DEVLETLERİN DOSTLARI OLMAZ, ÇIKARLARI MI OLUR?


“İngiltere’nin ebedi dost ve düşmanları yoktur, değişmez çıkarları vardır.” Bu sözü söyleyen İngiltere’nin eski başbakanlarından Lord Palmerston (1784-1865). 1855-1858 yılları arasında ilk, 1859-1865 döneminde ise ikinci kez başbakanlık yapmış Birleşik Krallık’a. Bu sözüyle İngiltere’nin yıllara yayılan dış politika anlayışının temelini attı Palmerston.

İngilizlerin “Lord Palmerston” dediği başbakanın asıl adı, Henry John Temple’dır. Yıllardır söylenegelen bu sözle İngiliz Başbakanı, yalnızca kendi çıkarlarını düşüneceklerini ilan etmekte. İngiliz seçkinlerinin, devlet egemenlerinin dışında hiçbir toplumun çıkarı söz konusu olamaz. Adeta milyarlarca insanı köle olarak gören bir sömürgeci anlayışın ifadesi bu söz.

İngiliz dış politikası, dosta düşmana göre değil; çıkarlarına göre siyaset belirledi yıllarca. Çıkarları söz konusu olduğunda en yakın dostlarını bile kazıklamakta, amiyane bir söyleyişle satmakta ustalık gösterdi. Dünyayı bir insanlık ailesi, İngilizleri de bu ailenin bir parçası olarak görmediler. Bunun içindir ki sömürgecilik döneminde milyonlarca mazlumu, masumu hunharca sömürdüler. Dost düşman ayrımı yapmadan dünyayı yıllarca gözyaşına boğdular. Dünyanın dört bir yanındaki halkları iliklerine dek sömürdüler, soydular.

Gelelim günümüze…

Avrupa kıtasını kovid 19 salgını teslim aldı. Önce İtalya’da başladı büyük kırım. Ülkenin sağlık sistemi, salgın karşısında çaresiz kaldı. AB üyesi ülkelerden yardım istedi İtalya. Ne yazık ki dost bildiği ülkelerin hiçbiri yardım elini uzatmadı bu kara günde. Çünkü İngiliz sömürgecilerine göre dostluk yok, çıkar vardı. Bu salgından eskinin sömürgecileri, yeninin emperyalistlerinin elde edeceği bir çıkar yoktu ortalıkta. Olmayınca da neden yardım etsin, hem de karşılıksız…

“Güneş Batmayan İmparatorluğu” ezilen ulusların kanı, canı üzerine kuran İngilizlerin başbakanının böyle bir söz söylemesi kimseyi şaşırtmaz. Şaşırtıcı olan ise ezilen ulusların siyasetçilerinin bu sözü bir diplomatik bakış açısı, ilke olarak benimsemeleridir. Özellikle liberalizmin yükselen değer olduğu dönemlerde birçok politikacıdan “Ülkelerin dostları, düşmanları olmaz, çıkarları olur.” sözünü çok işittik. Bu söz; bencilliğin arttığı bir dönemin sloganı oldu. İnsanoğlunun sosyal bir canlı olduğunu unutan liberal siyasetçiler; toplumsal çıkar yerine, bireysel çıkarların peşine düştüler. Tüm insanlık mutsuzken mutlu olmaya çalıştılar. Dünyanın neredeyse yarısı açken firavun sofralarına oturup ağızlarını şapırdattılar.

Dünyanın tümü İngiliz Başbakanı Lord Palmerston gibi düşünseydi; yeryüzünde insanlıktan, yardımlaşmadan, dostluktan, dayanışmadan söz edilemezdi. Oysa herkes sömürgeci, kan emici İngiliz Başbakanı gibi düşünmek zorunda değildi. İnsanlık ülküsüne derinden bağlı liderler de vardı dünyamızda.

“İnsanları mutlu edecek biricik araç, onları birbirine yaklaştırarak, onları birbirlerine sevdirerek karşılıklı maddi ve manevi gereksinimlerinin teminine yarayan hareket ve enerji idi. Dünya barışı içinde insanlığın gerçek mutluluğu, ancak bu yüksek ülkü yolcularının çoğalması ve başarı kazanmasıyla mümkün olacaktı. Dünya vatandaşları kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmeli, insanların bütününün refahı, açlık ve baskının yerini almalıydı. (Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 455)” Atatürk’ün bu sözlerinden de anlaşılacağı üzere dünyanın bütün insanlarına çıkarı için değil, dostluk için el uzatmakta. İnsanlık ülküsü nedeniyle tüm insanlığa, dostça bakan Atatürk’ümüz var. Türkiye’yi yöneten birçok siyasetçi, medyada boy gösteren sözde siyaset bilimciler insanlık düşmanı bir sömürgeciyi örnek alır da Atatürk’ü örnek almaz.

“Dünyada ve dünya milletleri arasında huzur ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendi kendisi için ne yaparsa yapsın huzurdan mahrumdur. (Utkan Kocatürk, 460)” Atatürk, dünyada barış sağlanmadığında hiçbir milletin erinç içinde yaşayamayacağını vurgulamakta bu sözleriyle. Demek ki erinç içinde yaşamak düşmanlıkla değil, dostlukla olur.

Atatürk yapıcısı, önderi olduğu büyük Türk Devrimi’ni dünyaya tanıtırken: “Bu devrim, yüksek bir insani ülkü ile birleşmiş vatanseverlik eseridir. Çocuklarını bütün güzellikleri ve büyüklükleri görmek ve aynı zamanda bütün sefaletlere acımak sanatını öğretmektir. (Utkan Kocatürk, 204)” İngiltere’nin sefalet yaratmakla övünen başbakanı ile dünyanın neresinde olursa olsun sefalete acımayı çocuklarına öğretmek isteyen Türk Devrimi’nin yaratıcısı Atatürk’ün insanlığa bakış açıları görüldüğü gibi taban tabana birbirine karşıt.

Şimdi yazının başına dönelim. Görüldüğü gibi dünyanın devrimci liderleri İngiliz başbakanı gibi düşünmüyor. Ülkeler arasındaki ilişkilerde düşmanlığı akıllarının köşesinden bile geçirmiyorlar. İnsanlar arasındaki dostluk temel ilkeleri.

İtalya’ya kimler mi el uzattı? Büyük devrimleriyle ayakta kalan ülkeler; Çin, Küba ve Türkiye…

İran, Macaristan, Sırbistan’da yardım elleri aynı eller…

“Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı geçecektir. (Atatürk’ün Kendi Kaleminden Emperyalizm ve Tam Bağımsızlık, Kaynak Yayınları, s. 230) Koranavirüs salgını göstermiştir ki Atatürk’ün belirttiği insanlar arasında hiçbir fark gözetmeyen ahenk ve işbirliği çağına geçmek zorunluluktur. Bu insanlığın varlığı, erinci, mutluluğu için zorunlu bir gereksinimdir. Bu çağda kişisel çıkarların değil, toplumsal çıkarların ve dostlukların peşinde koşacağız.

                                       Adil Hacıömeroğlu

                                       30 Mart 2020


SOKAĞA ÇIKMA YASAĞI


                                                
13 Mart 2020 Cuma gününden beri ailecek evdeyiz. Yani on dört gün olmuş. On dört gündür kimseyle görüşmedik yüz yüze. Tam da doğum günümde kendimizi karantinaya aldık. Eşim ve oğlum, bu zaman dilimi içerisinde dışarıya hiç çıkmadılar, evde adeta hapisler. Bir dakika bile dışarıya çıkma istekleri yok! Bense gün aşırı evin gereksinmelerini karşılamak için markete, fırına gidiyorum. Bu gidişler, çok kısa olmakta. İvedi gereksinimlerimizi alıp hemen eve dönüyorum.
Eve döndüğümde elimdeki torbaları kapının girişine, içeriye bırakıyorum. Eşim, onları alıp mutfağa götürüyor. Gerekli önlemlerden sonra torbaların içindekileri yerleştiriyor. Bense doğru banyoya giriyorum. Kabanımı askıya asıp doğruca balkonda havalandırmaya bırakıyorum. İki günde korona kalmaz sanırım giysilerimde. Soyunup dış iç giysilerimi çamaşır makinesine atıp hemen banyoya giriyorum. İyice yıkandıktan sonra giyinip salona geçiyorum.
Televizyonlarda aklı başında yorum yapanlar, iki günde bir alışverişe çıktığımda birkaç metre ara bırakarak konuştuğum tanıdıkların, tanımadıkların, dükkân çalışanlarının, telefonla söyleştiğimiz Türkiye’nin farklı illerindeki dostlarımın ortak görüşü; ülkemizde ivedilikle sokağa çıkma yasağının uygulanmasıdır. Bu yasakla salgının yayılmasının önleneceği herkesin ortak düşüncesi. Peki, herkesin düşündüğü sokağa çıkma yasağı konusunda hükümet neden ayak sürümekte.
18 Mart 2020 Çarşamba günü Cumhurbaşkanı Erdoğan, kamuoyunun günlerce beklediği “Koronavirüse Karşı Ekonomik İstikrar Kalkanı”nın maddelerini açıkladı. Ne yazık ki halkın beklentileri boş çıktı. Deyim yerindeyse dağ fare doğurdu. Erdoğan’ın açıklamalarında en önemli şey, özelleştirmelerin eleştirilip kamuculuğa vurgu yapılmasıydı. Bunun dışında özellikle dar gelirli halkı rahatlatacak herhangi bir çözüm ne yazık ki yoktu. Böyle olunca da çalışmak zorunda olan ve özellikle günlük para karşılığı iş yapan emekçi kesim, işe gitmek zorunda kalıyor.
İnsanları “ya acından öleceksin ya da kovid 19’dan” ikileminde bırakmak son derece yanlış. Birçok işyeri kapandı. Bu işyerlerindeki emekçilerin çoğu yevmiyeyle çalışmaktalar. Bir günde on binlerce insan parasız pulsuz evlerine kapanmak zorunda kaldı. Ne yazık ki devlet yöneticileri, bu insanların ne yiyip içeceğini düşünmemekteler.
Sokağa çıkma yasağı konusunda hükümetin ayak sürümesinin nedeni tamamen ekonomik. Yasak konunca birçok sektörde çalışma sona erecek. Birçok emekçi, işsiz kalacak. Küçük esnaf zor durumda kalacak. Hükümetin bu işsizler ve küçük esnafla ilgili bir destek programı yok! Suriyeli mültecilere kırk milyar harcadıklarını söyleyen Erdoğan’ın kendi emekçileri için ayıracak kırk kuruşu yok! Konuşmasında yaşlılara kolonya ve maske vereceklerini söyledi. 2002’den beri süren sadaka ekonomisinin sürdüğünü göstermekte bu anlayış.
Salgına karşı ekonomik program ortaya koyamayan AKP hükümeti, yangından mal kaçırır gibi Kanal İstanbul’un ihalesini yaptı. İhaleyi yapan görevliler maskeli. Acaba bu maskeler kovid 19’dan korunmak için mi, yoksa bir ekonomik ayıbı örtmek için mi?
AKP hükümetinin öncelikli görevi sokağa çıkma yasağı koyarak salgını önlemek ve halkının sağlığını, canını korumaktır. Sokağa çıkma yasağı nedeniyle ekonomik yitime uğrayacak emekçilere yaşamlarını sürdürebilecekleri ekonomik desteği vermektir. Devletimizin parası varsa bu, yurttaşları için harcanmalı. Devlet bütçesi, birkaç yükleniciyi varsıllaştıracak saçma sapan bir kanal inşaatına harcanmamalı.
Unutmayalım devlet de hükümet de halk için var. Halkını düşünmeyen hükümetler ayakta kalamaz. AKP hükümetine uyarımdır. Akılcı olamayan işler yaparsanız hem iktidardan düşersiniz hem de kendi elinizle PKK ve FETÖ’yü hükümet yaparsınız. Bu vebali kaldırabilir misiniz? Hadi, yanıt verin bakalım.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           27 Mart 2020
                                                                      

TÜRKİYE VE İTALYA’NIN KORONA KARŞILAŞTIRMASI


Her geçen gün koronanın bulaştığı insan sayısı artıyor ülkemizde. Ölümlerin olması içimizi yakmakta.

Özellikle sosyal medyada bazı kişiler, istatistik uzmanı oldu. Bir yanda İtalya’daki sayrı ve ölü sayısı, bir yanda da Türkiye’dekiler... Verilerin başlarında gün gün tarihler de veriliyor. Hepsi bir ağızdan yorum yapıyor: “Bu gidişle İtalya’dan kötü olacağız.” diye. Bu kişiler, felaket tellalları... Hepsi bir merkezden yönetilmekte. Çoğu, PKK ve FETÖ militanları... Çok az da muhalefet yaptığını sanan aymazlar var aralarında. Saf muhalifler de bu iletileri, irdelemeden paylaşmaktalar. Burada amaç: Halkta korku ve panik havası yaratarak hükümete karşı bir muhalefet örgütlemek.

Diyeceksiniz ki birden çok muhalefet partisi var, bu çaba niye? Bu kişiler, örgütleyecekleri muhalefeti isyan ettirecekler; ortalığı karıştıracaklar akılları sıra. Buradaki hedef AKP iktidarı değil, Türkiye…

İyi niyetli olduğunu düşündüğümüz bazılarına yanıt veriyoruz. Tamam, iki ülkeyi karşılaştırdınız, haklısınız diyelim. Bu iki ülkenin nüfusları aynı mı?

Yaşlı, genç insan sayısının genel nüfusa oranı nedir?

Her iki toplumun önlemlere uyumu aynı mıdır?

Sağlık sistemlerindeki farklılıklar nelerdir?

İki ülkenin sağaltımcılarının ülkü, sosyal ilişki, meslek sevgisi, halka bakışı arasındaki farklar nelerdir?

Her iki ülkenin bulaşı önlemek için aldıkları önlemler arasında fark var mı? Önlemleri almadaki zamanlamaları nasıldır?

Türkiye ve İtalya’da yaşayanların bağışıklık sistemleri bir midir?

Türkiye ve İtalya’daki beslenme biçimleri farklılıklar gösteriyor mu?

Her iki ülkede aşılama sistemi zorunlu mudur, yoksa bireyin isteğine bağlı bir aşılama sistemi mi var?

Ülkelerde yaşululara (yaşlılara) bakış nasıldır?

İki ülkenin sağaltımcıları, katıldıkları dünya savaşlarındaki salgınlar karşısında nasıl davranmışlar?

Bu sorular uzayıp gider. Elindeki birkaç sayıya bakarak bir salgının çözümlemesini yapamazsın. Aklı başında her kişi bu soruları ya da benzerlerini düşünür, önüne konan her şeyi yalamadan yutmaz. Hele konu memleket konusuysa ve halk sağlığıysa kılı kırk yarmalı.

Kişiye bağlı siyaset yapma düşüncesi, öyle bir egemenlik kurmuş ki kafalarda; sistemle savaşmayı, büyük resmi görmeyi bir türlü başaramıyorlar. Bu tuzağa düşenlerin çoğunun “Atatürkçü(!)” olduklarını söylemeleri ise işin üzücü yanı.

Emperyalizmin 12 Eylül darbesiyle oluşturmak istediği “Ilımlı Atatürkçülük” ne yazık ki amacına ulaştı. Sosyal medyada her gün arkadaşlarına “günaydın” derken ve her akşam “iyi akşamlar” dileğinde bulunurken bir Atatürk fotoğrafı paylaşmak moda olmuş. Atatürk fotoğrafı paylaşarak Atatürkçü olduğunu sanan bir kitle var. Bu, Kenan Evren’in her boşluğa Atatürk heykeli ya da büstü yapmasıyla aynı şey.

Oysa Kemalizm, büyük bir düşünce biçimi. Asıl dayanağı ise emperyalizme karşı olması. Antiemperyalist olmadan Kemalist olunur mu hiç?

 

                                                                       24 Mart 2020

 


DİPLOMALI VE DİPLOMASIZ CAHİLLER


                                    
Koranavirüs salgınına karşı birincil önlemin evden çıkmamak olduğunu tüm uzmanlar açıklamakta. Çünkü hastalığın yayılmaması için bu önlem, çok gerekli.
Korana virüsle savaşım konusunda iki ülkenin uygulaması belirgin olarak öne çıkmakta. Birincisi, Çin… Salgın başlar başlamaz Vuhan kenti topluca karantina altına alındı, bu kente giriş çıkış yasaklandı. Sokağa çıkma yasağı kondu ve hastalığın yayılması önlendi. Kısa zamanda kovid 19’la savaş başarıyla bitirildi.
İkinci uygulama İtalya’dan… İlk başta salgının İtalya’nın hangi kentlerinde yoğunlaştığı açıklandı ve kuzeydeki halkın bir bölümünün ülkenin güneyine göç etmesine neden olundu. Bu da salgının İtalya’nın her yerine yayılmasına yol açtı. Evden çıkmama çağrılarına kulak asmayan İtalyanlar, sokaktaki günlük etkinliklerini sürdürdüler. Sokaklar, spor salonları, aşevleri, yeiçler, eğlence alanları boşalmadı. Böylece İtalya, önlenemez bir salgının pençesine düşmüş oldu. Bu nedenle de salgın, İtalya’yı adeta tutsak aldı. Liberal uygulamalarla hasara uğramış sağlık sistemi neredeyse iflas etmiş durumda. Çin sokağa çıkmadığı için kazandı, İtalya ise eve girmediğin için acı çekiyor.
Peki, ülkemizde durum nedir?
Umre dönüşü, bazıları karantinadan kaçtı. Umrecileri zapt etmek epey zor oldu. Sahi, İslam’da farz olmayan umre gezisine, dünya büyük bir salgının pençesindeyken neden izin verildi? Karantinaya alınan umrecilerin yakınlarına ziyaret yasağı olduğundan birçok sorun yaşandı.
Belediyeler altmış beş yaş üstü yurttaşlarımızı evde tutmak için akla gelmedik yöntemler uyguladı. Ama ne çare? Tokat’ta uyarılara kulak asmayan yurttaş, uyaranlara bıçak çekti ve zorlukla etkisizleştirildi.
Elazığ’da çarşıda dolaşan yurttaşlar kendilerine uzatılan mikrofonlarda koronaya meydan okudular. Söylenen sözlerin nasıl bir kara cahillik olduğu konuşulan her sözcükten belli.
Hükümetin salgının yayılmaması konusunda aldığı önlemlerden en önemli ve etkilisi, cemaatle namaz kılma yasağı. Şanlıurfa’da gençte biri kilitli cami kapısını tekmelemekte. Sakarya’da ise toplanan üç beş kişi toplu cuma kılmak için polislerle anlamsız bir tartışmaya girdiler. Benzer birçok örnek var ülkemizde. Akıllarınca kendilerinin çok inanmış Müslümanlar olduklarını kanıtlamak derdindeler. Oysa bu tavırlarından hem Kuran’ı hem de hadisleri bilmedikleri ortaya çıkmakta. Yalnız kovid 19 salgının tehlikesi konusunda değil, din konusunda da ne kadar bilgisiz oldukları davranışlarından ortaya çıkmakta.
Neyse sözü fazla uzatmayalım. Diplomasız kara cahilleri anladık… Şimdi de diplomalı cahillere gelelim.
Cumartesi, pazar hava çok güzeldi. Çoluğunu çocuğunu yanına alan birçok İstanbullu, sahillere akın etti. Spor yapanlar, çimlerde uzanıp güneşlenenler, portatif sandalyelerde eş dostla iki tek atarak lafın belini kıranlar, özçekim yapanlar, bisiklete binenler, evden getirilen yiyeceklerin başına çökenler… Sorumsuzluğun, bencilliğin, bilinçsizliğin, nemelazımcılığın şımarıklıkla birleştiği bu çirkinliği yaşadı İstanbul. Kurallara uymamayı, özgürlük sanan bir zavallılığı çağdaşlık olarak gören öğrenimli fakat eğitimsiz bir güruhla karşı karşıyayız.
Ortaokulda bize okutulan yurttaşlık bilgisi kitabında özgürlüğün sınırının tanımı şöyle yapılmıştı: “Başkasının özgürlüğünün başladığı yerde, senin özgürlüğün biter.” Bu anlatım, Atatürk döneminin devrimci sürecinden kalmaydı. Yıllar içinde bu anlayış terk edildi. Liberal anlayış egemen oldu eğitime de topluma da. Kuralsızlık, bencillik, kamucu düşünmeme geçer akçe oldu. İşte, hafta sonu Caddebostan, Bebek, Moda… sahillerinde gördüğümüz umarsızlık, bu liberal anlayışın nasıl da zararlı bir toplumsal virüs olduğunu gözler önüne sermekte. İşin acı yanı bu kişiler, savunup benimsedikleri liberalizmi solculuk, çağcıllık, hatta Atatürkçülük sanmaktalar. Atatürkçülük de çağcıllık da solculuk da öncelikle kendi toplumunun, ülkesinin haklarını savunmaktır.
Modern görünümlü bu cahiller, akşam evlerine döndüklerinde klavye başına çöküp “Kovid 19 konusunda hükümet gerekli önlemleri almıyor.”, “Testler yetersiz…”, “Vaka sayısı oldukça çok, ölümler saklanıyor.”… benzeri açıklamalarla kamuoyunun zihnini bulandıracaklar. İkide bir “Umreden dönenler, niye karantina altına alınmadılar.” Diye aklınca gericilikle savaşacaklar. Oysaki kendi yaptıkları da gericiliğin dip yapmış durumu.
Diplomalı, diplomasız cehalet… İkisi de aynı… Topluma verdikleri zararlar konusunda yarışmaktalar. Korna virüsü yendikten sonra ülkemizin en büyük seferberliği, diplomalı ve diplomasız cehaleti yenmek olmalıdır. Cehaletin diplomayla giderilmediği karşımızda apaçık ortada. Sosyal medyada PKK ve FETÖ’nün buyruğuna girmiş bu cehalet, dünün mütareke basınının görevini yapmakta. Dün olduğu gibi bugün de başaracağız. Hem emperyalizmi hem kovid 19’u hem de mütareke basının uzantılarıyla yobazlığı yeneceğiz. Yoksa ulusça ayakta kalmamız zorlaşacak.
                                                                                   Adil Hacıömeroğlu
                                                                                   23 Mart 2020


SOSYAL MEDYADA KORONA KIŞKIRTMALARI

            Sosyal medyada PKK ve FETÖ kaynaklı kışkırtmalar, kesintisiz sürmekte. İdeolojisiz, amaçsız, sistem üzerinden değil de kişi üzerinden muhalefet edenler, özellikle FETÖ’cülerin tuzağına düşmekteler. Kışkırtıcı bir yalan ortaya atılıyor. Binlerce insan, bu yalana inanarak onu paylaşıyor. Böylece yalan, doludizgin yayılıyor.

Muhalefetin en önemli sorunu, akılcılığını yitirmesi. Akılcı bir sorgulayıcılık, muhalefeti özellikle FETÖ propagandasına alet olmaktan kurtarır. İktidarın yaptığı her şeyi yanlış görmek, bir hastalık... Durmuş saat bile günde iki kez doğruyu gösterir.

Konulara diyalektik açıdan baktığımızda karşıtlıkların bir arada olabileceğini görürüz ve anlarız.

Sosyal medyada değişik kişilerin paylaşımlarını okurum fırsat buldukça. Korona çıktı çıkalı FETÖ kaynaklı muhalif kişilerden “Rakamlar saklanıyor. Hastalık patladı. Türkiye’nin her yerinden haberler geliyor. Ölümler arttı. Hastanelerde yer kalmadı.” benzeri kışkırtıcı paylaşımlar yapılmakta. Bunlar aracılığıyla halkın devlete güven duygusunu yok etmeye çalışmaktalar. Bu yolla da halkı bölmek ve bir bölümünü kışkırtarak iç karışıklık çıkarmayı istemekteler.

Tartışma gerektirmez bir yalın gerçeği bile anlayacak düşünme yetisini yitirmiş kişiler, saplantılarla muhalefet yaptıklarını sanmaktalar. Oysa Türkiye salgına karşı büyük bir savaş vermekte. Savaşta bozgunculuk yapmanın kimseye yararı yok! Olsa olsa terör örgütleri ve emperyalistler sevinir salgına karşı başarısızlığımıza. AKP’ye muhalefet edeceğiz diye Türk devletine ve halkına muhalefet yapmaktalar bu söylemleriyle. Şer odaklarının kışkırtmalarına alet olarak halk sağlığını tehlikeye düşürüyorlar.

Yalan haberlere, uydurma bilgilere karşı uyanık olmalı. Birilerine kızarak ya da iktidara karşı olan öfkemize kapılarak emperyalizmin kışkırtmalarına alet olmamalı. Önce ülkemiz gelir. Vatan olmadan hiçbir şey olmaz. Demokrasi de özgürlük de vatan toprakları üstünde savunulur.

                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           21 Mart 2020

 

KORANA'DAN NASIL KURTULURUZ?


                        
Koronavirüs salgını nedeniyle nüfusumuzun önemli bir bölümü evlerinde oturmakta. Zorunlu durumlar ve ivedi gereksinimler olduğunda ancak o zaman dışarıya çıkılıyor. Kentlerin sokakları bomboş. Birçok işyeri kapanmış durumda.
Salgının yayılmaması için alınan önlemlerin başında sokağa çıkmamak, kalabalık yerlerde bulunmamak gelmekte. Bunun için de insanların bir araya gelmemesi için evde oturmak gerek.
Salgını önlemek için temizlik çok önemli. Uzmanlar, bedensel temizliğin çok önemli olduğunu söylemekteler. Bu nedenle kaygılanan insanlarımız, evlerinde tuvalet kâğıdı, peçete, kolonya, sabun biriktirmekteler. Bu ürünlerin satıldığı dükkân rafları bomboş. Beden temizliğinin yanı sıra tinsel temizlik de vazgeçilmez koşul.
İnsanların çoğunun, covid 19’dan değil, virüsün bulaşma korkusundan öleceğini düşünmekteyim. Toplumdan soyutlanarak hastalığın bulaşması ve ölüm korkusuyla geçen zamanın kişilerin tinsel durumunu mahvedeceğini söylersek yalan olmaz.
Neyse asıl konumuza dönelim. Yurttaşlarımızın önemli bir bölümü, uyarıları dikkate alarak evlerine çekilirken bir kısım yurttaşımız ise sokaklarda gezmeyi kahramanlık sanmakta. Gerekli olamadığı halde dışarı çıkan kişi, salgının yayılmasına neden olmakta. Bu gerçek ortadayken sokağa çıkmanın mantığı nedir?
Kovid 19’un daha çok yaşlılara zarar verdiğini tüm uzmanlar söylemekte. Buna karşın yaşlı yurttaşlarımızın bir bölümünün evde oturmaktan sıkılarak dışarıya, dolaşmaya çıkması ilginçtir. Bu davranış, hastalığın yayılmasını hızlandırmakta, birçok önlemi geçersiz kılmakta. Bu durum karşısında Denizli, Balıkesir ve Edirne belediyeleri park ve caddelerdeki oturakları kaldırdılar. Bu oturaklarda akşama dek oturup zaman geçiren yaşlılar, bu duruma tepki gösterdiler. Çünkü insanlarımızın vakit geçirmesi, birkaç ahbap bulup laflamakla oluyor. Bu alışkanlık, insanlar tek başına kaldıklarında zamanı nasıl geçireceklerini bilememelerinden olmakta. Bu arada yaşlıların evde oturmasını sağlamak için Konya Büyükşehir Belediyesi’nin, altmış beş yaş üstü kişilerin belediye otobüsleri için kullandıkları ücretsiz kartları geçici olarak iptal ettiğini de söyleyelim.
Çevremizdeki çoğu kişinin düşküsü (hobisi) yok! İnsanların, düşküsü olmayınca zamanı verimli ve sıkılmadan geçirmesi olanaksızlaşmakta. Özellikle kentlerde sosyal ilişkileri zayıf, doğadan uzak yaşayan insanların düşkü edinmesi onun yaşamını kolaylaştırır. Bu nedenle hangi yaşta olursak olalım kesinlikle bir düşkü edinmeliyiz.
Toplumuzun alışkanlık durumuna getirmediği önemli bir şey, okumaktır. Okumak, bir düşkü değil; kişinin yaşamsal gereksinmeleri arasındadır. İnsan yaşamı için yeme, içme, uyuma, soluk alma neyse okuma da odur. Kitap okuma, insan yaşamının bir parçası olmalı.
Toplumumuzda okuma alışkanlığı yaygınlaşmadığından insanlarımız, yalnız kaldıklarında evlerinde ne yapacaklarını şaşırmaktalar. Zamanını televizyon izlemekle geçiren kişi, bir süre sonra sıkılıyor. Çünkü televizyonlarda sürekli aynı şeyler yineleniyor. Bu yinelenme, insanı yorup sıkıyor. Televizyon ve internet evlerimize gireli ailece söyleşmeyi unuttuk sayılır. Evde otururken hatta yemekte bile neredeyse herkes cep telefonuyla meşgul. Bu durum, kişiler arasındaki iletişimi öldürürken doğru bilgi edinme yollarıyla tartışma kültürünü yok etmekte. Bunun içindir ki insanlarımız, evde sıkılmadan zaman geçiremiyorlar.
Peki, ne yapmalıyız? Her buhran dönemi, aslında toplumlar ve kişiler açısından bir fırsattır. Kişi ve toplumlar; böyle dönemlerde sağlıklı düşünme, yaşadığı olumsuzlukların nedenlerini ortaya çıkarma, bir daha aynı kötü duruma düşmemek için neler yapması gerektiğini araştırır. Böylece yeni yollar, daha sağlıklı kurumlaşmalar, yeni ekonomik anlayışlar, yeni sistemler, yeni kişisel ve toplumsal düzenler, dayanışmayı artıracak yeni kurallar ortaya çıkar.
Evlerde oturmak zorunda kaldığımız bu salgın ve buhran döneminde toplumuzun en çok eksik kaldığı okuma konusunda atılım yapma zamanıdır. Okuma alışkanlığı edinme fırsatı önümüze çıkmıştır. O zaman bu fırsatı değerlendirelim. Okuma alışkanlığı kazanan yaşlılar, sokağa çıkmak zorunda kalmaz. Belediyeler de park ve sokaklardaki oturakları sökmez. Okuma alışkanlığı kazanan yaşlılar, gençlere de örnek olur. Böylece Türkiye, bilgisizliği yenerek geleceğini garanti altına alır. Bu alışkanlık sayesinde dışarı çıkmayarak kovid 19’un toplum içinde yayılmasını önleyerek büyük acılar yaşamaktan kurtuluruz.
Evet, önümüzde bilgisizlikle savaşmak için altın bir fırsat durmakta. Durup bakacak mıyız, yoksa kolları sıvayıp işe girişerek kitaplarla büyük bir dostluğun temellerini mi atacağız?
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       21 Mart 2020



CANKURTARANLARIN SİRENLERİ NİYE ÇALMIYOR?



Sosyal medya yaşamımızın içinde… İnsanların büyük bir çoğunluğu, sosyal medyadan öğreniyor birçok şeyi. Sosyal medyanın yönlendirmesiyle siyasal, toplumsal duruşunu belirliyor çoğu kişi. Yüzünü görüp sesini işitmediği, paylaşımlarındaki asıl amacını, siyasette hangi odakların temsilcisi olduğunu, hatta adını sanını bilmediği kişilerin görüşleri kolayca paylaşılmakta sorgulama yapılmadan. Bu arada sosyal medyadaki kişilerin çoğunun kimliğinin sahte olduğunu da belirtmeliyim.
Sosyal medya, tüm dünyada olduğu gibi ABD’nin denetiminde. Birçok ülkede kendi çıkarları doğrultusunda kamuoyu oluşturmak ve bozgunculuk yapmak için sanal âlemi kullanmakta bu emperyalist güç. Sosyal medya aracılığıyla bir siyasetçi, sanatçı, bilim adamı bir anda şeytanlaştırılabilir, linç edilebilir.
Korona salgınıyla savaşım; ülkelerin gücünü, toplumsal dayanışmasını, kurallara uyumunu, sağlık sisteminin işlerliğini gösteren önemli bir alan. DSÖ’nün uluslararası dayanışma gösterisine karşın salgınla savaşımda ülkeler arası rekabet de söz konusu. Her ülke kendi sağlık sistemini öne çıkarmakta. Bu nedenle zaman zaman bazı ülkeler, diğerlerini virüsün yayılması ve salgın konusunda gerekli duyarlılığı göstermeme konusunda suçlamaktalar.
Ülkemizde, korona ile ilgili ilk bulaşın görüldüğü 11 Mart 2020’den itibaren büyük bir toplumsal dayanışma içine girdi. Ne yazık ki bazı kişiler ve odaklar, bu dayanışmayı bozmak için sosyal medyada bozgunculuğa ve asılsız kışkırtmalara soyundu. Hatta işi daha da ileri götürerek salgını, iktidara muhalefet aracı olarak değerlendirme yoluna gitti bazıları.
Ben de sosyal medya kullanıyorum. Kişisel olarak tanımadığım kişilerin, kimliğini ve siyasal görüşlerini bilmediğim kurumların iletilerini paylaşmam. Genellikle kendi görüşlerimi yazarım. İletilerimin özgünlüğüne önem veririm.
Sosyal medyada bir hanımefendi şöyle yazmış:
“Çok vaka var, çok… Bu nedenle ambulanslar bile siren çalmadan gelip alıyor hastaları. Saklıyorlar koronavirüslüleri.”
“Hanımefendi, durup dururken cankurtaranlar neden siren çalıp insanları rahatsız etsin? Nasıl, nereye saklıyorlar koronavirüslüleri?”
“Cankurtaran, siren çalmak zorunda… Bakın gizli gizli götürüyorlar.”
“Cankurtaranın siren çalmasının nedeni, trafiğin yoğun olduğu yerlerde kendisine yol açmak içindir. Şu anda yollar boş. Açılacak yol yok! Boşu boşuna gürültü kirliliği yapmanın bir nedeni var mı?”
“Olsun, yine de siren çalınmalı. Biz bilelim, hastalar nereden, hangi evlerden gidiyor?”
“Bilseniz ne olacak? Onları siz mi iyileştireceksiniz?”
“Yok, bizim bilmemizde yarar var.”
“Cankurtaranın aldığı her kişi, kovid 19’lu değildir. Belki başka hastalıklar nedeniyle gidenler de vardır.”
“Yine de biz bilelim. Sirenler çalması gerek, usul böyle…”
Yukarıdaki karşılıklı yazışmada görüldüğü gibi hanımefendi ülkesine güvenmiyor. Kışkırtmaların etkisiyle halk üzerinde ürkü, güvensizlik, çaresizlik duygularını yaygınlaştırmak istemekte bilerek ya da bilmeyerek.
Salgının başlamasıyla saldırıya geçti ABD destekli FETÖ ve PKK. Ülkemizi, salgının dünyadaki merkezi olarak göstermek için sürekli olarak sayrı ve ölü sayısının saklandığını yaymaktalar. Bu yolla ülkemiz ekonomisini çökerterek toplumsal dayanışmasını yok etmek istemekteler. Ne yazık ki AKP iktidarına muhalefet etmekten başka amacı olmayan birçok kişi de bu ihanet örgütlerinin tuzağına düşerek onlara alet olmaktalar. Böylece kendi ülkelerinin salgına karşı savaşımını baltalayan bozgunculuğa hizmet ediyorlar.
Salgınla savaşım devletimizin öncülüğünde olmak zorunda. AKP’ye muhalefete sonuna dek evet! Ancak AKP’ye muhalefet edeceğim diye devlete, halka, sağlık sistemine muhalefet etmeye hayır! Devlet de halk da sağlık sistemi de bizim.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
20 Mart 2020
                                                                      

TOPLUCA KANAT ÇIRPMAK


                                               
Beydeba…
Kelile ve Dimne’yi yazarı Hintli, ünlü filozof ve fabl yazarı. M.Ö. I. Yüzyılda yaşadığı düşünülmekte.
Kelile ve Dimne’den aldığımız Tasmalı Güvercin’i birlikte okuyalım:
 “Deha kenti yakınında avı bol bir yer vardı. Avcılar, buraya sık sık uğrarlardı. Buradaki iri ve dalları birbirine girmiş gür ağaçlar arasında özgür kuşlar yaşardı. Bir gün çirkin yüzlü, kötü bir avcı, elinde sopası, sırtında ağı ile ormana girdi. Ağını attı, üzerine yem tanelerini serpip yakın bir yere saklandı.
Çok geçmeden önde Tasmalı Güvercin olduğu halde bir sürü güvercin, alana üşüştü; tuzağı görmeden taneleri yemeye başlayınca ağın içine düştüler. Avcı, sevinç içinde gizlendiği yerden çıktı. Onu gören güvercinler kurtulabilmek için çırpındılar, fakat onların bu çabaları boşa gitti. Tasmalı Güvercin, tuzaktaki diğer güvercinlere dönerek:
Felakete karşı gelebilmek için aramızdaki elbirliğini kaybetmeyelim. Hiçbirimiz kendi canını, arkadaşının canından üstün tutmasın. Hepimiz birlikte harekete geçerek tek kuş gibi uçalım. Bu sayede hep birlikte kurtulalım, dedi.
Güvercinlerin hepsi, kendilerini toplayıp kanat birliği yaptılar. Hep birlikte ağı taşıyarak gökyüzüne yükseldiler. Avcı, yorulacaklarını umarak yükselen kuşların yere konacaklarını sandı.
Tasmalı Güvercin, durumu gözden geçirerek arkadaşlarına ikinci önlemini açıkladı:
Avcı peşimizdedir. Böyle açıktan uçarsak bizi görür, nereye konacağımızı anlar. Kapalı yerlerde uçarsak bizi izleyemez, peşimizi bırakmak zorunda kalır. Biz de benim yakın dostum farenin ülkesine kadar gideriz. O, bu ağları keser; tuzaktan kurtuluruz, dedi.
Güvercinler, liderlerinin sözünü dinledi. Avcı da güvercinleri ele geçiremeyeceğini anlayıp geri döndü.
Güvercinler, bir süre sonra farenin yaşadığı yere vardılar ve burada yere indiler.
Tasmalı Güvercin, arkadaşı fareyi çağırdı. Fare, sesinden dostunu tanıdı. Koşarak geldi. Tasmalı Güvercin’i ağlar içinde görünce şaşırarak sordu:
 Nasıl oldu da bu duruma düştün?
Tasmalı Güvercin:
Bilmiyor musun, iyi ve kötü ne varsa başa gelebilir. Güneş ve Ay bile tutulur.
Bunun üzerine fare, Tasmalı Güvercin’i bağlayan düğümleri kemirmeye başladı. Tasmalı Güvercin, buna razı olmadı:
Önce öteki güvercinleri kurtar; sonra bana gel, dedi.
Fare bu söze aldırmadı. Tasmalı Güvercin’in dayatması üzerine:
Sen, kendine acımıyor musun? Nefsinin hakkını gözetmiyor musun, diye sordu.
Tasmalı Güvercin:
Beni kurtarmakla işe başlarsan yorulur, gevşersin. Belki de onları kurtarmakta yavaşlarsın. Fakat ötekilerle başlarsan yorulsan bile dostun olan birini ağ içinde bırakmaya razı olmazsın, dedi.
Fare:
İşte, bu düşünce benim sana olan sevgimi artıracaktır, dedi.
Büyük bir istekle bütün ağı kemirmeye başladı ve çok geçmeden işini bitirdi. Güvercinler sevinçle havalanarak sağ salim yurtlarına döndüler.”
Toplum ve insanlık olarak büyük bir felaketle karşı karşıyayız. Böyle durumlarda bencilliğe yer yok! Toplum ve tüm insanlık, birlikte kanat çırpmalı yüreğimiz birlikte çarpmalı. Kimse kendi canını ötekinden üstün tutmamalı. Tek başına canının derdine düşen toplumun tümünün yaşamını tehlikeye düşürür.
Korona virüs salgınından en az zararla çıkmanı yolu, elbirliğiyle davranmaktır, tıpkı avcının ağına yakalanan güvercinler gibi…
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       19 Mart 2020









ISSIZLAŞAN KENT



Cumartesi günü (14 Mart 2020) öğleden sonra, Bostancı’dan Marmaray’a bindim Bakırköy’e gitmek için. Normal koşullarda tıka basa dolu olması gereken Marmaray’da neredeyse ayakta yolcu yoktu. Bu tenhalık ilgi çekiciydi. Kırk dakika sonra Bakırköy’e vardım.
Cumartesi günü, Bakırköy’de pazar kurulduğundan neredeyse İstanbul’un her yerinden, hatta kent dışından birçok yurttaş alışveriş için buraya gelir. Bu nedenle Bakırköy’ün merkezinde çoğu zaman kalabalık nedeniyle yürümek bile zorlaşır. İstanbul’un en kalabalık yerlerinden biri olan Bakırköy’deki tenhalık hemen ilgimi çekti. Lokantalar, kahvehaneler, yeiçler (kafeler), mağazalarda tek tük insan vardı.
Akşam olunca Marmaray’a binerek eve döneyim, dedim. Marmaray’da koltukların neredeyse yarısı boş. Bu tenhalıkta rahatça kitabımı okuyarak eve döndüm. Bostancı İstasyonundan eve yürürken birkaç kişiyle karşılaştım. Ali Nihat Tarlan Caddesi, geç olmamasına karşın adeta kentin terk edilmiş bir noktasıydı.
Pazar günü (15 Mart) iki önemli futbol maçı vardı. Evden öğleden sonra alışveriş için çıktım. Yollar bomboş. Evimiz, iki ana caddenin kesiştiği noktada olduğundan camdan dışarıyı görmekteyiz. Akşama dek insan kalabalığına özlem duyduk. Bu ıssızlığı, futbol maçlarına yordum kendimce…
Pazartesi (16 Mart), saat on bir de evden çıktım. Marmaray’a yürüdüm. Yol boyunca ıssızlık… İstasyona vardığımda ıssızlık, kendini belli etmekte. Marmaray’a bindim. Vagonda toplam, beş kişi var. İndi-bindiler oluyor yol boyunca vagondaki sayı, birkaç kişi eksilip artmakta. Yenikapı’da indim, Hacıosman Metrosuna binmek için. Normal koşullarda insan kalabalığından yürümek bile zordur burada. İnsanlar, ıssızlığın tadını çıkarmadalar acele etmeksizin sallana sallana yürümekteler.
Hacıosman Metrosuna bindim. Marmaray’da olduğu gibi birinci vagona bindim. Toplam, dört kişiyiz. Yolda ikisi indi, iki kişi kaldık ve son durakta indik. İşim,  Ferahevler’deydi. İşime gitmek için taksiye bindim. Taksi durağında normal zamanlarda bir ya da iki taksi zar zor bulunurken taksiler kuyruk olmuş, beklemekteler. Taksiciyle selamlaştıktan sonra işlerin nasıl olduğunu sordum. “Görüyorsun ağabey, herkes bomboş bekliyor.” dedi. Aynı ıssızlık burada da söz konusu.
Dönüşüm, çalışanların işyerlerinden çıkış saatine denk geldi. Gittiğim yoldan, aynı araçlarla geri döndüm. Bu kez metro ve Marmaray’da yolcu sayısı biraz fazla. Neredeyse ayakta yolcu yok!
Bostancı’da sokaklar, market raflarının yiyecek ve hijyen maddeleri satılan bölümleri boş. Birçok dükkân erkenden kapanmış bile. Maske ve eldivenli kişileri her yerde görmek olanaklı. İnsanlar, birbirinin gözüne bakmakta. Öksürenin, hapşıranın yanından hızla uzaklaşılmakta.
Korona virüsüyle savaş, ulusal bir konu. Bu savaşı ulusça, elbirliğiyle yeneceğiz. Birkaç günlük izlenimim, yurttaşların bu savaşta yerlerini aldıklarını göstermekte. Sosyal medyada az da olsa bozgunculuk var. Bunun zamanla azalacağını düşünmekteyim. Büyük felaketler, dayanışmayla aşılır. Korona düşmanını yenmek için birliğimizi, dayanışmamızı bozmadan Sağlık Bakanlığı’nın uyarılarını yerine getirmeliyiz. Zaman kavga zamanı değil, birlik zamanıdır.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                                   17 Mart 2020