AMERİKA’NIN SAVAŞI


PKK/PYD’nin Suriye’nin Rakka kentine düzenledikleri harekâtta ABD askerlerinin kollarındaki YPG ve YPJ armaları gözlerden kaçmadı. Öteden beri PKK saflarında ABD askerlerinin savaştıklarını söyleyenler, böylece haklı çıktı yine.
Peki, YPG ve YPJ nedir? YPG, PKK/PYD’nin askeri kanadıdır. Açılımı da “Halk Koruma Birlikleri”dir. YPJ ise “Kadın Koruma Birlikleri”... Güneydoğu’daki “Hendek Savaşı’”da Türk güvenlik güçleri karşısında yenilen PKK militanları etek giyerek kaçarken onların ağabeyleri durumundaki ABD askerlerinin de etek altına saklanarak YPJ arması taşımaları normaldir.
ABD, Irak ve Suriye’deki çatışmalarda açıkça tarafını belli etmekte. Ortadoğu halklarının karşısında olduğunu hem sözlü hem de eylemli olarak ortaya koymakta. PKK/PYD’nin kendilerinin kara gücü olduğunu defalarca söyledi Amerika sözcüleri. Ortadoğu halklarının karşısında olan ABD’nin Türkiye’ye dost olması beklenebilir mi? Ama ne yazık ki Türkiye’yi yönetenler, bu durumu nedense anlamak istemediler bir türlü. Bu anlamamazlık, Türkiye’nin iç ve dış güvenliğini tehdit etmekte.
Türkiye’nin Güneydoğu kentlerinde PKK’ya karşı başlattıkları vatan savaşının aslında ABD-İsrail’e karşı yapıldığını defalarca söyledik. Ülkemiz, ABD emperyalizmine karşı bir savunma savaşı yapmakta. Savunduğu şey de vatanı... Bu durumu anlamayan iktidar ve muhalefet partileri havanda su dövmekteler. Bununla da kalmayıp ABD’den iktidar icazeti almak için kendi aralarında yarışmaktalar. ABD’nin barış ve demokrasi söylevlerine inanan aymazlar, Türkiye’yi uçuruma sürüklemek istemekteler. Türkiye, emperyalizme karşı verilen bir bağımsızlık savaşıyla kurtuldu ve kuruldu. Bağımsızlık olmadan ne Cumhuriyet ne de demokrasi olur. Yaşam da olmaz bağımsızlık olmadan...
ABD askerleri, PKK/PYD arması taşıyarak Türkiye’ye açıkça şunu söylemekte: “Ben, bu savaşta PKK’nın yanında, senin karşındayım.” Burada verilen ileti çok açıktır. Tabi anlayana... Bu durum, açıkça hem de dünya kamuoyunun gözleri önünde savaş ilanıdır Türkiye’ye.
PKK’yı solcu ve halk dostu sanarak ona destek veren sol gruplara da bir sözümüz var burada. PKK’nın kuyruğuna takılıp terör örgütüne destek vererek ABD’ye hizmet ettiğinizin farkında mısınız? Ne zamandan beri solcular emperyalizmin maşası oldular? Emperyalizmin maşası olunca solcu ve ilerici olunmaz. En büyük gericilik, emperyalizme hizmettir.
PKK’lılar dün “Biji Serok Obama!” sloganları atmışlardı. Bugünse ABD askerleriyle omuz omuzalar. Her dönemde emperyalizmin piyonu oldular. Kime karşı? Türklere, Kürtlere, Araplara, Farslara ... karşı.
Şimdi sorumuz şu: Güneydoğu’da hendeklere gömülen PKK saflarında ölü ele geçirilen kaç tane yabancı uyruklu terörist var? Bu yabancılar, hangi ülkenin yurttaşı? Ayrıca terör örgütünün kullandığı silahların menşei ne? Hangi dost(?) ülkelerin silahları Türkiye’ye karşı kullanılmakta? Geçen günlerde düşürülen Türk helikopteri kimin silahıyla vuruldu? Bu soruların yanıtları kamuoyuna verilmelidir. Verilmelidir ki dostu, düşmanı tanıyalım.
Tüm olanlardan sonra İncirlik üssü halâ açık mı kalacak? Düşmanı kendi topraklarımızda mı besleyip konuklayacağız? Vatan savaşında gaflete yer yok! Bu savaş, ABD’nin savaşı... PKK ve IŞİD piyon... Türkiye, ABD ile savaşını kazanmak zorunda. Çünkü var olmak için buna mecburuz.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           28 Mayıs 2016




İSABEY’DE LİDYALILAR ÖNCESİ BİR YAŞAM


Denizli’nin Çal İlçesine bağlı İsabey Kasabası eski bir yerleşim yeri. Anadolu’nun Türkleşmesi sırasında uçbeylerinin yerleşim alanı olmuş. Eski, devingen bir uygarlık capcanlı yaşamakta orada.
Sırtını Çökelez Dağı’na vermiş kasaba, Baklan Ovası’na bir atmaca gibi atlayacak gibi durur. Ovadaki tarım alanlarının çoğu İsabeyli çiftçilerindir. Arı gibi çalışkanlıkları örnek olur herkese. Ovada eski çağlardan kalma Höyük vardır. Höyük, zamanı durdurur, bir anda insanı çağlar öncesine götürür.
İsabey, benim ana memleketimdir. Okullar yarıyıl ya da yaz dinlencesine girdiğinde İsabey’e gitmenin heyecanını yaşardık ailece. Orta üçüncü sınıfı orada okuduğumdan kendimi şanslı sayarım. Çünkü farklı bir kültürü öğrenmenin fırsatını yakaladım bu sayede.
İsabey’e 29 Ekim 1972’de gittim. Okula kayıt oldum. Okula, kasabaya erken ısındım. Dedem, beni yanına alıp Demirler Mahallesi’ndeki Berber Necdet’e götürdü. Bana: “Saçın uzadığında buraya gel, Necdet Ağabey’in seni tıraş eder.” dedi. Ben de “Tamam...” dedim. 
Dedem, dükkândan çıkana kadar Berber Necdet yerine oturmadı. Saygı ve hayranlık dolu bakışlarla dedemin gözlerinden ayırmadı kendini. Ellerini önünde kavuşturmuş öylece dinliyordu. Ne de olsa karşısında bilgeliği herkesçe kabul görmüş, Fahrettin Altay’ın İzmir’e giren süvarilerinden bir asker, kurtuluşun tarihini yazmaya küçük de olsa katkısı olan bir kişi vardı. Fırsat buldukça da bana yakınlık göstermeyi de ihmal etmemekteydi. Güleryüzlü bu adamı sevmiştim. Sıcak bakışlı, saygılıydı.
Dedem, Necdet’e : “Akşam eve dönerken buğdayını al.” dedi. Ben, merak içindeyim. Dükkândan çıktık. Ben, sormadan dedem anlattı. Bir yıllık tıraşıma karşılık, bir ölçek buğday vereceğini söyledi. Bu nedenle istediğim zaman tıraşa gidebileceğimi belirtti. Ben de bir yıl boyunca yani ortaokulu bitirip yaz dinlencesini geçirinceye dek berber Necdet’e tıraş oldum. 
Havalar ısındı, yaz yüzünü gösterdi. Kasabaya dondurmacı gelmeye başladı. Çocuklar, sevinç çığlıklarıyla koşarak dondurmacıya koşarlardı. Dondurmacı, mahalleye girdiğinde bağırarak geldiğini haber verirdi. “Dondurmam gaymak!” sözü, en çok da çocukların işitebileceği tondaydı sanki. 
Ben de dondurma yiyeceğim, ama param yok! Ne yapmalıyım? Dedeme gitmeliyim, tabi ki... Dibekbaş’ındaki kahveye gittim. Utangaç bir bakışla dibeğin kıyısına oturdum. Dedemle göz gözeyim. Arada bakışlarımı kaçırmaktayım utangaçça. Güya ovayı seyre dalmışım gibi bakışlarımı uzaklara kilitlemiş öylece duruyorum. Tarih öncesinde kalma bir yontuyu andırıyorum karşıdan bakınca. 
Dibekbaşı’ndan sıcak havalarda ovaya baktığınızda sanki bir kaynar kazandır Baklan Ovası. Buharlaşır, duman tüter üstünde. Kupkuru topraktan bu kadar çok buharın nasıl çıktığına şaşırırsınız. Üzüm bağları altınızda bir yeşil deniz gibi uzanır. Yeşil, can getirir ovaya. Bağların arasından uzun boylu ağaçlar endam eder. Sanki bağ kütüklerini kucaklar gibidirler. Asmalar, meyve ağaçlarının alçaktaki dallarına ellerini uzatırlar.  “Beni al, yükseklere çıkar.” der gibidirler. 
Bağlar bittikten sonra ekin tarlaları başlar. Yeşil cennet, sarıya döner. Uçsuz bacaksız bir sarıdır bu. Sarının içine girdiğinizde güneş sizi kavurur. Gölgelenecek bir yer bulmak bile oldukça güçtür. Yakınlarda bulacağınız bir ahlat ağacı, imdadınıza yetişir. O küçük gölgeyi çoğu zaman düven çeken atlar ya da öküzler, inekler, yaz için ovaya getirilmiş tavuklarla paylaşmak zorundasınız. Eğer harman vaktiyse derme çatma çadırlar kurulur sıcaktan korunmak için. 
Tam karşıdaki Baklan Kasabası’na doğru baktığınızda sarı, yerini buharlaşmış bir yeşile bırakır. Buhar, kasabanın önünü tül gibi örter. Öyle bir tül ki rüzgârın esmesi bile onu yerinden kıpırdatmaz. Baklan’ın arkasında yükselen Beşparmak Dağı, kasabayı kucaklayan şefkatli bir nine gibidir. Çökelez’in karşısında diz çöken şefkatli bir nine... Oturduğu yerde kıpırdamadan durur öylece. Baklan Kasabası’nı saran tülün üstünden başını uzatır belli belirsiz. Ovaya adını veren de bu kasabadır. 
Baklan, Türklerin Anadolu’ya gelişlerinde Denizli yöresinde ilk yerleştikleri yerlerden... Baklan’ın kurucusu Abdi Bey, kökleri Horasan’a dayanmakta. Kayı boyundan bir uçbeyi. Baklan, Anadolu’nun Türkleşmesinde önemli bir yer. Bu nedenle tarihsel bir önemi var.
Ova, dağların arasında büyükçe bir futbol alanı gibidir. Ova’yı saran dağların etekleri ise seyircilerin oturdukları tribünleri andırır. Dibekbaşı, Baklan Ovası’na kuş bakışı bakar neredeyse. Burada oturup Ova’nın seyrine dalmak doyulmaz bir zevk. Ben de ergenliğe yeni adım atan biri olarak türlü hayaller içinde Ova’nın içindeyim. Bağ, tarla, kasaba ve köylerde neler olduğunu düşünmekteyim. Türlü insan ve canlı görüntülerini zihnimde canlandırmaktayım. Bu düşünceler içindeyken telaşım da yok değil. 
Dedemden para istemeyi gururuma yediremiyorum. Dedem, anlasın istiyorum derdimi. Her dakika, bir gün gibi gelmekte. Ya dondurmacıyı kaçırırsam!.. Bu dondurmayı yemeliyim... 
Dedem, bir derdimin olduğunu anladı.  Yerinden yavaşça kalktı, bastonu aldı, kararlı adımlarla bana doğru yürümeye başladı. Dedemin geldiğini görünce ayağa kalktım birkaç adım attım ona doğru. Burun buruna geldik. O, uzun boyu, heybetli duruşuyla Çökelez Dağı gibi durmakta karşımda. Bense sıska, kısacık boyumla gölgesindeyim. 
9 Eylül 1922’de İzmir’e giren süvari alayının yorulmaz neferi, karşımda bastonuna dayanarak durmakta. Yine de dik durmaya çalışmakta. Sol elinin başparmağı, köstekli saatinin bulunduğu yeleğinin cebinde. Titrek sesiyle “Bir şey mi söyleyeceksin?” diye sordu. Önce duraksadım. Sonra mırıltıyla karışık bir ses tonuyla “Evet!” dedim. “Dondurmacı geldi de...” diye sürdürmeye çalıştım sözümü. Hemen yanıtladı beni: “Ambardan bir tabak buğday al, dondurmacıya ver, dondurmanı al!” dedi. Eve koşarak gittim. Kenarları tırıtıklı bakır sahanı aldım. İçine buğdayı doldurdum. Koşar adım dondurmacının yanına vardım. Buğdayı verdim, dondurmayı aldım. Yalamaya başladım hızla erimekte olan dondurmamı. 
Dondurmanın tadı biraz farklı geldi bana önceden birkaç kez yediğim dondurmayla. Sordum. Dondurmacı bir öğretmen gibi sabırla anlattı bana. Buzdolabı olmadığından karla yapılıyor bu dondurma. Kışın Çökelez’in kuzey yamaçlarındaki mağaralara doldurulan karlar, yaz geldiğinde dondurmanın hammaddesini oluşturmakta. Kardan yapılan dondurma çocukların damak tadı, serinleticisi olmakta yaz sıcağında. 
Haftada bir gün gelirdi dondurmacı. Birkaç kez buğday karşılığında dondurmamı aldım. İşin tadına erişince dondurma yeme hevesim geçti. Bunun yerini meyveler aldı.
Hem berberde hem de dondurmacıda para çok az geçerdi. Kasabaya arada sırada uğrayan çerçilerin de para yerine değiş tokuşla alışveriş yaptıkları olurdu. Zaman zaman mahalle bakkallarının değiş tokuşa başvurdukları da olurdu.  Buğday (Diğer tahılların ve kuru üzümün de bu değişimde kullanıldığına tanıklık ettim.) karşılığında bu gereksinimleri karşılamak,  eski çağların bir alışkanlığı. Lidyalılar, parayı bulmadan önce alışveriş, değiş tokuş yoluyla yapılırdı. Yüzyıllar öncesinden kalan bu alışveriş sisteminin eski Lidya topraklarında var olması ne kadar ilginç. Değiş tokuşun paranın icat edildiği topraklarda paraya, zamana, kapitalizme meydan okuması dikkate değer bir durum. Kökleri tarihin derinliklerinde olan bir toplumsal alışkanlığın varlığı, paranın egemenliğine bir karşı duruş değil midir? Daha hakça bir ticaretin toplumda varlığını sürdürmesi, kapitalizmin tüm kirli ilişkilerine karşın yaşaması halkın eşitlikçi anlayışının bir yansıması değil mi? 
Keşke buğday karşılığında tıraş yapan Berber Necdetler, çocuklara kardan yaptığı dondurmaları özenle veren dondurmacılar var olsa bugünde... Var olsa da paranın kirliliğinden arınsa toplum...
Adil Hacıömeroğlu
22 Mayıs 2016

FORETİKA

Doğu Karadeniz’e özgü olan foretikaya, Of ya da Rize bezi de denir. Farklı ilçelerde değişik adlarla anılır. Foretika, Of yöresindeki adıdır yöreye özgü bezin. Foretikadan genellikle iç çamaşırı yapılır. Türkiye’nin kapitalizmin hışmına uğramadığı dönemlerde köylerde yaşayan halk, neredeyse tüm yiyecek ve giyeceğini kendisi üretmeye çalışırdı. Çok temel ve yaşamsal maddelerin dışında çarşıda, pazarda alışveriş yapılmazdı, para harcanmazdı.

Yetiştirilen ürünlerin, kişilerin günlük gereksinmelerini karşılayacak nitelikte olmasına özen gösterilirdi. Yetiştirilen ürünlerin fazlası satılırdı. Komşular arasında daha çok ürün değiş tokuşu yapılmaktaydı. Çoğu zaman cepte para olmadığından komşunun ürettiği bir malı almak için, o malın karşılığında birkaç gün çalışmak zorunda kalınırdı. Fazla mal üreten kişi de komşusunun derdini anlar; onu kazıklama yerine, onun gereksinimini karşılama yolunu seçerdi. Bu nedenle komşuya kolaylık göstermek önemliydi.

Foretika, kendir liflerinin ip durumuna getirilmesiyle yapılırdı. Kendir, tarlaların daha çok sulanabilir bölümlerinde gereksinimi karşılayacak miktarda ekilirdi. Kendirler boy atıp olgunlaştıktan sonra dipten kesilirdi. Kendir lifleri, bitkiyi ince bir kabuk gibi sarar. Lifler, özenle bitkinin sert ve içi delik bölümünden soyulur. Bu lifler yumuşacıktır. Bu lifler, su dolu bir kaba batırılarak daha da yumuşatılır. Daha sonra elde eğrilerek iplik durumuna getirilir. Kendir iplikleri, başta foretika ve sicim olmak üzere birçok alanda kullanılırdı. Foretikaları, daha iyi ağarsın diye taşların üzerinde güneşte kurutulurlardı. Deniz kıyısında oturanlar bu işi, çakıl taşlarının üzerinde yaparlardı. Ara sıra bezleri deniz suyuyla yıkarlardı. Tuzlu su, foratikaları apak yapardı. Böylece de bezler daha parlak ve güzel görünürlerdi. Bu da foretikaların pazarlanmasını kolaylaştırırdı.

Kendir gövdesinin içi boydan boya delik olan kısmına ise kunci adı verilirdi. Kunciler çok enerji veren bir yakıt değildi. Dumanı bol, ısısı azdı. Ancak kurumuş kunciler ateşi tutuşturmak için kullanılırdı. Ayrıca kunci ile yoğurt içmek alışkanlıktı çocuklar için. Günümüzde kullanılan plastik pipetlerin atasının kunci olduğunu söyleyebiliriz. Bu buluşu da Doğu Karadenizlinin keskin zekâsının hanesine yazsak fena olmaz.

Foretika yapılacak kendir iplikleri, daha güzel olsun diye o dönemin nadir ithal ürünlerinden olan İngiliz pamuk iplikleriyle karıştırılarak el tezgâhlarında bez durumuna getirilirdi. Foretikadan yapılan iç çamaşırları, aile üyelerinin gereksinimini karşıladıktan sonra fazlası satılırdı. Foretika, alıcısı çok olan bir bezdi. Özellikle sıcak iklimi olan bölgeler ve ülkeler foretika iç giyimleri yeğlerlerdi. Çünkü foretika, teri çekip çabucak kuruma özelliğine sahipti. Bu nedenle de sıcak yaz günlerinin vazgeçilmez, sağlıklı giyimiydi.

Doğu Karadeniz’de neredeyse her evde foretika ören tezgâhlar vardı. Birçok kadın, foretika örmeyi bilirdi. Dışa açılmayan, kapalı ekonomilerde halkın kendi kendine yetmesi ekonomik olduğu kadar, yaşamsal bir zorunluluktu. Bu nedenle evde foretika yapan bir tezgâhın olması ve ev kadınlarının bu konuda uzmanlaşması aile ekonomisine büyük bir katkıydı.

Kapitalizmin toplumsal ve ekonomik ilişkilere egemen olmasıyla el sanatları yok olmaya başladı. Foretika tezgahları, evleri işgal eden gereksiz aygıtlar olarak görülmeye başlandı. Birkaç kuşağı sağlıklı bezlerle giydirip donatan emektar tezgâhlar bir bir söküldü. Foretika gömleklerin yerini önce pamuk atletler, daha sonra ucuz naylon giysiler aldı. Yaz günü foretikayla serinleyen bedenler, naylonla yandı pişti. Sağlıklı kendir beziyle ferahlayan vücutlar, naylon karışımlı iç çamaşırlarla hastalıklardan kurtulamaz oldu. Para hırsı, sağlığı yok etti. El tezgâhlarında ustalıkla foretika ören usta eller, dünyadan bir bir göçmeye başladı.

Alınterinin aktığı foretikalar, bölgede bilinmez oldu. Rüzgârda tarlaların kıyısında nazlı kızlar gibi salınan kendirler yetiştirilmez oldu. Kunci mi? O da tarih oldu kendirle birlikte. Artık günümüz çocukları, yoğurdu kunci ile içmemekteler. Çünkü ne kunci var ne de annelerinin mayaladığı yoğurt.

                                                                        Adil Hacıömeroğlu

                                                                        11 Mayıs 2016

 

DAVUTOĞLU KİMİN ADAMI?


Başta muhalefet partileri olmak üzere bazı çevreler, Davutoğlu’nun başbakanlık ve AKP genel başkanlığı görevlerinden alınmasını demokratik bulmamışlar.  Biraz daha ileri giderek “Serok Ahmet”ten bir demokrasi kahramanı yaratmaya çalışmaktalar. “Serok” sıfatını kendi kendine almıştır Diyarbakır gezisinde. Yoksa ona bu sıfatı veren başkaları değil.
Ha, unutmadan da söyleyelim... Aynı Diyarbakır gezisinde temsil ettiği Türkiye Cumhuriyeti yasalarını hiçe sayarak kentimizin resmi adını bir yana bırakarak feodaliteyi çağrıştıran “Diyarbekir” sözünü kullanmıştır. Anlaşılacağı üzere bu gezide açılımcılık, feodaliteyi hortlatma vardı.
Her zamanki gibi liberallerin kuyruğuna takılan TBMM’de temsil edilen muhalefet partileri, “Serok Ahmet”in görevden el çektirilmesinin antidemokratik olmadığını söylemekteler. Peki, bu doğru mudur?
Davutoğlu, bulunduğu görevlere nasıl geldi? Önce bu sorunun yanıtını verelim. “Hoca”nın siyasal geçmişi yok! AKP’ye önce Abdullah Gül’ün dış politika danışmanı olarak katıldı. Daha sonra TBMM dışından dışişleri bakanı oldu. 2011 seçimlerinde de milletvekili seçildi. Bugün Türkiye’nin başındaki bütün belaların gelmesinin mimarıdır kendisi. “Stratejik Derinlik” saçmalığıyla BOP’un oyuncağı olmuş bir dış politika oluşturmuş, bu da Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmiş. “Komşularla sıfır sorun” diyerek ortaya çıktı, sonunda “sıfır komşulu” bir Türkiye kaldı geride. Ergen çocuk hayalleriyle dış politika oluşturmaya çalıştı. Sonunda yalnızlaşan bir Türkiye var. Buna da “Değerli Yalnızlık” adını koydu hazret.
Davutoğlu’nu en büyük hayali, Osmanlıyı yeniden diriltmek. Bu nedenle de “Yeni Osmanlıcılık” hayaliyle ABD projelerinin hizmet eri oldu ne yazık ki...
RTE, cumhurbaşkanı seçilince AKP genel başkanlığı ve başbakanlık boş kaldı. Sözden çıkmayan, Erdoğan’ın dediklerini yapacak, kısacası sahibinin sesi olabilecek birine gereksinim vardı. Bu konuya en uygun Davutoğlu bulundu ve bu görevlere RTE’ce getirildi. Yani anlaşılacağı üzere bu görevlere seçilmedi Davutoğlu, atandı. Şimdi bu göreve geliş demokratik mi? Değil... O zaman görevden gidiş nasıl demokratik olacak? Liberallerin kuyruğundaki muhalefet bu adamcağızın göreve geliş biçimini neden eleştirmediler zamanında? Unutulmasın ki, bir kişi nasıl gelirse bir göreve öyle ayrılır o görevden. Davutoğlu’nu RTE getirdi, RTE de götürdü.
Gelelim yazımızın başlığına... Davutoğlu’nun gidişine en çok üzülen kim?
Dünyaca ünlü Amerikan merkezli dış politika dergisi Foreign Policy: “Amerika Ankara’daki adamını kaybetti.” diyerek Davutoğlu’nun kimlerin işine yaradığını açıkça söylemiş.
Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada ise: “Başbakan Davutoğlu, ABD’nin iyi bir ortağıydı.” denmiş.
Şimdi akla şu soru gelmekte: ABD’nin Davutoğlu aşkı nedendir? Anlatalım... Davutoğlu’nun uyguladığı dış politika, a’dan z’ye ABD çıkarlarına hizmet etti. “Hoca”nın stratejik derinliği, Ortadoğu’yu alt kimlikler savaşına sürükledi. Başta Türkiye olmak üzere tüm komşuların güvenliği tehlike altına girdi.
Davutoğlu’nun görevden alınmasıyla bir dış politika değişikliğinin olacağı olasıdır. Halkımız “Her şerden bir hayır çıkar.” der. Davutoğlu’nun gidişiyle Türkiye’nin Suriye ile barışma iradesi dünden daha güçlü olacaktır. Rusya ile ilişkilerin düzelme olasılığı düne göre daha çok artmıştır. Suriye ve Rusya ile ilişkilerin düzelmesi, tüm bölgede olumlu rüzgârların esmesine neden olacak. Bu da Türkiye’nin lehinedir.
Davutoğlu’nun gidişine ABD üzülüyorsa biz sevinmeliyiz. Çünkü Türkiye’nin çıkarları Amerika ile çatışmakta. ABD’nin çıkarına olan Türkiye’nin aleyhinedir. ABD  çıkarlarına hizmet eden biri Türkiye’nin başından gidiyorsa bu, hayırlıdır.
Davutoğlu’nun peşinden ağlayan muhalefete gelince... Onlar gözyaşlarıyla ABD’ye yalvarmaktalar. Demekteler ki: “Davutoğlu gitti, ama biz varız ABD’ye hizmet için. Bizi görün!”
Türkiye, ABD’den uzaklaşarak Avrasya’ya yaklaşmakta. Olması gereken yere doğru gitmekte Türkiye. Bu durum AKP’nin iradesiyle değil; tarihin, koşulların ve halkın zorlamasıyla olmakta. Unutulmasın ki dünya ülkeleri arasında ABD karşıtlığının en yüksek olduğu ülke, Türkiye.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       8 Mayıs 2016



YOL MU, YOL ARKADAŞI MI ÖNEMLİ?


Başbakan ve AKP Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, her iki görevinden de tereyağından kıl çeker gibi çekilip olması gereken yere gönderildi. Bu durum karşısında Davutoğlu’nun açıklaması ilginçti. Kendince bir şeyler söyledi.
Derin felsefi(!) sözler ettiğini sanan biri Davutoğlu. İdealist görünmeye çalışmakta. RTE’nin görevinden el çektirmesi karşısında da yüreğe dokunacağını sandığı sözler etti. Doğaldır ki yüreğe dokunacak sözleri, yüreği olanlar anlar. Davutoğlu, ilkokul müsamerelerine çıkan çocuklar gibi. Yaptığı işi de bu ciddiyetle (!) yapmakta. Sürekli ağzı kulaklarında... Her sözünde din sömürüsü var.
“Refik ve hedef önemliyse hepimizin muhasebe yapması gerekiyordu. Refiklerimin de benim de. Cumhurbaşkanımız dâhil, siyasi tecrübesine güvendiğim dostlarımla istişareler neticesinde, AKP’nin birliği, devamı için refikin değişmesindense genel başkanın değişmesi fikri bende hâsıl oldu.” demekte Davutoğlu. Bu sözleriyle “refik”in hedeften, yoldan daha önemli olduğunu belirtmekte erken ergen psikolojisinin egemen olduğu müsamere çocuğu.
“Refik” sözcüğünün TDK Büyük Sözlükteki anlamı “arkadaş, dost”. Davutoğlu, demek istiyor ki “Benim için ideallerim, gittiğim yol önemli değil, önemli olan arkadaşlarımdır.”
Ünlü şairimiz Tevfik Fikret: “Hak bellediğin yolda yalnız gideceksin.” demekte. Yani önemli olanın yanındakiler değil, hak bellediğin yolundur. Eğer davanın doğruluğuna inanıyorsan amacına ulaşmak için tek başına da olsan yolundan, davandan dönmeyeceksin. Buradan anlaşılacağı üzere Davutoğlu’nun gittiği yol hak yol değil. Değil ki yoldan vazgeçerek “refik”leriyle yürümek istemekte. Aslında Fikret’in bu özdeyişi, devlet adamı olmanın, vatanseverliğin de ilkesini ortaya koymakta.
Hz. Ali: “Hakikatin hatırı, dostun hatırından üstündür.” demekte. Bu sözle hakikatin yanında yer almanın erdemi anlatılmakta. Diyelim ki dostumuz hep yanlış işler yapıyor, onun bu yanlışlarını onaylamak zorunda mıyız? Yanlış olduğunu bile bile dostumuz diye birine boyun eğmemiz mi gerekmekte. Dostumuzun hatır var diye tüm toplumun geleceğini ilgilendiren haklı bir yoldan dönecek miyiz?
Davutoğlu gibi görevlerine arkadaş sandığı kişilerce atananlar ne Fikret’i ne de Hz. Ali’yi anlayabilir. Bu iki büyük bilgeyi anlamak için erdemli ve cesaret dolu bir yürek, derin bir ulus sevgisi, aydınlık bir beyin, özgür bir akıl gerekmekte. Kula kul olmayı düşünce ve ideal sanan kişilerin bilgeleri anlaması olanaksız. Davutoğlu’nun hakikatin peşinde koşması için kırk fırın ekmek yemesi gerek. Bu da olanaksız.
Doğru yolunuz varsa zaten o doğru yolda doğru insanlarla yolunuz kesişir. Yanlış yoldaysanız, doğru kişilerle karşılaşıp dost olmanız çok zor. Davutoğlu’nun “refik”lerinin doğru mu eğri mi olduğuna gelince... Bu kararı da siz verin!
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                        7 Mayıs 2016