak? Rüşvet alma konusunda acemi olan memurlara. Nakit almayı ayıp sayanlara armağan adı altında saatler alınacak.
Rıza ve Rüçhan’ın memurlara saat almalarının nedeni ilişkileri geliştirmek. Yani, anlayacağınız geleceğe yatırım. İlerde işleri düşerse bu bürokratlara zorluk çıkarmasınlar, diye armağan almaktalar şimdiden. Geleceği iyi görüyorlar bu anlamda.
“Annemin babası derdi ki, orospuyla memurun bahşişini başında verin, derdi.” veciz sözünü, katıyor dilimize Rıza. Rüşvet alan memura, bürokrata nasıl baktıklarını ne güzel anlatmakta bu söz. Hele Rıza’dan, peşinen çikolata kutusunda bayram harçlığı alan bakaracı makaracı bakana bu konuşma duyurulur. Bundan sonra peşin mi, yoksa veresiye mi çalışır bilemem.
Rıza’nın yukarıdaki veciz sözünden sonra benim rüşvetçi ya da armağan alan memur ve bürokratlara söyleyecek bir sözüm yok! Hayırsever(!) işadamı koymuş noktayı. Rıza ile dostluğu(!) olan başbakan ve bakanlar da kendi paylarına düşeni alırlar bu sözden. Haydi hayırlısı...
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       23 Mart 2014


ON MİLYON DOLARI AZ BULAN BAŞBAKAN

                              
RTE ile oğlu Bilal arasındaki konuşmalar çok ilginç. RTE, her sözünü en az iki kez tekrarlamak zorunda. Çünkü Bilal Oğlan boyundan büyük işlerle meşgul. Yetenekleri, algısı yaptığı işler için yetersiz.
RTE ile Bilal arasında geçtiği söylenen bir ses kaydı yayımlandı. Konuşmanın konusu, AKP’ye yakın işadamı Sıtkı Ayan...
“Dün Sıtkı Bey geldi. Ondan sonra işte, bir türlü işte böyle doğru bir şekilde transfer işlemini yapamadığını, bir on (milyon dolar) filan olduğunu şimdiye kadar birikenin, ondan sonra onu istediğimiz zaman verebileceğini bu şekilde devam edeceğini falan...” demekte Bilal.

Öncelikle belirtmem gereken bir şey var. Bu çocuk konuşmayı yeni mi öğrendi? Sözcük dağarcığı kıtın kıtı... Tümceler takla atmakta... Ne anlatmak istediğini el yordamıyla bulmak gerek. Sanırım babası, para sözü ve rakamsal anlatımlar söylendiğinde ne anlatmak istediğini anlıyor oğlunun. Zor iş, bu çocukla konuşup anlaşmak...
RTE, “Sakın alma! Sakın alma!” diyerek yanıtlamakta Bilal Oğlan’ı... Anlayacağınız on milyon doları az bulmakta başbakan. Sanki taş atmış da kolu yorulmuş adamın. Demek ki, rüşvetin de bir rayici var. Piyasayı düşürmemek gerek...
Bir kalemde on milyon dolarlık bir rüşveti az bulduklarına göre, AKP yöneticilerinin nasıl büyük bir rüşvet çarkını döndürdüklerini anlayabiliriz. RTE ve arkadaşları, ufak paralarla (on milyon dolar) uğraşmıyorlar. Onlar büyük paraların adamı...
Bilal Oğlan parayı almayacağını söylüyor. Anlayacağınız baba sözü dinliyor. “Yok, Yok; hayır, hayır alma! Kendisi bize ne söz verdiyse onu getirecekse getirsin, getirmeyecekse gerek yok. Başkaları getiriyor da o niye getiremiyor, laf mı? Bunlar ne zannediyor bu işi, ya..? Ama şimdi düşüyorlar kucağımıza, düşecekler, merak etme!” diyerek oğlunu teselli ediyor RTE. Ne olur, ne olmaz Bilal Oğlan kaçan on milyon doların peşinden üzülür ağlar, diye düşünmüş olmalı müşfik baba.
RTE, Sıtkı Bey’e tuzak kuruyor. Yeni ihalelerden çıkaracak eksik verdiği rüşvetin acısını. Ona, verdiği sözü tutmamanın cezasını çektirecek.
Sıtkı Ayan, Tayyip’in eski arkadaşı. Arkadaşlık falan kar etmiyor. Para işi varsa ortada kurallara(!) uyacaksın.
Yukarıda bazı bölümlerini aldığımız konuşmadan bir babanın oğluna verdiği ders var. İyi ve garantili rüşvet almanın dersi. Allah babalara hayırlı evlatlar versin, deriz. Evlatlara da hayırlı babalar gerek...
                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               22 Mart 2014

DİKTATÖR BUYURDU, TWİTTER KAPATILDI

                        
20 Mart günü RTE, Bursa’da avazı çıktığı kadar bağırıyor. Sosyal paylaşım sitelerini, yeni düşman olarak ilan ediyor Bursa Gökdere Meydanı’nda.
“Şimdi bakın uluslararası komplolar bu işin içinde. Çok ilginç... Bu Twitterlar falan var ya, şimdi mahkeme kararı çıktı. Twitter falan hepsinin kökünü kazıyacağız. Evet, evet hepsini... Efendim, işte uluslararası camia şöyle, der; hiç beni ilgilendirmiyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gücünü görecekler. Bunun özgürlükle alakası yok. Özgürlük, birinin mahremine girmek değildir. Özgürlük, devletin sırlarını bu tür kanallarla uluslararası yerlere fitnelemek, sufle etmek değildir.” demekte RTE. Tabi, onu dinleyenlerden bazıları Twitter’ı insan sanıyorlardır. İçimize girmiş bir yabancı...
RTE’nin sosyal medya düşmanlığının nedeni ne? Neden aylardır sosyal medya ile kavga etmekte?
Gazete ve televizyonlar; tehdit, şantaj, ticari bağlantılar, yandaşlık ilişkisiyle sindirilmiş durumda. Doğru dürüst muhalefet eden, gerçekleri yazıp söyleyen basın kuruluşu çok az. Halk da muhalefetini sosyal medya üzerinden yapmaya başladı. Bu da iktidarı rahatsız etmekte.
AKP Hükümetinin yolsuzluklarını, yasadışı işlerinin dinleme kayıtları, daha çok Twitter ile duyurulmakta. Böylece halk, AKP’nin gerçek yüzünü görmekte. Dudak uçuklatacak yolsuzluk ilişkileri duyuruldu Twitter yoluyla. Din bezirgânlarının, İslam’a karşı saygısızlıkları ortaya çıkarıldı.
RTE, yukarıdaki sözleriyle açıklanan ses kayıtlarının gerçek olduğunu da kabul etmekte. Oğlu ve yakınlarıyla konuşmasını “mahrem” olarak nitelemekte. Evet, doğrudur. CHP ve MHP yöneticilerinin mahremlerine girildiği zaman neden esip gürlemedin ey Tayyip? Seninki mahrem de onlarınki namahrem miydi?
Rüşvet almak, yolsuzluk yapmak, eski bir bakanın İslam’a hakaret etmesi, THY’nin Nijerya’ya yasadışı yolla silah göndermesi, bir başbakanın oğluna evdeki paraları sıfırlatması, bir banka müdürünün paraları kutulaması, bakan çocuklarının evlerinde para kasalarının bulunması devlet sırrı değildir. Bunların olması, hele devlet sorumluluğunu üstlenmiş kişilerce yapılması ayıptır, emanete hıyanettir.
Diktatör, Twitter’ın kökünün kazınmasını buyurdu, mahkeme karar verdi. Şimdi kalkıp birileri, Türkiye’de hukukun varlığından söz ederse ona ancak gülünür.
İnsanların ifade özgürlüğünü, iletişim hakkını kısıtlamak, engellemek ancak diktatörlüklerde olur.
Peki, diktatörler neden yasaklar uygular? Korktukları için... Korktukça saldırganlaşır diktatörler. Saldırganlaştıkça da dengelerini yitirirler. Suçüstü yakalanan diktatörün; her şeyi yasaklayarak gizli işlerini, yolsuzluklarını, yasadışı uygulamalarını saklamaktır asıl amacı. İstediğin kadar yasak getir. İstediğin kadar bağır çağır.
İstediğin kadar renkli yalanlarla süsle kirini. Kir, kirdir. Tüm diktatörler gibi siyaset çöplüğündeki yerini alacaksın. Yıkılıp hesap vereceksin.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           21 Mart 2014


KURAN’LA DALGA GEÇEN AKP’Lİ

                                   
AKP’nin rüşvet suçlamasıyla görevini bırakan bakanı Egemen Bağış’ın, Gazeteci Metehan Demir’le yaptığı iddia edilen telefon görüşmesi bomba gibi düştü gündeme. Konuşma ibretliktir. Toplumun kutsal değerlerine karşı ayıplarla, saygısızlıklarla dolu bir konuşmadır bu.
Metehan alıyor sazı eline: “Sabah yemin ediyorum şu tweetini gördüm var ya, güne nurla başladım, duayla başladım.” diyor. Ses tonundaki alay çok belirgin. “Nur ve dua” sözcüklerindeki vurgudaki alay, gözlerden kaçmamakta. Egemen’in paylaştığı ayetlerden birkaç sözcüğü, Arap aksanıyla okuyor Metehan...
Egemen de aynı alaylı dille yanıt vermekte Ankara’nın nabzını tutan gazeteciye. “Oğlum, ben her gün, her Cuma bir tane ayet sallıyorum.” diyor eski bakan. Böylece “ayet sallamak” sözünü Türkçemize kazandırıyor! “Ayet sallamak” ne demek? Ayet sallanır mı? Bu sözle ayetlerin palavra, yalan olduğunu vurgulamak istiyor. Allah’ın gönderdiği ayetlere bu kadar saygısız davranan birini görmedim bu güne kadar. Hem sabah akşam İslam’ı kullanacaksın iktidar koltuğunda oturmak için hem de ayeti palavradan bir şeymiş gibi göreceksin. Yazıklar olsun!
Bu arada Egemen’in ayetleri Google’dan bulduğunu da öğreniyoruz. “Oradan beğen bir tane salla gitsin.” diyerek saygısızlığını sürdürmekte bakan eskisi. Hani bir kez kullansa “sallamak” sözcüğünü “Dil sürçmesidir, ağzından kaçmıştır.” Diyeceğiz, ama öyle değil. Konuşmada neredeyse en çok kullanılan sözcük.
“Ben sabah beşte çaktım bir tane.” diyerek bu kez “çakmak” sözcüğüyle düzeysizlik sürdürülmekte. Sabahın beşinde ayet paylaşarak namaza kalktığı algısını yaratmakta din sömürücüsü rüşvetten müstafi bakan.
Sıkı durun, bu sözlere dikkat edin. “Ve sabah uyuyarak, uyanıp Allah’ım Egemen Bağış’tan bir ayet inse de ben de onu RT etsem deyip bekleyen on üç kişi de RT etmiş anında.” demekte Gazeteci Demir. Bu sözler saygısızlığın yanı sıra bilgisizlik dolu. Ayetler kimden iner? Kim indirir ayetleri? Ayetlerin Allah’tan geldiğini bilmeyecek kadar bilgisiz mi bu kişiler? Bu saçma sapan söze “Ne diyorsun arkadaş?” diye itiraz etmemekte dini bütün Bağış. Bu da aynı bilgisizliğe ve saygısızlığa ortak olduğunu göstermekte.
Konuşmadaki saygısızlıktan doğan coşku, onları Bakara Suresiyle dalga geçmeye getiriyor. “Her kim ki Egemen Bağış’ı sevmez, Allah en kısa zamanda onun belasını verir. Bakara 159...” diyerek sürdürüyor konuşmayı Metehan. Bakara Suresine kendilerince eklemelerle şaka yaptıklarını sanıyorlar. Egemen gülüyor bu Metehanca buluşa. Hoşuna gidiyor. Dalga geçtiğiniz ne? Bakara Suresi... Yani Kuran, Allah kelamı... Bu aklı evveller, kendilerince Allah kelamını şakaya vurarak dalga geçme malzemesi yapmaktalar. Kuran’a inanan milyonlarca insanla dalga geçiyorlar aslında.
Konu dönüp dolaşıp Metehan’ın patronu Aydın Doğan’a geliyor. Konu Aydın Bey olunca Metehan boş geçer mi bunu? Kendince bir ayet uyduruyor ona da. “Her kim ki Aydın Bey’in o zor gününde onun yanında olur, o Allah’tan her istediğini alır; Bakara 169. Bakara iyi ya... Tövbe ya Rabbim, çarpılacağız şimdi.” demekte gazeteci. Dalga geçme sürüyor, sınır tanımadan.
Egemen, Metehan’ın son ayet uydurmasına kahkahalar atarak karşılık vermekte. “Makara iyi.” demekte Bağış yanıt olarak. Makara yaptıkları Bakara suresi... Keyiflerine diyecek yok.
Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir, derler. Bakan Bey’in rüşvet konusundaki performansına bakınca bu sözleri şaşırtmıyor insanı. Kuran’a inansa, Allah’tan korksa yoksulun kesesine, harama el uzatmazdı zaten.
Metehan yeni bir söz kazandırıyor dilimize: aşırı yandaş... Kendini de aşırı olmayan yandaş olarak göstermekte telefon arkadaşı bakan eskisine. Aşırı yandaşlarla dalgasını geçmekte. Yandaşlık kötü iş... Bin takla atmaktalar göze girmek için. Bu bin taklayı, yüreklerindeki insanı ortaya çıkarmak için atsalar keşke...
Konuşmada sıkça kullanılan “oğlum, lan...” gibi sözcükler aralarındaki ilişkinin düzeysizliğini göstermekte. Konuşmanın tümünde argo egemen. Topluma örnek olması gereken kişilerin kullandıkları dilin yerlerde sürünmesi ilgi çekici. Birbirlerine karşı saygısı olmayanın, toplumun değerlerine karşı saygısı olur mu?
Egemen Bağış ve Metehan Demir’e ait olduğu iddia edilen telefon görüşmesi, toplumdaki çürümenin, yozlaşmanın ne duruma geldiğinin güzel bir göstergesi. Din sömürüsü yapanların ikiyüzlülüğünün nasıl pervasızca olduğunu göstermesi bakımından çok önemli bu konuşma. Dini kullanarak halkın cebindeki paraları ayakkabı kutularına dolduran siyaset madrabazlarını Türk Milleti iyi tanımalı. Tanımalı ki, bu hayasızların ipliğini pazara çıkarmalı.
Allah’ın Kuran'ına, İslam değerlerine, milletin inancına böylesi bir saygısızlığı Türk Milletinin bağışlamaması gerek. Ruhen çürümüş bu güruhu başından en kısa zamanda def etmeli halk. Def etmeli ki, devlet idare etmenin soytarılık olmadığını anlatmalı tüm dünyaya.
1919’da Haçlı irtica İslam’a saldırmıştı. Türk Milletinin değerlerini, varlığını yok etmekti amaçları. Atatürk ve arkadaşları Haçlı ordularını ve onların işbirlikçilerini yendi. Türk varlığının sürmesini sağladılar bu topraklarda.
Bugün de aynı Haçlı irtica saldırmakta değerlerimize, varlığımıza. Kutsallarımızı ticari metaya dönüştürmekte bu aymazlar. Şimdi görev Atatürkçülerde... Türk Milletini ve onun kutsallarını Haçlı irticadan kurtarmak için zaman yitirmemeli. Bu konuda vicdanlı, namuslu, cesur, gerçek din adamlarına görevler düşmekte. Doğruyu söyleme zamanı gelmedi mi daha?
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       19 Mart 2014


CEMAAT’E ZULÜM YAPILIYORMUŞ

                                   
CHP’nin İstanbul adayı Mustafa Sarıgül, zaman zaman yaptığı açıklamalar ile ilgi çekmekte. Bu açıklamaları işitenler, “Sarıgül ağzını açmasa CHP için daha iyi olacak.” demekteler.
Sarıgül, 17 Mart 2014 Pazartesi günü CNNTÜRK’te Tarafsız Bölge programına katıldı. Program yöneticisi Ahmet Hakan soruyor konuğuna: “Cemaat’le görüşüyor musunuz?” diye.
Sarıgül, bu soruya: “Benim Gülen Cemaat’i dahil, her cemaatle diyaloglarım vardır. Ama Gülen Cemaat’i öyle bir yere oturtuldu ki hergelen onlardan bahsediyor. Ben, onlara yapılanları haksız olarak düşünüyorum. Dersanelerin kapatılmasını da doğru bulmuyorum. Dersaneleri kapatmak için eğitimi planlamak lazım. Sarıgül, güçlülerden yana hiç olmadı; her zaman haklılardan yana oldu. Gülen Cemaatine zulüm yapıldığını düşünüyorum.”yanıtını vermekte.
Yukarıdaki sözleri söyleyen kişi Cumhuriyet’i kuran, devrimleri yapan CHP’nin adayı. İnsanın kulaklarına inanası gelmiyor değil mi? Laikliği getiren partinin adayı, cemaatlerle ilişkilerinin iyiliğinden gururlanmakta.
“Cemaat’e zulüm yapılıyor” öyle mi? Ey Sarıgül!.. Cemaat, Cumhuriyet aydınlarının haksız, hukuksuz bir biçimde Silivri zindanlarına doldurduğunda zulüm değil miydi bu? Neden o zaman bu zulme sesini çıkarmadın? İftiralarla tutsaklaştırılan yurtseverler Silivri’de can verirken neden buna karşı çıkmadın? Kanser hastalarına hastanelerde otama izni bile verilmediğinde sen neredeydin? Dünya çapında üniversite hocası bilim adamları basit iftiralarla kelepçelenirken neden sustun? Cemaat’in yaptığı zulümleri neden görmezden geldin? Şimdi kalkmışsın bir zalimi, mazlum yapmaya çalışıyorsun? Ne uğruna, kimler adına?
Haziran direnişinde toprağa düşen gencecik bedenlerin neden yanında olmadın? Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Mehmet Ayvalıtaş, Ahmet Atakan’ın tabutlarına neden omuz vermedin, ey Sarıgül? Yoksa Laik Cumhuriyet’i savunanlar seni ilgilendirmiyor mu?
Cemaat’in avukatlığına soyunmuş Sarıgül. Ne uğruna? Aklınca Cemaat’ten oy alacak. Avucunu yalarsın. Adı, CHP olan bir partiye müritleşen kişiler oy vermez. Hele onların kılavuzu Sait-i Kürdi ise CHP’nin yanından geçmez bu müritler.
Sarıgül ve bazı CHP yöneticilerine diyeceğim şudur ki, üyesi olduğunuz CHP’nin ne olduğunu öğrenin öncelikle. Cumhuriyet kurucusu bir partiyi sığ düşüncelerle emperyalist komplolara kurban etmeyin.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       18 Mart 2014

BÖLÜCÜLERE OY İSTEYEN CHP’Lİ VEKİL

                       
Seçim propagandaları tam gaz sürmekte. İktidarla muhalefet alanlarda birbirlerine ağza alınmayacak sözler söylemekte. Karşılıklı suçlamalar tavan yapmakta.
Mart ayının tam ortasındayız. Parti üyeleri harıl harıl çalışmakta. Herkes bir oyun neler götürüp getireceğinin farkında. Tam da bu anda gündeme CHP Milletvekili Binnaz Toprak geliyor.
Binnaz Hoca Twitter’da “AKP İstanbul ve Ankara’yı kaybederse genel seçimleri de kaybeder. Oyları bölmeyelim. Kazanamayacak adaya oy, AKP’ye yarıyor.” diye bir ileti paylaşıyor. Bu sözleri, Ağrılı bir yurttaşımız da okuyor.
Ne de olsa “Yetmez, ama evetçi...” politikayı iyi bilir(!) Binnaz Hoca. Ağrılı bir yurttaş, Binnaz Hanım’a akıl danışıyor. “Ağrı’da kime oy vereyim?” diyor.
Binnaz Toprak yanıt veriyor. “Bu durumda tavsiyem tabi ki HDP.” diyor Hoca. Güler misin, ağlar mısın bu duruma? Bu sözü nereden tutsan elinde kalıyor.
Öncelikle şunu söyleyelim ki, Ağrı’da HDP seçime girmiyor. HDP, BDP’nin Doğu ve Güneydoğu bölgeleri dışındaki uzantısı. Yani bölücülüğün sözde solla soslanmış biçimi. Binnaz Toprak,  ya HDP’nin ne amaçla kurulduğunun farkında değil ya da Ağrı’nın hangi bölgede yer aldığını bilmiyor.
Binnaz Hoca’nın bilinçaltında bölücülere sempati var. “Oy vermek” söz konusu olunca usuna ilk gelen bölücü parti “Yetmez, ama evetçi” vekilin. Eli alışmamış ki CHP’ye oy vermeye. Dilinde olmadı ki CHP hiç. Anayasa değişikliği olur, AKP ile aynı safta. Seçim olur, bölücü partiyi önerir seçmene.  
Şimdi CHP, 30 Mart seçimlerini nasıl kazansın? Kendi vekili, seçmene başka partilere “Oy ver!” diyorsa CHP’nin tabanında AKP’yi yıkmak için çırpınan yurttaş ne yapsın?
“Yetmez, ama evetçi” vekilin bu “tavsiyesi” hem CHP örgütüne hem de kendisine oy veren yurttaşlara büyük saygısızlık. İnsanların emeğini hiçe saymak bu.
Düşünüyorum da CHP’de seçilmiş durumda olan kaç milletvekili, kaç belediye başkanı, kaç meclis üyesi bugüne kadar bir kez olsun altıoka evet mührü basmıştır? 30 Mart seçimlerinde belediye meclisi listelerinde olup da CHP’ye oy vermeyecek kaç kişi vardır acaba? Acaba CHP’de Binnaz Toprak gibi seçmene, başka partilere “oy verme tavsiyesinde” bulunan başka vekiller de var mı? Benim gibi birçok yurttaşın, özellikle de CHP üyesinin büyük merakıdır bu...
                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       16 Mart 2014

HALKIN SAĞDUYUSU


Yüreği yanık iki baba... Canlarından can kopmuş iki güzel insan... Ailelerinin mutlu sıcaklığından koparılan oğullarını toprağın soğuk kucağına emanet eden iki acılı yürek... İki kör kurşunun haince katlettiği evlatlarıyla doyasıya yaşayamayan, ortak acılarıyla birbirlerine omuz vermeye çalışan iki yürekli adam... Adamın hası iki adam...
Aç gözlü, bencil, duyarsız, insanı köleleştiren gaflet dolu siyaset çarkının haince yaşamdan kopardığı oğullarını acısını bir kenara koyarak ulusunun yeni acılar yaşamaması için çaba gösteren iki sorumlu yürek... Siyasetçinin kirli oyununu bozan iki yurttaş...
Okmeydanı’nda karanlığa mahkûm edilen bir sokakta karanlık kişilerce katledilen Burak Can Karamanoğlu halkımızı acıyı boğdu. Baba Halil Karamanoğlu, tüm metanetiyle sesleniyor Türkiye’ye. “Berkin ya da benim oğlum... Benim için farkı yoktur. O da bir evlat, benimki de bir evlat... Berkin’in de anne, babası var, Benim de evlatlarım var. Sağ ya da sol fark etmez, herkes bizim evladımız. O cenaze bundan, bu cenaze şundan diye bir şey düşünemem. ” Bu sözler, anlayana çok şey anlatmakta. Tabi, bu sözleri anlamak için duyarlı bir insan yüreği gerek.
Berkin’in babası Sami Elvan, Burak Can’ın babasını arayarak başsağlığı diliyor. Nasıl bir yüce gönüllülük bu... Kendi acısı, içinde kor gibi yanarken benzer acıyı yaşayan birinin acısını paylaşmak... Ona acı denizinin içinde bir el uzatmak... İki yüreği, bir yürek yapmak... Para ve makam hırsıyla yanıp tutuşan siyasetçinin kurduğu kirli, insanlık dışı tuzağı, yürekleriyle, vicdanlarıyla, verdikleri insanlık dersleriyle bozan iki acılı baba...
Burak Can’ın babası, oğlunun cenazesini defnetmek için bulunduğu Alucra’dan dönünce Berkin’in ailesini ziyaret edeceğini söylemekte. Şu insanlığa bakın ibret alın ey siyaset madrabazları. İbret alın ki belki çoktan ayakkabı kutularına gömdüğünüz vicdanınız ortaya çıkar. Kutularda gün yüzü görmeyen kararmış vicdanlar, az da olsa insanlıklarını anımsarlarsa ne mutlu!
RTE’nin Berkin konusundaki tavrıyla ilgili bir şey söylemek gerekmez. Burak Can’ın babası zaten son noktayı koydu. Acılar insan içindir. Mutluluklar da... İnsan olmayanlar, ne anlar acının bir yüreği nasıl yaktığını? 
İşte, halkın sağduyusuyla siyasetçinin gaflet ve ihaneti... Siyasetçinin gafletini yenerek ulusu esenliğe çıkaracak olan bu sağduyudur.
                                                                    Adil Hacıömeroğlu
                                                                    15 Mart 2014


BERKİN’İ VURDULAR


Duydunuz mu Berkin’i vurdular? Berkin bir çocuk... Henüz on dördündeydi vurulduğunda. Toprağa verildiğinde ise on beşinde.
Sakallı bıyıklı polis amcalar vurdu Berkin’i. Bir haziran günü seher vaktinde ekmek almaya giderken yere düştü o. Sıcak ekmeğin kokusunu içine çekemeden kan kokusunu duyumsadı acıyla.  
Sofra hazırlanmıştı her gün olduğu gibi. Annesi ekmek almaya gitmek istemişti. Belki de içine doğmuştu, olacaklar. Küçük Berkin, büyümüş bir erkek edasıyla “Olmaz!” demişti annesine. Sokaklar karışıktı o gün. “Sen hızlı koşamazsın, ben gideyim, ben hızlı koşarım.” dedi annesine karakaşlı, kara gözlü çocuk. Nereden bilecek çocuk, kurşundan hızlı koşamayacağını?
Dokuz ay yoğun bakımda yaşam savaşı verdi. Umut kesilmedi ondan. “Gençtir, direnir, tutunur yaşama!” diye düşünüldü. En güzel dualar onun için edildi. Tutunamadı yaşama Berkin. Eridi, eridi, eridi... Üç mevsim gördü yatakta. Farkına varmadı mevsim değişikliklerinin.
Son nefesini verdiğinde diktatör paraları kutulamaktaydı mahdumuyla. Umurunda olmadı Berkin’in son nefesi. Diktatörler, sevmez taze fidanları. Fidan gelecek, umut ve aydınlık demektir. Kan emiciler sevmez aydınlığı. Gözleri kamaşır ışıkta. Kiri, pası görünür diye ışıktan korkarlar. Karanlık, onların en büyük gücü. Karanlık olsun ki her yer, kimse görmeden kutulasınlar yoksulun cebinden aşırdıklarını. Yalanları, aydınlıkta erir mart karı gibi. Bu nedenle aydınlığın gücünden ürker diktatörler.
Berkin’in küçücük bedeni toprağa verilecek. Anasının gözyaşları sulayacak kara toprağı. En güzel çiçekler boy atacak mezarının üstünde.
On beş yaşında bir çocuğun tabutuna omuz verdiniz mi hiç? Hele o çocuk, yakınınızsa neler hissettiniz. Canınızdan kopan bir canı soğuk toprağın kucağına bıraktığınızda yüreğinizin kaç milyon parçaya bölündüğünü düşünen var mı aranızda?
Berkin, vicdanının yerine, cüzdanlarını koyan gafil bir iktidarın hain kurşunlarıyla aramızdan ayrıldı. O, tomurcuk bir çiçekti; açmadan soldu. Onu dalından koparanlar, paralarını kutulamayı sürdüredursun. Bu dünya nice diktatörler gördü. Bu son diktatör, çürümüş bir kütük gibi yol kenarında durmakta. Onu, olması gereken yere taşıyacaklar zamanı geldiğinde. Pek yakında olacak bu taşıma işi.
Berkin’i milyonlarca insan bağrına basıp onun için gözyaşı dökerken diktatörü toprak bile kabul etmeyecek. Çünkü bu topraklar azizdir. Şehit kanlarıyla sulanan bu topraklar, kendisine ihanet edeni bağrına basmaz.
Duydunuz mu? On dört yaşında bir çocuk vurulmuş. Adı: Berkin, soyadı: Elvan... Hem de ülkesini yöneten diktatörün sözde kahramanlarınca. Berkin, soruyor yattığı yerden: Çocukları vurandan kahraman olur mu söyleyin bana?
                                                              Adil Hacıömeroğlu
                                                              12 Mart 2014
                                                             

CEMAAT’İN NE OLDUĞUNU ANLAMAYANLARA


10 Mart 2014... Yurtseverleri tutuklamakla ünlü Silivri’nin 13. Ağır Ceza Mahkemesi sabahleyin tutuklulardan tahliye dilekçesi istiyor. Ne güzel... Silivri mahkemesinin imana geldiğini düşündürten bir adım.
Tutuklular, dilekçeleri veriyorlar mahkemeye, çoğunun avukatı yokken. Bu da güzel... Mahkeme, tahliye taleplerini reddediyor. Bu konuda tek yetkilinin kendisi olduğunu da belirterek.
Özel yetkili mahkemeler kalktı mı? Kalktı. Peki, 13.Ağır Ceza’nın görevi bitti mi? Bitti... O zaman gelin güvey olmak niye? İşte, bütün mesele burada...
Yasal olarak ortadan kalkmış mahkeme, “TBMM, beni ortadan kaldıramaz.” demekte. Kim kaldırır? HSYK...
HSYK, yanıtlıyor mahkemeyi. “Siz yoksunuz, yetkisizsiniz, ortadan kalktınız.” demekte. Ancak 13.Ağır Ceza direnmekte... Yasa koyucuyu reddetmekte. TBMM’yi yok saymakta. Kendini, TBMM yerine koymakta. Milli irade benim, demekte. Devletin tüm yetkilerini kendi görevi saymakta. Bu anlayışta, halk yok! Millet iradesi yok! Yasalara saygı yok! Erkler ayrımının ne olduğunu bilmek, yok!
Yargıyı ele geçiren Cemaat, devletin sahibi saymakta kendini. TSK’ya ve Cumhuriyetçi aydınlara kumpasın sürmesini istemekte. Hukukun işlemesi, Cemaat yargısını korkutmakta.
Dünyanın hiçbir yerinde, en geri ülkeler de dâhil olmak üzere böylesine bir hukuk garabeti yaşanmamıştır. Bunun nedeni, cemaatleşen yargıdır. Yargıda ve emniyette Cemaat’i göremeyen Kemal Kılıçdaroğlu’na, 17 Aralık’tan bu yana F Örgütünü eleştirmemek için özen gösteren CHP ve MHP yöneticilerine nasıl bir canavara göz yumduklarını anımsatmak isterim.
“Cemaat nedir?” diyenlere... Cemaat, 13. Ağır Ceza’dır. Açın gözünüzü iyi bakın, neler göreceksiniz?
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           10 Mart 2014



HELAL LOKMA YEMEYEN EVLATLAR

                                  
Yer, Eskişehir... Tarih, 7 Mart 2014...
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın seçim mitingi var. Başbakan önüne geleni suçlayarak ayar vermeye çalışmakta. Her zaman olduğu gibi avazı çıktığı kadar bağırmakta. Öfkeden deliye dönmek üzere...
17 Aralık’ta başlayan rüşvet ve yolsuzluk operasyonunu boşa çıkarma telaşı var RTE’de. Peş peşe açıklanan telefon konuşmaları sinir sistemini çökertmiş durumda. Uçana, kaçana saldırmakta.
Kürsüde konuşmayı seviyor başbakan. Öteden beri suçlayıcı bir dil kullanmakta. Sürekli olarak haksızlığa uğradığı izlenimini vermekte kamuoyuna. Masumiyet ve mağduriyet örtüsüne sarmalanmak istemekte.
Tam da öfkesi doruğa çıkmışken “Benim evlatlarıma helal lokma yedirmediğim halde, evlatlarıma da haramdan bahsedecek kalitede evsafta da değilsin.” Diyor Kılıçdaroğlu’na.
Dil sürçmesinin böylesi de olmaz. Allah söyletiyor Erdoğan’ı. Allah şaşırtıyor onu. Şaşırtınca da itiraflar dökülmekte dilinden.
Doğru söz ne denir? Allah, evlatlarına helal lokma yediren babalar nasip etsin!
                                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                                           9 Mart 2014