“BİZ, BUNLARIN PARASINI ÖDEMEDİK Kİ…”


                                    
2015 Yılının yazıydı. Atacan, henüz dört yaşını bile doldurmamıştı. Evimizden çıktık, Bostancı sahiline indik. Denizi, Adalar’ı seyrederek Caddebostan’a doğru yürümekteyiz.
Sahil cıvıl cıvıl… Bisiklete binenler… Kaykay ve patenle kayanlar… El ele gezen sevgililer, sevgisini henüz yitirmemiş evliler… Sağlıklı bir yaşam için yürüyenler, koşanlar, spor aletlerinde kan ter içinde çalışanlar… Oltalarıyla balık tutanlar… Kıyıdaki büyük taşların arasında yuvalanmış sokak kedilerini besleyenler, kucaklarına alarak onları okşayıp sevenler… Çimlerin üstüne uzanıp dinlenenler… Kıyıdaki duvarlara oturarak hayallere dalanlar… Külahtaki dondurmayı bitmeyecek sonsuz bir tatmış gibi zevkle yalayanlar… Köpeklerini gezdirenler… Gökyüzünde süzülen uçurtmasının arkasından gökyüzünün maviliklerinde kulaç atanlar… Ekmek peşinde koşan martılar, kargalar… Telaşla uçuşan serçeler, sığırcıklar… Ağaç gölgelerinde uykuya dalan sokak köpekleri…
Caddebostan’a yaklaşınca sağ yandaki büyük alanda bir kalabalık ilgi çekmekte. Bu alanda, genellikle kaykaycılara günün her saatinde rastlamak olanaklı. Gençler, kaykaylarıyla türlü ve tehlikeli gösteriler yaparlar.
Yaklaştıkça kalabalığın arttığını gördük. Yaklaştık iyice… Bir ayakkabı firmasının tanıtımı yapılıyordu. İzleyicilere soğuk sandviç ve meyve suyu ikram edilmekte.
Karnımız acıkmıştı. Caddebostan’da belediyeye ait çay bahçesinde hem çay içip hem de bir şeyler yemeyi planlamıştık. Eşim, ikram masasının önünden geçerken eline sandviç ve meyve sularını tutuşturdular. O, ilk olarak elindeki sandviçlerden ve meyve sularından bir tanesini Atacan’a verdi. “Hadi oğlum, ye bakalım.” dedi. Sandviç ve meyve suyunu alan Atacan, geri dönüp hızla koşmaya başladı, biz de peşinden… İkram masasının yanına gelince sandviç ve meyve suyunu masanın üzerine bıraktı. “Bunlar, bizim değil.” dedi. Masadakiler şaşkın. Eşim daha çok şaşkın. Atacan, büyük bir işi başarmanın gururunu yaşamakta. Eşim: “Bu yiyecekleri onlar ikram etti.” diyerek iknaya çalıştı, olmadı. İkram masasındaki görevliler: “Biz, size bunları armağan ettik.” dedilerse de nafile. Atacan: “Biz, bunların parasını ödemedik ki…” diyerek ikramı reddediyor kararlılıkla.
Üç beş kişi, toplanmış dil dökmedeler; ama yararsız… Çocuk, kararlı… “Parasını vermediğimiz şey bizim olamaz.” diye ayak diremekte. Ben, sessizce izlemedeyim. Atacan’ın bebek arabası bende. “Hadi, arabana bin, gidelim. Seninle güzel bir yemek yiyelim. Yiyeceklerimizin parasını da öderiz birlikte.” diyerek onu, bebek arabasına oturttum. Eşim de elindeki diğer yiyecekleri çaresizce ikram masasına bırakıp bize yetişmek için hızlı adımlarla arkamızdan gelmeye başladı.
Yolda, Atacan’a kendisiyle gurur duyduğumu söyledim. “Hakkın olmayan bir şeye sahip olmaya çalışma!” dedim.
Her ramazan ayında Caddebostan sahiline iftar çadırı kurulur. Atacan’ı bu çadırlara sokmak olanaksız. Girse de bir şey yemez. Başkalarını ikramlarını kolay kolay kabul etmez.
İstanbul’un her ilçe merkezinde iftar çadırları kurulmakta. Gereksinmesi olsun olmasın herkes birkaç saat öncesinden kuyrukta. Türkiye’nin herhangi bir yerinde, bir yardım dağıtılmaya görsün insanlar birbirlerine ezerek kamyonların, çadırların yanına üşüşürler. Yardım paketini kapan kişi, büyük bir utku kazanmışçasına sevinçle kalabalıktan ayrılır. Üç kuruşluk yardım, beş paralık bir öğün yemek için dağlara sığmaz insan onuru ayaklar altına alınır.
Keşke, büyükler de küçükler de Atacan’ın ilkeli tutumunu benimseseler de dağ gibi insan onuru yardım adı altında paspas edilmese…
                                                                                   Adil Hacıömeroğlu
                                                                                   12 Haziran 2018

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder