CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİNDE YASAK KİME?



Cumhurbaşkanlığı seçiminde, seçime katılma hakkı elde eden on partinin önkoşulsuz aday göstermesi gerektiğini baştan beri söylemekteyiz. Çünkü seçimlerin eşit koşullarda yapılması için partilerin özgürce, hiçbir engel olmadan adaylarını belirlemesi gerek. TBMM’de görüşülmekte olan yasada Meclis dışındaki partilerin adayları için yüz bin imza toplaması istenmekte.
Meclis’te grubu bulunan partiler hülleyle, türlü oyunlarla aday gösterecek; ama Meclis dışındaki partiler aday göstermek için beş gün içinde yüz bin imza toplayacak öyle mi? Sonra da bunun adına adil, eşit seçim diyeceğiz değil mi? Böyle adalet olur mu? Beş günde yüz bin imzayı toplayacak fiziksel koşullar ilçe seçim kurullarında var mı? Neden yurttaşa eziyet edilmekte? Yurttaşın seçme, seçilme haklarını gasp etmekle demokrasi olur mu?
Görüldüğü üzere cumhurbaşkanlığı uyum yasaları çıkmadan hülle yoluyla İyi Parti seçimlere katılma hakkını kazandı. İyi Partili yirmi vekilin imzasıyla bu parti de kendi cumhurbaşkanı adayını çıkarabilecek. O zaman beş gün içinde yüz bin imza dayatması niye? Bu yasak kim için? Hangi adayın, hangi partinin önü kesilmek isteniyor?
Açıkça söyleyelim… TBMM’de görüşülmekte olan cumhurbaşkanlığı adaylığı için yüz bin imza koşulu Doğu Perinçek içindir. Çünkü Sayın Perinçek, emperyalizmin yönlendirmesiyle oluşan siyasal tabloya karşı çıkıyor. Avrasya’yı savunuyor. Bölge ülkeleriyle Türkiye’nin dost olmasını istemekte. ABD emperyalizmine karşı açıkça karşı çıkıp meydan okuyan tek lider o. NATO’dan çıkmayı savunan da o. “Üretim ekonomisi” diyerek Atatürk’ün devletçiliğini, halkçılığını savunan Doğu Perinçek ve Vatan Partisi.
TBMM’de grubu bulunduğundan vekil imzalarıyla aday gösterecek partilere bakalım. Hepsi NATO’cu… Hepsi AB’ci… Hiçbiri ABD’ye söz söyleyemiyor. Hepsi Suriye’de emperyalizmin yanında… Hepsi özelleştirmeci, taşeroncu… Atatürk’ü, Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerini göğsünü gere gere savunan biri var mı içlerinde? Hepsi Seyit Rıza’nın, Şeyh Sait’in dostu...
Türkiye umurlarında mı? Hepsinin derdi koltuk… Kavga, koltuk üstüne… Türkiye’nin hiçbir sorunu tartışılmamakta…
Neyse sözü uzatmayalım… NATO’cu partilerin hepsi düşünce birliği içinde TBMM’de Sayın Perinçek’in adaylığının yolunu kesmek için el kaldırmaktalar. Neden mi? Sistem sürsün istiyorlar. TBMM’de gereksiz tartışmalarla halkın gözünü boyamanın peşindeler. Atlantik sisteminden görev almak için tek sıra olmuşlar. Bu nedenle tam bağımsızlığı ve gerçekten demokratik Türkiye’yi savunan birinin aday olması, onların rahatlarını kaçırmakta; Atlantik rüyalarını bozmakta.
Doğu Perinçek’in adaylığı için söz Türk Milleti’nindir. Milletimiz 19 Mayıs ruhuyla önündeki tüm engelleri aşarak Sayın Perinçek’in adaylığını gerçekleştirmelidir.
                                                                                   Adil Hacıömeroğlu
                                                                                   24 Nisan 2018
                                                          




HUKUKSUZ SEÇİM


                                      
AKP-MHP ittifakı, 24 Haziran 2018’de baskın seçim kararı aldı. Bu seçim yalnızca yapılacağı tarih nedeniyle değil; hukuku olmadığı için bir baskın seçimdir. Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in söylediği gibi de bir “darbe”dir. 16 Nisan 2017’de cumhurbaşkanlığı için anayasa değişikliği yapıldı. Bu değişiklikle başbakanlık kalktı ve cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi geldi. Artık önümüzdeki seçimden sonra yürütmenin tüm yetkileri, cumhurbaşkanının elinde olacak. Öyle ki bakanlar, TBMM dışından atanacak. Bakanlar kurulu bütçe yapacak Meclis’i devre dışı bırakarak.
Anayasa değişikliği yapıldı yapılmasına da değişen sistemin yasaları yok! 16 Nisan’ı izleyen altı ay içinde “uyum yasaları” çıkarılması gerekirken ne yazık ki bu konuda bugüne dek bir çalışma yapılmamış. Oysa aradan bir yıl geçti. Anayasaya uygun bir çalışma içine girilmedi. “Uyum yasaları” kamuoyuyla TBMM içindeki ve dışındaki muhalefetle tartışılmadı. Toplumun farklı kesimlerinin düşüncelerine başvurulmadı. Ne zaman ki “baskın seçim” kararı alındı, iktidar partisi “uyum yasaları” için harekete geçti. Baskın seçimin, aceleye getirilmiş baskın yasal zemini hazırlanmakta.
24 Haziran’da hem cumhurbaşkanlığı hem de milletvekilliği seçimi yapılacak. Milletvekilliği adaylarının belirlenmesi için partilerin önseçim yapması neredeyse olanaksız. Çünkü süre önseçim yapılamasına olanak vermiyor. Propaganda süresi kısıtlı. Medyanın neredeyse yüzde doksanını elinin altında tutan AKP, böyle kısıtlı sürede en avantajlı parti. Çünkü neredeyse bütün televizyon kanallarında sabahtan akşama dek AKP yöneticileri görünecek. Toplum, gerçek dışı bir propagandaya tutsak edilecek.
TBMM dışındaki partilerin cumhurbaşkanı adaylarını nasıl belirleyeceği büyük belirsizlik. Oysa seçimler, eşitler arasında birincinin seçileceği yarışlardır. Seçimlerin dürüst, demokratik olabilmesi için her partinin eşit koşullarda yarışması gerekir. Uyum yasaları henüz hazırlanmamış olmasına karşın cumhurbaşkanlığı adayları eşitsizlik içinde bir yarıştalar. TBMM’de grubu bulunan dört parti (AKP, CHP, MHP ve HDP) grupları yirmi vekilin imzasıyla partilerinin adaylarını gösterebiliyorlar. Oysa TBMM dışındaki partiler, aday göstermek için düz duvara tırmandırılmaktalar. Amerikancı sistem, demek istiyor ki: “TBMM’deki dört partiyle yola devam ederiz. Seçim meçim hikâye… Önemli olan demokrasicilik oynamak…” Bundan da anlaşılacağı üzere daha seçim yapılmadan seçimin galipleriyle mağlupları açıklanmış durumda.
Peki, demokratik bir seçim nasıl olur? Öncelikle cumhurbaşkanlığı sistemi değiştiği için, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi geldiği için seçime katılma hakkı elde eden tüm partilerin aday gösterme hakkı yasal olarak olmalıdır. Çünkü seçime katılma hakkı elde eden her partinin kendi adayını cumhurbaşkanı seçtirme, ardından hükümet kurma hakkı olmalıdır. Bu hakkın, hangi nedenlerle olursa olsun partilerin elinden alınması siyasal gasptır. Seçimlerin hakkaniyetle yapılmasını engeller. İktidar partisi cumhurbaşkanı adayı gösteriyorsa, aynı demokratik hakka TBMM dışındaki bir parti de sahip olmalıdır. Partilerin cumhurbaşkanı adayı göstermelerini engellemek milli iradenin ülkeyi yönetmesinin engellenmesidir. Böyle bir durum, ne anayasaya ne demokratik eğilimlere ne de vicdani kararlara uyar. Partilerin aday gösterme hakkının yok edilmesi, milli iradeye vurulan bir darbedir.
Seçilme katılma hakkı elde etmiş partilerin cumhurbaşkanı adaylarını özgürce ilan etmelerinin dışında hiçbir yasal düzenleme demokratik olmaz, hakkaniyet ilkelerine ters düşer, eşit seçimin yapılmasını engeller. TBMM dışındaki partilere, cumhurbaşkanı adayı göstermek için yüz bin imza koşulu konması seçimlerin eşitliği ilkesinin yok edilmesidir. Bu imzalar; bizzat seçim kurullarına dilekçe verilerek mi, edevlet üzerinden başvurularak mı, yoksa yurttaşların kimlik kartlarıyla ilçe seçim kurullarına başvurması biçiminde olacağı düşünülmekte. Bu, yanlıştır; demokratik değildir.
Seçimin eşit koşullarda olmamasının ikinci nedeni de hazine yardımlarıdır. TBMM’deki partiler bir önceki genel seçimde aldıkları oy oranlarına göre hazine yardımı almaktalar. TBMM dışındakilere ise bir kör kuruş yok! Şimdiden, daha seçim yapılmadan partilerin oy oranları da üç aşağı beş yukarı siyasal iktidarca belirlenmekte. Hazine yardımı miktarı, partilerin oy oranlarının da göstergesi.
Partilerin seçim bütçeleri yalnızca hazine yardımlarıyla ibaret değil. Partilerin merkezi ve yerel yönetimlerdeki gücü oranında ekonomik olanakları var. Bu olanaklar, eğer bağışsa kayıt altında olmalı ve denetimi yapılmalıdır. Kayıt dışı seçim bütçeleriyle demokratik bir yönetimin oluşması olanaksızdır. Devletten ya da belediyelerden ihale almak, elindeki arsaya imar değişikliği yaptırmak isteyenler, devlet arazilerine göz diken uyanıklar seçim öncesi kesenin ağzını açıp yönetime gelme olasılığı olan partilere maddi yardımlar yapmaktalar. Tabi, bu yardımların karşılığı seçim sonrası ödenmekte devlet olanaklarıyla. Devlet soygunculuğu seçimlerle başlıyor. Bu konu, ivedilikle çözümlenmeli. Çünkü parasının kaynağı belli olamayan bir seçimin demokratik olmayacağı çok açık.
Son söz olarak şunu söyleyelim. Seçime katılma hakkı elde eden partiler, cumhurbaşkanı adayı gösteremeyecekse niye varlar, seçime neden katılıyorlar? Hükümet olma hakları ellerinden alınan partilerin demokratik yaşama ne gibi bir katkıları olur ki? Bari partileri kapatın, rahatlayın! Böylece kendiniz çalıp kendiniz oynarsınız.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       21 Nisan 2018

ERKEN BASKIN


                                                           
17 Nisan 2018 Salı günü MHP Lideri Bahçeli’ye daha önce birkaç kez görüldüğü gibi birden ilham geldi ve erken seçime gidilmesi gerektiğini söyledi. Bazılar,ı Bahçeli’nin ilham perilerinin doğaüstü güçler olduğunu düşünse de ben aynı görüşte değilim. Bahçeli’nin 2002’de olduğu gibi bugün de Türkiye’yi seçime götürmesindeki ilham perisi, onu yöneten bir üst akıldır. Bahçeli’nin sürpriz siyasal ataklarının hepsinin AKP’yi kurtarma operasyonu olduğunu öncelikle saptamak gerek. Bir parti düşünün kendi siyasal amaçları için değil, rakip siyasal parti için çalışmakta varıyla yoğuyla.
Bahçeli, erken seçim baklasını ağzından çıkardığı salı günü, kendisinden birkaç saat sonra Erdoğan kendi partisinin grup toplantısında konuştu. Üç kez, seçimlerin samanında, yani 2019’da yapılacağını söyledi. Bir gün sonra (18 Nisan 2018) iki lider buluştu. Erdoğan-Bahçeli görüşmesi sonunda yapılacak açıklamalara kilitlendi Türkiye. Açıklamayı, Erdoğan yaptı. Bahçeli’nin açıkladığı 26 Ağustos tarihini daha da öne çekerek seçimlerin 24 Haziran’da yapılacağını duyurdu. Açıklama tarihinden hesaplanırsa Türkiye, altmış altı gün sonra seçime gidecek. Sormazlar mı adama: Bu acele, bu telaş niye? Yangından mal mı kaçırıyorsunuz?
Peki, acele ve telaşla alınan erken seçim kararının asıl nedeni ne? Türkiye ekonomisi iflasta… Eğitim çıkmazda… Sağlık sistemi çöküşte… Üretim yok, borç çok… Rüşvet, suiistimal hat safhada… Dış politikadaki zikzaklar, tutarsızlıklar herkesi bıktırmış durumda… İşsizlik hız kesmiyor, iş bulanların çoğu da asgari ücretle çalışmaktalar. Türkiye’ye karşı dış kuşatma artmakta, ancak AKP iktidarı çözüm bulmak, kuşatmayı etkisizleştirmek yerine kuşatanların ekmeğine yağ sürmekte… Toplumsal sorunların çözümünde aklın yerini duygular, ideolojik saplantılar almış durumda. Çözülemeyen her sorun, zaman içinde daha da büyümekte ve çözüm zorlaşmakta.
Sorunlar, saymakla bitmez. AKP, elini nereye attıysa mahvetti. Sanayi yok! Tarlalar bomboş… Hayvancılık gözden çıkarılmış durumda…
Üretilen tek şey konut. Piyasa şişmiş durumda. Alıcı yok! Önümüzdeki günlerde iflas eden, yaptığı inşaatı yarım bırakıp kaçan yüklenici haberlerini sıkça işiteceğiz gibi. Yalnızca inşaatla ülke ekonomisi yürümüyor.
Özelleştirmelerle bütçe açıklarını kapatmaya çalışmaktalar. Ama nerede? Cari açığın özelleştirmelerle kapanacağı yok! Dış borçlar, büyük dert… AKP, açıkça “Ben yönetemiyorum.” demekte. Seçimlerin bir buçuk yıl erkene alınmasının nedeni bu.
Ekonomik sıkıntı karabasan gibi toplumun üzerine abanmış durumda, soluk aldırmıyor. Önümüz yaz, düğün mevsimi… Eee, düğün demek; masraf demek... İnsanların en yakınlarına düğünlerde bir çeyrek altın bile takması olanaksız. Mazot, beş lirayı aşmış durumda. Beş liralık mazotla üretilen sebze ve meyve yaz mevsimi olmasına karşın çok ucuzlayacağa benzemiyor. Tencereler daha pahalı kaynayacak. Arkasından Eylül ayı… Okullar açılacak. Masraflar ikiye, üçe katlanacak. Aileler, mevcut gelirleriyle yazı geçirip eylülü kurtaracak durumda değil. Esnafı anlatmayalım; çünkü iş, tam bir facia…
AKP, seçimleri halktan kaçırıyor. Aklı sıra propaganda dönemini ramazana denk getireceği seçimlerde, iftar sofralarına yapacağı kumanya yardımlarıyla işi kurtaracak. Tabi, burada muhalefet partilerinin politikasızlığı da önemli etken. Henüz doğru dürüst bir aday bile belirleyemedi CHP. Halkın doğru düzgün bir adayın belirleneceğine de umudu yok gibi.
Her şeye karşın yine de umutsuz olmayalım. Neden mi? AKP ile tabanı arasındaki tılsım bozuldu. “Reis” yüksek sesle eleştirilmekte AKP tabanında. Sorunlar da sorunları yaratanlar da açıkça dile getirilmekte. CHP, MHP ve HDP tabanları da parti yönetimlerinden hoşnutsuz. Halk, sorumluluğun farkında.
24 Haziran seçimleri, Türk siyasetinde bir tasfiye sürecini başlatacak. Siyaset; yeteneksizlerden, idare-i maslahatçılardan, kutuplaşmalarla ayakta kalan yöneticilerden, düşünce ve çözüm üretemeyen, umut vermeyen içi kof, dışı cilalı siyasetçilerden kurtulacak. Bu nedenle seçimlerden sonra gidicilerden ilk ikisi Kılıçdaroğlu ve Bahçeli gibi görünmekte. Erdoğan ve diğerleri de sırada…
24 Haziran’da kim kazanırsa kazansın, toplumun sorunlarına çözüm bulamayacağı ve Türkiye’yi yönetemeyeceği için yeni bir erken seçim ufukta görünmekte. Türkiye, bir erken seçimler sürecine girdi. Siyaset vitrinindeki kof ve Atlantikçi siyasetçiler tasfiye oluncaya kadar seçimler olacak. Bu süreç, uzun değil. Çünkü AKP’nin verdiği hasar çok! Bu hasar, ancak ulusun akılcı çözümleri ve tercihleriyle aşılır. O zaman sandık başına… Atlantik karşıtı politikalar üreten aday/adayları desteklemek için… İnsanın olduğu her yerde sorun da çözüm de olur.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       19 Nisan 2018





İNSAN ESAT



Arap Zemherisinin yangını, sanırım 2011 Haziran’ında ulaştı Suriye’ye. Tıpkı Irak ve Libya’da olduğu gibi ABD, Suriye’ye de demokrasi(!) getirecekti. Amaç, İsrail’in saldırganlığına karşı çıkan ülkelerin yönetimlerini değiştirerek bu ülkelerin bölünmesine yol açmaktı.
ABD ve yandaşları dünyanın dört bir yanından teröristleri Suriye’ye getirdiler. Yeryüzünün en eski uygarlıklarından birinin toprakları, Vandalizmin doymak bilmez iştahı karşısında yok olmaktaydı. Ne yazık ki tek dişi kalmış canavar olan Batı emperyalizmi; barış, özgürlük, demokrasi gibi insanın kulağına hoş gelen sözleri bayraklaştırarak Suriye’deki köklü uygarlığa, insanlığa saldırmaktaydılar. Suriye, diğer ülkeler gibi teslim olmadı, direndi. Uygarlığını, insanlığını, özgürlüğünü elden bırakmamak için direndi, direndi, direndi…
Suriye direnişinin merkezinde Devlet Başkanı Beşar Esat vardı. Basın önüne çıktığında hep umutla bakan gözler… Alçakgönüllü bir diktatör(!)… Şatafatten, güç gösteriminden uzak bir insan… Kendisine, ülkesine dünyanın en bayağı komplosunu kuran, iftira düzeni oluşturan ülke liderlerine bile olumlu yaklaşmayı ilke edinen, soğukkanlılığı elden bırakmayan genç bir adam… Savaşın en zor günlerinde bile Şam’da dolaşırken yanında nerdeyse koruması olmadan dolaşabilen özgüvenli, halkına sonsuz güvenen bir devlet adamı. Düşmanlarını azaltırken dostlarını ustalıkla çoğaltan bir strateji ustası… Şam’ın her bombalanışı sonrasında halkıyla sokakta birlikte olmaya özen gösteren bir koca yürekli insanoğlu… Kendini insana adayan insan, bir otacı…
Halkıyla buluşmalarında Esat’ın gözlerinde hep bir kararlılık görülür. Bir içtenlik ışığı yayar çevresine. Davranışları içtendir, üstten bakma yoktur halkına. Korkunun en küçük bir belirtisi görülmez bakışlarında. O bakışlar, halkıyla bütünleşerek büyür, büyür, büyür, direniş olur. Emperyalistlerin de mezhepçiliği din sanan ahmakların da emperyalizme hizmet etmeyi ibadet sayan özgür düşünemeyen kendi küçük, gölgeleri büyük kimi zavallıların da emperyalizme tapınmayı dinin gereği sayan İslam cahillerini de şaşırtan budur.
 “Bir adam, tüm yokluklar ve kuşatılmışlık içinde nasıl olur da umudunu korur. Güçlüye boyun eğmez. Güçsüzü ezmez. Bombaların düştüğü alanlarda elini, kolunu sallayarak gezer.” Tarih, böyle kişilere “Kahraman!” der. Bunu, tarih bilgisizleri anlayamaz. Bunu, kahraman olmanın onurunu yaşamayanlar bilemez.
14 Nisan 2018 sabahı, Suriye bombalandı. Suriye topraklarına onlarca füze atıldı. Sabah aydınlandı. Esat, her zamanki alçakgönüllülüğüyle ekranlarda. Tek başına… Ne çevresinde etten duvar örmüş korumaları ne de çantasını taşıyan insanlar. Başkanlık sarayının içinde ve dışında kimse görünmüyor. Sabah işine giden sıradan bir çalışan gibi kararlı adımlarla çalışacağı odaya gidiyor. Bu sırada, Suriye halkı sokaklarda halay çekmekte.
Esat, Atatürk’ün dediği gibi “kendi, kendini fethetmiştir.” Egosunu yenmiştir, içindeki insanla. İnsanları kullanarak, çevresini kalabalık tutarak kendini büyük gösterme gibi bir hastalıklı ruh durumu kapısına bile uğramamıştır.
Bombalanan bir ülkenin devlet başkanı vicdanıyla, insanlığıyla halkına moral veriyor insan yüreğiyle. Bunu, insanlığını çıkarlarına kurban etmiş gölgesinden bile ödü kopanlar, içinde zerre kadar insana dair bir kırıntının bile kalmadığı insan görünümlü varlıkların anlaması çok zordur.
İnsan olmak, ayrıcalıklı bir varoluştur. Esat da insanlığıyla direnmekte tek dişi kalmış emperyalistlerin füzelerine, uçaklarına, bombalarına, terörist saldırılarına, yalanlarına ve iftiralarına. Hem de onlara, her gün insanlık dersi vermekte. Tabi anlayana…
                                                                                   Adil Hacıömeroğlu
14 Nisan 2018


ABD YALANIYLA MAZLUMA SALDIRMAK



Önce ABD basını, Duma’da (Doğu Guta), Suriye’nin kimyasal silah kullandığını yazdı. Arkasından başta İngiliz medyası olmak üzere sözde özgür Avrupa medyası bu yalana sarıldı ve Esat yönetimi linç edilmeye başlandı. Hukuk tanımaz, kan içici ABD yöneticileri peş peşe ekranlara çıkarak Suriye’den kimyasal saldırısının(!) hesabını soracaklarını öfkeli, düzeysiz, saldırgan bir dille açıkladılar.
ABD, dünyayı sömürmek, ülkelerin bağımsızlıklarını yok etmek, ezilen ulusları katletmek için defalarca yalana başvurdu. Önce saldıracağı ülke yöneticilerini yalan haberlerle şeytanlaştırarak dünya kamuoyunda nefret duygusu yaratmaktalar. Sonra da ABD medyasıyla yönlendirilen dünya kamuoyu, emperyalist saldırı karşısında susturulmakta. Aynı yalanlarla Vietnam, Kamboçya, Laos, Irak, Afganistan, Libya… kan gölüne döndürüldü. Milyonlarca suçsuz, masum insan ABD çıkarları için öldürüldü. Şimdi de Suriye’de aynı oyun yinelenmekte. Suriye’de “kimyasal silah” yalanının kaç kez ortaya atıldığını anımsayanınız var mı? Hep aynı yalan, hep aynı oyun…
Esat yönetimi, Doğu Guta’ya egemen olmuş; teröristler, Şam’ın hemen yanındaki bu stratejik yeri terk etmiş. Orada yaşayan halk, kendi yurttaşları ve günlük işlerine, geçim mücadelesine hız vermiş… Ayrıca ülke genelinde ABD-İsrail piyonları yenilip geri çekilmekte... Amerikan koridoru paramparça… İkinci İsrail’in kurulma hayalleri suya düşmüş… Esat yönetimi, bir yandan ülke bütünlüğünü sağlarken bir yandan da başta Türkiye ile olmak üzere bölgesel ittifaklarını güçlendirmiş… Böyle bir durumda kimyasal silah kullanmak gibi bir çılgınlığı yapması için aklını peynir, ekmekle yemesi gerek. Baştan beri akılcı yöntemlerle düşmanını azaltıp dostlarını çoğaltan ve ulusal sorumluluk bilinci yüksek bir Esat’ın böyle bir şey yapması tamamen olanaksız.
Emperyalist basının paylaştığı görüntülere bakınca yalnızda kadınlar ve çocuklar var.  Bir de beyaz miğferliler… Yaşlı, yetişkin, genç, ergen, erkek yok! Neden? Çünkü bu görüntüler, beyaz miğferlilerle Amerika güdümündeki bazı haber ajanslarınca kurgulanmış. Daha önce de benzer kurguları defalarca ve ibretle izledik. Masumun, mazlumun kurgulanmış yalanlarla nasıl suçlandıklarını çok gördük. Bu kurguların yazarı ABD... Uygulayıcısı ABD-İsrail ve işbirlikçileri… Dünyayı yalanlara inandırmak isteyen ABD… Yalanlarla suçladıkları, iftira attıkları masum ve mazlumları silahla yok etmek isteyen de ABD ile müttefikleri…
”Kimyasal silah kullanıldığı” yalanı ortaya atılır atılmaz İsrail’in Suriye’deki askeri bir üssü vurması çoğu kişice içten bir sevinçle karşılandı. Türkiye’de İslamcısından, solcusuna kadar bu saldırıyı kınayan bir siyasal parti ya da bir gazete var mı? İsrail olunca herkes sus pus… (Burada Vatan partisi, Aydınlık ve Ulusal Kanal’ı ayrı tutuyorum.)
Esat’ın “kimyasal silah kullandığı” yalanı ortaya çıkar çıkmaz neredeyse tüm siyasal partiler (İktidar ve muhalefet hepsi), Basın organlarının neredeyse tümü Amerika’nın yalan korosuna katıldılar. Bir tek Aydınlık ve Ulusal Kanal ısrarla Esat’ın “kimyasal silah kullandığının” yalan olduğunu savundu. Vatan Partisi bu konuda mazlumun, masumun yanında yer aldı tereddütsüz. Şimdi akla şu soru geliyor: Sağdan, sola kadar iktidarıyla muhalefetiyle ve medyasıyla büyük bir siyasal yelpazeyi ABD yalanı çevresinde toplayan ne? Bakmayın siz bunların kayıkçı kavgasına! Amerikancılık söz konusu olduğunda hepsi bir araya gelir, mazluma, masuma karşı. Ağızlarına “emperyalizm” sözcüğünü alamayanların Türkiye’ye bir yararları olur mu sanıyorsunuz?
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       10 Nisan 2018


ERDOĞAN’IN KAZANMA STRATEJİSİ



2019’da yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminin Türkiye’nin geleceği açısından ne kadar çok önemli olduğu herkesçe bilinmekte. ABD emperyalizminin çökmekte olduğu, Asya güçlerinin hızla yükseldiği bir dünyada bu duruma uygun bir cumhurbaşkanına ve hükümete Türkiye’nin gereksinimi var.
On altı yıldır Türkiye’yi yöneten AKP’nin politikaları iflas etti. Özellikle AKP’nin lideri Erdoğan’ın yaptığı hatalar, Türkiye’yi hem zora sokmakta hem de ülkemizi çağdaş köklerinden uzaklaştırmakta. AKP siyasal, ekonomik açıdan iflas etmiş durumda. Her alanda yönetimsel bir keşmekeş egemen. AKP’nin yönetim anlayışında kişisel ihtiraslar, toplumsal çıkarların önüne geçmekte. Bu durum, kurumsal işleyişi tıkamakta.
Ekonomi zorda... AKP yönetimi, ekonomik çıkmazı aşmak için geçici önlemler almakta. Bu nedenle de devletin elinde ne var ne yok, her şeyi satmak istemekte. Özellikle üretimin dinamosu olan ve birçok kesime iş olanağı sağlayan şeker fabrikalarının satışa çıkarılması çok ilginçtir. Bu konuda yurt sathında yapılacak halk direnişleri, AKP’yi mart karını eriten lodos gibi siler süpürür. Erdoğan, yönetimsel yanlışlarını kendine oy veren yurttaşlara bile açıklayamamakta. Bu nedenle AKP tabanı kararsızlık içinde. AKP, halk desteğini yitirmekte gözle görünür bir biçimde.
Yukarıda anlattığımız olumsuzlukları başta Erdoğan olmak üzere AKP yöneticileri bilmiyor mu? Tabii ki biliyor. Bildikleri için de seçimi kazanmak için ellerinden gelen her yolu deniyorlar. Yitirdikleri halk desteğini yeniden kazanmak için kendilerince stratejiler uygulamaktalar.
Erdoğan’ın seçimi kazanmak için temel stratejisi çok açık. Ne yapıp edip CHP’yi, HDP/PKK ile ittifaka zorlamak. Bunun için aylar öncesinden cumhur ittifakını yaptı MHP ile. Bu ittifakın AKP’ye çok fazla kazanç getirmeyeceğini başta RTE olmak üzere AKP yöneticilerin hemen hepsi bilmekte. Burada amaç, CHP yöneticilerinin kafasına “İttifaka karşı ittifakla savaşım verilir.” Düşüncesini nakşetmek. Ne yazık ki CHP yöneticilerinin “ittifak” denince akıllarına gelen ilk parti, HDP. Bu gerçeği AKP’liler çok iyi bilmekte. Bu nedenle de türlü kamuoyu kuruluşları ( Çoğu AKP denetiminde) aracılığıyla CHP yöneticilerine HDP ile ittifakın seçimi kazanmak için tek yol olduğu algısı yaratılmakta. Zaten CHP yöneticileri, HDP’ye karşı hep sıcak bir duruş göstermekteler. “Adaleti” çoğu zaman HDP’lerin sözde mağduriyetleri üzerinden savunmaktalar. Bazı CHP yöneticileri, fırsat buldukça tutuklu HDP’li yöneticileri ziyaret etmekteler. Aradaki ilişki hep sıcak…
Erdoğan cephesi, YCHP ile HDP arasındaki sıcak ilişkiyi daha da ısıtmak istemekte. Çünkü HDP ile birlik olan bir partinin başarı şansının olmadığını çok iyi bilmekteler. Bu nedenle de bu ittifakın gerçekleşmesi için heyecanla beklemekteler. AKP iktidarının sürmesi için tek yol bu.
Tüm kamuoyu araştırmaları gösteriyor ki, halkın yaklaşık yüzde ellisi kararsız durumda. Duruma, politikalara göre oy kullanmaktalar. Bu kesim millidir, Atatürk’e bağlıdır, vatanın bütünlüğü vazgeçilmezidir. Ortada yüzde ellilik böyle bir kitle varken HDP çöplüğünde eşelenmek niye?
AKP’nin muhalefete dayattığı ikinci önemli şey aday seçimi. Erdoğan istiyor ki CHP, doğrudan ya da dolaylı biçimde (Saadet Partisi üzerinden) Abdullah Gül’ü aday göstersin. Bu durumda da RTE, koltuğunu kurtarır. Çünkü Gül, Atlantik sistemine göbeğinden bağlıdır. Bu nedenle de Atlantik sisteminin önerdiği adaydır. Türkiye’nin Atlantik’ten uzaklaştığı, ABD karşılığının doruğa ulaştığı, vatan bütünlüğünün öncelendiği, tam bağımsızlığın yüksek sesle dillendirildiği, Atatürk’te birleşme gereksinimin çok arttığı bir dönemde Atlantikçi bir adayla RTE’nin karşısına çıkmak AKP’yi rahatlatır. Muhalefeti de içinden çıkılmaz bir hayal kırıklığına uğratır. Bu da umutsuzluğu artırır.
Evet, aday belirlenmesinde CHP’nin tavrı çok önemli. Ya milli bir refleksle Türkiye’nin kuruluş değerlerini savunan bir adayın arkasında yürüyecek ya da yeni bir Ekmeleddin olayıyla Erdoğan’ı yeniden cumhurbaşkanı seçtirecek.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       8 Nisan 2018


PAHALI ARABALAR


                                               
1 Nisan 2018 Pazar… Güneşli, bahar kokan bir gün… Neredeyse bütün İstanbul sokaklarda… Böyle bir günde trafik keşmekeşinin olmaması olanaksız. Güne erken başlıyoruz.
Apaydınlık sabah güneşinin ışıklara boğduğu salonumuzda kahvaltımızı yapıp bir alışveriş merkezinin yolunu tutuyoruz. Atacan (Henüz altı buçuk yaşında ve birinci sınıfa gidiyor.), bugün patenle kaymayı öğrenecek. Biraz heyecanlı. Bu arada şunu da belirteyim ki, patenle kaymayı öğrenmek tamamen Atacan’ın isteği. Yollarda araba yoğunluğu çok değil. Rahatça ulaşıyoruz gideceğimiz yere.
Atacan’dan çok eşim heyecanlı. Arabayı o kullanmakta. İki de bir geç kalacağımızı söylemekte. Oysa zaman çok erken. Bir yandan da Atacan’a fındık ve badem vermemi istiyor. “Oğlum ye! Enerjiye gereksinmen olacak. “diyor.
Çocuğun kurs alacağı alışveriş merkezine ulaşıyoruz. Daha yarım saat var, çalışmanın başlamasına. Çocuklar birer birer geliyorlar anne ve babalarının yanında. Çoğu gözlerini ovuşturmakta. Hemen işe girişiliyor. Patenlerin bulunduğu botlar giyiliyor, Dizlikler, dirseklikler, bileklikler takılıyor. Kasklar ihmal edilmiyor tabi ki… Her anne, baba bir çalıştırıcı sanki. Ben, sessizce bir oturakta oturmaktayım. Çocukları izliyorum.
Az sonra çalıştırıcı genç kız geldi. Çocukları bir araya topladı. Üç beş dakika bir şeyler anlattı onlara. Bir desteğe tutunarak birkaç hareket gösterdi çocuklara. Onlar da yapmaya başladı. Biraz sonra bazı çocuklar tutunmayı bırakıp kaymaya başladı.
Atacan, zaten zor zapt edilmekte. Kendini piste ilk bırakanlardan. Birkaç metre gidiyor, hemen sendeleyip düşüyor. Annesi, bu durumu görünce yerinden kalkıp çocuğunu izlemeye başlıyor adım adım. Tam düşerken annesinin şefkat dolu kollarında buluyor kendini Atacan. Kimi zaman çocuk düşmeden annesi onu yakalıyor önlem olsun diye. Ancak bu durum onu memnun etmiyor. Dönüp dönüp annesine kızıyor. Arada sırada annesine “Bırak!” diyerek uyarıyor annesini. Derken Atacan, düşmemeye başlıyor. Hızlanınca da annesi peşinden gidemiyor. Artık, çocuk güvenle kayıyor. Kaydıkça özgüveni artıyor. Ders süresi bitti, bizim ufaklık hala kaymakta kan ter içinde. İşin keyfini çıkarıyor yeni uçmaya başlayan kuş yavruları gibi.
Çocuğun çok terlediğini anlayınca anne-baba olarak duruma müdahale ettik. Patenlerini, dizliklerini, dirsekliklerini, bilekliklerini, kaskını çıkardık. Annesi, her zaman olduğu gibi yanındaki yedek çamaşırlarla terlemesine çözüm buldu. Bu arada ağzına fındık, badem koymayı da aksatmıyor tabi ki…
Alışveriş merkezinde birazcık dolaştıktan sonra, oradan ayrılıyoruz. Ataşehir’den, Şaşkın Bakkal sahiline inip orada bir şeyler yiyip içme amacımız. Yollar geçilmez kale gibi. Bağdat Caddesine zorlukla giriyoruz. Yol boyunca sürücülerin hatalarını konuşuyoruz aramızda. Lüks ve pahalı araçların sürücü koltuklarına oturmuş yeni yetme gençler, tüm trafik kurallarını hiçe saymaktalar. Sağa dönüş sinyali verip sola dönen mi ararsınız… Sıkışık yolda en sağdan en sola şimşek hızıyla ve tüm araçların küfür kokan korna sesleriyle geçip sonra yeniden en sağ şeritteki yerini alan araçlar mı istersiniz… Acayip homurtulu egzozu yırtılırcasına gürültü çıkaran ve bu yolla varsıllığını tüm halkın gözlerine sokmak için çaba harcayan görgüsüzlüğe mi kızmak istersiniz… Yoksa herkesin yol hakkına tecavüz etmeyi güçlü, yetenekli ve becerikli olmak sana zavallılığa kızmak mı istersiniz…
İşte, Bağdat Caddesinin trafik keşmekeşinde yol alıyoruz, bir yandan da söyleşiyoruz. Artık Atacan’da trafik kurallarını az çok öğrenmiş durumda. Sürücü hatalarını o da yakalıyor. Hata yapana kızıyor. Ortalıkta neden trafik polisinin olmadığına hayıflanmakta. Arabaların çoğunun markalarını da bilmekte. Tam da pahalı, lüks bir araç bizim geçiş hakkımızı engelleyip trafiği altüst ettiği bir anda, Atacan’ın kızgın sesini işittik. “Pahalı araçların sürücüleri neden böyle davranıyorlar? Niye başkalarının hakkına saygı göstermiyorlar?” Evet, günün sözü bu. Biraz susuyorum. Çocuk: “Söylesene Adil, soruma yanıt versene?” diyerek üsteliyor.
Ben: “Bu araçların çoğunun sahibi, para kazanırken de kimsenin hakkına saygı göstermiyorlar.” diye yanıtladım onu. “Ancak pahalı ve lüks araçların sahiplerinin hepsi böyle saygısız davranmıyorlar.” tümcesini de ekledim sözlerime.
Bizim aracımız on sekiz yaşında yerli bir araba. Benim kullandığım telefon ise çok eski model. Bir yerde unutsan dönüp bakan olmaz. Her yıl milyarlarca liraya dışardan alınan telefon, tablet, otomobil, parfüm, meyve… gibi maddelere harcayan bir ülkede tüketim ve dışalım çılgınlığına karşı çıkmalı aklı başında her yurtsever. Bin bir emekle kazandığımız üç beş kuruşu teslim ediyoruz yabancılara. Ondan sonra da iki yakamız bir araya gelmiyor ve sürekli ağlaşıyoruz. Yerli malının değerini bilsek ve tutumlu olmayı başarabilsek neler yaparız, neler…
Özellikle 1980’den sonra toplumda tüketim çılgınlığı ve lüks mal tutkusu başladı. Buna koşut olarak da dışalım eğilimi… Çok tüketim, çok para demek… Çok para da hemen kazanılmıyor. Tüketim çılgınlığına tutulmuş kimileri, kolay yoldan para kazanmanın yolunu buldular. Ellerini devletin hazinesine, halkın cebine soktular. Kaynağı belli olmayan servetler edinildi. Ne yazık ki kaynağı belli olmayan vergisiz servetlere devleti yönetenler de göz yumdular. Kimi zaman da özendirildi bu durum. Kısa sürede varsıllaşan kimi uyanıklar, topluma başarı örneği olarak sunuldu çoğu zaman. Haksızlıkla başlayan iş yaşamı, sosyal yaşamda da kendini yaptığı haksızlıkla belli etmekte.
Atacan, küçücük bir çocuk. Vicdanı, duygudaşlığı gelişmiş birey. Değerler eğitimi bizim önceliğimiz. Önce insan olsun. Başarı ve mutluluk ardından gelir. Ülkemizin iyi yurttaşa o kadar çok gereksinimi var ki…
                                                                                   Adil Hacıömeroğlu
                                                                                   2 Nisan 2018