ÖNCE VATAN


Çankaya… Falih Rıfkı Atay’ın ölümsüz yapıtı. Daha lise yıllarımda okudum bu ölümsüz kitabı. Fırsat buldukça göz atarım sayfalarına. Bu kitabı; öğrencilerime, arkadaşlarıma, yakınlarıma, hatta ilk kez tanıştığım ama bir daha görmediğim nice insana okutmak için hep öneri de bulunmaktayım. Atatürk’ü yakından tanıyan, Kurtuluş Savaşı’nı, olayları bire bir yaşayan, o fırtınalı günlere tanıklık eden birinden her şey öğrenilsin istemekteyim hep. Bu isteğimden bir an olsun vazgeçmedim. Atatürk’e karşı zerre kadar sevgi ve saygı duyan herkes, bu kitabı okumalı. Yalnızca bunu mu? O dönemi gerçekçi bir biçimde anlatan birçok kitabı.

Yine Çankaya’nın sayfalarını karıştırmaktayım. Günümüzde ders çıkarabileceğimiz birkaç olayı paylaşayım istedim.

TBMM’nin yeni açıldığı aylar… İşgal güçleri, bir yandan kutsal vatan topraklarını bir bir işgal ederken İngilizlerin desteklediği, Padişah Vahdettin ve hükümetinin kışkırttığı onlarca ayaklanmayla boğuşmakta Ankara. Kimi Kuvayı Milliyecilerin uygulamaları da bir dert… Bu nedenlerle zor günler yaşanmakta. Bir yandan direniş için TBMM’ye bağlı düzenli ordu oluşturulmakta... Bir yandan da yeni kurulan devletin yasaları çıkarılmakta Meclis’ten…

Çiçeği burnunda devletin Maarif Vekilliği, resim dersini çizgi dersine çevirmişti dinsel gerekçelerle. Medreseler açılmaktaydı bir yandan da. “Ankara’da Tanzimat’tan da öncesini hatırlatan bir hava vardı.” Milli Şairimiz Akif, bu yapılanların destekçisiydi. Trabzon Milletvekili Ali Şükrü de bu yapılanların en önemli ve ateşli savunucusuydu.

“Cüretkâr ve atılgan olan Ali Şükrü, bir sağlık kanunu tartışmasında ‘Kadınlarımızdan ne ister bunlar? Yüzlerini açtırmayacağız.’ diye haykırmıştı.”

“İstiklal Marşı’nın yazarı Şair Akif Meclis’te bir daha ağzını açmıştı: Neden sivil gazete ‘Hâkimiyet-i Milliye’ ye ödenek verilmiş de Şeriatçı Sebilürreşad dergisine verilmemiştir, kavgasında bu yardımı esirgeyenlere ‘Dalkavuklar!’ diye bağırmak için!” Oysa Hâkimiyet-i Milliye kurtuluş mücadelemizi dünyaya anlatan sesiydi Ankara’nın. Bunu bilmez miydi Akif ve arkadaşları?

Osmanlıyı kırıma uğratan salgın hastalıklar Kurtuluş Savaşı yıllarında da önü alınmaz bir beladır. Yıllarca salgın hastalıklar önlenemediğinden nüfusumuz kırılmaktadır. Ne yazık ki Osmanlıyı yönetenler, bu hastalıkları “Yazgı…” deyip geçiştirdiler yıllarca. İlk Meclisimiz ve hükümetimiz bu salgınların önünü almak istemektedir. Sağlık Komisyonunda frengi hastalığına karşı önlemler görüşülür. “Evlenecek kadınların önceden hekimce muayene edilmesini” yasalaştırmak istenmekteydi işin uzmanı hekimlerce. Gericiler: “Bakire kadın hekime gösterilemez!” diye ayaklandılar. Hekim yerine bir ebenin muayene etmesini istediler. Eğer ebe gerekli görürse hekime söyler, o da ilaç yazdırır, demekteydiler. Anadolu, frengiden kırılmakta. Halk çaresiz… Gencecik insanlarımız, bu illetten yaşamını yitirmekte. Salgın hastalıklar, memleketimizi işgal eden düşman kadar tehlikeli. Ama bu gerçeği kavrayamayan vekiller var TBMM’de, hem de çokça.

Sağlık Komisyonu Sözcüsü Dr. Emin Bey (Bursa Milletvekili Emin Erkul), frenginin önlenmesi konusunda kararlıdır. Bu konuda hiç geri adım atmamakta. Bu tartışmalar sırasında öfkesini kontrol edemiyor ve hocalardan birine tokat atınca az kalsın linç ediliyordu.

Henüz 1920 yılıdır. II. Mahmut’un Rumlardan taklit ettiği fes için dış ülkelere milyonlarca lira verildiğini ileri sürerek yerli malından üretilen kalpağın başlık olarak kullanılması TBMM’ye teklif edilir. Meclis’te kıyamet kopar. Fes ve kalpak savunucuları hararetli tartışmalara girer.

Trabzon Milletvekili Ali Şükrü’nün teklifi üzerine “Men-i müskirat” yasası çıkarılır. Bu içki yasağı yasası, bir şeriat yasasıdır. Fes yüzünden yirmi milyon lirayı ithalata harcayan yoksul ülkemiz, içki yasağı yüzünden bir yirmi milyonu daha kaybedeceğini anlatamadı sorumlu yöneticiler. Hoca Vehbi Efendi, “Hadd-i Şeri” adı verilen dayak cezasını da teklif etti. İçki içenlere bir kadeh için seksen değnek vurulacaktı bu öneriye göre.

“Bir milletvekili: ‘Yahu dört kadeh içene dört kere seksen sopa! Nasıl dayanır bir insan!’ diye haykırdı.”

Atatürk cephededir… 22 Haziran 1920’de başlayan Yunan ilerlemesi son hızla sürmekte. Yerleşim yerleri bir bir düşman eline geçmekte. Kuvayı Milliye birlikleri bozulmakta. Düzenli ordunun kurulup güçlendirilmesi ivedilik göstermekte. Muhalefet, Yunan ilerlemesiyle azıtmış durumda. Atatürk, cepheden koşup Ankara’ya geliyor, Meclis dağılmasın, ulusun birliği bozulmasın, diye. Hamdullah Suphi gibi yakın arkadaşlarıyla bile sert tartışmalara giriyor. Düzenli orduya karşı çıkanlar çoğunlukta. Birçok kişi kurtuluşun milis güçleriyle olacağını savunmakta.

Örnekleri çoğaltmaya gerek yok sanırım. Türkiye bir vatan savaşımı içindedir. Atatürk, kazanmak zorundadır. “Gerici” diyerek kimseyi dışlayacak durumu yok! Farklı düşüncede olanlar da kurtuluş mücadelesine omuz vermeli. Önce vatanı kurtarmalı…

İlk TBMM: 115 memur ve emekli, 61 hoca, 51 asker, 51 hekim, 49 avukat, 37 tüccar, 26 çiftçi, 8 şeyh, 6 gazeteci, 5 ağa, 5 aşiret reisi, 2 mühendisten oluşmuştu. Türlü mesleklerden, farklı düşüncelerden oluşan Meclis’in ortak amacı vatanın kurtuluşuydu.

Yukarıdaki örnekler günümüze ne kadar da uymakta… Şimdi de bir vatan savaşımı vermekteyiz. ABD emperyalizmi, tüm gücüyle saldırmakta Türkiye’ye. Böyle bir durumda Atatürk gibi düşünüp davranmak zorundayız. Çünkü önce vatan! Vatanımızı, emperyalist saldırılardan kurtardıktan sonra tartışacak çok zamanımız olacak. İç cepheyi sağlam tutmalı. İç cephe dağılırsa Türkiye kalmaz. Bu nedenle bozguncuları iyi tanımalı, onların oyunlarına gelmemeli.

                                            Adil Hacıömeroğlu

                                            25 Temmuz 2019

 

 

 

 


2 yorum:

  1. Çok güzel, öğretici ve bir o kadar da açıklayıcı bir yazı.

    YanıtlaSil
  2. Katılıyorum hocam, dediğiniz gibi o döneme ışık tutan tüm eserler okunmalı.Ortaokuldayken Falih Rıfkı'nın "Babanız Atatürk" isimli eseriyle okumaya başlamıştım.Başucu kitaplarıdır📚 Paylaşımınız için teşekkür ederim

    YanıtlaSil