İÇTEN DOSTLUK


2021’de korona salgını ortalığı kasıp kavururken ve herkes evlerinde tutsakken böylesine olmadık bir zamanda kötü hastalığa yakalandım. Zor da olsa sağaltımcıların olağanüstü çabalarıyla sağlığıma kavuştum. Uzun süren ve zor geçen bir ameliyatla kurtuldum başımdaki beladan. Kemoterapi, ışın sağaltımı ve akıllı ilaçlara gereksinim duymadan kötü sayrılık başımdan def oldu sağaltımcılarımın sayesinde.

Son aylarda bazı eğinsel sıkıntılarım oldu. Bu nedenle eylülün ikinci haftasında bir sağaltımcıdan buluşum aldım. Ben sorunumu anlattım, o dinledi. Bu sorunların bir kötü sayrılığın belirtisi olabileceğini söyledi. Bir takım inceleme ve araştırmaların yapılması gerektiğini önerdi bana. Ben de kabul ettim. Zaten başka seçeneğim de yok! Bu nedenle son bir ayda haftada birkaç kez sayrıevlerindeyim.

8 Ekim 2025 Çarşamba günü, sabahleyin erkenden sayrıevine gittim. Uzun süre orada kaldım. Ne yazık ki her şey istediğim gibi olmadı. İkindi vakti döndüm sayrıevinden.

Bostancı’ya geldim. Hava puslu… Benim de yüreğimi pus kaplamış. Umut ışığını görmek için çaba içindeyim. Korkmuyorum sayrılıktan. Ömür kısa, ancak benim yapacak çok işim var. Yaşama geçireceğim birçok düşüncem, tasarımım bulunmakta. Bu nedenle sağlıklı olmalıyım. Az da olsa alışveriş yapıp eve gitmeye karar verdim. Biraz dalgın yürümekteydim kaldırımda. Yolumun üstünde ara sıra uğradığım bir kıraathane var. Ancak ben fark etmedim orayı dalgınlığımdan. Birden “Adil” diyen bir sesle düşümden uyandım. Ses tanıdıktı. Dönünce o yana bakınca bana seslenen Kaya Karan Bey’le göz göze geldim. Gülerek ve eliyle “Nereye gidiyorsun? Gelsene bir çay içelim.” dedi.

Yaşamımızda kıramayacağımız; önerilerini, çağrılarını geri çeviremeyeceğimiz insanlar vardır. İşte, Kaya Bey de benim için öyle biri. Yaşamıma değer katar. Onunla tanışalı iki yıl olmadı daha. Ancak kısa zamanda kırk yıllık dostluk gelişti aramızda. Benden yirmi iki yaş büyük. O, kökleri derinde olan yaşulumuz. Devlet hizmetinde çalışmış uzun süre. Üst düzey bir bürokratken emekli olmuş. Atatürk’e hem beyniyle hem de yüreğiyle inanan bir yurtsever.

Arkadaşlarıyla söyleşmeyi sever. Düşünür, okur, yazar, sorar, dinler, sorgular, tartışır. Yaşına karşın sağlam bir belleği, açık bir dimağı, öğrenme isteğiyle dolu bir yüreği var.

İlk tanıştığımız günden başlayarak saygılı, güvene dayalı, sevgi dolu, içten bir arkadaşlığımız var. Kısa sürede arkadaşlığımız, dostluğa dönüştü. Öğrenme isteği, onun kadar yüksek birine zor rastlanır. Hâlâ düşünce meyveleri verecek ağaç dikmek için emek vermekte o. Onunla başlıca konularımız tarih ve siyaset…

Çağrısına uyup gittim masasına. Oturdum. Birkaç arkadaş daha var masada. Oturduğum an çay söyledi hepimize. Çayları içerken biraz söyleştik. “Senin bir derdin var, nedir?” diye sordu bana. Bunca yılın yaşam deneyimiyle karşısındakinin derdini kolayca anlayabiliyor. Halden anlayan biri… Çok kısa anlattım sorunumu. Çünkü sorunlarımı başkalarına anlatmayı sevmem. Önce bir şey demedi.

Masadaki diğer kişiler kalkıp gitti az sonra. Döndü bana: “Sende göz var. Nazar etmiş seni birileri.” dedi üzülerek. Elini önce enseme koydu, sonra başımda gezdirdi. Ardından beni okumaya başladı nazarım çıkıp gitsin diye. O, içten bir vakarla okuyor sureleri, gözlerini benden ayırmayarak. Ben de sessizce duruyorum. Sonrasında okuma bitti. “Sağol Kaya Bey! Okuduklarınız bana şifa olur inşallah!” dedim. Onun içtenliğinden, duygudaşlığından, benim durumum karşısındaki belli etmediği üzüntüsünden etkilendim doğal olarak. İçinde bulunduğum durumu, yüreğinde duyumsadı. O anda benim için yapabileceği en kolay şeyi, en kestirme yoldan yaptı. İçtenliği, yüreğime kök salan koca bir dostluk ve umut ağacı oldu.

 Biraz geç olunca ikimiz birlikte kalktık evlerimize gitmek için. Az sonra da vedalaştık. Yol boyunca onun içtenliğini, duygudaşlığını düşündüm. Eve gittiğimde kafamdaki karmaşa azalmış, içimdeki fırtına biraz olsun dinmişti. İçten bir dostluğun gücü bana içgücü verdi. Bu dünyada dostları olmalı insanların, içindeki zehri çıkarıp dışarı atsın diye.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       12 Ekim 2025

 

 


KIZ ORTAOKULU

AKP, neredeyse yirmi üç yıldır iktidarda. Ne yazık ki “Taç giyen baş akıllanır.” sözüne uygun bir davranışını göremiyoruz çoğu zaman. Zaman zaman Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan, “iç cepheyi birleştirmenin” öneminden söz etse de hükümetin bazı uygulamaları, nedense bu söylemin tersi oluyor.

Öyle uygulamalar yapıyor ki AKP hükümeti, iç cepheyi birleştirmek yerine, iç cepheyi daha çok bölüyor. Hatta bu bölünmeyi daha çok keskinleştiriyor. İktidar partisi; uygulamaya sokacağı politikalarda ulusal birliği, toplumun gereksinmelerini, çağın gereklerini, bilime dayalı olma ilkesini, yaşama uygunluğu ön plana almalı. Halkın isteklerine uygun olmayan, halkın günlük yaşam anlayışıyla çelişen politikaların uygulanması, ülkemizin ulusal birliğine zarar verir.

Milli Eğitim Bakanlığı, birkaç yıldır kız ortaokulu açma peşinde. 2025-2026 öğretim yılı başında Ankara’nın Çankaya İlçesinde Dikmen Nevzat Ayaz Mesleki ve Anadolu Lisesi’ne bağlı olarak bir kız ortaokulu açtı. Öğretim yılı başlamasına başladı da kız ortaokuluna bir kişi bile kaydolmadı. Çünkü halk, bu ayrımcılığı, gerici anlayışı, yaşamın gerçekleriyle bağdaşmayan zihniyeti kabul etmedi. Şöyle ki Dikmen’de AKP’ye oy veren yurttaşlarımız bile hükümetin çağımıza, Türk görenek ve geleneklerine uymayan kız ortaokulu açma düşüncesine karşı çıktıkları için kızlarını bu okula vermediler. O zaman AKP, halkın sesini dinleyip iç cepheyi bölecek bu tür girişimlerden vazgeçmeli.

Kız erkek okullarının tarihsel sürecine bakıldığında Ortaçağ Avrupa’sında rahip ve rahibe okulları olarak karşımıza çıkar. Farklı Avrupa ülkeleri, Osmanlının son dönemlerinde ülkemizin birçok kentinde misyoner okulları açtılar. Amaçları kendi kültürlerini, siyasetlerini toplumuza aşılamaktı. Bu okulların neredeyse hepsi kız ve erkek olarak ayrılmıştı. Buna koşut olarak Osmanlının açtığı okullar da kız ve erkek okulları olarak farklılaştı yabancı okulları örnek alarak. Oysa bu sistem, Ortaçağ Avrupa’sının gerici eğitiminin uygulanmasıydı. Toplumu, cinsiyete göre ortadan ikiye bölmek birtakım sosyal, tinsel, ulusal sorunları da birlikte getiriyordu. Bu nedenle Cumhuriyet yönetimi, 1926’da bu ayrımcılığa son vererek karma okullara geçti.

Kız ve erkeğin okullarının ayrılması yaşamın mantığına, işlerliğine aykırı. Çünkü bağda, bahçede, tarlada, fabrikada, sokakta, çalışma alanının her alanında kadın ve erken yan yana. Çocuklar, mahallelerinde oyun oynarken birlikteler. Komşu, akraba, tanıdıklara konuk olarak gittiklerinde kız ve erkek çocuklar birlikte oynayıp eğleniyorlar. Aynı sofrada oturuyorlar. Deyip gülerek yiyorlar yemeklerini. Düğünde dernekte, bayramda seyranda, cenazede, sayrılıklarda, yardımlaşma ve dayanışmada, imecelerde kız, erkek birlikte. Acıyı, üzüntüyü, mutluluğu, sevinci birlikte yaşıyorlar evlerinde, mahallerinde. Yaşamın neredeyse her alanında birlikte olan kız ve erkek çocukların okullarını ayırmak gericiliktir yobazlıktır, ülkenizin geleceğini, ulusal birliğini bozmaktır. Adında “milli” sözcüğü olan bir bakanlığın böyle çağdışı, insanlık dışı, yaşamın gerçeklerine uymayan okul örneğini topluma dayatması hiç de milli bir uygulama değil. Bu tür ayrımcılıklar, başta kendi seçmeni olmak üzere halkın tümünün karşı çıkışına neden olur.

Halkın tepkisi, Dikmen’deki okulun sıralarının boş kalmasını sağladı. Bu nedenle AKP Hükümeti ve bakanlık bu durumdan ders almalı. Kadını, erkeği birbirine karşıt ve düşman gibi gören bir anlayış Türkiye’nin geleceğini kuramaz.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       11 Ekim 2025

 

KALDIRIMDA AĞLAYAN ÇOCUK


Dün akşam, yürüyüşten dönerken biraz alışveriş yaptım. Alışveriş torbalarıyla yavaş yavaş yürüyerek Bostancı İstasyonu’ndan Minibüs Yolu’na doğru gidiyordum sağ yandaki kaldırımdan. El ayak çekilmiş, mahalleye sessizlik egemen olmuştu. Tek tük arabalar geçmekte.

Cadde, biraz karanlıktı. Dükkânların çoğu, sanırım artan elektrik giderlerini düşünerek tutumlu olmak için ışıklarını akşam olunca söndürüyorlar son zamanlarda. Sokak lambalarının bazıları da ne yazık ki yanmıyor. Cadde ve sokakların çoğu belirsiz bir loşluk içinde. Kaldırımlarda yer yer çukurluklar var. Kimi yerlerde parke taşları ya çökmüş ya da yerinden çıkmış. Bazı yerlerde bozuk kaldırımlar ve üsütne üstlük bir de karanlık olunca cadde, insan dikkatli yürümek zorunda. Tüm dikkatimi yola vererek ve bastığım yeri iyice görüp önüme bakarak yürüyorum. Zaten omuzlarımda ağır alışveriş torbaları var. Ayağım, çökmüş kaldırımın taşına takılıp da düşersem yandı keten helva. Bu yaştan sonra kemiklerde oluşacak bir kırığın iyileşmesi çok zor...

Saat: 20.30… Yürürken gecenin sessizliğinde, türlü düşler kurmaktayım loş ışıkta. Düşlerimin mutluluğuyla ilerlerken sağ yanımdan bir ağlama sesi işittim. Kapalı bir dükkânın kapısının önündeki basamaklara oturmuş, karalar giyinmiş bir erkek çocuktu ağlayan. Hem ağlıyor hem de telefonla konuşuyordu. Telefondaki kişiye: “Beni kimse anlamıyor.” diyerek hıçkırıyordu. Birkaç dakika ayak sürüdüm dükkânın önünde. Beni fark etmedi bile. Ağlamasına dayanamadım, yüreğim yandı birden. İçim titredi. Yüreğimden alevler çıkıp her yanımı sardı. Ağlayan bu çocuğu, burada bırakıp gidemem. Belki bir yararım dokunur gözyaşlarına. Onun evde olması gereken bir saatte dışarıda hıçkırarak ağlamasına duyarsız kalabilir miyim hiç?

Yavaş ve sessiz adımlarla gülümseyerek yanına gittim. Boş elimi uzattım ona. “Merhaba!” dedim. O, elimi sıktı. Sonra saçını okşadım. Cebimden kâğıt mendil verdim gözyaşlarını silmesi için. Sildi. “Kalk, burada oturma.” dedim. Kalktı, elimi tutarak. Yakındaki yeiçe gittik birer bardak çay içmek için. Oturduk karşılıklı. Ne yazık ki çay yokmuş. Benim çay için çaba gösterdiğimi görünce “Amca, ben zaten çayı çok sevmem. Çay için uğraşıp canını sıkma!” dedi. Bu tümcesinden çocuğun uyumlu ve anlayışlı bir öze sahip olduğunu anladım. Onun dediğine uyup oturdum yerime. Adını sordum. “O…” dedi. “Ne güzel adın var. Böyle güzel bir adı sana verdikleri için annene ve babana teşekkür ettin mi?” dedim gülerek. O da güldü. “Valla amca, hiç aklıma gelmedi bu.” dedi biraz şaşkın, biraz da mutlu olarak.

Niye ağladığını sordum. Anlattı kısaca. Babası, bir şirkette sürücü... Annesi, bir okulda temizlik görevlisi olarak çalışıyormuş bu yıla dek. Ancak işten çıkarılmış. Okullara yeni müdür atanınca bazıları, çalışanlarını eski okulundan getiriyor nedense. Böyle olunca da yeni geldiği okuldaki işgörenlerin işine son veriyor. Çocuğun annesi, bu nedenle işsiz kalmış.

Baba, sabahtan akşama dek yollarda direksiyon sallıyor. Bu nedenle yorgun… Çocuk, telefonla meşgul sürekli. Anlaşılıyor ki ekran bağımlılığı kervanına o da katılmış. Anne ve babayla ilişkileri çok iyi değil anlattıklarına göre. Bir ağabeyi var çocuğun. Evdeki bireyler arasında konuşma pek yok! Herkes kendi dünyası içinde yaşamla savaşım içinde.

Çocuğun durumuna bakınca eve geç gitme alışkanlığı var. Bir meslek lisesinin dokuzuncu sınıfına gitmekte, haftanın belli günlerinde de bir işyerinde staj yapıyor. Eve geç gitmesinin gerekçesi de bu ona göre. Çocuk, erinç içinde bir ev ve yaşam istiyor. Ancak bu yok! Kendince çözüm bulmaya çalışıyor, ama gücü buna yetmiyor. Gücü yetmeyince de kent canavarının avı oluyor sokaklarda.

Yaşını soruyorum, söylüyor. On dört… Oğlum Atacan’la akran… Yaşını ve okuduğu sınıfı söyleyince aklım yerinde çıkacak gibi oluyor. Birden beynimde şimşekler çakıp fırtınalar kopuyor. Böyle bir karanlık gecede o da sokakta olabilirdi, olasılığı usuma düşünce içim çok fena oldu.

Telefon bağımlılığı çocukları olgunlaşmadan dalından koparılan meyveye döndürüyor. Dalından erken koparılan meyve çürür çok geçmeden. Ekrana tutsak olan çocuklar, evlerinden uzaklaşmakta eğinsel olmasa da tinsel olarak. Çocukların gönlü kayıyor evden ekrana doğru. Bunu üstüne geçim zorlukları, evlerdeki erinçsizlikler eklenince gönül kayması hızlanmakta. Bu, olağanüstü bir duygusal kopuş… Bu büyük toplumsal kopuşun, çürümenin önlemi elbirliğiyle alınmalı.

“O…” ile bir süre söyleştik. Telefon numaramı yazdı. “Senin bu saatte evde olman gerek. Hadi eve git! Gidince de anneni, babanı ve ağabeyini kucaklayıp öp. Onlara “İyi ki benim annem, babam, ağabeyimsiniz’ de. Onların desteğine gereksinim duyduğunu da ekle sözlerine.” dedim. Kalktık masadan. Elimi öpmeye kalktı, öptürmedim. Sarıldı bana gözlerinden fışkıran gülümsemeyle. Kucakladım onu, içim alev alev. Marmaray’a doğru yürüdü Maltepe’ye gitmek için. Ardından baktım bir süre. Karanlıkta yitiverdi. Döndüm yoluma gitmek için gözlerimdeki yağmur bulutlarıyla.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               7 Ekim 2025

 

KENDİ YALANINA İNANANLAR

Çevremizde zaman zaman karşılaştığımız bir durumdur yalan söylemek. Ne yazık ki yalan söyleyenlerin bazıları, kendi söyledikleri yalana bir süre sonra kendileri de inanmaya başlar. Kendi söylediği yalanı gerçekmiş gibi yayar çevresine. Çoğu zaman, bu yalana inananlar çoğalır. Bir yalan, gerçekmiş gibi kendine yer bulur toplumda ne yazık ki.

Yalan, tarihin en eski zamanlarından beri söylenegelir. O, gerçeğin ortaya çıkmasıyla var oldu. Çünkü yaşam, karşıtların birliği üzerine kurulu. İyiyle kötü, karanlıkla aydınlık, geceyle gündüz, inişle yokuş, sıcakla soğuk, iyimserlikle karamsarlık gibi birçok kavram yaşamımıza karşıtıyla giriyor. Bu, çok doğal… Ancak gerçek dururken kişi, niye yalan söyler ve buna inanır?

Yalan, çoğu kişi için çekicidir. Gerçek ise acı gelir birçok kişiye ve bu nedenle kabul edilmesi oldukça zor. Çoğu zaman bazı kişiler, kendi yaşamının gerçekleriyle yüzleşmek istemez. Çünkü gerçekle yüzleştiğinde iğneyi, kendine batırmak zorunda kalacak. Bu da birçokları için çok güç bir durum… Bazı kişiler, kendine özgü ne varsa olumlu ya da olumsuz onu sahiplenir gözü kapalı olarak. Kısacası bu kişiler, yalanlarını da gerçeklerini de sever. Atalarımız bu durumu: “Kimse ayranım ekşi demez.” sözüyle ne de güze açıklamış. Kişinin satacağı malı, yaptığı davranışı, yakınlarını, ona yararı dokunan kişi ya diğer varlıkları kötülemez. Onları sahiplenir sonuna dek.

Bazı kişiler, kendilerini haksızlığa uğramış, ezilmiş, suçsuz göstermek; karşıtlarını da haksızlık yapan, ezen, suçlu duruma düşürmek için yalana başvururlar sıkça. Siyasette yükselmek isteyenler, toplumda yer edinmek çabası içindekiler, aile içindeki geçimsizliklerde üstün gelmeye çalışanlar, arkadaşları arasında kendince saygınlık ve koruma arayanlar, çevresindekilerin ilgisini çekmek için uğraşanlar sık sık bu yola saptıklarını görmekteyiz. Bu tür yalanları anlamak aslında çok kolay. Çünkü bu tür yalanlar, çok abartılıdır.

Kimileri vardır, bazı kişilere çok bağlanıp iyi ilişkiler kurarlar. Deyim yerindeyse canciğer kuzu sarmasıdır kişi karşısındakiyle. Onun erdemlerini her ortamda över. Ona ne denli derin bir sevgi duyduğunu her fırsatta dile getirir. Yere göğe sığdıramadığı kişiyle en küçük tartışma ya da anlaşmazlıkta bu arkadaşını, dostunu, yakınını düşman olarak beller. İşte, burada yalan dizisi devreye girer. O kişi için öyle yalanlar söyler ki, herkes şaşırır bu duruma. Bu yalanlar, ister istemez iftiraya da dönüşür zaman içinde. Böylece tehlike büyür.

Yalan söylemeyi, kişilere iftira atmayı çok kolay biçimde yapar hem yalancı hem de iftiracı olanlar. Ne yazık ki kısa bir süre sonra bu yalan ve iftiralara önce kendisi inanır. Bunları, önüne gelene anlatır ki kendisine inansın kişiler. Kendini, çok büyük haksızlığa uğramış gibi göstermek için özel çaba harcar bu kimseler. Bu, aslında yalan ve iftiradan rahatsız olduğunun bir göstergesi. Çünkü bu tür insanlar, özeleştiride bulunup yaptığı yanlıştan dönmeyi gurursuzluk ya da yenilgi olarak görürler. Bu nedenle de yanlıştan dönemezler bir türlü. Yanlışlarına sarılırlar denize düşüp yılana sarılanlar gibi. Bunu yapamadıkları için de hem kendilerine hem ailelerine hem de çevresindeki herkese zarar verirler.

Ünlü yazar Mark Twain: “Doğru pabucunu giymeden, yalan dünyayı dolaşır.” diyerek yalanın hızlı yayılma ve işitenlerce benimsenme hızını ne de güzel anlatmış. Nedense insanların önemli bir bölümü, gerçeğin yerine, yalana inanmayı yeğler. Bu da yalanı, birçokları için çekici yapıyor.

Yalan, zehirli bir yılan gibi soktuğu canlıyı felç eder. Yalan ve iftirayla çoğu kişi, yaşamında karşılamıştır. Bu yakışıksız sözler yüzünden zarara uğrayanlar, yüreği yaralananlar, zor durumda kalanlar çoktur. Çok mutlu evleri dağıtan, özenilecek düzeydeki arkadaşlıkları bozan, üstün başarılar yolunda ilerleyenlerin yoluna engel koyan, insanların yararına konuşup yol gösteren ya da eyleme geçen, kendini insanlığa adayıp karşılıksız çalışan birçok kişi yalanın gazabına uğradığına çoğumuz tanıklık etmişizdir.

“Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.” demiş atalarımız. Yalanlar eninde sonunda ortaya çıkar doğal olarak. Gerçek, zor da olsa yalana karşı yengi alır. Çünkü gerçek, yalandan daha güçlüdür. Ancak bu süre içinde yalan, yapacağını yapmıştır, Nice insanları, ocakları, gönülleri, yaşamları, iş yaşamını yakıp yıkmıştır. O söylenenin, yapılanın yalan olduğu anlaşılıncaya dek nice kişinin sağlığı, yaşam düzeni bozulmuştur. Onun yanında gerçek, boynu bükük kalmıştır artık.

Yalan söylemek, insanlara iftira atmak insana yakışmaz. İnsan bilip isteyerek suçsuz birini, suçlu durumuna getiremez. Burada insan vicdanı devreye girer. Bazı kişiler, nedense vicdan yerine cüzdan koymuşlar. Kendi çıkarları için söylemeyecekleri yalan, atamayacakları iftira yok! Bu sayrılık, günümüz insanının önünde en önemli sorun. Her şeye karşın yine de yalanın değil, gerçeğin egemen olduğu bir dünya ve toplum yaşamı dileyelim. Ulu Tanrı, kendi yalanına inananlardan herkesi korusun, diyelim yürekten.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       6 Ekim 2025

SANAL BAĞIMLILIĞIN NEDENLERİ

Sanal bağımlılık, toplumsal yapımızı hızla sarıp sarmalıyor ahtapotun kolları gibi. Toplumumuz, bu nedenle soluk alamaz duruma gelmekte. Sanal bağımlılık, çocuk ve gençlerde başlıyor öncelikle. Ne yazık ki bu durum, göz göre göre toplumumuzun geleceğini, tehlikeye düşürüyor.

Toplu taşım araçlarında, yolda yürürken, yeiçlerde (kafelerde) otururken, evlerdeki konukluklarda, toplu yemeklerde başta çocuk ve gençler olmak üzere orta yaşlı birçok kişinin elinden telefon düşmemekte. Hatta kimi yaşulular da yanındaki kişilerle söyleşmek yerine, telefonla zaman geçirmekte. Bu da gösteriyor ki toplum olarak konuşmaktan ve insancıl ilişkilerden uzaklaşmaktayız hızla. Oysa söyleşmek duygu, düşünce ve isteklerin aktarımı. Bu yolla tinsel bir sağaltım da yapılıyor farkında olmadan.

Son yıllarda en hızlı aşınan “özgürlük” kavramı… 1980’de, 24 Ocak kararlarının 12 Eylül darbesiyle yaşama geçirilmesiyle başlayan süreçte toplumsal değerlerimiz, Cumhuriyet kazanımlarımız yok edilmeye başlandı bilerek bir emperyalist izlenceyle. Burada amaç, toplumda çözülme ve çürüme yaratarak ulus devletimizi yıkmaktı. Toplumu bir arada tutan hangi değer varsa darbecilerin basın yayındaki sözcülerince küçümsenip aşağılanmaya başlandı. Bu da topluma, bireysel özgürlük olarak sunuldu. Toplumun çıkarını düşünmek yerine, bireysel çıkar öne çıkarıldı. Bencillik, her şeyin önüne geçirildi. Milyonlarca kişinin çıkarı, bir kişinin yararı için feda edildi.

Bencillik, özgürlük olarak sunuldu topluma. Öyle ki bu özgürlüğün sınırsız olması birçok kişice övüldü. Bunu, süsleyip püsleyip uzun uzun kuramsal olarak anlattılar topluma bir yenilikmiş gibi. Oysa bir toplumun içinde yaşayan, aynı yaşam alanlarını paylaşan kişilerin uyması gereken kurallar, durması gerek sınırlar olmalıydı. Ne yazık ki insanın toplumsal bir varlık olduğu ve toplumla uzlaşmak, çevresindeki kişilerin haklarına saygı göstermek zorunda olduğu gerçeği göz ardı edildi.

“Ben özgürüm. İstediğim gibi davranırım, benim davranışımdan rahatsız olan varsa olsun. Bu, beni ilgilendirmez. Gece yarısı sokakta şarkı da söylerim, küfür de edebilirim bağıra bağıra. Gece yarısı arabamın artborusunu patlata patlata gürültüde çıkarırım. Günün hangi saatinde olursa olsun arabamda dinlediğim müziğin sesini en yüksekten açıp dinlerim. İstediğim ağacı keser, dilediğim çiçeği koparırım. Ben özgür bir kişiyim, kimse benim yaptığıma ve yaşamıma karışamaz.” biçiminde bir anlayış egemen oldu topluma. Kişinin kişiye, kişinin topluma saygısı “özgürlük” kavramının yanlış algılatılmasıyla görünmez bir elce yok edildi. İşte, toplumsal çözülme de burada başladı.

1960, 1970’li yıllarda ya da daha öncesinde ortaokula gidenler iyi anımsayacaklar. Orta son sınıfta yurttaşlık bilgisi dersi var o yıllarda. Bu derste okutulan kitapta, özgürlüğün tanımı yapılmıştı. Bu tanımın Atatürk tarafından yapıldığı da söylenirdi o yıllarda. “Başkasının özgürlüğünün başladığı yerde senin özgürlüğün biter.” tümcesiyle özetlenmişti kitapta özgürlük tanımı.  Ne güzel bir tanım… İnsana saygıya, toplumsal uzlaşma ve düzeni sağlamaya yönelikti bu özgürlük anlayışı. Ne yazık ki şimdilerde bu ders de kitap da özgürlük tanımı da ortada yok! Ne yazık ki toplum, uygarlaşarak ileri gitmesi gerekirken geriye doğru gitti. Bencillik, toplumdaki kişilerin özgürlüklerini hiçe saydı. İnsanların birbirine saygısı yok edildi. Bu da zorbalığın ve başıbozukluğun özgürlük sayıldığı bir düzeni ortaya çıkardı.

Toplumsal çözülme, önce evlerde başlıyor. Dört kişilik bir aile, aynı sofraya oturup bir akşam yemeği yiyemiyor. Herkes, evde kendine uygun bir oda ya da köşe bulup kendi kabuğuna çekiliyor. Hatta odasından annesine telefon edip katıklı (sandviç) isteyen çocuklar ve gençler var. Sofraya gidip otursa kendince zaman yitirecek. Bu nedenle sanal dünyasından ayrılmak istemiyor en yaşamsal gereksinimi yemek için bile.

Sofra, Türk gelenekleri açısından çok önemli bir yer. Sofraya gelen aile üyelerinin tek amacı yemek yemek değil. Bir yandan açlık yatıştırılırken diğer yandan söyleşilir sofrada. Ortaklaşa yapılacak işler, gelecekte düşünülenler, amaçlarda ortak kararlar, sorunlar, üzüntüler, sevinç ve mutluluklar paylaşılıp konuşulur. Sorunlar, elbirliğiyle çözülür. Sofra, düşüncenin olduğu kadar duygunun da paylaşıldığı yer. Zaten Türk sofrasının yuvarlak bakır siniden oluşması, evdeki herkesin eşit koşullarda ve eşit uzaklıkta bulunmasını sağlar. Sininin çevresini alanlar eşit uzaklıktan uzanır ortadaki ortak tabaklara. Eşitlikçi bir ortamda yiyip içme, duygu ve düşünce alışverişinde bulunma toplumsal birliktelik için önemli bir alan sofralar. İşte, sofralar olmayınca aile çözülüyor hızla. Bu da toplumsal çözülmeyi gündeme getiriyor.

Toplumumuz, hızla bizi biz yapan geleneklerden kopmakta. Geleneklerden kopuş, toplumu çözüyor. Bu kopuşun nedeni, iletişim organlarının yaygınlaşması ve toplumu adeta abluka altına alması. Yalan yanlış bilgiler, sahte kahramanlar, sanal ortamın gerçeklerden uzaklığı ve büyüleyiciliği özellikle çocukları çok etkilemekte. Böylece çocuk, gerçekçilikten uzaklaşarak sanal ortamın yalan dünyasına kaptırıyor kendini. Sanal dünyanın çekiciliği, çocuklara albenili gelmekte. Ne yazık ki topluma örnek olması gereken nice kişi de çocukların sanal bağımlılığını artıracak davranışlar sergiliyor. Bu da günümüzde bağımlılıkla savaşımda önemli bir sorun ve engel.

Üzülerek söyleyeyim ki çocuk ve gençlerin tarih, dil, doğa bilgileri oldukça az. Böyle olunca gerçekçi düşünme alışkanlığını edinemiyorlar bir türlü. Sorsanız bahçelerinde boy atan üç farklı ağaç türünün adını bilmiyor gününüz çocukları. Tarihini bilmeyen çocuklar ise kendi insan ve aile köklerinden habersizler. Anadillerine çok egemen değiller. Sözcük dağarcıkları oldukça kısıtlı. Daha çok sözcükler yerine, imlerle anlaşmayı yeğlemekteler. Bu dünyaya, başka bir gezegenden gelmiş gezginler gibi dolaşmaktalar ortalıkta.

Ülkemiz, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra büyük bir devrimci sürece girdi, Ortaçağ’ın birikmiş sorunlarından kurtulmak için. Toplumun bilinçlenip aydınlanması önemli bir gereksinimdi. Cumhuriyet’in kurulmasıyla kişilere, kitap okuma alışkanlığı kazandırmak için kollar sıvandı. Bu konuda önemli başarılar elde edildi. Yurttaşlarımızda belirgin bir ölçüde okuma alışkanlığı gelişti. Ne yazık ki günümüzde bu okuma alışkanlığı ortadan kalkmakta. Sanal dünyanın bir merkezden yönetilen ağlarıyla dünya egemenlerinin düşünceleri pompalanmakta genç dimağlara. Bu da çocuk ve gençlerin birçok alanda belli bir bilince ulaşmalarını engellemekte. Ne yazık ki kendi usuyla düşünemeyen, başkalarının papağanı durumuna gelmiş, sığ düşünceli kişiler sarmış her yanı. Bunların içinde gençler, önemli yer tutmakta. Türkiye çocuk ve gençlerine okuma alışkanlığı kazandırmak için seferber olmalı. Bu, geleceğimize yapılacak en büyük yatırım.

Okumayan, özgün düşünemeyen, gerçeklerden, doğadan kopup sanal dünyanın tutsağı olan çocuk ve gençlerin en çok başvurdukları olumsuzluk ise şiddet. Bu da en çok akran zorbalığı olarak ortaya çıkmakta. Ülküsü, amacı, yararlı toplumsal uğraşısı olmadığından sanal ortamda öğrendiği şiddeti uygulamakta en yakınındakine. Kimi zaman bu, evde de görülebiliyor. Şiddet görenin kimliği, evdeki konumu çok önemli değil. Gerekirse uğrunda canını verebileceği en yakınlarına şiddet uygulamak niye?

Toplumu oluşturan bireyler, birbirlerine karşı saygıyı yitirmemeli. Saygı, aileden başlayarak toplumun her alanında olması gereken bir şey. Kişi hem kendine hem de karşısındakine saygısını yitirmekte. Ne yazık ki toplumumuzda son yıllarda tek başına yaşama eğilimi güçlenmekte. Bu da kişinin sosyal bir varlık olarak var olmasını tehlikeye düşürüyor. İnsansız bir yaşam; birçok toplumsal, tinsel sorunları da yaratıyor.  Bu dünyada insana, insan gerek. İnsansız yaşamak olanaksız bir şey…

Çocukları ve gençleri sanal dünyanın büyüsünden kurtarıp gerçek yaşamın inişli çıkışlı yollarında yürütmek için zaman geçirmemeli. Kurtuluşumuz burada...

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               5 Ekim 2025

 

ÇOCUK VE GENÇLERDE BAĞIMLILIK


Çocuk ve gençler için çağımızın en büyük sorunu, bağımlılık. Ne yazık ki bu bağımlılık bir salgın gibi büyüklere de bulaşmakta. Bağımlılık, birçok alanda görülmekte. Ancak her şeyde olduğu gibi bağımlılığın da bir kaynağı, çıkış noktası var.

Üzülerek söyleyeyim ki bağımlı çocukları bu yola iten daha çok anne ve babaları. Yaşadığımız çağ, anne ve babaları da değiştirmekte her alanda. Teknolojiye tutsak olan anaatalar (ebeveynler), bu tutsaklık nedeniyle çocuklarına gerekli sevgiyi, ilgiyi, özeni göstermiyorlar. Bireyciliğin getirdiği anlayış ve buna uygun yaşam biçimiyle önce “ben” diyor günümüzün anaataları. Kendi rahatından, konforundan, varsa düşkülerinden, zamanından zerre kadar ödün vermek istemiyorlar. Özverili anne ve baba örneği, tarihe karışacak gibi. Bu durum, doğanın kurallarına da aykırı. Doğanın kurallarına uygun olmayan yaşam biçimi, doğa ananın insana verdiği anne ve baba güdülerini de değiştiriyor ne yazık ki. Bunun adına da “modern ve çağdaş yaşam” deniyor.

Bağımlılık, bebeklik döneminde başlıyor anaatalar eliyle. Bebeklere kolayca yemek yedirmek ve onların uslu uslu bir köşede oturmalarını sağlamak amacıyla yürüyemeyen, konuşamayan bebeklerin eline cep telefonu veriliyor. Telefon ekranındaki renk değişimleri, hızlı ekran akışları bebeğin ilgisini çektiğinden kolayca ekran bağımlılığı başlıyor böylece. Yaşamının ilk döneminde doğal yaşamın tüm uyaranlarından, güzelliklerinden, olanaklarından, farklılıklarından soyutlanıyor çocuk. Kısacası, doğal gelişimi hem eğinsel hem de tinsel alanda engelleniyor. O, bu yüzden çıkmaz bir sokağın karanlık ve belirsiz loşluğunda yolunu bulmaya çalışıyor. Yolunu da ekranda arama çaresizliği içindedir çocuk nedense.

Derin, dibi görünmez, yok edici sellerin çevrintilerine; sert yellerin burgaçlarına karşı koyamıyor çocuk, bağımlığı nedeniyle. Bağımlılık, çevrintiler ve burgaçlar gibi içine düşeni yiyip bitirip yok ediyor. Bağımlı çocukların çaresizlikleri açıkça görülmekte. Ne yazık ki anne ve babalar; bu çaresizliği, içten içe yükselen yardım çığlıklarını görmüyorlar. Görenler de görmezden geliyor. Böylece sorun, çözümsüzleşiyor. Çözülemeyen sorun, çığ gibi büyüyor. İyice büyüyüp denetlenmeyen bağımlılık; sorunun büyüklüğünü, çözümsüzlüğünü, çocuklarının uçuruma yuvarlanmakta olduğunu en sonunda fark eden anne ve babalar da onulmaz bir çıkmazın, çaresizliğin içine giriyor. Sorunu çözmek için ayağa kalkılıyor, ancak çocuklarını geri kazanmak iyice zorlaşıyor.

Bağımlılığın bir diğer ayağı yiyecek ve içeceklerle oluşmakta. Yegitlerde (fastfoodlarda) karın doyurma alışkanlığı, önemli bir bağımlılığın temelini atmakta çocuklarda. Ayaküstü yenen bu tür yemekler yüksek oranda doymuş yağ ve şeker içermekte. Üstelik bu yiyeceklerin yanında, içinde çok yüksek oranda şeker bulunan gazlı içecekler içiliyor. Bu da çocuğun insülin dengesini küçük yaşlarda bozuyor. Yağlı ve şekerli yiyecekler, kişiyi erken acıktırıyor. Bu nedenle bu tür beslenme biçimi, kişinin sıkça yemek yemesine neden olmakta. Yegitle beslenme alışkanlığı, geleneksel yemek kültürünü ortadan kaldırmakta. Tencere ya da anne yemekleri dediğimiz bu geleneksel yemeklerin çoğunun adlarını bile bilmiyor çocukların birçoğu. Bu da onları, doğal beslenmekten uzaklaştırmakta hızla.

Sürekli ekran karşısında olan çocuk ve genç, kolayca sanal kumar denen illetin tuzağına düşmekte. Bazı anne ve babalar, çocuğun bir köşeye çekilip elinde telefon ya da bilgisayarla bir köşede sessizce oturmasından mutlu olmakta. Çünkü kendileri de bundan yaralanarak ya televizyonda dizi izlemekte ya da telefonlarıyla zaman geçirmekteler. Bu yolla çocuklarının bağımlılık tuzağına düşmelerine kendi istekleriyle neden olmaktalar.  Çoğu anne ve babalar ise çocuğunun sanal dünyada kumar oynadığının farkına bile varamıyor uzun süre. Fark ettiğinde de iş işten geçiyor. Böylece çocuk ya da genç, çoktan suça bulaşmış oluyor. Bağımlılığın çocukları sürüklediği en kötü nokta da suç işleme.

Bağımlı kişi, uyuşturucu ya da diğer zararlı maddelere sanal ortamdan kolayca ulaşmakta. Çünkü bu tür maddeleri kullanmak bağımlıların oynadığı oyunlarda ve birçok sanal ortamda övülmekte. Bu maddeleri kullanmanın onlar için bir ayrıcalık, üstünlük, biraz da büyümüş olmanın göstergesi olduğuna inanıyor çocuk ya da genç. Bu nedenle madde bağımlılığı, görünmez ellerce evimizin içine giriyor. Bu durum, çocuk ve gençlerin geleceklerini yok ettiği gibi evlerin de erincini, mutluluğunu, ülküsünü, birliğini çöpe atıyor. Ekran bağımlılığından uyuşturucuya geçen çocuk ve genci, bu alışkanlıktan vazgeçirmek de oldukça zorlaşmakta ne yazık ki.

Bağımlı ve uyuşturucuyla tanışmış çocuk ya da genç, alkollü içkiye de kolayca ulaşmakta sanal ortamda. Bu da onun düştüğü bataklıkta daha çok batmasına yol açmakta. Çünkü onun yaşamını belirleyen gerçek yaşamın kuralları değil, sanal ortamın bilinmez yöntemleri. O, kendini yönetenlerin kim olduğunu bilmiyor. Onu bataklığa iten elleri tanımıyor. O görünmez ve bilinmez eller, çocuk ve gencin sanal bağımlılığı sürdükçe onun üzerindeki egemenliklerini daha çok artırmakta. Böylece o, kendi olmaktan çıkar, bambaşka biri olur. Böylece aileden, okuldan, yakın çevresinden tinsel kopma başlar. Kişideki bağımlılık artıkça aile, okul ve çevresiyle kurduğu gönül köprüsü yıkılır tamamen. Böyle bir durum, onu suç örgütlerine yem eder. Suç örgütleri, tüm değerlerini yitirmiş, sevdikleriyle gönül köprüleri yıkılmış kişileri kullanır kullanabildiğince.

Sevdikleriyle gönül köprüleri yıkılmış, toplumsal değerlerini ve insan olmanın erdemlerini yitirmiş biri kolayca şiddete yönelir. Bağımlılığın sarmalından kurtulamayan çocuk ve genç, akran zorbalığına yönelir ister istemez. Çünkü sanal dünyanın tutsağıdır artık. Gerçek yaşamdan nefret eder bu kişiler. Bu da suçlu çocukları ortaya çıkarır. Akran zorbalığı, kimi zaman yaralanmalara, hatta ölümlere neden olmakta ne yazık ki. Son günlerde Suça Sürüklenen Çocuk (SSÇ) sayısının artışı bundandır. Bağımlılıkla suç arasında bir kıl kadar uzaklık bulunmakta.

Sanal bağımlılık, kişisel olmaktan çıkıp toplumsal bir soruna dönüştü ülkemizde. Ne yazık ki üzülerek söylemeliyim ki çocuk ve gençlerimize bu yolun açılmasına neden olan anneler, babalar, öğretmenler, bu kişilerin yakın çevreleri. Bu da insan olarak hepimizin içini acıtan bir gerçek.

Çocuk ve gençleri bağımlılıktan kurtarmak için ilgili bakanlıklar, okullar, veliler, demokratik kitle örgütleri, odalar, siyasal partiler, sendikalar, kısacası tüm toplum işbirliği yaparak üstlerine düşen bu sosyal sorunun çözümüne katkı yapmalı. Bu konuda çözüm önerileri üretmeliler. Çünkü bağımlılık, tüm toplumu çürüten önemli bir sorun. Oturduğumuz yerden konuşarak değil, sorumluluk alarak ve elimizi taşın altına koyarak bağımlılıkla savaşa katılmalı. Çünkü çocuklar ve gençler hepimizin. Onlar, bizim geleceğimiz değil mi?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       4 Ekim 2025

GAZZE’YE BARIŞ GELİYORMUŞ, ÖYLE Mİ?


29 Eylül 2025 günü herkes, ABD’de yapılmakta olan Trump-Netanyahu görüşmesinin sonunda yapılacak açıklamayı, merak ve heyecanla beklemeye başladı. Öncelikle söyleyeyim ki benim gibi düşünenlerin bu görüşmeden olumlu bir beklentileri yoktu. Çünkü Filistin’i kana bulayanların kanla sulanmış topraklara barış getirmesi olanaksız. Filistin halkını soykırıma uğratmada işbirliği yapmakta olan bu iki devletin yöneticisinden barış değil, yeni soykırımlar beklenir. Kan içmeye alışmış vampir, alışkanlığından vazgeçmez.

Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan başta olmak üzere bazı Müslüman ülke liderleri, 24 Eylül 2025 günü Trump başkanlığında toplandı Gazze ile ilgili olarak. Ülkemiz medyasının ezici çoğunluğu, Trump’ın Erdoğan’ı yanına oturtmasını allayıp pulladılar. Bu oturuşun ne denli değerli olduğundan dem vurdular. Oysa ABD’nin Filistin’i yeme, İslam ülkelerine yeni tutsaklık zinciri takma toplantısıydı bu. Trump’ı dinleyenler, onun bir şey söylemediğini ve her zamanki gibi laf salatası yaptığını kolayca anladı. ABD Başkanı, içtenlikten yoksun birtakım övgülerde bulundu başta Erdoğan olmak üzere diğer ülkelerin liderlerine. Bundan da anlaşıldı ki, onlara Gazze ile ilgili kendi siyasetini dayatacak. Öyle de oldu.

29 Eylül’de Trump, Netanyahu ile basın toplantısı düzenledi görüşmelerinin sonunda. Bu iki eli kanlı lideri, tanımayan da barış güvercini sanacak. Gazze ile ilgili bir barış planı açıkladılar. Bu açıklama, barışı amaçlamamakta, tersine Filistin direnişini kökünden yok etmeyi hedeflemekte.

İsrail, dünyanın en kirli savaşını yapmasına karşın Filistin direnişini kıramadı, Gazze’yi işgal edemedi. Neredeyse tüm yapıları yıkmasına karşın, her geçen gün yıkıntıların arasında sert bir direniş filizlendi. Siyonistler, Gazze’de çok asker yitirdi. Nedense orada ölen askerlerinin sayısını açıklamadılar dünya kamuoyuna. Mızrak çuvala sığmadığından gerçekler kolayca ortaya çıktı. Gazzeliler, ölen İsrailli askerlerin sayısını paylaştılar. İşgalci soykırımcıların ülkesindeki muhalifler yitirilen askerlerin hesabını sordular Netanyahu’dan.

İsrail ve suç ortağı ABD, köşeye sıkışıp dünyadan dışlanmaya başladılar. Bu sıkışmışlığı ve dışlanmayı, aşmanın yolu güvercin kılığında vampir olmaktı. Onlar da öyle yaptı.

İsrailli yöneticiler, öldürülen Filistinli çocuklar için: “Onlar büyüyünce HAMAS üyesi olacaklardı, onun için öldürdük bu çocukları” diyerek yaptıkları soykırımı dünyaya duyuruyorlardı. Ayrıca öldürülen çocuklar için: “Bu çocuklar HAMAS’a casusluk yapıyorlardı” gerekçesini öne sürmeleri, hem gülünç hem de çok acıklı. İsrail, çocuk öldürmeyi alışkanlığa dönüştürmeye kendince gerekçeler üreten bir ülke olarak dünya tarihinin kirli sayfasının başköşesine adını yazdırdı.

Trump-Netanyahu 20 maddelik barış planını açıkladılar. Her maddeyi ayrı ayrı açıklamaya gerek yok. Irak işgalinin eli kanlısı Tony Blair başkanlığındaki bir kurul yönetecek Gazze’yi. Bu kurulu kim seçecek ABD ve İsrail… HAMAS’ın yeni yönetimin uzağından ya da yakınından geçmesi söz konusu değil. Filistinli direnişçiler, silahlarını teslim edip tünellerin yerini gösterirlerse affedilecekler. Asıl amaç, böylece ortaya çıktı. Direnişi yok edip imar edilecekmiş Gazze. Bunun için gerekli para, büyük bir olasılıklı Körfez’in petrol varsılı ülkelerinden karşılanacak. Yeni yapılacak dinlence yerinde ise Filistinlilerin olması olanaksız. Çünkü direnişin yok edildiği topraklarda bu ezilen halkın tutunması çok zor. Trump’ın bazı Müslüman ülke liderleriyle yaptığı toplantıda Filistinlilerin gideceği yerler de kararlaştırıldı sanırım.

Trum ve Netanyahu tarafından dünyaya duyurulan barış planında barış yok, bir halkın yok edilmesinin ölüm fermanı var. İşgale, zorbalığa direnemeyen hangi halk ayakta kaldı ki Filistin halkı ayakta kalsın?

Var olmanın yolu, direnişten geçer. Bu da silahla olur. Silahı elinden alınmış bir halk, ayakta kalamaz. Bu barış planı 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes anlaşmasına ne de çok benziyor değil mi? Şimdi bu barış önerisini yırtacak ve direnişi güçlendirecek Filistinli liderlere ne de çok gereksinim var.

Filistin’i desteklemek insanlık görevi ve vicdan işi. İçindeki insanlığı tüketmemiş, vicdanları kararmamış insanların ayağa kalkma zamanı gelemdi mi tüm dünyada?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       1 Ekim 2025