YILBAŞI ARMAĞANLARI

 

Başta yılbaşı olmak üzere birçok özel günde insanlar birbirlerine armağan almaktalar. Son yıllarda biraz da kapitalizmin pompaladığı tüketim kültürü nedeniyle çok fazla özel gün girdi yaşamımıza.

İnsanların kent ortamında yalnızlaştığı insana zaman ayıramadığı ve kendini sanal dünyaya kaptırarak somut dünyadan soyutlandıkları bir çağda özel günlerin önemi artmakta. Özel günler, insanın seyrek de olsa insanla buluştuğu ortamlardır. Özel günlerde armağanlar verilerek ya da alınarak insanın varlığı ve gerekliliği anımsanır. Sanal ortamın tekdüzeliğinden somut yaşamın devinimli renkliliğiyle varsıllaşır insan yaşamı. Bu nedenle özel günler nedeniyle sevdiklerimize verilecek armağanlar aracılığıyla yaşamın gerçeklerine dönüp insan yanımızı bir günde olsa yaşarız.

Özel günleri anımsamak, insanların mutlu ve acı günlerinde yanlarında olmak hem güzel hem de önemlidir. Bütün bunlar, sosyalleşmek için zorunlu olduğu kadar gereklidir de. İnsan sosyal bir canlı olarak türdeşleriyle doğal ortamında yaşamalı. Sanal ortamın sosyalleşmeden uzak ortamı, onu gerçekçilikten koparıp yalnızlaştırır. Sanal ortamda sosyalleşmeden uzak yaşayan insan, günlük yaşamında toplumsal ve tinsel sorunlar yaşar.

Kent yaşamının boğuculuğunda özel günlerin önemi gittikçe artmakta. Toplumumuz, çok eski dönemlerden beri bayramların ve yılbaşının kutlamalarına çok önem verir. Bugünlerde aile yakınlarına, komşularına, akrabalarına armağanlar vermeyi bir gereklilik olarak görür. Bu nedenle bu kutlamalarda küçük bir azınlığın dışında toplum olarak bağnazlık göstermeyiz. Ülkemizdeki bağnazlıklar dışardan gelmedir. Dinsel tutuculuğun da laikçi bağnazlığın da kaynağı batı emperyalizmidir. Petrol sevdasıyla coğrafyamızı perişan eden açgözlü emperyalizm, ülkelerimizde bağnazlığı örgütleyip destekleyerek toplumsal dokumuzu bozmaya çalışmakta. Emperyalizmin tüm çabalarına karşın halkımızın büyük çoğunluğu binlerce yıldır oluşturduğu uzlaşma ekiniyle bu yozluğun pençesine düşmemiştir.

Başta yılbaşı olmak üzere alacağımız armağanlara özen göstermeliyiz. Pahalı armağan en iyisi değil, gönülden kopandır en güzeli. Karınca kadarınca olmalı armağan. Bütçelerimizi zorlayan, gösterişli armağanlar savurganlık demek. Halkımız bir armağanı verirken “Çam sakızı çoban armağanı” der. İşte, gönülden kopan budur.

Armağan alacağımız kişinin gereksinmelerini, eksikliklerini iyi bilmeli. Alacağımız armağan, karşımızdaki kişinin gereksinmesini karşılarsa en güzeli olur. Yine halk deyişiyle bir söküğü dikersek ne mutlu bize! Armağanlar, kalıcı olmalı ki yıllar geçse de kişi, o günü anımsayıp mutlansın. Piyasanın, reklamların dayattığı gösterişli armağanlar görgüsüzlüğü körükler. Ayrıca armağanın en pahalısını almak, özellikle çocuklarda doyumsuzluğa neden olur.

Armağanlar el emeği, göz nuru olursa daha bir değer kazanır. Emekle üretilen her şey, çok değerli tutulmalı. Emekle üretilene saygı gösterilmeli.

Çok az da olsa bazı kişiler alınan armağanları beğenmez. Onları değersiz ya da basit bulur. Önemli olan armağanın ederi değil, kişinin bizi düşünüp armağan almasıdır. Bir insanın başkasını düşünerek armağan alması, çok değerli bir davranış. Armağan, karşımızdaki kişiye gösterdiğimiz saygı, sevgi ve güveninin bir belirtisi; ona verdiğimiz değerin bir göstergesidir. Bu nedenle alınıp verilen her armağan çok değerlidir. Çünkü onun içinde insan yüreği, sevgisi, içtenliği, özverisi var.

Bu yıl kısıtlı olanaklarla yılbaşını kutlayacağız sevdiklerimizden ayrı ve uzak olarak. Armağanlarım ne mi olacak? Bugüne dek olduğu gibi yine kitaplar alacağım onlara bazıları burun kıvırsa da.

Bir yılı daha arkada bıraktık; salgınlar, depremler ve diğer olumsuzluklarla. Yaklaşık on aydır insan yüzünü özlemekteyiz. İnsanlarla dolu kentlerde evlerde tutsak kaldık uzun süre. Bu tutsaklığımız biraz daha sürecek gibi. Bu süre içinde umudumuzu hiç yitirmedik. İnsana, yaşama, topluma olan umudumuz çok güçlü… Bu nedenle 2021 yılının büyük atılımların yılı olacağını düşünmekteyim. Her felaketten sonra insanlık büyük sıçramalar yaptı. Özellikle Türkiye’nin büyük sıçramaların eşiğine geldiğini görmekteyim. Gece olmasa gündüzün değeri bilinir miydi? En güzel bahar masallarını, düşlerini, imgelemlerini, hazırlıklarını kıştan yapmaz mıyız? İşte, bahar kokularına gebe kışımız bitiyor ve umut toprağında sayısız tohum yeşermekte geleceğe dair.

                                                                                   31 Aralık 2020

 

AVRUPA’YA TIPIŞ TIPIŞ BOYUN EĞMEK


“AİHM kararını tıpış tıpış uygulayacaklar, başka seçenekleri yok!” Bu sözler,  Kılıçdaroğlu’na ait. Kılıçdaroğlu bu sözleri, televizyon temsilcileriyle yaptığı yıllık değerlendirme toplantısında söyledi.

Kimin başka seçeneği yok? Türk devletini yönetenlerin…

Sormazlar mı adama: “Sen, muhalefet partisi olarak doğru bir seçenek neden önermiyorsun, devletin önünü niye açmıyorsun? Bu sıkıntılı dönemde ülkene niçin yol göstermiyorsun emperyalizme teslimiyetin dışında?” diye.

Yukarıdaki soruları yanlış kişiye sordum sanırım. AİHM’in Türkiye aleyhindeki bu kararına içten içe sevindiğini anlıyoruz bu sözlerinden Kılıçdaroğlu’nun. Uyuşturucu ve organ ticareti yapanlardan vergi alınmasını öneren bir muhalefet partisi liderinden beklentime bakın!

“Tıpış tıpış” sözü pek hoşuna gidiyor Kemal Bey’in. Sanırım bilinçaltında bu sözle ilgili anıları çokça. “Ekmek için Ekmeleddin” için yurttaşlara sandığa gidip oy vermeleri, Türkiye’nin AİHM’in Demirtaş kararını uygulaması için tıpış tıpış… Anlaşılacağı üzere yurttaşa da devlete de tıpış tıpış… Bundan da anlaşılıyor ki yurttaş da devlet de Kılıçdaroğlu’nun umurunda değil.

Umurunda kimler mi var? Nerden fısıldanmışsa kulağına oturup bir bardak çay içmediği ve hiç tanımadığı (Acaba çok iyi mi tanıyor ya da kulağına fısıldayanlar çok iyi mi tanıtmışlar?” biri için yurttaşı umursamayan, o fısıldayanları öyle bir umursamış ki yurttaşa “tıpış tıpış” demekte sakınca görmüyor.

Kılıçdaroğlu’nun batılı emperyalistler umurunda… İki de bir “Dünyaya (“Dünya” dediği emperyalist ülkeler.) rezil olacağız.” diyerek iki de bir batılı odaklara bağlılığını belli etmekte. Onun ezilen dünya umurunda değil. Varsa yoksa Akif’in “tek dişi kalmış medeniyet” dediği güneşi solmakta olan batı.

Kılıçdaroğlu’nun asıl amacı, Demirtaş’ın serbest kalması. Emperyalistlerin baskısıyla bırakılmış olması onun için önemli. “Başkan Apo’nun heykelini dikeceğiz.” diyen Demirtaş’ın özgürlüğü, Türk devletinin onurundan daha önemli onun için. Bundan da kim için çalıştığı anlaşılmakta.

CHP’li bazı vekillerin son günlerdeki Demirtaş sevgisini yadırgamamak gerek. Atalarımız: Ön tekerlek nereye giderse art tekerlek de oraya gider.” sözü gereğidir bu sevgi.

Kılıçdaroğlu ve arkadaşları; CHP’nin köküne, bedenine baltalar vurmakta. CHP’yi hızla Atatürk’ten, tarihinden koparmakta. CHP’nin Atatürkçü tabanı bu yok edişi daha ne kadar izleyecek sessizlik içinde? Çünkü bu yapılan, devlete muhalefettir; AKP’ye değil.

Yedi düveli tepelemiş bir Türkiye, emperyalizmin ayak oyunlarına teslim olup yeni mandacılığa boyun eğer mi?                                                        

30 Aralık 2020

 

 

YENİ MANDACILAR


CHP’li bir vekil, TBMM kürsüsünde konuşuyor. Heyecanlı ve sinirli…

Kendince iktidara muhalefet yapmakta… 

Sert konuşmasının nedeni seçmenlerine, özellikle de kendini vekil listesine yazan genel başkanına beğendirmek. “Bak, bizim vekil nasıl da sert yüklendi iktidara.” dedirtmeye çalışmakta.

            Vekilin adı: Turan Aydoğan…

            O da Demirtaş özgürlükçülerinden… Memleketin en önemli sorunu ona göre Demirtaş’ın özgürlüğü… Varsa yoksa Demirtaş…  

            “Demirtaş’ı serbest bırakmazsanız size para vermezler, aç kalırsınız.” demekte vekil. Vekil Efendi’nin umudu Batı ülkelerinden alınacak borç… Ülkemizin kalkınması için başka bir çözümü yok! Avrupa’nın gücüne tapınmakta. Demirtaş’ı bırakırsak borç alabilirmişiz. Yoksa aç kalırmışız. Vay be, ne vekilmiş? İnsan sormadan edemiyor: “Bu vekil, Brüksel’den mi seçilip TBMM’ye girdi?”

            Vekil, kürsüde kükrüyor. Elindeki Avrupa sopasını millete sallayarak tehdit ediyor halkı.

            “Aç kalacak” olan kim? Türk halkı…

            Aç bırakacak olan kimler? Avrupalı emperyalistler…

            Neden?

            Bölücü terör örgütünün üyesi olarak yargılanan birini, salıvermek istemekte Avrupa. Türkiye’nin bölünüp parçalanması dün olduğu gibi bugün de umurlarında değil. Zaten bu, onların öteden beri amaçları…

            Vekil, dünün mandacıları gibi… Emperyalistlerin korumasından başka bir çözüm bulamıyor. Çünkü halka inanmıyor, halka dayanmıyor.

İlk başta heyecan ve sinirini görünce milletin çıkarları için emperyalistlere kükreyeceğini sanıyor insan. Oysa emperyalistler adına millete kükreyip tehdit etmekte Bay Vekil.

İşin en acı yanı ne, biliyor musunuz? Mandacılığa, emperyalizme uşaklığa karşı kurulmuş bir partinin vekili olması… Yani tam bağımsızlığı yaşam biçimi yapmış Atatürk’ün kurucusu olduğu partide bulunması.

            CHP’de mandacılar, emperyalizmden umar bekleyenler partiyi ele geçirirken Kemalistler kapı dışarı edildi. Böyle bir durumdan sonra ne bekliyoruz ki?

                                                           28 Aralık 2020

 

 

 

 

 

 

PARAYA TAPINAN ÇOCUKLAR VE GENÇLER


Son kırk yılda hem ülkemiz hem de dünya değişti. Yeni anlayışlar, yaşam biçimleri, yaşama bakış açıları,  değerler değişimi topluma yerleşti. Çok hızlı bir biçimde değişim ve dönüşüm yaşadık. Bu değişim ve dönüşümün öncülüğünü önce televizyonlar, sonrasında internet yaptı. Toplumun egemenleri iletişim organlarını,  kendi siyasal görüşlerini kitlelere yaymak ve toplumu dönüştürmek için kullandı. Muhalif olan siyasal oluşumlar da bu değişim ve dönüşüme uygun olarak değişti.

Ülkemizde dostluğu, komşuluğu, akrabalığı, hatır gönül dinlemeyi, insana ve doğaya saygıyı 12 Eylül’le yitirmeye başladık. Yüzlerce yılda oluşan değerlerimiz bir yana itilerek onların yerlerine maddi varlıklar getirildi. Oysa insanı insan yapan, soyut olarak görülse de toplumsal dokumuzu çelikleştiren değerlerimizdir. Bu değerler, toplumu dönüştürmek isteyen egemenlerce küçümsendi. Hatta aşağılandı bile.

Bilime, sanata, ekine, beceriye, yeteneğe saygı gösteren toplumsal yapımızda gedikler açılmaya başlandı liberal saldırılarla. Bu alanlarda başarı gösterenlere, toplumun saygılı davranması egemenlerce yadırgandı. Yaratıcılık, üretkenlik boşa emek harcamak olarak gösterildi. Toplum yararına iş yapanlara enayi damgası vuruldu acımasızca.

Toplumculuğun yerini bireycilik aldı giderek. Hangi yoldan olursa olsun para kazananlar, toplumun önüne örnek olarak çıkarıldı. Yeter ki paran olsun kimse elindeki paranın kirlisine, temizine bakmamaya başladı. Birçok kişi, cüzdanı, evindeki eşyaları, evi, arabası, sahip olduğu taşınmazlarla övünür oldu. Para ve mal düşkünlüğü, çoğu zaman rahatsız edici bir görgüsüzlüğe dönüştü.  Doğal olarak bu görgüsüzlük, büyüklerden çocuklara da yansıdı. Artık küçücük çocuklar bile konuşmaya başlayınca giydiği ayakkabının ve diğer giysilerin markasından söze başladılar. Moda markaları alıp kullanmak bir beceri ve amaç olduğu yaygınlaştı insanlar içinde.

Geçen yıla dek kullandığımız yerli marka bir otomobilimiz vardı. Araba yirmi yıllıktı. Aracımızı eşim kullanırdı. Eşim, önce çocuğumuzu okuluna bırakır, sonrasında kendi okuluna giderdi. Akşam da çocuğumuzu alarak eve gelirdi.

Bir gün çocuğumuzun sınıf arkadaşlarından birinin annesi arabası onarımda olduğu için eşimle dönmek istedi evlerine. Çocuk arabamıza binmek için annesiyle yaklaştı. Arabanın eskiliğini görünce “Ben bu arabaya binmem, bu çok eski.” diyerek arabaya tükürdü. Doğaldır ki çocuğun annesi bu duruma çok üzüldü. Ancak o anda yapacak bir şey yoktu. Bu konu, çocuğun genel eğitimiyle ilgiliydi ve bu özellikle ailede olmalıydı.

Salgın nedeniyle dersler internetten yapılmakta. İster istemez derslere kulak misafiri olmaktayız. Ne yazık ki birçok çocuğun marka, moda düşkünlüğünü işittikçe üzülmekteyiz. İnsanlara kala kala övünç duyacakları marka ve görgüsüzlük kaldı. Oysa insan; yetenekleri, becerileri, topluma ve doğaya yaptığı katkılarla içten içe, insanlara pek belli etmeden gurur duymalı. “Övünmeli” demedim, “gurur duymalı” dedim. Bu “gurur duyma” da aşırılığa kaçmamalı. Övgülerin başkalarından gelmesini beklenmeli. Övgüler karşısında da alçakgönüllülük korunmalı.

Çevremizdeki çocuk ve gençlere bakınca maddi varlıklara tapınma düzeyindeki ilgileri karşısında şaşkınlıkla karışık bir üzüntü duymaktayız. Bu durum, onların içinde saklı cevheri yok etmekte. Değerlendirilmesi gereken üstün yetenekleri, eşsiz becerileri ortaya çıkmıyor bu nedenle. Böylece toplumuzu ileri taşıyacak bunca değer yok olup gitmekte gözümüzün önünde.

Çocuk ve gençlere toplum için, insanlık için bir şey yapmayı öğretmeliyiz. İleri giden, mutlu olan, varsıllaşan toplumların, bireylerinin de içinde yaşadıkları toplum gibi olacakları anlatmalı onlara. Toplum mutluysa birey de mutludur. Toplum erinçliyse birey de erinç içindedir.

Görgüsüzlük insana yakışmayan bir davranış. İnsanları yedikleri, içtikleri, giydikleri, oturdukları, kullandıkları, satın aldıklarıyla değerlendirmek nasıl bir açgözlülüktür?

Doğada yiyip içtiği, yattığı yerle övünen bir canlı gördünüz mü?

                                                           27 Aralık 2020

"İLK İNSAN BEBEK Mİ, YOKSA YETİŞKİN MİYDİ?"

 

Atacan’ın (9) birkaç yıldır sürekli sorduğu bir soru var bana. “Dünyadaki ilk insan bebek mi, yoksa yetişkin miydi?” Evet, insan yaşamının başlangıcını merak edenler için tartışılması gereken bir soru. Aslında bu sorunun içinde evrimle yaradılış kuramlarının tartışması da var.

Sözü, Atacan’a bırakalım burada… “Eğer ilk insan bebek olarak dünyaya geldiyse kimden doğdu?  Yırtıcılardan kendisini nasıl korudu? Nasıl beslendi? Gereksinimlerini nasıl karşıladı? Bildiklerini kimden öğrendi? İyiyle kötüyü nasıl birbirinden ayırdı?” sorularını yöneltiyor. Bunlara benzer sorular sürüp gitmekte.

Atacan: “Eğer yetişkin olarak dünyaya geldiyse ilk insan, bebek olmadan nasıl doğdu, kimden doğdu? Yetişkinlik bilgilerini kimlerden öğrendi? Dost ile düşmanı birbirinden nasıl ayırt etti? Bilincini nasıl oluşturdu? Çocuklarını nasıl eğitti? İlk insanı Tanrı yarattıysa nasıl doğdu?” sorularını birbirini ardına yöneltiyor bana.

Çocuğun bu sorularına inandırıcı yanıtlar veremedim henüz. Yaradılış kuramınca açıklamak istedim usuna yatmadı söylediklerim.

Evrim kuramı gereğince konuyu açıklamaya çalıştım ona birkaç kez. Evrimin bir anda olmadığını ve uzun bir süreci kapsadığını anlattım ona uzun uzadıya. Her şeyin bir süreç içinde geliştiğini, hiçbir varlığın durağan olmadığını, her canlının zaman içerisinde değişime uğradığını konuştuk onunla. Birçok araştırma yaptık. Evrim sürecinde canlıların nasıl değiştiğini ve yetenekler kazanıp yitirdiğini tartıştık.

Konunun en iyi örneği, evrenin ve güneş sisteminin oluşması oldu. Zamanla da dünyanın oluşumu ona mantıklı geldi. Canlıları, dolayısıyla insanları da dünyaya benzettik. Dünya ile canlıların benzer evrim süreçlerinden geçtiklerinde anlaştık. Ama yine de sorusunu her fırsatta yinelemekte.

Evet, Atacan’ın bu sorusunu, tartışıp yanıtlamak gerek. Yanıtlar da onu inandırmalı. Kafasındaki soruların tamamen yok olması olanaksız. Çünkü soruları artmakta. Bilmenin en iyi yolu da soru sormak değil mi?

Sadi Şirazi: Sorsa bilirdi, bilse sorardı.” Sözünü boşuna mı söyledi?

                                                                      26 Aralık 2020

 

 

KULAKLARIMA İNANAMADIM


Kılıçdaroğlu 22 Aralık 2020 günü partisinin grup toplantısında konuşurken söylediklerini işitince kulaklarıma inanamadım önce. Sonra söylediklerini bir de internetten dinledim. Yazılı basına baktım. İşittiklerim doğruymuş ne yazık ki…

“Sen asıl vergiyi, alınması gereken yerlerden vergi alacaksın. Uyuşturucu ticareti yapan adamdan da vergi alacaksın. Organ ticareti yapan adamdan da vergi alacaksın. Kara parayı aklamayacaksın. Kara paraya izin vermeyeceksin. Kara parayla devleti dolandıranlardan da vergi alacaksın. (Bkz. https://chp.org.tr/haberler/chp-genel-baskani-kemal-kilicdaroglu-tbmm-chp-grup-toplantisinda-konustu-22-aralik-2020 )” diye konuştu Kılıçdaroğlu. Bu sözlere bakınca Kılıçdaroğlu ya ne konuştuğunu bilmiyor ya da devlet dediğimiz aygıtın nasıl çalıştığından haberi yok, diye düşünmekte insan. Ayrıca bu alıntıdaki tümce bozuklukları, dil devrimini yapmış bir partinin genel başkanına yakışmadığını da söylemeliyim.

Kemal Bey, uyuşturucunun ve organ ticaretinin vergi levhası olan dükkânlarda yapıldığını sanmakta. Hayranı olduğu AB ülkelerinden Hollanda’da uyuşturucudan vergi alınmakta. Hollanda’da olduğu gibi uyuşturucunun serbestçe içilmesini mi dile getirdi çaktırmadan? Bu aralar çok fazla AB ve ABD masalı dinlediğinden bilinçaltı, bu masallarla kirlenip doldu sanırım. En tehlikelisi de Kılıçdaroğlu, ülkemizi uyuşturucu ve organ ticaretinin açıkça yapıldığı bir ülke olarak mı herkese göstermek istiyor. Türkiye’yi kara para cenneti olarak gösterme amacı mıdır bu? Böylece ülkemizi “haydut devlet” mi ilan ettirecek?

Uyuşturucu ve organ ticareti yapanlardan vergi alınmasını önermek, bu yasadışılıkları meşrulaştırma amacı taşımaz mı?

Kemal Bey, eliniz değmişken bir hesap uzmanı(!) olarak uyuşturucu ve organ türüne göre ne kadar vergi alınacağını da söyleseydiniz bari. Örneğin; dalak, ciğer, mide, beyin, göz, kulak, kol, bacak, parmak, dilden ne kadar vergi alınsın. Açıklayın ki adaletsizlik olmasın. Siz adaleti(!) çok seversiniz de…

Devlet, her şeyi hukuk içinde yapar. Hukukun egemen olduğu bir ülkede kara para da uyuşturucu ve organ ticareti de olmaz. Olursa da bunun adı kaçakçılıktır. Dünyada, kaçakçıların vergi verdiği bir ülke var mı?

Kılıçdaroğlu yaşadığı ülkenin de yönettiği partinin de farkında değil. AKP’ye muhalefet etmeyi, devlete ve ulusa muhalefet etmek olarak anlamakta.

CHP’nin kökeni Müdafaa-i Hukuk’tur. Savaş koşullarında bile her şeyi, hukuka uygun yapan bir kökü var CHP’nin. Eee, sen kalkar “1930’ların CHP’si değiliz.” dersen Atatürk’ü de İnönü’yü de bir yana atarsın. Köklerinden koparsın. Köklerinden kopunca da savrulursun rüzgâra göre.

CHP’nin Atatürkçü, yurtsever tabanı ağzından çıkanın ne anlama geldiğini bilmeyen genel başkanı daha ne kadar sırtında taşıyacak? İnatla böylesi bir genel başkanı sırtında taşmanın ülkeye de CHP’ye de verdiği zararlar görülmüyor mu?

Türkiye gibi köklü bir geçmişi olan bir ülkede, uyuşturucu ve organ ticaretinden vergi almayı öneren birinin iktidar olma olasılığı var mıdır? Türkiye gerçeklerinden uzak birinin yıllardır ana muhalefet partisinin başında olması inanılmaz bir şey.

Atatürk’ün iki büyük eserinden biri olan CHP kimlerin elinde, nereye?

                                                                                               24 Aralık 2020

BAKLAN OVASI’NI KAVURAN KURAKLIK


Baklan Ovası, bin bir bereketiyle birçok insanın ekmek teknesidir. Üzümü, buğdayı, arpası, haşhaşı ve türlü meyveleriyle insanların sofrasına ekmek, ürününe bereket, kesesine para katar. Ovanın bereketi, çevre köylerde yaşayanların mutlu bir yaşam sürmesini sağlar.

Çökelez Dağı, Baklan Ovası’nın koruyucusu gibidir. Bir kartal duruşuyla yukarıdan gözetler ovayı. Suları, selleri ovaya bereket getirir. Ağaçlarından düşen yapraklar, kuruyan otlar su ve rüzgârlarla sürüklenerek ovanın toprağına karışıp yeşil gübreye dönüşür.

Batı yandan Çökelez Dağı ovaya tüm heybetiyle bakarken doğu yanda ise Beşparmak Dağı, güneşin ovaya doğmasına yardım eder. Bu dağa Beşparmak denmesinin nedeni, karşıdan bakıldığında parmakları açık bir ele benzediğindendir. Baklan Ovası, iki dağın doğu ve batı yönünden koruması altında bir nazlı kız gibi uzanır. Aslında ovayı besleyen bu dağlardır. Bu dağlar sayesinde var olur ova. Toprakların verimini artıran bu dağlardır.

Çiftçiliğin eski zamanlardan kopup gelen bir sanata dönüştüğü yerdir Baklan Ovası. Ovanın altı, bilinmeyen zamanların uygarlık kalıntılarıyla doludur. Uygarlık kalıntıları toprak altında kalsa da ova köylerinde yaşayanlar, bu uygarlıkların ekinsel kalıtını taşıyıp korumaktalar.

Büyük Menderes, Baklan Ovası’nı adeta yalayarak nazlı bir gelin gibi akıp gider. Ovanın içine dalmaz ki toprağın bütünlüğü bozulmasın. Kıyıdan kıyıdan gider sessizce. Ovanın arpa ve buğdayı Menderes’in güçlü sularının döndürdüğü değirmenlerde una dönüşür. Bu değirmenler yüzyıllara meydan okuyarak insanların sofralarına lezzetli ekmekleri sundu. Burada doğanın vergisiyle insanın emeği birleşerek ekmeğe, aşa dönüşür. Ne yazık ki birçok yerde olduğu gibi burada da geleneksel değirmenler, değirmencilik ve ekmek yapımı anılarda yaşamakta artık. Son yıllarda Baklan Ovası köylerinin kendi ürettikleri buğdaylarını su değirmenlerinde öğüterek yaptıkları geleneksel ekmeklerin yerine, fırınlardan ekmek aldıklarını üzülerek gördüm.  

Büyük Menderes, yalnızca Baklan Ovası’na değil, geçtiği tüm topraklara bereket getirir. Bu bereket, bin yıldır uygarlığa dönüştü. Burada oluşan birçok uygarlığın yaratıları, tüm dünya insanlığına yol gösterdi. Onların gelişmesini sağladı. İnsanlık tarihinin birçok ilkleri Menderes havzasında doğup yayıldı yeryüzüne. İlk devletlerin birçoğu burada kuruldu. Dünya ticaretinin, paranın merkezidir bu uygarlık toprakları. Büyük Menderes Nehri ve onu besleyen dağlar olmasaydı bu uygarlıklar olur muydu? Bu nehir olmasaydı ovalarından bal, dağlarından yağ akan yerler olur muydu? Büyük Menderes olmasaydı bin bir bereket fışkıran topraklar, çorak çöllere dönüşmez miydi?

Çiftçilerin gözü, dört mevsim ovanın üzerindedir. Ovadaki değişimler, yağışlar, seller, kuraklıklar gözlemlenir. Hasat zamanı gelmeden hesaplar yapılır elde edilecek ürünlerle ilgili. Çiftçinin yalnızca ailesi değil; ahırında beslediği hayvanlar, kümesinde baktığı tavukların da geçimi, yaşamda kalması ovadaki ürüne bakar. Ürün yoksa geçim ve yaşam da yok! Baklan Ovası, çiftçinin umudunu saklar toprağında. O umut ki insanı, yaşama ve toprağına bağlar.

Çiftçinin bir gözü toprağında, diğer gözü gökyüzündedir. Yağmur zamanında olmayan yağış, verimi düşürür; hatta yok eder. Sıcağın aşırı olması kuraklık, normal olması ise verim getirir.

1942 yazında aşırı sıcaklar görüldü Baklan Ovası’nda. Güneyden esen yel, havanın nemini alıp götürdü, toprağı kuruttu. Büyük bir kuraklığın habercisiydi bu durum.  Ovadaki yeşil yapraklar sararıp soldu. İnsanların umutları bir bir yok oldu. Toprak susuzluktan çatladı. Çatlaklar büyüdü, büyüdü kimi yerlerde hendeğe dönüştü. Bu durum karşısında yüzler gülmez oldu. Umutsuzluk, bir kara bulut gibi çöktü insanların omuzlarına. Tarla, bahçe ve bağlardaki ürünler kuruyup yandı. Harmanlar cılız tümseklere döndü. Ne saman çıktı yeterince ne de arpa, buğday. Asmalardaki üzümlerin suları çekildi. Asma kütükleri kuruyup çatırdamaya başladı kuraklıktan. Bağbozumu olmadı. Çünkü bozulacak bağ yoktu.

Ekim ayı geldi çattı. Topraklar zor da olsa sürüldü. Sürülen toprak değil, sanki bir betondu. Toprağı sürerken öküzler, atlar zorlandı. Sabanlar toprağın böğrüne saplanamadı. Bazı öküzlerin, atların güçleri yetmeyince ayakları kayıp yere düştü. Kimi bilgisiz çiftçiler, bu durumdan çift hayvanlarını sorumlu tutup değnek ve kamçıyla vurdular onlara.  Yeterli beslenemeyen hayvanlar dayanamadı bu eziyete. Kimi tarlada öldü, kimi ahırda. Açlıktan ölen hayvanların leşleri kurda kuşa can oldu.

Tarlalar umutsuzca ekildi. Her şey toprağa düşecek tek damla suya kalmıştı. Gözler gökyüzüne çevrilmiş, eller duaya durmuştu.

Kasım ayında tek damla düşmedi ovaya. Derepınar’ın suyu iyice azaldı, azaldı ipliğe döndü. Toprak testiler, emzikliler, ibrikler, kovalar su dolmaz oldu. Çeşme yalaklarında bir damla suyu ara ki bulasın. Yalnız toprak değil, tüm canlılar susuzluktan kavrulmaya başladı. Umarsız kalan halk, ne yapacağını şaşırdı. Bir damla su için savaşmaktaydı herkes.   Halk, yağmur duası yapmaya karar verdi. İsabey’de herkes, çoluk çocuk demeden yağmur duasına çıktı. İlk dua için Türkmentepe’ye yüründü. En önde imamlarla güngörmüş yaşulular, arkalarında köyün eli saban, tırpan, orak tutan erkekleri, arkalarında kadınlar çocuklarıyla. En arkada ilkokul öğrencileri üçlü sıra olmuş öğretmenleriyle yürüdüler duaya. Türkmentepe’ye gelindiğinde erkekler halka oldular, dua başladı. Kadınlar ve çocuklar da ellerini açıp duaya durdular. Yazırlılar, ivecenlikle yetiştiler duaya. Mahmutgazililer son anda gelip duaya katıldı. Bayıralanlılar, Çökelez'in umuduyla koşturdular. Bilen, bildiği kadar dua okudu. Herkes okunan dualara içlerinden koparcasına “Amin!” dedi. Yinelenen “Amin!” sesleriyle her yan inledi. Öğrenciler, dualar bitince halkanın çevresinde dönerek “Tekneden hamur/ Tarlada çamur/ Ver Allah’ım ver/ Sicim gibi yağmur” tekerlemesini, gırtlakları yırtılırcasına bağırdılar. Önce öğrenciler, tekerlemeyi bağıra bağıra ayrıldılar Türkmentepe’den. Herkes yavaş yavaş, istemeyerek ve ayaklarını sürüyerek evlerinin yolunu tuttu.

            Zaman geçip gidiyor, ama tek damla yere düşmedi. Ne kar ne yağmur… Kış geçip gitti. Umutlar bahara kaldı.

Dönem çok kötü… II. Dünya Savaşı yılları… Savaş kapıda, Türkiye tetikte… Zaten ekmek karneye bağlanmış. Ülke kaynakları kıt… Yeni kurulan bir devlet, tam da kendini toparlamaya çalışırken savaş tehditleriyle karşı karşıya… On yıl süren aralıksız savaşlarda genç nüfusumuzun çoğu kırılmış. Toprakta, fabrikada çalışacak insan yok! Yeni bir genç kuşak yetişmekte umut içinde. Bu nedenle savaştan uzak, tetikte beklemekteyiz. İnsanımızın kırılmaması için büyük bir çabamız var.

1943 baharında da yağmur yağmadı. Baharda Derepınar, Kavakpınarı, Türkmentepe ve birçok yerde yağmur duasına çıkıldı. Kurbanlar kesildi. Kavakpınar’da yapılan yağmur duasına neredeyse yatalaklar bile geldi. İki çoban, kendi sürüleriyle katıldı duaya. Kuzuları, koyunlardan ayırıp karşılıklı yerlere koydular. Kuzular, annelerine kavuşmak için durmadan meleşti. Koyunlar da yavruları için meleşip durdu. Bu meleşmeye, insan olanın yüreği dayanmadı. Gök de dayanmaz diye düşünüldü. Gök dayanmaz da iki damla gözyaşı döker diye umut edildi. Bu meleşme, toprağı çatlattı çatlatmasına, ama göğün umurunda olmadı.  Baklan Ovası’nın cümle köyleri duaya çıktı. Herkes, en içten dualarıyla el açtı Allah’ına. Aç bebelerin, dilsiz hayvanların, bin bir türde meyve veren ağaçların, canı az otların, yüklü kadınların aşkı için bir damla su için yalvardı diller. Yağmur yağmadı.

Annelerin, ninelerin gözpınarları kurudu ağlamaktan. Kızların umutları söndü. Delikanlıların coşkuları duruldu. Çocukların neşeleri kaçtı, oyun oynayamaz oldular. Gelinler, gebe kalamadı. Kalanlar düşük yaptı.  Hayvanlara otlak bulunmadı. Çobanlar, en yanık ezgilerini söylediler dağ yamaçlarından.

 

Cılız başaklar, karamsarlığı körükledi. Yaz geldi. Zaten ekinden, üzümden umut yok! Bir sabah uyanınca İsabeyliler ve cümle Çal köyleri ikinci bir afetle karşılaştı. O da ne? Kuş desek kuş değil, böcek desek böcek değil, acayip bir yaratık sürü sürü abandı bağa, bahçeye, tarlaya. Bu çekirge sürüsü, bugüne dek görülmemiş bir şeydi. Serçe büyüklüğündeki çekirgeler, cılız ekinleri hızla tüketmeye başladı. Bağlarda yaprak koymadılar, yiyip bitirdiler. Halk eline geçirdiyse kürek, kepçe, yaba, file ve benzeri araçlarla çekirgeleri kuyulara, hendeklere sürüp atmak için didinip durdu.

Yiyecek bir şey kalmayınca semiren çekirgeler, ovayı terk etti. Bu terk edişten sonra sanki kuraklık daha da arttı ve toprak iyice kurudu. Toprak çoraklaştı. Çöl çekirgeleri gitmesine gitti de ne ekin bıraktı ne de meyve. Yaz ve sonbaharda doğru düzgün harman olmadı. Çiftçilerin çoğunun elinde tohum için bile bir avuç ekin yoktu! Varsıl komşular, yoksulların imdadına yetişti. Ekmekler, aşlar bölüşüldü.

Ekim ayı gelip çattı. Çoğu kişinin toprağa ekecek bir avuç tohumu yok. Devlet adamları gelip hesap kitap yaptılar. Köylüye tohum yardımı yapıldı. Tohum verilmiş verilmesine de ekecek tarla yok! Ekim başında başlayan yağmurlar dur durak bilmedi. Ova suyla dolup kocaman bir göl oldu. Gölleşen toprağı sürmek ne mümkün! Kuraklıktan yakınan çiftçi, şimdi de suyun bastığı tarlalarına girememenin umarsızlığıyla ne yapacağını bilememiş. Herkes, herkesten görüş sormuş, ancak umut verici bir yanıt, düşünce çıkmamış ortaya. Kasım ayı geçmiş, göl çekilmemiş, yağmur dinmemiş.

Dedem, yaşlı ve iki gözü kör amcasına gidip durumu anlatmış. Yardım niyetine verilen tohumlar ve göllenen ova konusunda görüş istemiş ondan. O, yüzünü görmeyip sesini işittiği yeğenini dinlemiş sonuna dek. Avucunu, avucuna alıp demiş ki: “Bak Mustafa’m, ben gençken böyle bir afet yaşanmıştık. Ova suyla dolmuştu. Ne yapacağımızı bilememiştik. Bahar geldiğinde su çekilip gitti. Tohumları ektik ve o yıl ki verim rekor kırdı. Ekinlerimizi koyacak ambar bulamadık. Tohum işine gelince… Devletin verdiği tohumla elindeki tohumu karıştırarak ek ki işi garantiye al. Biri olmazsa diğeri olur.” demiş. Dedem de amcasının değini yapmış. Tohumları karıştırıp suyun çekilmesini beklemiş komşuları gibi.

1944 Mart’ı gelince su çekilmiş. Susamış toprak suyu içmiş, içine sindirmiş. Çiftçiler, atları ve öküzleriyle çift sürmeye koşmuşlar. Çiftler sürülmüş, tohumlar ekilmiş. Herkes beklemeye başlamış, ne olacak diye. Yaz gelmeden ekinler öyle boy atmış ki kimse gözlerine inanamamış. Başaklar alışılanın dışında olağanüstüymüş. Harmanlar olmuş. Arpalar, buğdaylar ambarlara sığmamış; samanları samanlıklar almamış. Meyveler, dallarının ağırlığına dayanamamış. Bu yıl doğan çocuklar gürbüzleşmiş kısa zamanda. Ahırda, ağılda, kümeste hayvanlar çoğalmış. Bereket taşmış bağlardan, bahçelerden, tarlalardan.

Annem, 1944 Mart’ında doğdu. Bu nedenle dedem, annemi severken “Sen, bereketinle geldin, kıtlığı bitirdin. Ovamıza can getirdin kızım. İyi ki doğdun sen.” derdi.

Doğa ana, kuraklık ve ardından gelen ardı kesilmeyen yağmurlarla kendini yeniledi. Yavrularını aç açık bırakmadı. Malın masadın rızkını koydu önüne. Büyük Menderes eski neşesini buldu. Kurdun kuşun karnı doydu. Doğa dengesini buldu.

Doğayı kendi haline bırakmalı. O ne yapacağını bilir, yavrularını aç bırakmaz. Yeter ki ona saygı duyalım, onu koruyalım.

                                                                       21 Aralık 2020

ÜZÜM SERGİSİNDE YILDIZLARLA YOLDAŞLIK

 

Baklan Ovası bir üzüm uçmağıdır. Sakın abartı sayılmasın! Belki de dünyanın en lezzetli üzümleri burada yetişir (Sevgili Burhan Voyvoda, ova sulandıktan sonra üzümlerin tatlarının değiştiğini söylemekte.). Ovanın acar insanları, işlerine sevdalıdır. En iyisini yapma, en iyisini üretme, en lezzetlisini sofraya koyma konusunda kendileriyle yarışır.

İnsanın kendi kendisiyle yarışması güzel bir şey… Kendisiyle yarışan kişi, doğruyu bulmada güçlük çekmez. Bu, hep en iyiyi arama çabasıdır. İyinin peşinde koşan kişi er geç amaca ulaşır.

Bağcılık, atalardan kalıttır İsabeylilere. Atalardan öğrenilen bilgiler, deneyimler sonraki kuşaklarca varsıllaştırılarak torunlara aktarılır. Böylece kuşaklar boyunca bilgi ve uygulama sürer gider. Aslında bağlar, bahçeler, tarlalar bir eğitim alanıdır. Küçükler, büyüklerinden bu eğitim alanlarında tarımla ilgili ilk bilgilerini uygulamalı olarak alırlar. Uygulamayla öğrenilenler unutulmaz. Bilgilenmenin, öğrenmenin en iyi yolu, uygulama ve deneydir. İşte,  tarım alanları en geniş ve uygun deney alanıdır.

İsabey’in yaşuluları (yaşlıları) sakin, sabırlı, öfkelerini kontrol edebilen kişilerdir. Bu nedenle küçüklere öğretirken sabırlı davranışları öne çıkar.

İsabeyliler emeklerinin karşılıklarını almış, yetiştirdikleri çekirdeksiz üzümlerini tescillendirerek haklı bir övünce kavuşmuşlardır. Bu övünce giden yol, kuşaklar boyunca oluşturulup aktarılan deneyim ve bilgi birikimidir. Bilgi, yaşama uygulandığında büyük değer kazanır.

Doğa ana, evlatlarını yormamak ve yoksun bırakmamak için işleri sıraya koyar, derim sıkça. Sıraya koyar ki çiftçi yavruları sıkışmasın, hepsini değerlendirme, toplama fırsatı bulsun. Böylece de yavruları kışı karnı tok, sırtı pek geçirirler.

Doğa ana Baklan Ovası çiftçilerine gerekli zamanı ve koşulları vererek önce arpa, sonrasında buğday hasadını yapmalarını sağladı. Ambarlar, tahılla dolunca sıra bağlara gelir. Hem kışlık eğlencelikleri hem de para kazanılacak ürünün hasadına gelmiştir sıra.

Temmuz ortasında Çal karasına ilk alaca düştüğünde yüzler güler. İnsanların içine sevinç dolar. İlk alaca lezzetin habercisidir. İlk üzümler koparılıp sofraya geldiğinde mutluluk doruğa çıkar. Doğa ana, yavrularına emeklerinin karşılığını sunmuştur, hem de cömertçe. Olgunlaşan ilk üzümler, evlere farklı bir tadın muştusudur. Yaz başından beri türlü meyvelerle şenlenen sofralarda üzüm de yerini almıştır artık.

Çal karasından sonra diğer üzüm türleri sıraya girer. Yavaş yavaş onlar da olgunlaşmaya başlar. Üzümlerin olgunlaşmasıyla yeni bir çalışma başlar. Eylülün gelmesiyle üzümlerin kurutulacağı sergi yeri hazırlanır. Önce çardak elden geçirilir. Çardak, yerden birkaç metre yükseklikte bir yer. Geceleyin üzüm sergisini bekleyenlerin kaldıkları yer. Yüksek olmasının nedeni, hem kurutulan üzümleri görmek hem de çevreyi gözetlemek.

Sergi yerindeki toprak, yurgu taşıyla iyice bastırılıp düzeltilir. Eylül’ün 15’inde çekirdeksiz üzümler kesilmeye başlanır kurutulmak için. Önceden posota hazırlanır. Posotanın içinde potasyum vardır. Ayrıca üzümün parlaklığını artırmak ve canlı görüntüsünü korumak için zeytinyağı katılır posotaya. Eğer yeterli potasyum yoksa bunun yerine kül karıştırılır suya. Çiftçilerin çoğu potasyumu az koyarak külle destekler karışımı. Karışım, tamamen doğaldır. Karşımın doğru yapıldığını anlamak için sıvının içine domates atılır. Eğer domates sıvıya batmaz, yüzeyde kalırsa demek olur ki karışım istenen kıvamdadır. Bu işte ustalaşanlar, göz kararıyla karşımın olup olmadığını anlarlar. Kesilen üzümler, kelterlere doldurulup sergi yerine getirilir. Ailenin deneyimli, işbilir bir büyüğünce salkımlar özenle posotaya batırılır. Sıvıya batırılan salkımların yüzü güneyi görecek biçimde sırayla dizilir ki güneşi doğrudan alıp kolayca kurusunlar diye.

Kurutulacak üzümler, ya sabah ya da ikindi serinliğinde toplanır. Çünkü serinlikte üzüm taneleri daha canlı ve serttir. Öğlen güneşi üzüm tanelerini gevşetir, canlılığını azaltır. Bu nedenle üzüm kesiminin zamanı, kurutma işinde çok önemli. Eğer kurutulan üzümlerin daha parlak ve bal rengi olması isteniyorsa kurutulma sırasında sırt tulumbasıyla üzerlerine bir kez daha posota atılır.

Çal karası ve iri kara üzümleri de kurutulur. Ancak bunlar posotayla yıkanmaz. Olduğu gibi güneşe serilir bu üzümler.

Üzümler bir haftaya kalmadan kurur. Kuruyan üzümler, ilk kurumaya bırakılandan başlanarak sırayla toplanmaya başlar. Üzümlere toz ve toprak bulaşmaz nedense. Toplanan üzümler çuvallara doldurulur. Çuvallar, evlere taşınır. Uygun bir zamanda üzümler sap ve çöplerinden ayrılır. Temizlenen üzümler torbalara doldurulur. Büyük çoğunluğu satılırken bir bölümü de aile üyelerinin yemeleri için ayrılır. Gelene, gidene üzüm ikram etmek ve uzaktaki tanıdıklara ağız tadımlığı üzüm göndermek gelenektir.

Kuru üzüm deyip geçmeyelim. İlk şeker fabrikalarımız Cumhuriyet’le kuruldu. Alpullu ve Uşak şeker fabrikaları kurulmadan önce halk, şeker gereksinimini dışalımla karşılardı. Bu da çok pahalıya patlardı. Bu nedenle şeker, günlük kullanıma giremezdi yoksul evlerde. O dönemde halkımızın yüzde doksanının yoksulluk içinde olduğu düşünüldüğünde ağız tatlandırmanın ne denli zor olduğu anlaşılır. Bu nedenle günlük yaşamımıza az da olsa girmiş olan çay ve kahve başta üzüm olmak üzere tatlı kuru meyvelerle tatlandırılırdı. Birçok tatlının tatlandırıcı hammaddesi üzümdü. Bu nedenle kuru üzüm günlük yaşamımızın vazgeçilmezlerindendi. Üzüm hoşafı içmeden sofradan kalkmak olmazdı. Cephede vatan için savaşan askerlerin sofrasının baştacıydı üzüm hoşafı.

Bağbozumuyla üzümlerin önemli bir bölümü yaş olarak satılır. Kurutulan üzümlerden sonra pekmezler kaynatılır. Sirke yapılır. Dileyen dünyanın en lezzetli şaraplarını yapar. Düğünlerin vazgeçilmezlerindendi şarap. Dost söyleşilerinin, yarenlik yapmanın ağız tadıydı şarap. Ancak şarabı içmenin de bir adabı vardır. Şarap seni içmeyecek, sen şarabı içeceksin. Yaren sofrasında koyvermeyeceksin kendini, oturduğun gibi kalkacaksın. Ağzınla içip dilinle konuşacaksın.

Üzüm kurutma eğlenceli bir iştir aslında. Üzüm sergilerindeki çardaklarda nöbet tutulur. Geceleyin yabani hayvanlar gelip dağıtmasın, hırlı hırsız uğramasın diyedir bu nöbet. Nöbet tutanların bazılarının yanında tüfeği bulunur. Bu, savunma amaçlıdır. Ancak çoğu kişinin yanında ya bir değnek vardır, ya da hiçbir şey yoktur. O sergi yıllarında tüfekle yaralanan ya da ölen kişi işitilmedi. O yıllarda sergilerden üzüm hırsızlığı da duyulmadı pek.

Üzüm sergisi nöbeti tutanların komşuluk ilişkileri de övgüye değer. Çıkınlarındaki iki lokma ekmek komşularla paylaşılırdı. Allah’ın kırında saatlerce üzüm nöbeti tutanlar, bu durumu fırsata çevirip yarenlik ederlerdi. Lokmalar, dertler, mutluluklar, zamanlar, gönüller paylaşılırdı. Toprak testilerdeki su söyleşilerine yaşam verirdi.

Bazı çocuklar, büyüklerle üzüm sergilerinde gecelemek isterlerdi. Bu, hem yaşamlarında bir değişiklik hem de bir eğlenceydi. Ben de dayılarımdan biri nöbete gittiğinde peşine takılmak için elli bin bahane uydururdum. Aslında bu duruma alışıktım. Çünkü asıl yaşadığım yer olan Trabzon-Of’ta fındık sergilerinde geceleyin nöbet tutmuştum çokça. Ama ovanın ortasında bir gece geçirmemiştim. Israrlarıma dayanamayıp dayım beni yanına aldı.

Eşeğe binip Kirazlı Bağ’a giderken yol boyunca yaban gülleri vardı. Yaban güllerinin ve böğürtlenlerin güzelliklerin daldım uzun süre. Arada sırada esen, yol boyunca tozlar uçuşturuyordu. Tozlar, kimi zaman bir buluta dönüşmekte. Kimi zaman da küçük burgular yapıp yitmekteler yolda. Yol kıyısında, bağları çevreleyen bitki örtüsünün yeşili yitmiş, toza bulanmış. Çitler boyunca uzanan bağ sırası da toza bulanmış. Çevremin büyüsüne dalmışken dayımın “Geldik!” diyen sesini işitince düşümden uyandım. Önce eşyalarımızı indirip yerleştirdik çardağa. Eşeği bağladık çardağın yanına. Hava karardı kararacak… Alacakaranlıkta bağda dolaştım biraz. Seçebildiğim meyvelerden toplayıp getirdim çardağa. Süleyman Dayı’mla söyleştik uzun süre. Sonrasında dayımla türküler söyledik. Türkü, yalnızlığımızı unutturdu. Dayımın sesinin ovanın en uzak yerinden işitildiği düşüncesindeydim. Söyleşimizde türkülerimiz de bitti.

Gece ilerliyor ardına bakmadan. Dayım epeyce yorgun, ancak bir yandan benimle söyleşmek istiyor, bir yandan da uyku gözkapaklarını yükleniyor. Derken ikimiz de uyumak için uzandık çardağa serili kilimin üzerine. Başımızı koymak için minder var iki tane. Bir de yorgan. Ben uyumayacağımı söyledim ona. O da bana “Üzümlerimiz sana emanet yeğenim!” dedi ve bir süre sonra uykuya daldı. Ben, oldum olası uykuyu sevmem. Uykum yok! Zaten geceler kısacık. Ova, sessiz bir derya… Gecenin ve bağların tadını çıkarmalıyım. Çardakta olmak güzel… Yüksekte olduğum içim görüş açım çok geniş.

Yanımızda ışığımız yok! Olmasın… Gökyüzünde yıldızlar birer fener gibi… Ay, ovada bulanık gölgeler oluşturmakta. Ova sessizlik içinde. Arada sırada bir kımıltı oluyor. Ya kuş ya da başka bir hayvan… Arada bir, bir gece kuşunun kanat sesi geliyor. Cılız böcek ötüşleri… Köyler, küçük ve cılız ışık kümeleri ovanın çevresinde. Gece yarısına doğru ışıklar gittikçe azaldı. Gece ilerledikçe gökyüzü ışıktan bir kubbe gibi gittikçe büyümekte. Gökyüzünün sonsuzluğu insanı büyülemekte. Kayan bir yıldız görmek için uzun süre gökyüzünü izledim. Serginin yanında bir hışırtı işittim. Eğildim baktım. Önce köpek sandım değilmiş. Anlatınca ürkek hayvanın bir tilki olduğunu sabahleyin dayımdan öğrendim. Kuru bir yapraktaki çekirge kımıltısı bile işitilmekte gece yarısı.

Gece yarısı bildiğim masalları yıldızlara anlattım uzun süre. “Yıldızlar işitir mi?” demeyin sakın. İşittiklerinden eminim. Çünkü ben anlattıkça göz kırptılar bana. Sabaha dek konuştum yıldızlarla. Ay’ın bütün ovayı dolaştığına tanıklık ettim. Gece boyunca ay ışığının yarattığı gölgeler değişip durdu. Yol kıyısındaki böğürtlenlerin tüylenmiş tohumları ay ışığında parlamakta. İmgelemler oluşturdum kafamda yıldızlara ovaya dair. Düşlerim kanatlanıp uçtu gökyüzüne. Onların kanat sesleriyle yüreğim irkildi.

Birden üşür gibi oldum. Kısa kollu gömlek var sırtımda. Yüzüm Baklan yönüne dönük. Az sonra Beşparmak Dağı’nın üstü ağarmaya başladı. Demek ki benim üşümem, sabahı muştuladı da haberim yok! Aydınlık soluk bir ışıktı, gittikçe parladı. Baklan seçilmeye başladı. Güneş kendini gösterdi yavaşça. Önce gölgeler uzadı Çökelez’e doğru. Bu gölgeler, Beşparmak’tan Çökelez’e gönderilen oklar mı, yoksa ulaklar mı? Gölgeler, Çökelez’e varmadan yok oldu. Sonrasında gölgeler gittikçe kısaldı.

Güneşin doğmasıyla dayım uyanıp kalktı. Zorunlu gereksinmelerimizi görüp elimizi, yüzümüzü yıkadık. Eşeğimizi yemledik. Heybemizdeki yiyeceklerimizi çıkardık. Bir gün önce ekmek günüydü. Anneanneme sıcak ekmeğe iki tane haşhaş yağı sürülmüş dürüm yaptırmıştım. Birini yemiş, diğerini de sarıp heybeye koymuştum bağda yerim diye. Heybemiz yiyecek dolu. Bağ komşumuz olan kişiye de ünledik, geldi. Soframız varsıllaştı. Ah, böyle sofra beylerde, paşalarda bulunmaz. Hafif yel tenimizi yalayıp gitmekte. İştahsız bir çocuk olarak bir gün öncesinden sakladığım dürümü alıp yalamadan yuttum. Tanrı’m bu ne lezzet! Böyle güzel bir gecenin sonunda böyle bir kahvaltı, dünyada kaç kişiye nasip olur ki? İşte ben, böylesine şanslı biri oldum o gün.

Çocukluğun bu tatlı anısı usuma geldikçe uçarım havalara, mutlulukla kanatlanırım. Acaba bugün yine üzüm sergilerinde nöbet tutanlar var mıdır? Haşhaş sürülmüş dürümler yapılır mı şimdilerde? Zamanın bencilliği yok etmiş midir üzüm sergilerini? Doğru düzgün hırsızlık olayının olmadığı o sergileri acaba kaç kişi anımsar? Günümüzde o sergiler, bazı kötü niyetlilerce talan ediliyor mudur?

İsabey’in insanın gözünün içine bakarak konuşan güzel insanlarının torunları dedelerini, ninelerini anımsarlar mı acep?

                                                                                   19 Aralık 2020


OVADA YILDIZLARLA KOYUN KOYUNA GECELEYENLER


Dünyanın her yerinde toprağı ekip biçmek kutsal kabul edilmiş, eski çağlarda bu nedenle törenler düzenlenmiştir. İnsanın topraktan ekmeğini çıkarması, her dönemde saygı duyulacak bir eylem olmuş. Çiftçinin toprağa alınterini akıtıp emeğiyle ürettiği her ürün, sofralarımızı varsıllaştırdı. Bu ürünler damarımıza kan, bedenimize can verdi. Alınteri, toprakta yeşerip tarla ve bahçelerimizde bereket, sofralarımızda nimet oldu.

Her türlü üretime alınteri döken, emek harcayan kişilerin baş tacımız olduğunu söylemeliyim öncelikle. Emeğiyle geçinmek, üretmek dünyanın en namuslu işidir.

Baklan Ovası, Denizli’nin Çal İlçesi sınırları içindedir. Çal’a bağlı bir kasaba iken sonradan ilçe olan Baklan ve ona bağlı birkaç köy, ovanın doğusunda yer alır. Ovayı güney, batı ve kuzeyden Çal’a bağlı köyler çevreler. Köy ve kasabalar, ovayı dağ eteklerinden çepeçevre kuşatır adeta. Atalarımız, deprem gerçeğini görerek yerleşim yerlerini ovaya değil de dağ eteklerine, sağlam kayaların üstüne kurmuşlar. Bu yolla da tarım alanları yapılaşmamış, korunmuştur.

Yerleşim yerlerinin yamaçlara kurulmasının ikinci nedeni ise halkın düşman, soyguncu, kötü niyetli çetelerin saldırılarından korunmak içindir. Tepeden bakınca hırlı hırsız kolayca görülür ve ona göre önlemler alınır.

Büyük Menderes Nehri, Baklan Ovası’nın kuzey ucundan kıvrım kıvrım kıvrılarak akıp gider. Ovanın içine dalmaz. Nazlı bir sevgili gibi tılsımlı dokunuşlarla ovayı, kıyıcığından yalayıp serinlik bırakır. Gelinören köyünden Çal topraklarına girer. Büyük Menderes, Dayılar ve Aşağı Seyit’ten geçerek Yukarı Seyit’e selam çakarak kuzeye yönelir. Çal topraklarını güney kuzey doğrultusunda menderesler çizerek geçip sonrasında güneye dönerek batıya yönelir. Yol boyunca bereket yüklü akan bu nehir, Çal topraklarına bereketini bırakmak için menderesler çizip dolaşarak doğal ve tarihsel görevini yerine getirir. Uç beylerinin yurt edindiği bu topraklara, saygısından olmalı ki doğu-batı doğrultusundaki yönünü değiştirerek uğrayıp bereketini getirir. Buğday üreten çiftçiye, kolaylık yapmak içindir bu akış. Menderes, çiftçiye: “Gel, suyumun üzerine değirmenler kur. Bu değirmenlerde tahılını öğüt ve ekmek yap.” diye seslenir uzandığı yatağından. Doğa ana, böylece çiftçinin işini kolaylaştırmak için su değirmenlerinin kurulacağı suyu da ovanın kıyısından geçirir.

İsabey, Baklan Ovası’nın en büyük yerleşim yerlerindendir. Kendine özgü gelenekleri ve aydın insanlarıyla göze çarpar bu kasaba. Dört mevsim karınca gibidir İsabeyliler. Çalışkanlıkları, üretmeye olan düşkünlükleri nedeniyle ovada en çok toprağı olan yerleşim yeridir burası.

Ova köylerinde iş bitmez. Her mevsimin kendine göre bir uğraşısı vardır. Sonbaharla ekim-dikim sezonunun son ürünleri ambarlara yerleştirilir. İşler tam bitti derken ekim ayında tarlalar yeniden sürülüp arpa ve buğday ekilir. Zaten ayın adı ekim değil mi? Ekim ayında ekim yapılır. Atalarımız ne güzel düşünmüşler bu ayın adını “ekim” vererek.

Arpa ve buğday tohumları toprağa ekilir. Aslında ekilmez, toprak anaya emanet verilir tohumlar. Toprak ana, çocuklarının emanetine sahip çıkar. Her tohumu, bağrında kutsal emanetmiş gibi saklar. Doğa ana, yağmuru bol eder. Kış boyunca tohumları korumak için toprağın ısısını ayarlar. Emanete, ihanet etmez.

Bahar gelip havaya, toprağa ve suya cemre düşünce doğada devinim başlar. Toprak yavaşa yavaş ısınmaya başlar. Güneş ışınları, toprağın bağrında kışı geçiren tohumları yeşermeye çağırır. Tohumlar, bu çağrıya uyar. Ova, yeşile keser. Bu taptaze bir yeşildir. İsabey’in üst mahallelerinden ovaya bakıldığında canlı, yeşil bir denizin büyüsüyle karşılaşılır. Hafif yelle yeşil denizde hafif dalgalar oluşur. Her dalgada yeşilin tonu değişir. Yeşil deniz, bahar yelinin etkisiyle dalgalanıp durur. Dibekbaşı’nda baharı yaşayan güngörmüş yaşulular (yaşlılar), yeşil denizin büyüsüne dalarak bir yandan çaylarını yudumlarken bir yandan da dalıp giderlerdi gençlik anılarına.

Baharla yeşeren tarlalar, çiftçinin yüzünü güldürür, umudunu artırır. Kış boyunca her gün umutlar, tıpkı yeşil deniz gibi büyüyüp göğerirdi yüreklerde. Umutla birlikte yürekler de büyürdü kış soğuğunda.  Umutla büyüyen yürekler, evleri ısıtırdı.

Tarlalar, yeşil bir denize dönerken tarlaları çevreleyen üzüm bağları, bağların içinden uç veren meyve ağaçları açık yeşil bir kuşak oluşturur. Çökelez’in eteklerinden başlar bağlar. Arazideki bağların çevresini badem ve armut ağaçları kuşatır. Dağın yamacından ovaya inildikçe bağların verimi artar. Dağ yamaçlarındaki bağlar, ova tarafından bakınca mendil gibi gözükür insana. Buralarda birçok üzüm türü bulunur. Genellikle evlerin günlük gereksinmelerini karşılamak içindir bu bağlar. Aralarında küçük sebze bahçeleri göze çarpar. Hele bu sebze bahçeleri sulanabilirse topraktaki bolluk anlatılamaz, yaşanır.

Dağ yamaçlarından sonra yerleşim yerleriyle birlikte bağlar uzanır boylu boyunca. Yalnız İsabey’de mi? Değil tabii ki… Bağlar, ovayı bir elips biçiminde çevreler. Bağlar; buğday, arpa ve haşhaş tarlalarının çevresinde yeşil bir halka oluşturur. Bu büyüye kapılınca bağların tarlaları koruyan yeşil bir kuşak, yapraktan bir sur olduğunu düşünürsünüz.

İsabey’in çekirdeksiz üzümü tescillidir. Ülkemizde belki de bir kasabaya özgü bir tescillenme, markadır bu. Bu da İsabey’i ülkemizde özel bir konuma yerleştirir. Çekirdeksiz üzüm deyip geçmeyelim. Ova insanına dört mevsim can ve kandır hem yaşı hem de kurusu. Çekirdeksiz üzümün erkesiyle yüzleri güler yurttaşın. Çekirdeksizin dışında razaki, kadınparmak, çal karası ve burada sayamayacağım üzüm türlerine rastlarsınız. Çal karasından yapılan şarapların ünü, ülkemizin dört bir yanına yayılmış, hatta yurtdışına taşmıştır.  

Baharla erikler çiçek açar. Onları kiraz, badem, armut, elma, vişne ve diğerleri izler. Yeşil denizin çevresinde gelinliğini giymiş meyve ağaçları göründükçe insan mutluluğunun ölçüsü olmaz.

Doğa ana işleri sıraya koyar. Tıpkı ürünlerin olgunlaşmasını sıraya koyduğu gibi. Bunun nedeni, hem çiftçinin çalışmasını planlayarak işlerin sıkışmamasına yardımcı olmak hem de aylar boyunca değişik lezzetleri insanlara tattırmaktır.

Halkımız keskin zekâlıdır. Çabuk düşünür, bilgece karar verir. Yaşadığı olayları, olguları, doğa olaylarını deneyimlendirir. Doğayı gözlemler. Bu gözlemler, belleklerde yer eder, deneyime dönüşür. Deneyimlerini, sonraki kuşaklara yol göstermek için söze döker. Böylece atalar, yüzyıllar sonra gelen kuşaklara yol gösterir.

Atalarımız yüzyıllar öncesinden “Arpa aklıya, buğday göklüye biçile.” demiş. Yüzyıllardır bu öğüde uymuş torunlar. Neden mi bu öğüt? Arpa, iyice kuruyup aklaşmalı başak içinde. Aklaşmalı ki kışın ambarda çürümemeli. Bu nedenle halk, arpanın yolunacağı zamanı bilir. Havalar, olağanüstü bir değişim göstermediğinde yolum zamanı hep aynıdır. 12 Haziran geldiğinde halk, ovaya taşınırdı (Ovada sulama başladığından nem oranı artmış, bu nedenle arpanın aklaşması da gecikmiştir. Son yıllarda arpa hasadı, haziranın sonunda başlamakta.). Köyde yaşulular kalırdı. Onlar ovada çalışmaya gidenlerin yemeklerini hazırlar. Ovaya götürülmeyen birkaç baş hayvanın bakımını üstlenirlerdi. Pişen yemekler, aileden biri tarafından eşekle alınırdı. Bu konuda komşular arası dayanışma söz konusuydu. Kendi yemeğini almaya giden kişi, harman komşusunun yemeğini de alıp getirirdi. Böylece az kişiyle çok iş yapılır ve emek boşa harcanmazdı.

Harman yerinde derme çatma çadırlar kurulurdu. Birkaç aile aynı yerde konaklardı. Böylece akraba ve komşu dayanışmasıyla işler kolaylaşırdı. Harman yerine tavuklar, inekler, varsa birkaç koyun ve keçi de taşınırdı. Biçilen tarlalarda taze anızlar, dökülen arpa ve buğdaylarla bu hayvanlara adeta ziyafet verilirdi. Böylece bir tek tahıl tanesi boşa gitmezdi. Hayvanlar, öğlen sıcağından korunmak için ovada tek tük bulunan bir ağacın altına bağlanırdı. Ağaç yoksa bezlerden gölgelikler yapılırdı onlar için. 

Harman yerleri, genellikle su kuyularına yakın yerlerde olurdu. İşin gücün yoğunluğu karşısında zamanı tutumlu kullanmak için bu çok gerekliydi. Böylece harman yerindeki insan ve hayvanların su gereksinmesi kolayca karşılanır. Ayakyolu için derme çatma bir yer yapılsa da genellikle doğadan gelen doğaya verilerek toprak varsıllaşırdı.

Önce arpa yolumu yapılırdı. Bu iş elle olurdu. Neden mi? Arpa başakları çok kuruduğundan tırpanla biçildiğinde taneler yere düşerdi ve onları tek tek toplamak olanaksızdı. Arpa yolumu için toprağın yumuşadığı sabah ve akşam saatleri en uygun zamandı. Öğlen sıcağında toprak kuruyup sertleştiğinde yolum işi zorlaşırdı. Yolunan arpalar kökleri, orakla kesilip arpa sapları destelenerek harman yerine taşınırdı. Desteler, özenle harman yapılır. At ya da öküzün arkasına düven bağlanır. Düvenin üzerine genellikle yaşulu ya da çocuklardan biri biner. Düven, harmanın çevresinde döndükçe altındaki çakmak taşlarıyla saplar kesilir ve taneler saplardan ayrılır.

İş bitince sıra, tane ile samanı ayırmaya gelirdi. Bunun için güneyli bir rüzgârın esmesi beklenirdi. Bu iş için en uygunu, kıble yelidir. Yel, çiftçiyi fazla bekletmez, eser. Yabalar alınır. Duruma göre bir ya da iki kişi yabayla tınazı yele karşı savurur. Saman, taneye göre daha hafif olduğu için yelle biraz uzağa gidip birikir, bir yığın oluşturur. Taneler, tınazı savuranların önünde birikir. Doğa ana, yine analık görevini yapmıştır. Çocuklarını doyurmak için verdiği tahılı, samandan ayırmak için yelini gönderir işleri kolaylaştırmak için.

Ayrılan tahıl yığınının içinde az da olsa saman kalır. Küçük taşlar, toprak parçacıkları, yabancı otlar karışabilir tahıla. Bu nedenle kalburla elenir tahıl. Temizlenen taneler çuvallara doldurulup ambarın yolunu tutar. Samanlar da samanlığa…

Arpa hasadı biter bitmez temmuz başında buğday biçilmeye başlar. “Buğday göklüye…” Bu ne demektir? Buğday fazla kurumamalı güneşte. Kuruyup da aklaşmamalı. Çok kuruyarak aklaşan buğdaydan doğru düzgün un olmaz. Olsa da ekmeği lezzetsizdir, vitaminsizdir. Üstelik bu buğday ambarda uzun süre durmaz, çürür. Ayrıca buğday, çok kurursa tırpanla biçilirken taneler yere düşer. Bu da çiftçinin işini zorlaştırır. Bu nedenle kimi çiftçiler, buğdayı ambara koymadan önce güneşte kurutur.

Buğday da arpa gibi harmanlanıp düvenle tınaz durumuna getirilir. Harman yerinde bir ayı aşkın süre kalınır. Geceleyin orada uyunur. Kuru toprağın üstünde derme çatma yataklarda doğa ananın koynunda umutlu düşler görülür. Yorgan, yıldızlarla kaplı gökyüzüdür. Kır evinin tabanı toprak, tavanı yıldızlarla kaplı gökyüzü. Düşler, toprak kadar sıcak ve kucaklayıcı; gökyüzü kadar engindir. Sonsuzlukta uçan kelebekler gibi uçuşur düşler.

İlk kez ovada uyuduğumda gece boyunca gözüme uyku girmemişti. Sabaha dek yıldızları izledim. Gece boyunca yıldızlarla ilgili imgelemler oluşturdum kafamda. Birçok yıldızın ve yıldız kümesinin adını öğrendim büyüklerimden.

Harman işi zordur. Kışın sofraya ekmek getirmek hiç kolay olur mu? Kışın onca malın masadın önüne samanını koymanın güçlüğü, bu satırlara sığar mı? Çiftçinin omuzlarında yalnız çoluk çocuğunu geçindirmenin sorumluluğu yoktur. Ahırında, kümesinde beslediği onca dilsizin de sorumluluğunu taşımak zorunda.

Ovada çalışma, gün doğumuyla başlar, gün batımıyla biter. Çiftçinin çalışma iradesi, aile sorumluluğu yorgunluğa meydan okur. Tinsel ve bedensel yorulma olsa da dışa vurulmaz ki aile üyelerinin çalışma azmi kırılmasın,  yılgınlığa kapılmasın kimse. O yorgunlukla gün bitip gece başladığında alacakaranlıkta yataklar yayılır. Önce çocuklar yatırılır. Onların üstü örtülü sıkıca. Sabahtan akşama dek tırpan sallayan, kalbur eleyen eller sevgiyle çocukların saçlarını okşar doyumsuz bir aşkla. Belki de bu okşayış, tinsel yorgunluğu alıp götürmek içindir. Çocukların umutlu, iyimser dünyasında bir tutam umudu alıp kuru toprakta, yıldızlarla dolu gökyüzünde, kurumuş nasırlı ellerde, türlü acılarla kavrulmuş yüreklerde filizlendirmek içindir. Belki de üzerinden yorgunluğu atarak dinlenmenin insanca bir yoludur bu.

Sabah olunca en lezzetli tarhana çorbasıyla kahvaltı yaptık. Öğlen ve akşam yemeklerinin tadı hala damağımda.

Harman yerinde en beğendiğim iş düvene binmek. Saatlerce düvenle dönebilirdim harmanın çevresinde. Arpa samanının yakıcılığını özledim desem inanın. Atların kişnemeleri kulağımda bir ezgi… Eşek anırmaları, işlerin zorluğuna karşı sanki bir meydan okuma… Sabahın ilk ışıklarıyla öterek ovanın sonsuzluğunda yitip giden güzel ve uzun ötüşlü Denizli horozunun umutlu, verimli, güvenli bir sesiyle ayaklanılır. İş kalındığı yerden sürer gider. Açık alanda birkaç taştan kurulu ocakta çalı çırpı, anız oduyla çorba kaynayıncaya dek durmaksızın çalışır herkes büyük küçük demeden.

Ah harman yerleri ah… Nice düşlerin, yıldızlarla dertleşmelerin yeri… Nice düşlerin kurulduğu yerler… Çocukların yıldızlarla konuştuğu sonsuz geceler… Yıldızların çocuklara masal anlattığı, büyüklere umut aşıladığı, geceleyin esen yelin en güzel ezgileri fısıldadığı harman yerleri şimdi nerelerdesiniz? O harman yerlerinde kuru ekmeği paylaşan yüce gönüllü, temiz yürekli, güzel insanlar nereye gittiniz? İmeceyle çalışan, sırt sırta vererek olmazı olduran koca yürekli adamlar, sizler artık masal kahramanı mı oldunuz? Kaşla göz arasında çorbayı kaynatan ve en güzel sesleriyle “Ekmek hazır, gelin karnınızı doyurun!” diyen her koşulda yüzleri gülen kadınlar, melek olup uçtular mı? Harman yerinde kurdun kuşun payını ayıran insan yürekli insanlar, siz de kuş olup uçtunuz mu? Geceleyin yıldızlara bakarak çocuklarına en güzel masalları anlatan nineler, analar hangi dağda solmaz bir çiçek oldunuz?

Şimdi çok uzaktan yıllar sonra kırda yenen tarhananın kokusunu, tamamen doğal ürünlerden hazırlanan lezzetli dürümleri hala duyumsayan kaç kişi kaldı acaba? Çok şey kazandık gibi görünmekte bugünkü yaşamımızda. Ya yitirdiklerimiz… Bizi biz yapan, bizi insan yapan onlarca değer nereye gitti?

                                                                                   18 Aralık 2020

 

 

 

 

“BİRİNE, AKLI KADAR KIZ!”


Halamın eşi Halim Öztel, sessiz duruşuna karşın iyi bir gözlemci ve yeri geldiğinde lafı gediğine koyan biriydi. Yöremizde hala ve teyze eşlerine “enişte” denmez genellikle. Bunun yerine “dayı” sözcüğü yeğlenir. “Dayı” sözü, daha bir yakınlık anlatır. “Dayı” dediğiniz kişi mahreminizdir artık. İşte, çoktan rahmete erişmiş Halim Dayı’mızdan çok şey öğrendik onu dinleyerek.

Halim Dayı’mla bir gün söyleşirken birisine kızmam gerekmişti. O, hafifçe gülümseyip sözümü keserek “Bak oğlum… Bir kişiye, onun aklı kadar kız. Eğer karşındaki kişiye onun aklından çok kızarsan kendine haksızlık edersin.” demişti. Bu söz, belleğimde yer edip yaşamımda ilkem oldu.

Her gün onlarca saçmalıkla karşılaşırız. Özellikle teknolojinin insan mahremiyetini önemli ölçüde kamuoyuna açtığı bir dönemde birçok nedenle bilip tanımadığı kişilerin saldırısına uğramakta. Bir bilim ya da sanat dalına yıllarını verip uzmanlaşmış biri beş paralık kişilerin tinsel şiddetiyle karşılaşabilmekte. Üstelik o bilim ya da sanat dalıyla hiç ilgisi olmayan ve o konuda zerre kadar bilgisi bulunmayan kişilerin haksız suçlamalara, eleştirilere, daha doğrusu çamur atmalarla karşılaştığına tanık olmaktayız.

Geçtiğimiz günlerde ülkemizin uluslararası alanda bilimsel çalışmalarıyla ün kazanmış, kendi alanında yetkin bir bilim adamımız, özel bir televizyona çıktı. Magazin izlenceleri yapan, bilimden ve sanattan uzak, ekinsel birikimleri yok denecek kadar az, ekranlarda dedikodu yapmayı beceri sanan iki kadın sunucu vardı karşısında. Bilim adamının adının önünde “profesör doktor unvanı var. Cicili bicili bu magazin dedikoducuları, bilim adamını paylamaya başladılar. Paylama öyle bir noktaya geldi ki artık frenleri tutmaz oldu. En sonunda her şeyi bildiğini sanan bu iki hanım sunucu, bilim adamımızın Sağlık Bakanlığı’ndaki doktorluk görevinden el çektirilmesini istediler yetkililerden. Oysa o bilim adamımız yerbilimi profesörü... Bu yazdıklarımda tek bir sözcük fazlalık yok, eksiklikler var.

Süslenmiş püslenmiş, ekrana çıkmış, bildiği bilmediği her konuya balıklama dalan, dedikoduculuğu bilgi sanan bu iki hanım sunucu unvanı “doktor” olan her kişiyi, tıp doktoru sanmaktalar. Evli sevgilisinin arabasını parçalamayı aşk olarak algılayan ve algılatmaya çalışan birilerinden bunun fazlasını da beklemek saflık olur.

Doğaldır ki izlenceden sonra sosyal medyada iki hanım sunucu için büyük bir eleştiri kampanyası başladı. Eleştiriden çok da dalga geçme, bu bilgisizlikle ve bilim adamına gösterilen kaba ve densiz davranışla alay etme ön plandaydı. Bu alaylardan bu iki hanım sunucunun çok da rahatsız olduklarını sanmıyorum. Onlar: “Reklamın kötüsü olmaz.” Anlayışıyla kendilerinin olumsuz açıdan da olsa gündeme oturmalarından sevinç duyduklarını da söyleyebilirim. Çünkü bu bilgisizlikten kaynaklanan kötü durum, yaşamlarında ilk kez olmuyor. Bu nedenle olumsuzluklara, bilgisizliklerinin konuşulmasına alışıklar.

Asıl sorun, bilim adamını savunmak için kızıp öfkelenenlerde. Çünkü onlar kızıp öfkelenmeleriyle kalacaklar. Kendi sinir sistemlerini bozdular. Belki öfkelendiği için o günleri zehir olanlar da vardır içlerinde.

Bilim adamına ileri geri konuşan bilgisizlere öfkelenenlere bakınca Halim Dayı’mın sözü geldi usuma: “Birine, aklı kadar kız!”… Evet, karşımızdaki bu iki hanım sunucuya en yüksek düzeyden kızgınlığımızı belirtsek ne olacak? Hiçbir şey… O kişiler alışkanlıkları uyarınca yollarına gidecekler. Kızanlar da kızdıklarıyla kalacaklar. Anlaşılacağı üzere “Keskin sirke, küpüne zarar.” Atasözünün gereğince kendilerini yiyip bitirdiler.

O sunucuların aklı kadar onlara kızılmalı. Fazlası, gereksiz ve kişiye zarar. Acaba o iki hanım sunucu, kendilerine niye bu kadar çok kızıldığını anladılar mı? Ne dersiniz?

                                                                                   13 Aralık 2020