ATATÜRK’E YASAK


27 Mart 2018 Salı günü, Cafer Darı adlı bir yurttaş, üzerinde Atatürk fotoğrafı baskılı ve “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” yazılı tişörtüyle TBMM’ye girmek istiyor.
O da ne?
Cafer Bey’in giydiği tişört, siyasal simge sayıldı TBMM’nin güvenlik görevlilerince. Yurttaşın tişörtü çıkartıldı ve Sayın Darı, tişörtsüz, çıplak olarak içeri alındı.
Evet, Atatürk siyasal simgedir. Türk Devriminin, Türk Kurtuluş Savaşının, Türk Cumhuriyetinin siyasal simgesidir. Bu nedenle İngiliz muhipleri, Amerikan yardakçıları, Vahabi kuyrukçuları, Allah ile halkı aldatanlar, Türk düşmanları Atatürk’ten korkarlar. Onun siyasal görüşlerine hep karşı oldular, karşı olmayı da sürdürmekteler.
Atatürk’ün kurduğu TBMM’ye onun fotoğrafıyla girmek yasaklanmakta. Bunu yapanlar büyük bir aymazlık içindeler. Tıpkı “Mustafa Kemal’in katlinin vacip olduğunu” yayan dünün İngiliz işbirlikçileri gibi.
Atatürk’ün TBMM’nin açılışında söylediği şu sözleri anımsatalım..
“Bütün cihan bilmelidir ki artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da milli egemenliktir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi, vicdanı ve mevcudiyetidir.”
Milletin egemenliğini temsil eden Meclis’e, milletin bağımsızlığının önderinin fotoğrafıyla girilmesinin yasaklanması ilginçtir. Bu davranış, Sayın Cafer Darı’ya karşı değil, milletin varlığına karşı harekettir.
Aymazlara bir çift sözümüz var: Atatürk’e yasak olmaz. Yasaklayanlar, İngiliz gemileriyle kaçıp giderler. Bu, unutulmaya…
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       29 Mart 2019

İYİ PARTİ, KİME İYİ?

    Seçim barajını aşar mı, aşamaz mı tartışmaları arasında İyi Parti sözcülerinden art arda ilginç açıklamalar geldi.

İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener, 24 Mart 2018 günü Trabzon’da yaptığı konuşmada hedefine Kurtuluş Savaşı kahramanı İsmet İnönü’yü oturttu, tıpkı AKP sözcüleri gibi. Çok partili yaşama geçildikten sonra özellikle ABD destekli sağ partiler, cumhuriyetin kurucu değerlerine karşı zaman zaman sert eleştiriler yaptılar. Amaçları, cumhuriyetin üstüne oturduğu tam bağımsızlık çizgisini yok ederek ABD bağımlısı bir ülke yaratmak. Bir ülkeyi, emperyalizme bağımlı yapmak istiyorsanız, onun bağımsızlığını yok etmek için değer sistemini aşındırmanız gerek.

Türkiye’de ABD severler, Atatürk’ü doğrudan eleştirmez, hep arkadan dolanırlar. Atatürk’ün çevresinde yer alan kişileri karalamaya çalışırlar sürekli. Bu konuda en çok eleştirilen ise İnönü’dür. Çünkü O, Atatürk döneminin en uzun süreli başbakanıdır. Batı cephesinin komutanı olarak düşmanı denize döken adam. Lozan’da, sömürgeciler karşısında dimdik duran, onlara boyun eğmeyen kahramandır. Atatürk’ten sonraki cumhurbaşkanı... İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin burnunu kanatmayan sorumlu lider… Bu nedenle İnönü, cumhuriyetle kavgası olanların ilk hedefi olur hep.

Akşener, güya AKP’yi ve onun lideri Erdoğan’ın baskıcı yönetimini eleştiriyor. “Milleti, İsmet İnönü’nün ruhuna Fatiha okunur hale getirdiniz.” demekte. Bu sözle amaç, Erdoğan’ı eleştirmek mi; yoksa fırsatı kaza etmeyerek İnönü üzerinden Atatürk’e, cumhuriyete vurmak mıdır? Bizce amaç, Atatürk’e bindirmektir bu sözlerle… İnönü’yü, aklınca diktatör ilan etmekte Akşener.

Peki, İyi Parti’nin genel başkanı İnönü’ye vurarak emperyalist odaklara selam çakarken diğer üst düzey yöneticiler farklı mı düşünmekteler? Biraz da onların söylediklerine bakalım…

İyi Parti Genel Başkan Yardımcısı Ümit Özdağ, Afrin’de PKK’nın kaçmasından pek memnun olmamış gibi… Özdağ, Yurt gazetesinin Ankara Temsilcisi Mehmet Yurtseven’in sorularını yanıtlarken “PKK hiçbir zaman böyle hazırlık yaptığı bir bölgeden ya da şehirden çekildiğini görmedim.” diyerek PKK’nın yenilmesi karşısındaki şaşkınlığını belirtmekte. Sayın Özdağ, ABD’nin kara gücünden kahramanlık belemekte, bu da olmayınca ne yazık ki şaşırmakta.

“Afrin’e girilmeden önce Halk tv’de yapmış olduğum yayınlarda bir anlaşma durumunda çatışmasız da Afrin’e girilebileceğini bu durumda ‘Afrin’i almak için ne verdiniz?’ sorusunun sorulması gerektiğini ifade etmiştim.” diye sürdürmekte sözlerini Özdağ. Afrin’in Türk Milletinin birliği, Türk ordusunun kahramanlığıyla terör örgütünden temizlendiğini, Mehmetçiğin gücü karşısında PKK’nın direnemediğini bir türlü kabul edemiyor. Sözde milliyetçilik böyle bir şey işte… Uzaktan kumandalı dümensiz gemi gibi hep aynı limana gidersiniz.

Türk Milletini, Türk Ordusunu bir yana bırakarak ABD’nin gücünü yüceltmekte. Bir kişi, NATOTürkçü olmaya görsün, emperyalizmin gücüne tapınmayı görev sayar.

İyi Parti demişken parti sözcüsü Aytun Çıray’ın sözlerine de yer vermek gerek. “Afrin’de olup bitene bakınca Amerika ile AKP arasında su sızmadığını görürsünüz. BOP tam olarak işliyor. O, şahin; bu, bilmem ne; boş medyatik oyunlar. Reza orada oldukça ABD sistemi işler.” demekte Çıray. Sayın Sözcü de Özdağ’dan farklı düşünmüyor. Türkiye’nin Afrin’de kime karşı savaştığının farkında değil. BOP’un çoktan yırtılıp çöp kutusuna atıldığından hiç haberi yok! Türk Milletinin gücüne inanç sıfırın altında, tıpkı Özdağ gibi.

Kendi milletini tanımayan, halkının gücünü fark etmeyen, Mehmetçiği görmeyenler Türkiye’yi yönetecek öyle mi? Gözlerindeki Amerikan gözlükleriyle gördükleri tek nokta Washington. Gerisi mi? Gerisi, onlara göre figüran bile değil. Bunun içindir ki Afrin’de ABD’nin yenildiğini söylemeye bir türlü dilleri varmıyor.

Evet, İyi Parti birilerine iyi geliyor. Ancak bu birileri Türkiye değil. İyi geldiği yer ABD. Hem de çok iyi geliyor…

Not: Bu konuyla ilişkili daha önce yazdığım aşağıdakileri yazıları da konuyla ilişkileri nedeniyle okumakta yarar var.

İNÖNÜ DÜŞMANLIĞI https://adiladalet.blogspot.com/2012/07/inonu-dusmanligi.html?spref=tw

SABİHA GÖKÇEN VE ALİ ÇETİNKAYA https://adiladalet.blogspot.com/2011/11/sabiha-gokcen-ve-ali-cetinkaya.html?spref=tw

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         25 Mart 2018


“İSLAM’IN GÜNCELLENMESİ” VE TARİKATLAR


                        
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan, “İslam’ın güncellenmesi”nin gerektiğini söyleyince en büyük tepki tarikat liderlerinden geldi. Hatta bazıları Erdoğan’ı “dinsizlikle” suçlamaya kadar vardırdı işi. Neden mi?
Tarikatlar İslam’ın doğuşunda yok! Hz. Muhammet döneminde yok!
İslam’ın peygamberinin tarikatı var mı? Yok!
Tarikatlar zamanla ortaya çıkmış ve bir ruhban sınıfın oluşmasına neden olmuşlar. Tarikat liderleri, yaşamları boyunca alınteriyle beş kuruş kazanmamış kişiler. Geçimleri tarikattan… Hem de ne geçinme… Katlar, yatlar, son model arabalar… Yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında… Halkın dinsel duygularını sömürerek ceplerini doldurdular yüz yıllarca. Çalışmadan varsıl olmanın yolunu buldular.
Dinsel kuralları, hükümleri kendi çıkarları doğrultusunda yorumladılar. Giderek Kuran’dan ayrılan bir dinsel yorum çıktı ortaya. Muhammed’in yoksulu koruyan dini; yoksulluğu yazgı durumuna getiren, yoksulları sömüren bir din durumuna getirildi. İnsanların hem ekonomik hem de kültürel açıdan yoksullaşması, bazılarının varsıllığının garantisi oldu.
Tarikatların en büyük özelliği, kendi dışındaki herkesi din dışı sayarak düşmanlaştırmak. Bazı tarikatların üyeleri, Diyanet’in camilerinde namaz kılmaz. Birçok tarikat üyesi, diğer tarikatlarının camilerini ibadethane olarak görmez. Düşmanlaştırma siyasetinin en önemli aracı, keskin söylemeler… Kendilerine karşı çıkanları anında dinden çıkmakla suçlamaktalar. Ulusu oluşturan halk, türlü tarikatlara bölünür. Bu bölünmeden de emperyalizm ve Türkiye düşmanları yararlanır. Tarikatların çoğunun lideri emperyalist ülkelere bağımlıdır. Onların adına iş yaparlar.
15 Temmuz darbe kalkışmasında görüldüğü gibi tarikat lideri emir verdiğinde, müritler kendi halkına bile ateş açtılar. Tarikat liderinin iradesi kimin elinde? ABD’nin… FETÖ’nün daha önce TSK’ya ve cumhuriyetçi aydınlara türlü yalan ve iftiralarla kurduğu kumpası Türk kamuoyu şaşkınlıkla izledi. 15 Temmuz’da ise dün yol arkadaşı oldukları AKP yöneticilerini hedef aldılar. Demek ki yol arkadaşlığı önemli değil. Önemli olan, emperyalist gücün ne düşündüğü…
15 Temmuz darbesinden sonra devlet kurumlarından tasfiye edilen FETÖ’cülerin yerini başka tarikatlar aldı. Bu tarikatlar, devlet içindeki destekleriyle ekonomik açıdan güçlendiler. Kendi çıkarlarını devletin ve halkın çıkarından daha üstün tutmaktalar. Erdoğan ve diğer AKP yöneticileri de bu durumun yakından tanığı… Para ve güç artınca onun zapt edilmesi de zorlaşıyor. Azla yetinmeleri zor… Gücü paylaşmak istemiyorlar. Devreye dış bağlantılar giriyor. Dış destekle devletin tümünü istiyorlar. Bu durumda yeni FETÖ’lerin oluşmasına yol açar. İşte, Erdoğan bunun farkında. Bu, nedenle tarikat sisteminin son bulması gerek. Tarikat liderleri bunu gördüklerinden ve geçim kapılarının ileride kapanacağını anladıklarından “İslam’ın güncellenmesi” düşüncesine karşı koymaktalar.
İkinci bir neden… Devleti yönetme deneyimi, AKP yöneticilerine bazı şeyleri öğretti. Bin dört yüz yıl öncesinin ekonomik anlayışıyla bugün insanlara iş, aş sağlanamıyor. Vergi sistemi oluşturulamıyor. Yüz yıllar öncesinin hukuk düzeniyle toplumsal yaşam yönetilemiyor. Bu anlayışla bilim, kültür, sanat, spor gelişmiyor. Fabrikalar kurulamıyor, tarlalar ekilemiyor… Faiz olamadan paranın değeri korunamıyor. Çünkü enflasyon var, banka var… Bin dört yüz yıl öncesinin kafasıyla kurbanlık hayvan bile yetiştirilemiyor, dış ülkelerden alınıyor koyunlar, inekler…
Bin dört yüz yıl önceki hükümlerle toplumun sorunları çözülemiyor. Erdoğan’ın “İslam’ın güncellenmesi” isteği, aslında toplumun seslendirdiği bir çığlık. Yaşamın tekerleği ileri doğru döner. Bunun karşısında kimse duramaz. Kimi zaman tekerleğin önüne takoz koyulsa da tekerlek, çamurlu yollarda patinaj yapsa da insanlık ülküsü er geç hedefine varır.
Not: Konunun daha iyi anlaşılması için aşağıdaki yazıların okunmasında yarar var.
İSLAM’DA OLMAYAN TARİKATLAR https://adiladalet.blogspot.com/2016/08/islamda-olmayan-tarikatlar.html?spref=tw
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       18 Mart 2018

“İSLAM’IN GÜNCELLENMESİ”



Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan, 8 Mart 2018 Kadınlar Günü nedeniyle Aile ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının düzenlediği toplantıda ilginç açıklamalar yaptı. Bu açıklamalar, ne yazık ki kamuoyunda gerekli desteği bulmadı. Siyasetin günlük polemikleri içinde gerekli, doğru tartışmalar yapılmadı konu ile ilgili olarak.
“Son günlerde bakıyorsunuz din adamı olarak ortaya da ne yazık ki kadınla ilgili çok farklı açıklamalarda bulunup dinimizde kesinlikle yeri olmayan bazı kendine göre içtihatta bulunan kişiler çıkıyor ortaya. Anlamak mümkün değil. Yani bunlar ya bu asırda yaşamıyorlar; çok farklı dünyada, zamanda yaşıyorlar. Çünkü İslam’ın güncellenmesi gerektiğini bilmeyecek kadar da aciz bunlar. Siz, İslam’ı on dört, on beşinci asır öncesi hükümleriyle kalkıp da bugün uygulayamazsınız. Böyle bir şey yok!” demekte Erdoğan.
Erdoğan’ın sözünü ettiği kişiler, kendilerinin İslam bilgini(!) olduğunu söyleyen birtakım hocalar… Bu sözleri de onlar söylemekte. Toplum yaşamına, yaşadığımız çağa, insanlık değerlerine uymayan bu hocaların açıklamaları kamuoyunun neredeyse her kesiminde tepkiyle karşılandı.  Akla, vicdana sığmayan bu açıklamaların çoğu, toplum tarafından sapıklık olarak görüldü. Din adına yapılan bu sapıkça yorumlar, yüreğinde İslam sevgisi olan içten Müslümanları son derece rahatsız etmekte. Toplumun vicdanı bu sorumsuzluğa, Allah ile aldatmaya “Dur!” diyecek yetkililer, bilginler, aydınlar aramaktaydı.
“İslam’ın güncellenmesi” demek, Ortaçağ hurafelerinin yok edilmesi demek. İslam’da olmamasına karşın ne yazık ki zaman içerisinde bir ruhban sınıfı oluştu. Ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel… çıkarlar elde eden bu ruhban sınıf, toplumun geri kalmasında, çağdaş kurumların oluşamamasında en büyük etken. Yoksul halkı sülük gibi emen bu ruhban sınıf, en büyük zararı da yine yoksullara vermekte.
Erdoğan’ın “İslam’ın güncellenmesi konulu açıklamasından sonra birçok ilahiyatçının yazılı ve görsel basında bu doğrultuda düşüncelerini söylemeleri olumludur. Bu, hurafeyle savaşın çok yoğun geçeceğinin belirtisi.
“İslam’ın güncellenmesi” daha açık bir söyleyişle reformu, hurafelerden toplumu kurtarma isteğinin hem iktidar hem de muhalefetçe desteklenmesi gerekmez mi?
Hurafeci, Allah’la aldatıcı birkaç basın organı ve kişinin Erdoğan’ın açıklamasına sert karşı çıkışları olağandır. Deli raporlu fesli meczubun, ak-it denen paçavranın, Nur tarikatının önde gelen bir isminin “İslam’da güncelleme” sözünü işitince ayağa kalkmaları, Erdoğan’ı eleştirmeleri anlaşılır. Ancak laik, çağdaş çizgide olduklarını savlayan partilerin ya da kişilerin karşı çıkışlarına ne demeli?
“Birileri İslam’ı güncellemekten bahsediyor, Bence güncellenecek İslam değil, asıl kendilerini güncellemeleri gerekir.” Bu sözler, İyi Partili Yusuf Halaçoğlu’nun sosyal medya paylaşımından.
İyi parti sözcüsü Aytun Çıray ise konuyla ilgili olarak “Tövbe, tövbe estağfurullah, bizim güncellenecek dinimiz yok!” demekte.
“Allah ayetlerini sorgulamak cumhurbaşkanının işi değil, Erdoğan’ın işi değil. Uyarmak benim işim değil, ayetler sorgulanamaz. Ayetleri sorgulamak kulların işi değil.” Bu sözleri söyleyen de YCHP’li Engin Altay. Hazret, tüm siyasetini RTE düşmanlığı üzerinden yürütüyor ya, “İslam’ın güncellenmesi” konusunu iyice çarpıtarak fanatik dinci gruplara selam gönderiyor. Aklı sıra böyle konuşarak o çevrelerde oy devşirecek.
İki muhalefet partisinin sözcüleri de din üzerinden siyaset yaparak toplumun iyice gerisine düşmekteler. Allah ile aldatanları kışkırtarak AKP iktidarını yıkacaklarını sanmaktalar. Bunu yaparken de bazı tarikatçılarla aynı yerde durduklarını önemsemiyorlar bile.
Ey muhalefet, siz Türkiye’nin ve diğer İslam ülkelerinin günümüzün çağdaş hukukuyla mı, yoksa yedinci yüz yılın hukuk sistemiyle mi yönetilmesini istiyorsunuz? Sözü saptırmadan öncelikle bu soruya yanın verin.
Cumhuriyet değerlerine bağlı bazı dostlarımız, “İslam’ın güncellenmesi” sözünü, Erdoğan söyledi diye karşı bir duruş göstermekteler. Böyle sakat anlayış olur mu? Kim söylerse söylesin bu sözü, toplumumuzun hem de yaşadığımız çağda böyle bir gereksinimi var mı, yok mu? Sen, bu sorunun yanıtını ver.
“İslam’ın güncellenmesi” konusu, ilerde daha çok tartışılacak. Çünkü yaşam bunu zorunlu kılmakta. Yaşamın zorunluluklarına karşı çıkmak, boşa kürek çekmektir. İslam dünyasının içinde bulunduğu Ortaçağ’dan kurtulmasının tek yolu, dinsel hurafeleri bir kenara bırakmakla olacaktır.
Not: Aşağıda linklerini verdiğim iki yazım okunursa konu daha iyi anlaşılır sanır.
TÜRKİYE’NİN HOCASI YAŞAR NURİ ÖZTÜRK https://adiladalet.blogspot.com/2017/07/turkiyenin-hocasi-yasar-nuri-ozturk.html?spref=tw

GECENİN SİSİNİ DAĞITAN KORNA SESLERİ


                        
Cumartesi günü (dün) sis, İstanbul Boğazı’nı bir yorgan gibi örtmüştü. Göz gözü görmüyordu. Deniz ulaşımı kesilmiş, kent içi ulaşım felce uğramıştı adeta. Boğaz’dan ayrılıp kentin iç kısımlarına gidince sisten eser yoktu. Gecenin ilerleyen saatlerinde sis, tüm kenti kaplamıştı. Evimizin önünden geçen caddede gecenin geç saatleri olmasına karşın sis yüzünden trafik karmaşası vardı. Görüş mesafesi gittikçe düşmekteydi. Karşımızda bulunan binaları seçmekte güçlük çekmekteydik.
 Sis, insan ruhuna karamsarlık yüklemekteydi. Gece, kentin üstüne bir kâbus gibi çökmüştü. Böyle zamanlar, insanların birçoğunda karamsarlığın yarattığı umutsuzluk duygusunu egemen kılar. Gecenin karanlığı daha koyulaşır. İnsanın ışık, aydınlık özlemi daha çok artar.
Evde konuklarımız var. Çay içip söyleşemiyoruz. Çünkü herkes dizi izlemekte. Çocuklar, baharda toplaşıp cıvıldaşan kuşlar gibi koşuşturmaktalar salondan odalara. Kafesteki kuşlar gibi kanat çırpmaktalar daracık alanda. Ne gecenin sisi, karanlığı ne de salondaki televizyonun hoparlöründen çıkan bağrışmalar onları etkileyebiliyor. Onlar, bedenlerinin yüzlerce katı umutla yüklüler. Onların umudunu, hiçbir olumsuzluk kolay kolay söndüremez. Ben de çocukların umudundan esinlenmiş olmalıyım seslere kulak tıkayıp bir şeyler okumaya çalışıyorum.
Tam da okumaya dalmışken korna sesleriyle irkildim. Yerimden kalkıp balkona çıktım. Türk bayraklarıyla donatılmış uzun bir araba konvoyu… “En büyük asker, bizim asker!” seslerine karışan araba kornaları gecenin karanlığını, sisini bir bıçak gibi yırtmakta. Birinci konvoy gecenin karanlığında kayboldu. Sesler kulaklarımda çınlamakta. Arkasından bir konvoy daha… Konvoylar aralıklarla geçmekte. Umutlar, gecenin sisini yok ediyor. Karanlık aydınlanıyor. Yüreğimde bir güneş doğuyor.
Gecenin ilerleyen saatinde yatağıma giriyorum. Kendi kendime “Bu millet yenilmez. Bu devlet bölünüp yıkılmaz.” diyorum defalarca. Türkiye savaşta ve gençlerimiz güle oynaya asker gitmekte, vatan görevine koşmaktalar.
Sabah erkenden kalktım. Sabahın serinliğine aldırmadan doğuya bakan balkonumuza çıktım. Sis dağılmış, güneş ufukta yükseliyordu. Güneşle birlikte umutsuzluk dağılmış, ülkem umutla dolmuştu.
Balkondan içeri giriyorum çay demlemek için. Çayın kokusu mutfağı doldururken avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum: “En büyük asker, bizim asker!” diye…
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       11 Mart 2018

DEVRİMCİ BİR ÖNCÜ, YAŞAR NURİ ÖZTÜRK


Rahmetli Yaşar Nuri Öztürk Hoca’mızı, birçok kişi gibi basın yayın organlarından tanıdım. Önce yazılarımızla dostluk oluşturduk. Sonrasında, geç de olsa, kişisel dostluğumuz oluşup gelişti.

Türk halkının çoğu, Yaşar uri Hoca’yı medyadan tanıdı. Siyasal yelpazenin her kesimi, ilk başta temkinle yaklaştı Hoca’nın görüşlerine.

Muhafazakâr kesim, alışmadığı bir söylem, bakış açısı ve yorumla karşılaşınca biraz afalladı. Çünkü alışılagelen İslami bakış açısından farklı bir söylemle karşılaştılar. Geleneksel dinsel anlayışa karşı çıkıyordu Sayın Öztürk. Bu durum, muhafazakâr beyinlerde gerçek bir deprem etkisi yaratmaktaydı. Yaşar Hoca’nın halk üzerindeki etkisini kırmak için Emevi dincileri, önce Hoca’yı görmezden gelme, sonrasında ise suçlayıp karalama yolunu seçtiler.

Allah’la aldatanların, “Kur’an İslam’ı” diyen bir devrimci bilgini susturmaları olanaklı olmadı. Gerçeği savunmanın verdiği özgüvenle ve cesaretle Allah’la aldatanların ipliğini pazara çıkardı bıkıp yorulmadan. Önceleri Yaşar Nuri Hoca’nın karşısına çıkma cesareti gösteren bazı Emevi dincileri, giderek televizyonlarda bu tartışmalarda görünmez oldular. Özellikle Kur’an ile ilgili tartışmalarda bocaladılar. Bu tartışmalar, Emevi dincilerinin Kur’an’dan haberdar olmadıklarını ortaya çıkardı. Bu nedenle de her korkağın, her yalancının, her aldatıcının yaptığı gibi sahayı terk etmekte buldular işin kolayını. Tartışma alanında söyleyecek sözü, ortaya konacak bilgisi olmayanlar dedikodu silahına sarıldılar.

Laik kesim de tıpkı muhafazakâr kesim gibi ilk başta temkinli yaklaştı Hoca’ya. Din hakkında konuşanlara karşı dudak kıvırmak, küçümsemek alışkanlığı vardı laik kesimin önemli bir bölümünde ne yazık ki. Bu nedenle önce dikkate almadılar Hoca’yı. Sonraları onların kafalarında devrimci rüzgârlar estirdi Hoca. Kur’an’ı saptıran gericiliğe, yoksul halkın kanını emen Allah’la aldatanlara, gücünü sahte bir din anlayışından alan yobazlığa karşı savaşım için Merhum Öztürk’ün düşüncelerine gereksinimleri olduğunu geç de olsa anladı bu kesim. Böylece “Kur’an İslam’ı” ile Müslümanları köleleştiren Emevi dinciliği arasındaki fark kavrandı. Bu durum, laik kesimle muhafazakâr kitleler arasında sağlıklı bir tartışma zemini yarattı. Sağlıklı bir tartışma zemininin gerçeği anlamada önemli bir olanak yarattığı da kesindir.

 Yaşar Nuri Hoca, bir devrimcinin, öncünün davasına inanmışlığı içinde tüm olumsuzluklara karşın gerçeğin aydınlattığı sarp yolda kararlılıkla yürüdü. Haklı olmanın verdiği güvenle düşüncelerini kararlılıkla savundu. Ne sağ ne de sol kesimin önyargıları onu etkilemedi. O, “Hak bellediği yolda tek başına yürüdü.” duraksamadan, kararsızlık göstermeden. Allah’ın kelamını, insanlara anlatmak için çırpınıp durdu. Başarılı oldu mu? Evet, oldu. Büyük bir ateş yaktı. Bu ateşin alevleri her geçen gün büyümekte, ışığı dünyanın dört bir yanını aydınlatmakta.

Hoca’mızın gazetelerde yazdığı yazıları alışkanlık yapmaktaydı.  “Bugün ne yazacak, yine ne öğreneceğiz ondan?” diyerek büyük bir merakla gazeteyi elimize alırdık. Halkın büyük bir çoğunluğu televizyon programlarının bağımlısı olmuştu. Kitapları elden ele dolaşmaktaydı. Okuyanlar, okumayanlara salık vermekteydi kitaplarını. Bu nedenledir ki, kitaplarının her biri onlarca baskı yaptı. Kitaplarında anlattıkları; yürekleri ısıttı, beyinlere esin kaynağı oldu.

Çocukluğumdan beri kitap okurum. Üç kitabın farklı zamanlarda, farklı yayınevlerince yayımlanmış baskılarını almaya çalışırım. Bu baskılarda değişikliklerin olup olmadığına bakarım. Bu üç kitap: Atatürk’ün Söylev’i, Türkçe Sözlük ve Türkçe Kur’an’dır. Yaşar Nuri Hoca’nın kitaplığıma giren ilk kitabı, Kur’an-ı Kerim Meali’dir. İlk kez bir Kur’an çevirisinde ayraç görmedim. Bu önce şaşırttı, sonra gurur verdi bana. İlk kez bir Kur’an çevirisi yorumsuzdu. Bu durum, Kur’an’ı doğru anlamak isteyenler için bulunmaz bir fırsattı. Bu değerlendirilmeliydi. Öyle de oldu. Tüm zamanların en çok baskı yapan kitabı oldu. Halk, doğrunun yanında yer aldı ve Kur’an’ına sahip çıktı.

“Kur’an okunacak şeyleri toplayan kitap anlamındadır. Adı bu anlamda olduğu içindir ki ilk emri de ‘Oku!’ olmuştur. Ne yazık ki, geleneksel müdahaleler bu ‘okunacak kitap’ı sarılıp sarmalanarak duvara asılacak ve bazen de ‘üfürülecek kitap’ haline getirdi. (Yaşar Nuri Öztürk, Allah İle Aldatmak, 167)” Bu tespit Sayın Öztürk’ün Kur’an’a bakışını saptamak açısından çok önemlidir.

Kur’an, neredeyse bütün Müslüman evlerinde “sarılıp sarmalanarak” duvarın en yüksek noktasında başköşeye asılır. Okuyan da anlamaz, okumayan da... Çünkü Kur’an, Türkçe değildir; okuyanlar ezbere okur, okuduğunun anlamını bilmez. Bu nedenle Kur’an’ın anlamı bilinmediğinden Kutsal Kitap’a uygun bir yaşam tarzı oluşturmak olanaksız duruma gelir. Burada geleneksel anlayışın tersine, Kur’an’ın ilk buyruğu olan “Oku!” öne çıkarılmakta. Kutsal Kitap’ında ilk buyruk olarak “Oku!” denen bir toplumun; dünyanın en az okuyan insanlardan oluşması üzüntü verici olduğu kadar da düşündürücüdür. Duvara asılan bir kitap okunmaz. Okuma alışkanlığı da kazandırmaz, bu durum okuma alışkanlığının olmadığı toplumların gerçeğe ulaşması, inancını birinci elden öğrenmesi olanaksızdır. Öğrenmek için okumalı. Okuyunca da düşünmeli, tartışmalı ve sorgulamalı. Tartışan, sorgulayan toplumlar esaret zincirini kırar; yoksulluğu yazgı olmaktan çıkarır; sömürüyü yok eder; bilimsel buluşlarda ileri giderek günlük yaşamını kolaylaştırır.

“İslam dünyasının egemen güçleri, Müslüman insanın özgürleşmesinden korkuyorlar, çünkü özgürlük onlara itaat etmeme gücü kazandırır. (Y. Nuri Öztürk, Kur’an Penceresinden Özgürlük ve İsyan, 14)” Yazarın bu saptaması Müslümanlığın temel sorununun asıl nedenini ortaya koymakta. Özgürlüğünü sağlayamamış bir toplumun yaratıcı eylemler gerçekleştirmesi, üretken olması, dünyanın diğer toplumlarına öncü ve yol gösterici olması olanaklı mıdır? Özgür olmayan kişi birey olabilir mi? Birey olamayan kişi, insan olmanın yüksek erdemini yaşayabilir mi? Özgürleşemeyen toplumlar sürüden farksızdır. Çünkü kendi aklıyla karar vermesi, kendi yaşamını, geleceğini belirlemesi mümkün değildir. İslam dünyası, geri kalmışlık çaresizliğinden kurtulmak için özgürleşmek zorundadır. Özgürleşemeyen, birey olmayan kişinin Allah’ın buyruklarını kendi iradesiyle yorumlayıp anlaması, günlük yaşamına uygulaması olanaksızdır. Bu nedenle İslam’ı anlamak için önce özgür bir irade gerekir. Buna koşut olarak da egemen güçlerin kulluğundan kurtulmalı İslam dünyası.

Mustafa Kemal Atatürk “Özgürlük olmayan ülkede ölüm ve yıkılış vardır. Her ilerlemenin, kurtuluşun anası özgürlüktür.” demekte. Bu toplumsal ileti ile Merhum Öztürk’ün İslam dünyasının asıl sorunlarından başlıcası olarak “özgürlüğün olmaması” saptaması örtüşmektedir. Atatürk özgürlüğü; toplumun gelişmesi, ulusun birlik içinde yaşaması, bağımsızlığın sağlanması, kölelik zincirlerinin kırılması için birincil koşul olarak görmekte. İslam dünyasına özgürlüğün değerini anlatan bir lider olarak Atatürk, bunu emperyalizme karşı savaşla da uygulamalı olarak göstermiştir.

“İnsan özgürlüğünün en büyük engeli şirktir. (a.g.e. 50)” İslam dünyasının egemen güçleri bir yandan Kur’an’ın toplumların anadillerine çevrilmesini yasaklayıp Müslümanların kendi dinlerini öğrenmelerini engellemekte, bir yandan da şirk tasallutuyla kitleleri köleleştirmekteler. Bundan hareketle dün İngiliz, bugün ABD emperyalizminin emrinden çıkamayan İslam dünyası egemenlerinin kendi toplumlarını uyuştururken kullandıkları uyuşturucu da şirktir.

“İnsan tekâmülünün tarihi, insanın itaatsizlik eylemlerinin de bir tarihidir. (a.g.e. 14)” Geleneksel din anlayışının itaat etmeyi, yani eskiyi korumayı kural durumuna getirdiği bir toplumsal anlayışı var. Bu durum, kişinin özgürleşmesinde bir baskı oluşturmakta. İtaat eden kişi övülür, karşı çıkansa yerilir. Bu toplumsal yerleşik anlayış, İslam toplumlarının geri kalmasında en önemli etmen.

“Şirkin belirgin niteliklerinden biri de Allah’ın yetkilerini ‘evliya, aracı, yaklaştırıcı’ diye yaftalanan birtakım şirk elemanları (Kur’an bunlara şürekâ diyor.) arasında bölüştürmek ve insanı bu yetkileri kullanan güdücülerin hegemonyası altına sokup robotlaştırmak, hatta hayvanlaştırmaktır. (age 51)” Burada Saygıdeğer Hoca’mız, şirk elamanlarının “evliya, aracı, yaklaştırıcılar” olduklarını belirliyor. Din adına, hatta Allah adına yola çıktıklarını söyleyen birtakım kişiler, Kur’an dışı bir dinin oluşmasının en büyük failleridir. Türlü tarikatlar altından örgütlenen bu kişilerin birçoğu yoksul halkın temiz din duygularını kullanarak ve bu kişilerin bilgisizliklerinden yararlanarak kendi dünyalıklarını kurma peşindeler. Bu şirk anlayışı, ne yazık ki bazı bilgisiz kesimlerde kişilere tapınmaya kadar işi vardırmakta.

Kendini evliyaymış gibi topluma takdim eden kişilerin çoğunun Batı’nın emperyalist ülkelerinin istihbarat örgütlerince yönlendirildiği de bilinmekte. Bu şirk belasının 15 Temmuz 2016’daki darbe kalkışmasında toplumumuzda nasıl onulmaz yaralar açtığını hayretle gözlemledik. İpleri, ABD’nin elinde olan sözde evliyanın ülkesine ne denli kötülükler yapabileceğini yaşayarak öğrendik.

“Din sınıfı, din kıyafeti yoktur. Hatta resmi mabet yoktur. Vaftiz ve aforoz hiç yoktur. Günah çıkarıcılara ihtiyaç yoktur. İnsan doğduğu anda temizliğinin ve güzelliğinin doruk noktasındadır. Allah’a kul olmak için birilerinin tesciline, okuyup üflemesine ihtiyaç bırakılmamıştır. Çünkü bu ‘okuyup üflemelerin karşılığı’, insanın yaratıcı özgür benliğinin esir alınmasıdır. (a.g.e. 53-54)” Ne yazık ki İslam dünyasında dince yasaklanmasına karşın bir din sınıfı oluşmuştur. Bu din sınıfı toplumun sırtından geçinerek varsıllaşmıştır. Hatta dindarlığın(!) ölçütü bu din sınıfının giydiği kıyafetlerle anlaşılmakta. Neredeyse her tarikat ve cemaatin kendine göre bir din kıyafeti var. Bu din sınıfı, ellerinde iman ölçer bir alet varmışçasına kişilerin inançlarını derecelerini belirlemekteler. Kişilerin ahiretlerinin nasıl olacağı konusunda fetvalar vermekteler. Acaba bu kişiler, bu yetkilerini kimden almaktalar? Bu ve benzeri soruların yanıtlarını, yazdığı kitaplarda Sevgili Yaşar Nuri Hoca’mız ayrıntılarıyla ve Kur’an ayetlerine dayanarak anlattı bizlere.

“Kur’an, vesayet ve vekâlet altında bir imanın söz konusu edildiği tüm sistemleri şirk ve zulüm sistemi olarak damgalamaktadır. Toprak post, Allah dost olacaktır. Tüm yeryüzü mabet, tüm meşru filler ibadettir. (age 54)” Merhum Öztürk’ün bu saptamaları ezberleri bozmakta. Emevi dinciliğine ağır bir darbe indirmekte. Allah’la aldatanların halkı yobazlık bataklığına batırmalarına bir karşı duruş göstermekte. Böyle bir anlayışla biçimlenen İslam dininin “kutsallaştırılmış haraç ve huruç çetelerine” gereksinimi olur mu?

Dünyadaki bütün devrimler, itaatsizlik eylemleri sonunda olmuştur. Ateşin, tekerleğin bulunması; ilk tohumun toprağa ekilmesi, ilk meyve fidanın dikilmesi, hayvanların evcilleştirilmesi, ilk evin yapılması, ilk pişmiş yemeğin yenmesi, ilk şiirin yazılması, ilk resmin çizilmesi, ilk sulama kanalının açılması, ilk ekmeğin pişirilmesi, sütün mayalanarak yoğurt yapılması, tek tanrılı dinin ilk kez kabul edilmesi, kısacası toplumsal sıçramaları sağlayan tüm devrimci atılımlar bir itaatsizlik eylemidir; eskiye bir kafa tutuştur. Eğer bu itaatsizlik eylemleri olmasaydı, insanlık bugünkü duruma gelemezdi ve yontma taş devrinde, mağarada yaşamayı sürdürürdü.

“Kur’an, bir tek insan tipine düşmanlığa izin vermektedir: Zalim. (Y. Nuri Öztürk, Firavun, 16)” Sayın Yazar, bu saptamasını Bakara Suresinin 193. Ayetiyle desteklemekte. “Zulme sapanlardan başkasına düşmanlık edilmez. (Bakara 193)” Ayette de açıkça belirtildiği gibi Kur’an’ın, İslam’ın en büyük ve tek düşmanı zulüm. Zulüm yapana zalim dendiğine göre Kur’an zalimleri düşman olarak belirtmekte.

Y. Nuri Öztürk’ün birçok yapıtında zulüm ve zalim konusu ayrıntılarıyla işlenmekte. İslam, zalime düşman... Dünkü zalimlere düşman olduğu gibi, bugünkü zalimlere de düşman. İnsana zulmedenin dini, ırkı ne olursa oldun hem insanlığın hem de İslam’ın düşmanıdır. Zalimin görünürdeki inancı ne olursa olsun o, zalimdir; zulmetmektedir. Bu davranışıyla da Kur’an’a ters düşmektedir. O zaman zulme karşı savaşmak da her Müslüman’ın görevi olmalı.

Bilgin Yazar’ımızın Firavun yapıtındaki şu saptaması aydınlatıcı ve sarsıcıdır. “Kur’an’ın zulüm dışında bir düşmanı yoktur.” Bu saptama ile Yaşar Nuri Hoca’mız, İslam dünyasını yüzyıllardır süren derin uyku ve uyuşukluğundan uyandırıp kurtulması için sarsmakta, silkelemektedir. Çünkü zulmün hedefi, insandır, onun özgürlüğüdür.

Kur’an dışı yapay düşmanlar üretilerek İslam dünyası köleleştirilmekte, asıl amacından saptırılmaktadır. Ne yazık ki bu da zalimler eliyle yapılmaktadır. Zalimler büyük kitlelerin kendilerine yönelecek öfkesinden kurtulmak için hedef şaşırtmaktalar. Dinler, mezhepler, tarikatlar arasında nefretleri körükleyerek kendi yıkıcı saltanatlarını sürdürmekteler. Bu durum da İslam dünyasının emperyalizme kölelik durumunun sürmesine neden olmakta. İslam ülkelerindeki zalim hükümdarlar, yani günümüzün firavunları, saltanatlarını sürdürürken Batılı emperyalist güçlerin desteğini almaktalar. Bu yolla da yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarını bu emperyalist ülkeler yağmalamakta. Zalim yöneticiler de Yaşar Nuri Öztürk’ün söylediği gibi “yallanmaktalar” emperyalist kapılarda.

“Kur’an, peygamberlerle onların karşısına dikilen şirk zümreleri arasında tarih boyunca sürüp giden kavganın esasını, ecdatperestlikle akıl ve bilginin mücadelesi olarak tescil etmektedir. (Y. Nuri Öztürk, Kur’an Penceresinden Özgürlük ve İsyan, 251)” Peygamberlerin yeniliğin temsilcisi olduğunu belirtelim öncelikle. “Şirk zümreleri” de eskiyi, statükoyu, yani muhafazakârlığı temsil etmekte. “Şirk zümreleri” ecdatpersliği savunmaktalar. Bu yolla da gelişmenin, ilerlemenin karşısına dikilmekteler. Peygamber, şirk düzenin karşına akıl ve bilgiyle dikilmekteler. İşte, yıllardır akıl ve bilginin karşısına dikilen “şirk zümreleri” İslam dünyasını zifiri bir karanlığa tutsak ettiler.

“Gelenekçilik veya muhafazakârlık, mutlak anlamda alındığında şirktir. (a.g.e 252)” Çoğu siyasetçinin muhafazakâr olmakla övündüğü şeyin şirk olduğunu İslam dünyasının çoğu bilmez. Sayın Öztürk’ün bu saptaması, çok önemlidir. Muhafazakârlığın İslam toplumlarının gelişmesini, özgürlüğünü engelleyen en büyük düşman olduğunu burada belirtelim.

Y. Nuri Öztürk, Hz. Peygamber’in şu sözünü aktarmakta: “Hilafet (devlet yönetimi) benden sonra otuz yıldır. Ondan sonrası azmış krallar dönemi olur. (age, 262)” Bu hadiste büyük bir öngörü var. Halifeliğin Hz Ali’den sonra biteceği belirtilmekte. Tarih boyunca İslam’ı yozlaştıranlar, Müslümanları emperyalistlere tutsak edenler, Muhammet ümmetini bilimden uzaklaştıranlar “azmış krallar” değil mi? Günümüzde bile Hz. Muhammet’e rağmen hilafet peşinde koşanların “azmış krallık” hayali kuranlar olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.

İslam’da halifeliğin olmadığı çok açıkken “molla, şeyh, şıh, efendi” gibi tarikat ve cemaat liderlerinin olması olanaklı mıdır. Bu durum İslam’a uygun düşer mi? Tabi ki düşmez. Kur’an’da olmayan birtakım sıfatları varmış gibi ortaya atmak, din kurallarının içine sokmak art niyetli bir girişimdir. Bu da en çok İslam’a zarar verir.

“İdare erkinin arkasında, yönetilen toplumun iradesi ve onayı olacaktır. Yönetim erki kutsala, Allah’tan alınmış yetkiye dayandırılamaz. Kur’an peygamberliğin bittiğini ilan eden bir kitap olarak bunun altını özellikle çizmektedir. Çünkü idare erkini kutsala, Allah’a dayandırma yetkisi olabilecek tek insan peygamberdir. Ve peygamberlik bitmiştir. O halde, artık insan hayatında Allah’a ve kutsala dayanarak yönetme söz konusu olmayacaktır, olmamalıdır. (age, 279)” Bu saptama altın değerindedir. Günümüzde İslam dünyasında birçok siyasetçi yönetme yetkisinin Allah’tan geldiğini ima etmekte. Fısıltı gazetesiyle, çoğu zaman da açıkça kendilerini dinin kutsalı olarak ilan etmekteler. Bu durum, şirktir. Kur’an hükümlerini saptırmaktır. Olmayan şeyleri, İslam dininin içine sokmaktır. Bugün kitlelerin bu konuda çok uyanık olması gerek. Çünkü Allah ile aldatanlar, kendilerine kutsallık atfettikleri için geniş kitleleri kolayca kandırmaktalar.     

“İslam evrensel bir dindir. Ne devlet şekli önerir ne de tek devlet veya tek bayrak fikri taşır. Bu tür iddiaların tümü, kitlenin duygularını sömüren siyasal söylemlerdir. O halde, İslam, yüzlerce devlet şekli, yüzlerce devlet başkanı tarafından kabul edilebilecek ve edilmesi gereken bir ortak yaratılış değeridir. (age, 291)” İslam dinini yalnızca bir yönetim kalıbına sığdırmaya çalışmak, onun etki, alanını daraltır. Dünyanın farklı coğrafyalarında, farklı gelenekler, farklı üretim ilişkileri içinde yaşayan toplulukları İslam’a yakınlaştırmaz. “Bir devlet modeli önermeyen İslam’a yönetim modelleri atfetmek, dine yapılabilecek en büyük kötülüktür. Çünkü onu, evrensel niteliklerinden kopararak bölgesel bir din durumuna sokar. Günümüzde bu bölgesellik, Arapçılığın dar kalıbına sığdırılmakta. Bu da Müslümanlığa zarar vermekte.

Atatürk’ün şu sözleri büyük önem taşımaktadır. “Türk tarihinin en mutlu devresi, hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamandır. Peygamberimizi ashabına dünya milletlerine İslamiyet’i kabul ettirmelerini emretti, bu milletlerin hükümetleri başına geçmelerini emretmedi. Hilafet demek, idare, hükümet demektir. Bütün Müslüman milletleri idare etmek isteyen bir halife buna nasıl muvaffak olur?! Bütün İslam milletleri üzerinde tek halife fikri hakikatten değil, geleneksel din kitaplarından çıkmış bir fikirdir. (Sadi Borak, Atatürk ve Din, 91-92)” Atatürk’ün dediği gibi halifelik, Türk Ulusuna mutsuzluk getirmiş, onu maceralara sürüklemiştir. Mutsuz olan bir toplumun gelişip ilerlemesi olanaklı mıdır? Ortak aklın yerine bir kişinin iradesini koyan bir yönetim anlayışının İslam dünyasına yararlı olamayacağını yaşayarak öğrendik. Sayın Öztürk’le Atatürk’ün hilafet konusundaki görüşleri örtüşmektedir

Halifelik yönetimi tarih boyunca İslam dünyasını birleştirmek yerine; mezhep ayrımcılığını artırmış, dini bir iktidar mücadelesinin aracı yapmış, sürekli bölünen Müslüman topluluklar arasında sonu gelmeyen savaşlara yol açmış, halkın yaratıcılığını, üretkenliğini yok etmiştir. Çünkü özgürlüğün zincirlendiği bir yerde yaratıcılıktan, üretkenlikten söz edilemez.

Prof. Yaşar Nuri Öztürk; derin, geniş, büyük bir bilgi okyanusudur. Yalnızca bilgiyi vermekle kalmadı; bu bilgileri, Kur’an mantığına ve ilkelerine uygun olarak yorumlayarak beyinleri aydınlatma görevini kararlılıkla sürdürdü. Gerçek bir aydının yapması gerekeni yaptı, doğru bildiklerinden geri adım atmadı. Bildiği, inandığı doğruları halka anlatmak için çırpındı durdu. Karanlık tünelin ucunda bir umut ışığı yaktı. Her geçen gün bu ışık büyümekte. Gelecek kuşaklara, yürüyecekleri aydınlık yol için bir ışık bıraktı.

İslam dünyası, er geç içinde yaşadığı karanlıktan kurtulacaktır. Çünkü dünyanın en uzun gecesi bile gün gelir sabaha kavuşur. Yaşamın diyalektiği bunu, bize birçok tarihsel olayla gösterip kanıtlamakta.

İslam dünyasını tutsaklaştıran, yoksullaştıran, düşmanca kamplaştıran, kanını döken hurafeci şirk düzeni sonsuza dek sürmeyecek. Gerçeğin aydınlığı, beyinlerde şimşek çaktıkça insanlık, şirk düzenine karşı ayağa kalkacaktır. Ayağa kalkan insanlığın karşısında hiçbir zalim ayakta duramaz.

Prof. Yaşar Nuri Öztürk, emperyalizmin parça parça böldüğü İslam coğrafyasına kurtuluş yolunu gösterdi. Bu konuda Atatürk’ü örnek aldı. Tarihin dayattığı zorunluluklara karşı durmak olanaksızdır. Nasıl bir akarsuyun denize kavuşması engellenemezse, bir toplumun aydınlanmasının, özgürleşmesinin karşısında sonsuza dek durulamaz.

Y. Nuri Öztürk elliyi aşkın yapıtıyla İslam dünyasında bir tartışmayı başlatmıştır. Zamanla Öztürk’ün izinden gidecek yeni bilim adamları kesinlikle çoğalacaktır. Bu bilim adamları yalnızca ülkemizde değil, başka ülkelerde de olacaktır. Yaşar Nuri Hoca’nın düşünceleri, İslam dünyasında devrimci bir sıçrayışın, dönüşümün yol gösterici öncüsü olacak. Bu aydınlanma hareketinin yaratıcısı da Yaşar Nuri Öztürk’tür. Öncüler olmadan toplum aydınlanıp harekete geçmez.

İçinde yaşadığımız yıllarda İslam dünyası en kötü günlerini yaşamakta. Emperyalistlerin eliyle bölünmüş Müslümanlar kendi ibadethanelerini bombalamakta, kendi dindaşlarını acımasızca boğazlamaktalar. Din, hurafelere tutsak olmuş; Allah’a şirk koşanlar toplumları yönetir duruma gelmiştir. Bundan da anlaşılacağı üzeri zifiri bir karanlık içindedir İslam dünyası. Bu zifiri karanlıkta göz gözü görmemekte, asıl düşman karanlığın içinde saklanmaktadır. Gecenin en karanlık anının tan vaktinden az önceki zaman olduğunu düşündüğümüzde sabahın olması yakındır ve düşünce aydınlığının büyük güneşi doğmak üzeredir. Bu güneş doğduğunda Yaşar Nuri Öztürk’ün ışıltılarını göreceğiz onun aydınlığında.

Devrimcilerin işi zordur. Çünkü devrimcilik, kurulu düzene meydan okumaktır. Yaşar Nuri Öztürk, yüz yıllardır İslam dünyasını mahveden bir şirk düzenine meydan okudu. Zoru başardı. Bundan sonrası bize kaldı. Yani işin kolay yanı. Hoca’nın düşüncelerini halka anlatarak İslam dünyasında aydınlanma ışığını çoğaltmalıyız.

Hoca’mızın cesareti, öncülüğü ve toplumumuza açtığı aydınlık ufuklar nedeniyle ne kadar minnet duysak azdır. O’nu ömrümüz boyunca hep saygı ve özlemle anacağız.

                                       Adil Hacıömeroğlu

                                       Eğitimci-yazar

                                       12 Mayıs 2017

 


BEYAZ YELKEN ÇİÇEĞİ


                                                
Mart ayının ilk pazarı… Yağışlı, ancak ılık bir sabah... Yağmur, kısa süreli doluya dönüşmekte. Salon pencerelerindeki perdeleri açıp izliyoruz yağışı. Pencereler, yukarıdan aşağıya neredeyse tüm duvarı kaplamakta. Hava puslu… Dışarıda göz gözü görmüyor. Yoğun yağış, görüş mesafesini düşürmekte.
Aydınlık, yerini puslu bir loşluğa bırakmış. Evimizin önündeki caddede sular bir dereye dönüşmüş. Azgın dere, sağa sola çarparak kaldırımları aşındırmakta. Suyun üstünde yapraklar ve kâğıt parçaları dalgalı denizdeki kayıklar gibi yalpalayarak suyun hızına ayak uydurmuş bir biçimde sürüklenmekte.
Yayalar, yağmurdan korunmak için buldukları daldalara sığınmışlar. Arabaların sıçrattığı sular, birçok yayayı sırılsıklam ıslatmakta. Islananlar, el kol hareketleriyle dertlerini uzaklaşan araçların sürücülerine anlatmaya çalışmakta.
Birkaç sokak köpeği, yapıların saçakları altına sıkışmış insanların aralarında kendilerine yer bulmuş durumda. Onlar da yağmurun, dolunun şiddetinden, ıslaklığından korunmanın peşinde. Köpeklerden korkan birkaç kişi, yer değiştiriyor ivedilikle. Köpeklerin yanlarına gelmesini fırsat belleyen bazı kişiler; onların kafalarını, boyunlarını, sırtlarını okşamakta.
Korkusuz ve güçlü olduğunu kanıtlamak isteyen birkaç genç, yağışa aldırmaksızın yavaş adımlarla yürümekteler. Yürürken de çevreye göz atmayı ihmal etmemekteler. Yürüyüş ve bakışlarında kahramanlık madalyası bekler bir tavırları var.
Tam da kahvaltıyı hazırladığımız bir anda yağışı izliyor, cama vuran doluların haykırışlarına kulak veriyoruz. Lodosla savrulan dolu taneleri, önce güneye bakan camlara çarpıp pencerenin alt kısmındaki mermerlerin üzerine düşüyor. Orada, adeta bir top gibi zıplayarak yere iniyor hızla. Artık, kahvaltıyı unutmuş durumdayız. Yağışı izlemek, açlık duygusunu bastırmakta.
Salon penceresinin önünde öbek öbek saksılar var. Saksılarda türlü türlü çiçekler… Çiçeklerin bakımından ben sorumluyum. Onları sulamak, kuru yapraklarını ayıklamak, baharda gerektiğinde saksıları değiştirmek, toprağı azalmışsa saksıya toprak eklemek, çiçek diplerini elimle çapalayarak havalandırmak… hepsi benim işim.
Eşimin sahiplendiği orkideler bir yanda… Atacan’ın çiçeği beyaz yelken çiçeği başköşede... Atacan’ın doğduğu gün halası, hastane odasına bu çiçeği getirmiş. Biz de onu eve getirip özel bir ilgiyle bakmışız. Doğasever Atacan, bu çiçeğin önemini anlayınca dört elle sarılmış ona. Adeta arkadaş olmuşlar. Arada sırada beyaz yelken çiçeğini sular, ona başkalarının dokunmasına izin vermez. “Bu çiçek benimle yaşıt...” der. Birkaç yaz dinlencesinde kuruma tehlikesi geçirdi aldığımız tüm önlemler karşın, ama yine de onu yaşatmayı başardık. Dinlenceye gitmeden önce onu su dolu büyükçe bir leğenin ortasına koyarız, susuz kalıp kurumasın diye. Ne yazık ki bazı dinlencelerimiz uzun sürüdüğünden eve döndüğümüzde leğenin içinde suyun zerresi kalmaz. Atacan, eve girer girmez hemen çiçeğini sular. Ben de kurumuş yaprakları ayıklayıp çiçeğe soluk aldırırım.
Atacan neredeyse her gün saksının yanına gider: “Benim beyaz yelken çiçeğim, çiçek açtı mı acaba?” der ve yaprakların arasında bir beyazlık arar. O beyazlığı görünce de çok sevinir. Gidip gelip çiçeğin büyüyüp büyümediğini kontrol eder.
Biz ailecek camın önünde yağışı izlerken eşim bir yandan beyaz yelken çiçeğindeki birkaç sararmış yaprağı koparmaya başladı. O da ne? Sararmış yaprağı sertçe çekince köklerden bir tanesi koptu. Eşimin elinde köküyle bir yeşillik… O, şaşkın. Ne yapacağını bilemez durumda. Atacan kızgın… Ben, eşimin elinden çiçeği aldım ve balkondaki bir saksıya onu diktim kurumasın diye. Aradan birkaç dakika geçmeden eşim küçük bir saksı buldu. İçine toprak koydu ve Atacan’ı çağırdı. Çiçeği benim diktiğim yerden alarak yeni saksıya diktiler. Atacan, özenle suladı onu.
Her olumsuz durum karşısında olumlu bir seçenek üretir Atacan. Bu kez aynısını yaptı yine. Önce annesine kızmıştı. Saksından bir kök çiçek kopardı diye. Yeni saksıda, o kökün yaşayacağını anlayınca bu kez sevindi, üzüntü bulutları dağıldı. “İyi oldu.” dedi. “beyaz yelken çiçeğim de soyunu sürdürecek yeni bir saksıda. Onun da soyunu sürdürmesi hakkı… Çiçeğimin çocuğu oldu şimdi.” sözlerini de eklemeyi unutmadı.
Yaşamı güzel kılan olumlu düşünmek değil mi? Olumsuzluklara teslim olmak, hep onlarla yaşamak, kişiyi umutsuzluk girdabına sürüklemez mi? Atalarımız: “Her şerde, bir hayır vardır.” sözünü boşuna söylememiş. Şerleri hayıra, olumsuzlukları olumluya, umutsuzluğu umuda, kötüyü iyiye çevirmek diyalektik bakış açısının bir gereği değil mi? Mutluluk da bu anlayıştan filizlenir.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           5 Mart 2018