İÇTEN DOSTLUK


2021’de korona salgını ortalığı kasıp kavururken ve herkes evlerinde tutsakken böylesine olmadık bir zamanda kötü hastalığa yakalandım. Zor da olsa sağaltımcıların olağanüstü çabalarıyla sağlığıma kavuştum. Uzun süren ve zor geçen bir ameliyatla kurtuldum başımdaki beladan. Kemoterapi, ışın sağaltımı ve akıllı ilaçlara gereksinim duymadan kötü sayrılık başımdan def oldu sağaltımcılarımın sayesinde.

Son aylarda bazı eğinsel sıkıntılarım oldu. Bu nedenle eylülün ikinci haftasında bir sağaltımcıdan buluşum aldım. Ben sorunumu anlattım, o dinledi. Bu sorunların bir kötü sayrılığın belirtisi olabileceğini söyledi. Bir takım inceleme ve araştırmaların yapılması gerektiğini önerdi bana. Ben de kabul ettim. Zaten başka seçeneğim de yok! Bu nedenle son bir ayda haftada birkaç kez sayrıevlerindeyim.

8 Ekim 2025 Çarşamba günü, sabahleyin erkenden sayrıevine gittim. Uzun süre orada kaldım. Ne yazık ki her şey istediğim gibi olmadı. İkindi vakti döndüm sayrıevinden.

Bostancı’ya geldim. Hava puslu… Benim de yüreğimi pus kaplamış. Umut ışığını görmek için çaba içindeyim. Korkmuyorum sayrılıktan. Ömür kısa, ancak benim yapacak çok işim var. Yaşama geçireceğim birçok düşüncem, tasarımım bulunmakta. Bu nedenle sağlıklı olmalıyım. Az da olsa alışveriş yapıp eve gitmeye karar verdim. Biraz dalgın yürümekteydim kaldırımda. Yolumun üstünde ara sıra uğradığım bir kıraathane var. Ancak ben fark etmedim orayı dalgınlığımdan. Birden “Adil” diyen bir sesle düşümden uyandım. Ses tanıdıktı. Dönünce o yana bakınca bana seslenen Kaya Karan Bey’le göz göze geldim. Gülerek ve eliyle “Nereye gidiyorsun? Gelsene bir çay içelim.” dedi.

Yaşamımızda kıramayacağımız; önerilerini, çağrılarını geri çeviremeyeceğimiz insanlar vardır. İşte, Kaya Bey de benim için öyle biri. Yaşamıma değer katar. Onunla tanışalı iki yıl olmadı daha. Ancak kısa zamanda kırk yıllık dostluk gelişti aramızda. Benden yirmi iki yaş büyük. O, kökleri derinde olan yaşulumuz. Devlet hizmetinde çalışmış uzun süre. Üst düzey bir bürokratken emekli olmuş. Atatürk’e hem beyniyle hem de yüreğiyle inanan bir yurtsever.

Arkadaşlarıyla söyleşmeyi sever. Düşünür, okur, yazar, sorar, dinler, sorgular, tartışır. Yaşına karşın sağlam bir belleği, açık bir dimağı, öğrenme isteğiyle dolu bir yüreği var.

İlk tanıştığımız günden başlayarak saygılı, güvene dayalı, sevgi dolu, içten bir arkadaşlığımız var. Kısa sürede arkadaşlığımız, dostluğa dönüştü. Öğrenme isteği, onun kadar yüksek birine zor rastlanır. Hâlâ düşünce meyveleri verecek ağaç dikmek için emek vermekte o. Onunla başlıca konularımız tarih ve siyaset…

Çağrısına uyup gittim masasına. Oturdum. Birkaç arkadaş daha var masada. Oturduğum an çay söyledi hepimize. Çayları içerken biraz söyleştik. “Senin bir derdin var, nedir?” diye sordu bana. Bunca yılın yaşam deneyimiyle karşısındakinin derdini kolayca anlayabiliyor. Halden anlayan biri… Çok kısa anlattım sorunumu. Çünkü sorunlarımı başkalarına anlatmayı sevmem. Önce bir şey demedi.

Masadaki diğer kişiler kalkıp gitti az sonra. Döndü bana: “Sende göz var. Nazar etmiş seni birileri.” dedi üzülerek. Elini önce enseme koydu, sonra başımda gezdirdi. Ardından beni okumaya başladı nazarım çıkıp gitsin diye. O, içten bir vakarla okuyor sureleri, gözlerini benden ayırmayarak. Ben de sessizce duruyorum. Sonrasında okuma bitti. “Sağol Kaya Bey! Okuduklarınız bana şifa olur inşallah!” dedim. Onun içtenliğinden, duygudaşlığından, benim durumum karşısındaki belli etmediği üzüntüsünden etkilendim doğal olarak. İçinde bulunduğum durumu, yüreğinde duyumsadı. O anda benim için yapabileceği en kolay şeyi, en kestirme yoldan yaptı. İçtenliği, yüreğime kök salan koca bir dostluk ve umut ağacı oldu.

 Biraz geç olunca ikimiz birlikte kalktık evlerimize gitmek için. Az sonra da vedalaştık. Yol boyunca onun içtenliğini, duygudaşlığını düşündüm. Eve gittiğimde kafamdaki karmaşa azalmış, içimdeki fırtına biraz olsun dinmişti. İçten bir dostluğun gücü bana içgücü verdi. Bu dünyada dostları olmalı insanların, içindeki zehri çıkarıp dışarı atsın diye.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       12 Ekim 2025

 

 


KIZ ORTAOKULU

AKP, neredeyse yirmi üç yıldır iktidarda. Ne yazık ki “Taç giyen baş akıllanır.” sözüne uygun bir davranışını göremiyoruz çoğu zaman. Zaman zaman Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan, “iç cepheyi birleştirmenin” öneminden söz etse de hükümetin bazı uygulamaları, nedense bu söylemin tersi oluyor.

Öyle uygulamalar yapıyor ki AKP hükümeti, iç cepheyi birleştirmek yerine, iç cepheyi daha çok bölüyor. Hatta bu bölünmeyi daha çok keskinleştiriyor. İktidar partisi; uygulamaya sokacağı politikalarda ulusal birliği, toplumun gereksinmelerini, çağın gereklerini, bilime dayalı olma ilkesini, yaşama uygunluğu ön plana almalı. Halkın isteklerine uygun olmayan, halkın günlük yaşam anlayışıyla çelişen politikaların uygulanması, ülkemizin ulusal birliğine zarar verir.

Milli Eğitim Bakanlığı, birkaç yıldır kız ortaokulu açma peşinde. 2025-2026 öğretim yılı başında Ankara’nın Çankaya İlçesinde Dikmen Nevzat Ayaz Mesleki ve Anadolu Lisesi’ne bağlı olarak bir kız ortaokulu açtı. Öğretim yılı başlamasına başladı da kız ortaokuluna bir kişi bile kaydolmadı. Çünkü halk, bu ayrımcılığı, gerici anlayışı, yaşamın gerçekleriyle bağdaşmayan zihniyeti kabul etmedi. Şöyle ki Dikmen’de AKP’ye oy veren yurttaşlarımız bile hükümetin çağımıza, Türk görenek ve geleneklerine uymayan kız ortaokulu açma düşüncesine karşı çıktıkları için kızlarını bu okula vermediler. O zaman AKP, halkın sesini dinleyip iç cepheyi bölecek bu tür girişimlerden vazgeçmeli.

Kız erkek okullarının tarihsel sürecine bakıldığında Ortaçağ Avrupa’sında rahip ve rahibe okulları olarak karşımıza çıkar. Farklı Avrupa ülkeleri, Osmanlının son dönemlerinde ülkemizin birçok kentinde misyoner okulları açtılar. Amaçları kendi kültürlerini, siyasetlerini toplumuza aşılamaktı. Bu okulların neredeyse hepsi kız ve erkek olarak ayrılmıştı. Buna koşut olarak Osmanlının açtığı okullar da kız ve erkek okulları olarak farklılaştı yabancı okulları örnek alarak. Oysa bu sistem, Ortaçağ Avrupa’sının gerici eğitiminin uygulanmasıydı. Toplumu, cinsiyete göre ortadan ikiye bölmek birtakım sosyal, tinsel, ulusal sorunları da birlikte getiriyordu. Bu nedenle Cumhuriyet yönetimi, 1926’da bu ayrımcılığa son vererek karma okullara geçti.

Kız ve erkeğin okullarının ayrılması yaşamın mantığına, işlerliğine aykırı. Çünkü bağda, bahçede, tarlada, fabrikada, sokakta, çalışma alanının her alanında kadın ve erken yan yana. Çocuklar, mahallelerinde oyun oynarken birlikteler. Komşu, akraba, tanıdıklara konuk olarak gittiklerinde kız ve erkek çocuklar birlikte oynayıp eğleniyorlar. Aynı sofrada oturuyorlar. Deyip gülerek yiyorlar yemeklerini. Düğünde dernekte, bayramda seyranda, cenazede, sayrılıklarda, yardımlaşma ve dayanışmada, imecelerde kız, erkek birlikte. Acıyı, üzüntüyü, mutluluğu, sevinci birlikte yaşıyorlar evlerinde, mahallerinde. Yaşamın neredeyse her alanında birlikte olan kız ve erkek çocukların okullarını ayırmak gericiliktir yobazlıktır, ülkenizin geleceğini, ulusal birliğini bozmaktır. Adında “milli” sözcüğü olan bir bakanlığın böyle çağdışı, insanlık dışı, yaşamın gerçeklerine uymayan okul örneğini topluma dayatması hiç de milli bir uygulama değil. Bu tür ayrımcılıklar, başta kendi seçmeni olmak üzere halkın tümünün karşı çıkışına neden olur.

Halkın tepkisi, Dikmen’deki okulun sıralarının boş kalmasını sağladı. Bu nedenle AKP Hükümeti ve bakanlık bu durumdan ders almalı. Kadını, erkeği birbirine karşıt ve düşman gibi gören bir anlayış Türkiye’nin geleceğini kuramaz.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       11 Ekim 2025

 

KALDIRIMDA AĞLAYAN ÇOCUK


Dün akşam, yürüyüşten dönerken biraz alışveriş yaptım. Alışveriş torbalarıyla yavaş yavaş yürüyerek Bostancı İstasyonu’ndan Minibüs Yolu’na doğru gidiyordum sağ yandaki kaldırımdan. El ayak çekilmiş, mahalleye sessizlik egemen olmuştu. Tek tük arabalar geçmekte.

Cadde, biraz karanlıktı. Dükkânların çoğu, sanırım artan elektrik giderlerini düşünerek tutumlu olmak için ışıklarını akşam olunca söndürüyorlar son zamanlarda. Sokak lambalarının bazıları da ne yazık ki yanmıyor. Cadde ve sokakların çoğu belirsiz bir loşluk içinde. Kaldırımlarda yer yer çukurluklar var. Kimi yerlerde parke taşları ya çökmüş ya da yerinden çıkmış. Bazı yerlerde bozuk kaldırımlar ve üsütne üstlük bir de karanlık olunca cadde, insan dikkatli yürümek zorunda. Tüm dikkatimi yola vererek ve bastığım yeri iyice görüp önüme bakarak yürüyorum. Zaten omuzlarımda ağır alışveriş torbaları var. Ayağım, çökmüş kaldırımın taşına takılıp da düşersem yandı keten helva. Bu yaştan sonra kemiklerde oluşacak bir kırığın iyileşmesi çok zor...

Saat: 20.30… Yürürken gecenin sessizliğinde, türlü düşler kurmaktayım loş ışıkta. Düşlerimin mutluluğuyla ilerlerken sağ yanımdan bir ağlama sesi işittim. Kapalı bir dükkânın kapısının önündeki basamaklara oturmuş, karalar giyinmiş bir erkek çocuktu ağlayan. Hem ağlıyor hem de telefonla konuşuyordu. Telefondaki kişiye: “Beni kimse anlamıyor.” diyerek hıçkırıyordu. Birkaç dakika ayak sürüdüm dükkânın önünde. Beni fark etmedi bile. Ağlamasına dayanamadım, yüreğim yandı birden. İçim titredi. Yüreğimden alevler çıkıp her yanımı sardı. Ağlayan bu çocuğu, burada bırakıp gidemem. Belki bir yararım dokunur gözyaşlarına. Onun evde olması gereken bir saatte dışarıda hıçkırarak ağlamasına duyarsız kalabilir miyim hiç?

Yavaş ve sessiz adımlarla gülümseyerek yanına gittim. Boş elimi uzattım ona. “Merhaba!” dedim. O, elimi sıktı. Sonra saçını okşadım. Cebimden kâğıt mendil verdim gözyaşlarını silmesi için. Sildi. “Kalk, burada oturma.” dedim. Kalktı, elimi tutarak. Yakındaki yeiçe gittik birer bardak çay içmek için. Oturduk karşılıklı. Ne yazık ki çay yokmuş. Benim çay için çaba gösterdiğimi görünce “Amca, ben zaten çayı çok sevmem. Çay için uğraşıp canını sıkma!” dedi. Bu tümcesinden çocuğun uyumlu ve anlayışlı bir öze sahip olduğunu anladım. Onun dediğine uyup oturdum yerime. Adını sordum. “O…” dedi. “Ne güzel adın var. Böyle güzel bir adı sana verdikleri için annene ve babana teşekkür ettin mi?” dedim gülerek. O da güldü. “Valla amca, hiç aklıma gelmedi bu.” dedi biraz şaşkın, biraz da mutlu olarak.

Niye ağladığını sordum. Anlattı kısaca. Babası, bir şirkette sürücü... Annesi, bir okulda temizlik görevlisi olarak çalışıyormuş bu yıla dek. Ancak işten çıkarılmış. Okullara yeni müdür atanınca bazıları, çalışanlarını eski okulundan getiriyor nedense. Böyle olunca da yeni geldiği okuldaki işgörenlerin işine son veriyor. Çocuğun annesi, bu nedenle işsiz kalmış.

Baba, sabahtan akşama dek yollarda direksiyon sallıyor. Bu nedenle yorgun… Çocuk, telefonla meşgul sürekli. Anlaşılıyor ki ekran bağımlılığı kervanına o da katılmış. Anne ve babayla ilişkileri çok iyi değil anlattıklarına göre. Bir ağabeyi var çocuğun. Evdeki bireyler arasında konuşma pek yok! Herkes kendi dünyası içinde yaşamla savaşım içinde.

Çocuğun durumuna bakınca eve geç gitme alışkanlığı var. Bir meslek lisesinin dokuzuncu sınıfına gitmekte, haftanın belli günlerinde de bir işyerinde staj yapıyor. Eve geç gitmesinin gerekçesi de bu ona göre. Çocuk, erinç içinde bir ev ve yaşam istiyor. Ancak bu yok! Kendince çözüm bulmaya çalışıyor, ama gücü buna yetmiyor. Gücü yetmeyince de kent canavarının avı oluyor sokaklarda.

Yaşını soruyorum, söylüyor. On dört… Oğlum Atacan’la akran… Yaşını ve okuduğu sınıfı söyleyince aklım yerinde çıkacak gibi oluyor. Birden beynimde şimşekler çakıp fırtınalar kopuyor. Böyle bir karanlık gecede o da sokakta olabilirdi, olasılığı usuma düşünce içim çok fena oldu.

Telefon bağımlılığı çocukları olgunlaşmadan dalından koparılan meyveye döndürüyor. Dalından erken koparılan meyve çürür çok geçmeden. Ekrana tutsak olan çocuklar, evlerinden uzaklaşmakta eğinsel olmasa da tinsel olarak. Çocukların gönlü kayıyor evden ekrana doğru. Bunu üstüne geçim zorlukları, evlerdeki erinçsizlikler eklenince gönül kayması hızlanmakta. Bu, olağanüstü bir duygusal kopuş… Bu büyük toplumsal kopuşun, çürümenin önlemi elbirliğiyle alınmalı.

“O…” ile bir süre söyleştik. Telefon numaramı yazdı. “Senin bu saatte evde olman gerek. Hadi eve git! Gidince de anneni, babanı ve ağabeyini kucaklayıp öp. Onlara “İyi ki benim annem, babam, ağabeyimsiniz’ de. Onların desteğine gereksinim duyduğunu da ekle sözlerine.” dedim. Kalktık masadan. Elimi öpmeye kalktı, öptürmedim. Sarıldı bana gözlerinden fışkıran gülümsemeyle. Kucakladım onu, içim alev alev. Marmaray’a doğru yürüdü Maltepe’ye gitmek için. Ardından baktım bir süre. Karanlıkta yitiverdi. Döndüm yoluma gitmek için gözlerimdeki yağmur bulutlarıyla.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               7 Ekim 2025

 

KENDİ YALANINA İNANANLAR

Çevremizde zaman zaman karşılaştığımız bir durumdur yalan söylemek. Ne yazık ki yalan söyleyenlerin bazıları, kendi söyledikleri yalana bir süre sonra kendileri de inanmaya başlar. Kendi söylediği yalanı gerçekmiş gibi yayar çevresine. Çoğu zaman, bu yalana inananlar çoğalır. Bir yalan, gerçekmiş gibi kendine yer bulur toplumda ne yazık ki.

Yalan, tarihin en eski zamanlarından beri söylenegelir. O, gerçeğin ortaya çıkmasıyla var oldu. Çünkü yaşam, karşıtların birliği üzerine kurulu. İyiyle kötü, karanlıkla aydınlık, geceyle gündüz, inişle yokuş, sıcakla soğuk, iyimserlikle karamsarlık gibi birçok kavram yaşamımıza karşıtıyla giriyor. Bu, çok doğal… Ancak gerçek dururken kişi, niye yalan söyler ve buna inanır?

Yalan, çoğu kişi için çekicidir. Gerçek ise acı gelir birçok kişiye ve bu nedenle kabul edilmesi oldukça zor. Çoğu zaman bazı kişiler, kendi yaşamının gerçekleriyle yüzleşmek istemez. Çünkü gerçekle yüzleştiğinde iğneyi, kendine batırmak zorunda kalacak. Bu da birçokları için çok güç bir durum… Bazı kişiler, kendine özgü ne varsa olumlu ya da olumsuz onu sahiplenir gözü kapalı olarak. Kısacası bu kişiler, yalanlarını da gerçeklerini de sever. Atalarımız bu durumu: “Kimse ayranım ekşi demez.” sözüyle ne de güze açıklamış. Kişinin satacağı malı, yaptığı davranışı, yakınlarını, ona yararı dokunan kişi ya diğer varlıkları kötülemez. Onları sahiplenir sonuna dek.

Bazı kişiler, kendilerini haksızlığa uğramış, ezilmiş, suçsuz göstermek; karşıtlarını da haksızlık yapan, ezen, suçlu duruma düşürmek için yalana başvururlar sıkça. Siyasette yükselmek isteyenler, toplumda yer edinmek çabası içindekiler, aile içindeki geçimsizliklerde üstün gelmeye çalışanlar, arkadaşları arasında kendince saygınlık ve koruma arayanlar, çevresindekilerin ilgisini çekmek için uğraşanlar sık sık bu yola saptıklarını görmekteyiz. Bu tür yalanları anlamak aslında çok kolay. Çünkü bu tür yalanlar, çok abartılıdır.

Kimileri vardır, bazı kişilere çok bağlanıp iyi ilişkiler kurarlar. Deyim yerindeyse canciğer kuzu sarmasıdır kişi karşısındakiyle. Onun erdemlerini her ortamda över. Ona ne denli derin bir sevgi duyduğunu her fırsatta dile getirir. Yere göğe sığdıramadığı kişiyle en küçük tartışma ya da anlaşmazlıkta bu arkadaşını, dostunu, yakınını düşman olarak beller. İşte, burada yalan dizisi devreye girer. O kişi için öyle yalanlar söyler ki, herkes şaşırır bu duruma. Bu yalanlar, ister istemez iftiraya da dönüşür zaman içinde. Böylece tehlike büyür.

Yalan söylemeyi, kişilere iftira atmayı çok kolay biçimde yapar hem yalancı hem de iftiracı olanlar. Ne yazık ki kısa bir süre sonra bu yalan ve iftiralara önce kendisi inanır. Bunları, önüne gelene anlatır ki kendisine inansın kişiler. Kendini, çok büyük haksızlığa uğramış gibi göstermek için özel çaba harcar bu kimseler. Bu, aslında yalan ve iftiradan rahatsız olduğunun bir göstergesi. Çünkü bu tür insanlar, özeleştiride bulunup yaptığı yanlıştan dönmeyi gurursuzluk ya da yenilgi olarak görürler. Bu nedenle de yanlıştan dönemezler bir türlü. Yanlışlarına sarılırlar denize düşüp yılana sarılanlar gibi. Bunu yapamadıkları için de hem kendilerine hem ailelerine hem de çevresindeki herkese zarar verirler.

Ünlü yazar Mark Twain: “Doğru pabucunu giymeden, yalan dünyayı dolaşır.” diyerek yalanın hızlı yayılma ve işitenlerce benimsenme hızını ne de güzel anlatmış. Nedense insanların önemli bir bölümü, gerçeğin yerine, yalana inanmayı yeğler. Bu da yalanı, birçokları için çekici yapıyor.

Yalan, zehirli bir yılan gibi soktuğu canlıyı felç eder. Yalan ve iftirayla çoğu kişi, yaşamında karşılamıştır. Bu yakışıksız sözler yüzünden zarara uğrayanlar, yüreği yaralananlar, zor durumda kalanlar çoktur. Çok mutlu evleri dağıtan, özenilecek düzeydeki arkadaşlıkları bozan, üstün başarılar yolunda ilerleyenlerin yoluna engel koyan, insanların yararına konuşup yol gösteren ya da eyleme geçen, kendini insanlığa adayıp karşılıksız çalışan birçok kişi yalanın gazabına uğradığına çoğumuz tanıklık etmişizdir.

“Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.” demiş atalarımız. Yalanlar eninde sonunda ortaya çıkar doğal olarak. Gerçek, zor da olsa yalana karşı yengi alır. Çünkü gerçek, yalandan daha güçlüdür. Ancak bu süre içinde yalan, yapacağını yapmıştır, Nice insanları, ocakları, gönülleri, yaşamları, iş yaşamını yakıp yıkmıştır. O söylenenin, yapılanın yalan olduğu anlaşılıncaya dek nice kişinin sağlığı, yaşam düzeni bozulmuştur. Onun yanında gerçek, boynu bükük kalmıştır artık.

Yalan söylemek, insanlara iftira atmak insana yakışmaz. İnsan bilip isteyerek suçsuz birini, suçlu durumuna getiremez. Burada insan vicdanı devreye girer. Bazı kişiler, nedense vicdan yerine cüzdan koymuşlar. Kendi çıkarları için söylemeyecekleri yalan, atamayacakları iftira yok! Bu sayrılık, günümüz insanının önünde en önemli sorun. Her şeye karşın yine de yalanın değil, gerçeğin egemen olduğu bir dünya ve toplum yaşamı dileyelim. Ulu Tanrı, kendi yalanına inananlardan herkesi korusun, diyelim yürekten.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       6 Ekim 2025

SANAL BAĞIMLILIĞIN NEDENLERİ

Sanal bağımlılık, toplumsal yapımızı hızla sarıp sarmalıyor ahtapotun kolları gibi. Toplumumuz, bu nedenle soluk alamaz duruma gelmekte. Sanal bağımlılık, çocuk ve gençlerde başlıyor öncelikle. Ne yazık ki bu durum, göz göre göre toplumumuzun geleceğini, tehlikeye düşürüyor.

Toplu taşım araçlarında, yolda yürürken, yeiçlerde (kafelerde) otururken, evlerdeki konukluklarda, toplu yemeklerde başta çocuk ve gençler olmak üzere orta yaşlı birçok kişinin elinden telefon düşmemekte. Hatta kimi yaşulular da yanındaki kişilerle söyleşmek yerine, telefonla zaman geçirmekte. Bu da gösteriyor ki toplum olarak konuşmaktan ve insancıl ilişkilerden uzaklaşmaktayız hızla. Oysa söyleşmek duygu, düşünce ve isteklerin aktarımı. Bu yolla tinsel bir sağaltım da yapılıyor farkında olmadan.

Son yıllarda en hızlı aşınan “özgürlük” kavramı… 1980’de, 24 Ocak kararlarının 12 Eylül darbesiyle yaşama geçirilmesiyle başlayan süreçte toplumsal değerlerimiz, Cumhuriyet kazanımlarımız yok edilmeye başlandı bilerek bir emperyalist izlenceyle. Burada amaç, toplumda çözülme ve çürüme yaratarak ulus devletimizi yıkmaktı. Toplumu bir arada tutan hangi değer varsa darbecilerin basın yayındaki sözcülerince küçümsenip aşağılanmaya başlandı. Bu da topluma, bireysel özgürlük olarak sunuldu. Toplumun çıkarını düşünmek yerine, bireysel çıkar öne çıkarıldı. Bencillik, her şeyin önüne geçirildi. Milyonlarca kişinin çıkarı, bir kişinin yararı için feda edildi.

Bencillik, özgürlük olarak sunuldu topluma. Öyle ki bu özgürlüğün sınırsız olması birçok kişice övüldü. Bunu, süsleyip püsleyip uzun uzun kuramsal olarak anlattılar topluma bir yenilikmiş gibi. Oysa bir toplumun içinde yaşayan, aynı yaşam alanlarını paylaşan kişilerin uyması gereken kurallar, durması gerek sınırlar olmalıydı. Ne yazık ki insanın toplumsal bir varlık olduğu ve toplumla uzlaşmak, çevresindeki kişilerin haklarına saygı göstermek zorunda olduğu gerçeği göz ardı edildi.

“Ben özgürüm. İstediğim gibi davranırım, benim davranışımdan rahatsız olan varsa olsun. Bu, beni ilgilendirmez. Gece yarısı sokakta şarkı da söylerim, küfür de edebilirim bağıra bağıra. Gece yarısı arabamın artborusunu patlata patlata gürültüde çıkarırım. Günün hangi saatinde olursa olsun arabamda dinlediğim müziğin sesini en yüksekten açıp dinlerim. İstediğim ağacı keser, dilediğim çiçeği koparırım. Ben özgür bir kişiyim, kimse benim yaptığıma ve yaşamıma karışamaz.” biçiminde bir anlayış egemen oldu topluma. Kişinin kişiye, kişinin topluma saygısı “özgürlük” kavramının yanlış algılatılmasıyla görünmez bir elce yok edildi. İşte, toplumsal çözülme de burada başladı.

1960, 1970’li yıllarda ya da daha öncesinde ortaokula gidenler iyi anımsayacaklar. Orta son sınıfta yurttaşlık bilgisi dersi var o yıllarda. Bu derste okutulan kitapta, özgürlüğün tanımı yapılmıştı. Bu tanımın Atatürk tarafından yapıldığı da söylenirdi o yıllarda. “Başkasının özgürlüğünün başladığı yerde senin özgürlüğün biter.” tümcesiyle özetlenmişti kitapta özgürlük tanımı.  Ne güzel bir tanım… İnsana saygıya, toplumsal uzlaşma ve düzeni sağlamaya yönelikti bu özgürlük anlayışı. Ne yazık ki şimdilerde bu ders de kitap da özgürlük tanımı da ortada yok! Ne yazık ki toplum, uygarlaşarak ileri gitmesi gerekirken geriye doğru gitti. Bencillik, toplumdaki kişilerin özgürlüklerini hiçe saydı. İnsanların birbirine saygısı yok edildi. Bu da zorbalığın ve başıbozukluğun özgürlük sayıldığı bir düzeni ortaya çıkardı.

Toplumsal çözülme, önce evlerde başlıyor. Dört kişilik bir aile, aynı sofraya oturup bir akşam yemeği yiyemiyor. Herkes, evde kendine uygun bir oda ya da köşe bulup kendi kabuğuna çekiliyor. Hatta odasından annesine telefon edip katıklı (sandviç) isteyen çocuklar ve gençler var. Sofraya gidip otursa kendince zaman yitirecek. Bu nedenle sanal dünyasından ayrılmak istemiyor en yaşamsal gereksinimi yemek için bile.

Sofra, Türk gelenekleri açısından çok önemli bir yer. Sofraya gelen aile üyelerinin tek amacı yemek yemek değil. Bir yandan açlık yatıştırılırken diğer yandan söyleşilir sofrada. Ortaklaşa yapılacak işler, gelecekte düşünülenler, amaçlarda ortak kararlar, sorunlar, üzüntüler, sevinç ve mutluluklar paylaşılıp konuşulur. Sorunlar, elbirliğiyle çözülür. Sofra, düşüncenin olduğu kadar duygunun da paylaşıldığı yer. Zaten Türk sofrasının yuvarlak bakır siniden oluşması, evdeki herkesin eşit koşullarda ve eşit uzaklıkta bulunmasını sağlar. Sininin çevresini alanlar eşit uzaklıktan uzanır ortadaki ortak tabaklara. Eşitlikçi bir ortamda yiyip içme, duygu ve düşünce alışverişinde bulunma toplumsal birliktelik için önemli bir alan sofralar. İşte, sofralar olmayınca aile çözülüyor hızla. Bu da toplumsal çözülmeyi gündeme getiriyor.

Toplumumuz, hızla bizi biz yapan geleneklerden kopmakta. Geleneklerden kopuş, toplumu çözüyor. Bu kopuşun nedeni, iletişim organlarının yaygınlaşması ve toplumu adeta abluka altına alması. Yalan yanlış bilgiler, sahte kahramanlar, sanal ortamın gerçeklerden uzaklığı ve büyüleyiciliği özellikle çocukları çok etkilemekte. Böylece çocuk, gerçekçilikten uzaklaşarak sanal ortamın yalan dünyasına kaptırıyor kendini. Sanal dünyanın çekiciliği, çocuklara albenili gelmekte. Ne yazık ki topluma örnek olması gereken nice kişi de çocukların sanal bağımlılığını artıracak davranışlar sergiliyor. Bu da günümüzde bağımlılıkla savaşımda önemli bir sorun ve engel.

Üzülerek söyleyeyim ki çocuk ve gençlerin tarih, dil, doğa bilgileri oldukça az. Böyle olunca gerçekçi düşünme alışkanlığını edinemiyorlar bir türlü. Sorsanız bahçelerinde boy atan üç farklı ağaç türünün adını bilmiyor gününüz çocukları. Tarihini bilmeyen çocuklar ise kendi insan ve aile köklerinden habersizler. Anadillerine çok egemen değiller. Sözcük dağarcıkları oldukça kısıtlı. Daha çok sözcükler yerine, imlerle anlaşmayı yeğlemekteler. Bu dünyaya, başka bir gezegenden gelmiş gezginler gibi dolaşmaktalar ortalıkta.

Ülkemiz, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra büyük bir devrimci sürece girdi, Ortaçağ’ın birikmiş sorunlarından kurtulmak için. Toplumun bilinçlenip aydınlanması önemli bir gereksinimdi. Cumhuriyet’in kurulmasıyla kişilere, kitap okuma alışkanlığı kazandırmak için kollar sıvandı. Bu konuda önemli başarılar elde edildi. Yurttaşlarımızda belirgin bir ölçüde okuma alışkanlığı gelişti. Ne yazık ki günümüzde bu okuma alışkanlığı ortadan kalkmakta. Sanal dünyanın bir merkezden yönetilen ağlarıyla dünya egemenlerinin düşünceleri pompalanmakta genç dimağlara. Bu da çocuk ve gençlerin birçok alanda belli bir bilince ulaşmalarını engellemekte. Ne yazık ki kendi usuyla düşünemeyen, başkalarının papağanı durumuna gelmiş, sığ düşünceli kişiler sarmış her yanı. Bunların içinde gençler, önemli yer tutmakta. Türkiye çocuk ve gençlerine okuma alışkanlığı kazandırmak için seferber olmalı. Bu, geleceğimize yapılacak en büyük yatırım.

Okumayan, özgün düşünemeyen, gerçeklerden, doğadan kopup sanal dünyanın tutsağı olan çocuk ve gençlerin en çok başvurdukları olumsuzluk ise şiddet. Bu da en çok akran zorbalığı olarak ortaya çıkmakta. Ülküsü, amacı, yararlı toplumsal uğraşısı olmadığından sanal ortamda öğrendiği şiddeti uygulamakta en yakınındakine. Kimi zaman bu, evde de görülebiliyor. Şiddet görenin kimliği, evdeki konumu çok önemli değil. Gerekirse uğrunda canını verebileceği en yakınlarına şiddet uygulamak niye?

Toplumu oluşturan bireyler, birbirlerine karşı saygıyı yitirmemeli. Saygı, aileden başlayarak toplumun her alanında olması gereken bir şey. Kişi hem kendine hem de karşısındakine saygısını yitirmekte. Ne yazık ki toplumumuzda son yıllarda tek başına yaşama eğilimi güçlenmekte. Bu da kişinin sosyal bir varlık olarak var olmasını tehlikeye düşürüyor. İnsansız bir yaşam; birçok toplumsal, tinsel sorunları da yaratıyor.  Bu dünyada insana, insan gerek. İnsansız yaşamak olanaksız bir şey…

Çocukları ve gençleri sanal dünyanın büyüsünden kurtarıp gerçek yaşamın inişli çıkışlı yollarında yürütmek için zaman geçirmemeli. Kurtuluşumuz burada...

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               5 Ekim 2025

 

ÇOCUK VE GENÇLERDE BAĞIMLILIK


Çocuk ve gençler için çağımızın en büyük sorunu, bağımlılık. Ne yazık ki bu bağımlılık bir salgın gibi büyüklere de bulaşmakta. Bağımlılık, birçok alanda görülmekte. Ancak her şeyde olduğu gibi bağımlılığın da bir kaynağı, çıkış noktası var.

Üzülerek söyleyeyim ki bağımlı çocukları bu yola iten daha çok anne ve babaları. Yaşadığımız çağ, anne ve babaları da değiştirmekte her alanda. Teknolojiye tutsak olan anaatalar (ebeveynler), bu tutsaklık nedeniyle çocuklarına gerekli sevgiyi, ilgiyi, özeni göstermiyorlar. Bireyciliğin getirdiği anlayış ve buna uygun yaşam biçimiyle önce “ben” diyor günümüzün anaataları. Kendi rahatından, konforundan, varsa düşkülerinden, zamanından zerre kadar ödün vermek istemiyorlar. Özverili anne ve baba örneği, tarihe karışacak gibi. Bu durum, doğanın kurallarına da aykırı. Doğanın kurallarına uygun olmayan yaşam biçimi, doğa ananın insana verdiği anne ve baba güdülerini de değiştiriyor ne yazık ki. Bunun adına da “modern ve çağdaş yaşam” deniyor.

Bağımlılık, bebeklik döneminde başlıyor anaatalar eliyle. Bebeklere kolayca yemek yedirmek ve onların uslu uslu bir köşede oturmalarını sağlamak amacıyla yürüyemeyen, konuşamayan bebeklerin eline cep telefonu veriliyor. Telefon ekranındaki renk değişimleri, hızlı ekran akışları bebeğin ilgisini çektiğinden kolayca ekran bağımlılığı başlıyor böylece. Yaşamının ilk döneminde doğal yaşamın tüm uyaranlarından, güzelliklerinden, olanaklarından, farklılıklarından soyutlanıyor çocuk. Kısacası, doğal gelişimi hem eğinsel hem de tinsel alanda engelleniyor. O, bu yüzden çıkmaz bir sokağın karanlık ve belirsiz loşluğunda yolunu bulmaya çalışıyor. Yolunu da ekranda arama çaresizliği içindedir çocuk nedense.

Derin, dibi görünmez, yok edici sellerin çevrintilerine; sert yellerin burgaçlarına karşı koyamıyor çocuk, bağımlığı nedeniyle. Bağımlılık, çevrintiler ve burgaçlar gibi içine düşeni yiyip bitirip yok ediyor. Bağımlı çocukların çaresizlikleri açıkça görülmekte. Ne yazık ki anne ve babalar; bu çaresizliği, içten içe yükselen yardım çığlıklarını görmüyorlar. Görenler de görmezden geliyor. Böylece sorun, çözümsüzleşiyor. Çözülemeyen sorun, çığ gibi büyüyor. İyice büyüyüp denetlenmeyen bağımlılık; sorunun büyüklüğünü, çözümsüzlüğünü, çocuklarının uçuruma yuvarlanmakta olduğunu en sonunda fark eden anne ve babalar da onulmaz bir çıkmazın, çaresizliğin içine giriyor. Sorunu çözmek için ayağa kalkılıyor, ancak çocuklarını geri kazanmak iyice zorlaşıyor.

Bağımlılığın bir diğer ayağı yiyecek ve içeceklerle oluşmakta. Yegitlerde (fastfoodlarda) karın doyurma alışkanlığı, önemli bir bağımlılığın temelini atmakta çocuklarda. Ayaküstü yenen bu tür yemekler yüksek oranda doymuş yağ ve şeker içermekte. Üstelik bu yiyeceklerin yanında, içinde çok yüksek oranda şeker bulunan gazlı içecekler içiliyor. Bu da çocuğun insülin dengesini küçük yaşlarda bozuyor. Yağlı ve şekerli yiyecekler, kişiyi erken acıktırıyor. Bu nedenle bu tür beslenme biçimi, kişinin sıkça yemek yemesine neden olmakta. Yegitle beslenme alışkanlığı, geleneksel yemek kültürünü ortadan kaldırmakta. Tencere ya da anne yemekleri dediğimiz bu geleneksel yemeklerin çoğunun adlarını bile bilmiyor çocukların birçoğu. Bu da onları, doğal beslenmekten uzaklaştırmakta hızla.

Sürekli ekran karşısında olan çocuk ve genç, kolayca sanal kumar denen illetin tuzağına düşmekte. Bazı anne ve babalar, çocuğun bir köşeye çekilip elinde telefon ya da bilgisayarla bir köşede sessizce oturmasından mutlu olmakta. Çünkü kendileri de bundan yaralanarak ya televizyonda dizi izlemekte ya da telefonlarıyla zaman geçirmekteler. Bu yolla çocuklarının bağımlılık tuzağına düşmelerine kendi istekleriyle neden olmaktalar.  Çoğu anne ve babalar ise çocuğunun sanal dünyada kumar oynadığının farkına bile varamıyor uzun süre. Fark ettiğinde de iş işten geçiyor. Böylece çocuk ya da genç, çoktan suça bulaşmış oluyor. Bağımlılığın çocukları sürüklediği en kötü nokta da suç işleme.

Bağımlı kişi, uyuşturucu ya da diğer zararlı maddelere sanal ortamdan kolayca ulaşmakta. Çünkü bu tür maddeleri kullanmak bağımlıların oynadığı oyunlarda ve birçok sanal ortamda övülmekte. Bu maddeleri kullanmanın onlar için bir ayrıcalık, üstünlük, biraz da büyümüş olmanın göstergesi olduğuna inanıyor çocuk ya da genç. Bu nedenle madde bağımlılığı, görünmez ellerce evimizin içine giriyor. Bu durum, çocuk ve gençlerin geleceklerini yok ettiği gibi evlerin de erincini, mutluluğunu, ülküsünü, birliğini çöpe atıyor. Ekran bağımlılığından uyuşturucuya geçen çocuk ve genci, bu alışkanlıktan vazgeçirmek de oldukça zorlaşmakta ne yazık ki.

Bağımlı ve uyuşturucuyla tanışmış çocuk ya da genç, alkollü içkiye de kolayca ulaşmakta sanal ortamda. Bu da onun düştüğü bataklıkta daha çok batmasına yol açmakta. Çünkü onun yaşamını belirleyen gerçek yaşamın kuralları değil, sanal ortamın bilinmez yöntemleri. O, kendini yönetenlerin kim olduğunu bilmiyor. Onu bataklığa iten elleri tanımıyor. O görünmez ve bilinmez eller, çocuk ve gencin sanal bağımlılığı sürdükçe onun üzerindeki egemenliklerini daha çok artırmakta. Böylece o, kendi olmaktan çıkar, bambaşka biri olur. Böylece aileden, okuldan, yakın çevresinden tinsel kopma başlar. Kişideki bağımlılık artıkça aile, okul ve çevresiyle kurduğu gönül köprüsü yıkılır tamamen. Böyle bir durum, onu suç örgütlerine yem eder. Suç örgütleri, tüm değerlerini yitirmiş, sevdikleriyle gönül köprüleri yıkılmış kişileri kullanır kullanabildiğince.

Sevdikleriyle gönül köprüleri yıkılmış, toplumsal değerlerini ve insan olmanın erdemlerini yitirmiş biri kolayca şiddete yönelir. Bağımlılığın sarmalından kurtulamayan çocuk ve genç, akran zorbalığına yönelir ister istemez. Çünkü sanal dünyanın tutsağıdır artık. Gerçek yaşamdan nefret eder bu kişiler. Bu da suçlu çocukları ortaya çıkarır. Akran zorbalığı, kimi zaman yaralanmalara, hatta ölümlere neden olmakta ne yazık ki. Son günlerde Suça Sürüklenen Çocuk (SSÇ) sayısının artışı bundandır. Bağımlılıkla suç arasında bir kıl kadar uzaklık bulunmakta.

Sanal bağımlılık, kişisel olmaktan çıkıp toplumsal bir soruna dönüştü ülkemizde. Ne yazık ki üzülerek söylemeliyim ki çocuk ve gençlerimize bu yolun açılmasına neden olan anneler, babalar, öğretmenler, bu kişilerin yakın çevreleri. Bu da insan olarak hepimizin içini acıtan bir gerçek.

Çocuk ve gençleri bağımlılıktan kurtarmak için ilgili bakanlıklar, okullar, veliler, demokratik kitle örgütleri, odalar, siyasal partiler, sendikalar, kısacası tüm toplum işbirliği yaparak üstlerine düşen bu sosyal sorunun çözümüne katkı yapmalı. Bu konuda çözüm önerileri üretmeliler. Çünkü bağımlılık, tüm toplumu çürüten önemli bir sorun. Oturduğumuz yerden konuşarak değil, sorumluluk alarak ve elimizi taşın altına koyarak bağımlılıkla savaşa katılmalı. Çünkü çocuklar ve gençler hepimizin. Onlar, bizim geleceğimiz değil mi?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       4 Ekim 2025

GAZZE’YE BARIŞ GELİYORMUŞ, ÖYLE Mİ?


29 Eylül 2025 günü herkes, ABD’de yapılmakta olan Trump-Netanyahu görüşmesinin sonunda yapılacak açıklamayı, merak ve heyecanla beklemeye başladı. Öncelikle söyleyeyim ki benim gibi düşünenlerin bu görüşmeden olumlu bir beklentileri yoktu. Çünkü Filistin’i kana bulayanların kanla sulanmış topraklara barış getirmesi olanaksız. Filistin halkını soykırıma uğratmada işbirliği yapmakta olan bu iki devletin yöneticisinden barış değil, yeni soykırımlar beklenir. Kan içmeye alışmış vampir, alışkanlığından vazgeçmez.

Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan başta olmak üzere bazı Müslüman ülke liderleri, 24 Eylül 2025 günü Trump başkanlığında toplandı Gazze ile ilgili olarak. Ülkemiz medyasının ezici çoğunluğu, Trump’ın Erdoğan’ı yanına oturtmasını allayıp pulladılar. Bu oturuşun ne denli değerli olduğundan dem vurdular. Oysa ABD’nin Filistin’i yeme, İslam ülkelerine yeni tutsaklık zinciri takma toplantısıydı bu. Trump’ı dinleyenler, onun bir şey söylemediğini ve her zamanki gibi laf salatası yaptığını kolayca anladı. ABD Başkanı, içtenlikten yoksun birtakım övgülerde bulundu başta Erdoğan olmak üzere diğer ülkelerin liderlerine. Bundan da anlaşıldı ki, onlara Gazze ile ilgili kendi siyasetini dayatacak. Öyle de oldu.

29 Eylül’de Trump, Netanyahu ile basın toplantısı düzenledi görüşmelerinin sonunda. Bu iki eli kanlı lideri, tanımayan da barış güvercini sanacak. Gazze ile ilgili bir barış planı açıkladılar. Bu açıklama, barışı amaçlamamakta, tersine Filistin direnişini kökünden yok etmeyi hedeflemekte.

İsrail, dünyanın en kirli savaşını yapmasına karşın Filistin direnişini kıramadı, Gazze’yi işgal edemedi. Neredeyse tüm yapıları yıkmasına karşın, her geçen gün yıkıntıların arasında sert bir direniş filizlendi. Siyonistler, Gazze’de çok asker yitirdi. Nedense orada ölen askerlerinin sayısını açıklamadılar dünya kamuoyuna. Mızrak çuvala sığmadığından gerçekler kolayca ortaya çıktı. Gazzeliler, ölen İsrailli askerlerin sayısını paylaştılar. İşgalci soykırımcıların ülkesindeki muhalifler yitirilen askerlerin hesabını sordular Netanyahu’dan.

İsrail ve suç ortağı ABD, köşeye sıkışıp dünyadan dışlanmaya başladılar. Bu sıkışmışlığı ve dışlanmayı, aşmanın yolu güvercin kılığında vampir olmaktı. Onlar da öyle yaptı.

İsrailli yöneticiler, öldürülen Filistinli çocuklar için: “Onlar büyüyünce HAMAS üyesi olacaklardı, onun için öldürdük bu çocukları” diyerek yaptıkları soykırımı dünyaya duyuruyorlardı. Ayrıca öldürülen çocuklar için: “Bu çocuklar HAMAS’a casusluk yapıyorlardı” gerekçesini öne sürmeleri, hem gülünç hem de çok acıklı. İsrail, çocuk öldürmeyi alışkanlığa dönüştürmeye kendince gerekçeler üreten bir ülke olarak dünya tarihinin kirli sayfasının başköşesine adını yazdırdı.

Trump-Netanyahu 20 maddelik barış planını açıkladılar. Her maddeyi ayrı ayrı açıklamaya gerek yok. Irak işgalinin eli kanlısı Tony Blair başkanlığındaki bir kurul yönetecek Gazze’yi. Bu kurulu kim seçecek ABD ve İsrail… HAMAS’ın yeni yönetimin uzağından ya da yakınından geçmesi söz konusu değil. Filistinli direnişçiler, silahlarını teslim edip tünellerin yerini gösterirlerse affedilecekler. Asıl amaç, böylece ortaya çıktı. Direnişi yok edip imar edilecekmiş Gazze. Bunun için gerekli para, büyük bir olasılıklı Körfez’in petrol varsılı ülkelerinden karşılanacak. Yeni yapılacak dinlence yerinde ise Filistinlilerin olması olanaksız. Çünkü direnişin yok edildiği topraklarda bu ezilen halkın tutunması çok zor. Trump’ın bazı Müslüman ülke liderleriyle yaptığı toplantıda Filistinlilerin gideceği yerler de kararlaştırıldı sanırım.

Trum ve Netanyahu tarafından dünyaya duyurulan barış planında barış yok, bir halkın yok edilmesinin ölüm fermanı var. İşgale, zorbalığa direnemeyen hangi halk ayakta kaldı ki Filistin halkı ayakta kalsın?

Var olmanın yolu, direnişten geçer. Bu da silahla olur. Silahı elinden alınmış bir halk, ayakta kalamaz. Bu barış planı 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes anlaşmasına ne de çok benziyor değil mi? Şimdi bu barış önerisini yırtacak ve direnişi güçlendirecek Filistinli liderlere ne de çok gereksinim var.

Filistin’i desteklemek insanlık görevi ve vicdan işi. İçindeki insanlığı tüketmemiş, vicdanları kararmamış insanların ayağa kalkma zamanı gelemdi mi tüm dünyada?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       1 Ekim 2025

 

TRUMP- ERDOĞAN GÖRÜŞMESİ


Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan, önce 23 Eylül 2025 günü Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda konuştu. İki gün sonra da 25 Eylül günü ABD Başkanı Donald Trump ile görüştü. Görüşme başlamadan önce ABD Başkanı, Erdoğan’ı övdükçe övdü. Bu övgüler, olağan değil doğal olarak.

Erdoğan, ikide bir “Dostum Trump” diyor. Bu sesleniş biçimi, yalnızca ABD Başkanıyla ilgili değil. Nerdeyse yabancı devletlerin tüm yöneticileri için böyle bir dil kullanmakta. Devletlerarası ilişkiler, yöneticilerin kişisel dostlukları üzerinde değil, devlerin çıkarları temelinde kurulup yükselir.

Trump-Erdoğan görüşmesinde konuşulup anlaşılan konuların bazıları kamuoyuna sızdı. Ne yazık ki bunlar hiç de iç açıcı değil Türkiye’nin geleceği için. Öncelikle ABD’nin Ankara Büyükelçisi Thomas Barrack’ın liderlerin görüşmesinden önce yaptığı açıklama, gündeme bomba gibi düştü. Trump, Barrack’a: “Erdoğan’a meşruiyet kazandıralım” demiş. Bu sözden yola çıkarsak demek ki Türkiye’nin cumhurbaşkanı, ABD yönetimine göre meşru değilmiş. Ne yazık ki merkez ve yandaş medya bu konunun üstünde fazla durmadı. Bu sözü işitmezden geldiler nedense. Ülkemizin cumhurbaşkanımıza meşruiyet kazandıran ulusumuz mu, yoksa ABD mi? Trump, bu sözü elçisine söylerken kimden, neden cesaret alıyor?

Görüşmede konuşulduğuna göre ABD’den alınacak F 35’ler konusu çözüme kavuşmamış. Savaş uçağı yerine, THY’ye 225 tane yolcu uçağı satılacak. ABD açısında iyi ticaret bu, kârlı bir alışveriş…

Trump’la Erdoğan, yaptıkları görüşmede Türkiye’nin ABD’den sıvılaştırılmış gaz alacağı konusunda anlaşmış. Yani ülkemiz bundan böyle Rusya’dan doğalgaz alamayacak demek bu. ABD’nin bize satacağı gaz, Rus gazından üç kat daha pahalı. Bu da Türkiye’de enerji ederinin artması demek. Bunun her alandaki tüketilen mal ve hizmetlere yansıyacağı da çok açık.

Trump-Erdoğan konusunda konuşulup karar verilenlerden biri de nükleer enerji tesislerinin kurulması. Bilindiği gibi ülkemiz, bu konuda Rusya ile işbirliği yapmakta. Mersin Akkuyu’daki nükleer enerji tesisi yakında üretime başlayacak. Amaç, bu işbirliğini bitirmek… ABD, Türkiye’nin Rusya ile nükleer alandaki işbirliğinden son derece rahatsız… Bu işbirliğinin sonunda Türkiye’nin nükleer silah üretme olasılığı, hem ABD’nin hem de İsrail’in korkulu rüyası. Bu nedenle Washington ve Tel Aviv’in bu konuda önlem alması gerek kendilerince. Böyle de oldu şimdilik.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Trump-Erdoğan görüşmesinden sonra açıklamalarda bulundu. Ülkemizin büyük gururu olan Kaan uçağının motorunu, ABD’nin bize vermeyeceğini söyledi Fidan. ABD yönetimi, ülkemizin her alanda yükselmesini engellemek için çelme üstüne çelme atıyor. Ne yazık ki hem Erdoğan hem AKP sözcüleri hem de hükümet destekçisi medya, görüşmenin çok olumlu geçtiğini söylemekteler. Türkiye’nin çıkarına olan bir şey yok görüşmede, bu nasıl yararlı ve olumlu görüşme?

Trump, görüşmede kendi istekleri dayatıp kabul ettirdi Erdoğan’a. CAATSA yaptırımları kaldırılmadı. Gazze’de soykırım durmadı. Trump, Gazze’den söz etmezken İsrail’in Batı Şeria’yı ilhak etmeyeceğini söyledi. Bu ne demek? Şimdilik Gazze ilhak edilecek demek. Bu da anlayana…

Trump-Erdoğan görüşmesinde Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerinin bozulması amaçlanmış. Devlet Bahçeli’nin Türkiye, Rusya, Çin ittifakı önerisinin gerçekleşme olasılığının yok edildiği bir görüşme bu. Ülkemizi, ABD’ye daha bağımlı kılmak için olabilecek her şey, bu görüşmede olmuş.

Yıllardır başımıza ne gelmişse ABD eliyle gelmiş. ABD, ülkemizin baş düşmanı. Yıllardır Türk ulus devletini böleceğini söyleyen de Washington. Düşmanlığını açıkça dosta, düşmana duyuruyor dostunuz Trump’ın yönettiği emperyalist güç. Ey Erdoğan, önce ülkemizin dostunu ve düşmanını doğru seçmelisin. ABD’ye teslimiyet içinde olarak onun düşmanlığını dizginleyemezsin.

Günün sorusu şudur: Düşman seni niye över? Bekleyip görelim, turpun büyüğü daha heybede. Ancak Türk ulusunun sağduyusu, emperyalist oyunları bozar. Atalarımızın: "Kötü komşu insanı mal sahibi yapar." sözünü, Türkiye'yi yönetenlere anımsatmak isterim.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       29 Eylül 2025

 

 

 

 

ÇOCUKLAR VE İP

 

Öndeş ailesi, bu yıl yaz dinlencesini dede ve ninelerinin yaşadığı Amasya’da geçirmeye karar verdi. Baba Balkır, anne Begüm, çocukları Beril ve Berkin’le ata topraklarına gitmek için yola çıktılar.

Yolculukları uzun sürdü, ancak sıkıcı olmadı. Güzel ve mutlu bir yolculuk yaptılar. Yolda tarihsel, doğal ve kültürel değeri olan yerleri gezdiler. Buralarla ilgili çok bilgilendiler. Hele Anadolu’nun ilk uygarlığı sayılan Hititlerin merkezi, Çorum’daki Boğazköy’ü (Hattuşaş’ı) gezmeleri onlar için çok bilgilendirici ve aydınlatıcıydı. Yol boyunca Hititlerin yaşantılarını düşündüler. O çağın yaşam biçimini düşlediler kendilerince. Beril ve Berkin, annelerine de babalarına da peş peşe sorular sordular. Bazı soruların yanıtlarını uğradıkları yerlerde birlikte gezip görerek öğrendiler hep birlikte.

Amasya’ya yaklaştıkça heyecanları arttı. Çünkü çocuklar, uzun zamandır dede ve nineleriyle görüşmemişlerdi yüz yüze. Ayrıca dört yıl önce gittikleri köylerini, çok merak ediyorlardı. Dört yıl önce yaşları çok küçüktü. Bu nedenle gördükleri birçok şeyi anımsamıyorlardı. Bazı şeylerin de farkına varmamışlardı o zaman. Çünkü o dönemde ilgi alanları çok farlıydı.

Köylerine yaklaştılar. Burunlarına, çok uzaktan köylerinin kokusu geliyordu sanki. Hele ninesinin pişirdiği köy ekmeğinin kokusu vardı sanki her yanda. Dedesinin ağaçlardan yeni topladığı eriğin, armudun, elmanın kokusu sinmiş gibiydi havaya. Horozun ötüşü, tavukların gıdaklaması, koyunların melemesi, ineklerin derinden bağırması, atın kişnemesi kulaklarında capcanlı duruyordu. En çok merak ettikleri de bu yıl kaç kuzu ve buzağının doğduğuydu. Onlar için adlar düşündüler kendi aralarında. Köydeki arkadaşlarını düşlediler bir süre. Acaba yeni arkadaşları olacak mıydı bu kez? Yeni arkadaşlarla uyum sağlayabilecekler miydi birbirlerine?

Köylerine yaklaştıkça orayla ilgili sorular soruyorlardı anne ve babalarına. Henüz köylerine varmadan ön bilgiler edinmek isteğindeydiler. Bu onların gidecekleri yeri, daha iyi tanımalarına yardım edecekti. Komşularıyla ilgili ayrıntılı sorular sordular. Daha çok ilgilendikleri ise köylerindeki hayvanlar ve bitkilerdi. Bunların özelliklerini öğrenmek için can atıyorlardı. Özellikle Amasya’dan geçip giden Yeşilırmak’la ilgili sorular sordular. Yeşilırmak’ın Suşehri yakınlarından doğarak birçok il, ilçe ve köyleri geçerek, geçtiği her yerde yeni akarsularla birleşerek suyunun çoğalmasına şaşırdılar. Yeşilırmak, Amasya’nın içinden geçerek Taşova topraklarına bolluk ve verim getirdikten sonra Kelkit ırmağıyla birleştiğini öğrendiler. İyice güçlenen sularıyla kuzeye doğru akıp Çarşamba Ovasından denize döküldüğünü söyledi anneleri Begüm. Babası ise Çarşamba Ovasının Yeşilırmak sayesinde var olduğunu anlattı,

Balkır: “Çocuklar, Yeşilırmak ve onu besleyen akarsular birçok yerden geçer. Onların geçtiği yerlerin çoğu ağaçsız, çalısız, otsuz bozkırlar... Doğaldır ki buralarda toprak aşınımları var. Aşınımlar sonunda oluşan toprak, toz, diğer yer parçalarını yağmur, kar ya da sel suları sürükleyip akarsuların yataklarına getirir. Bu lığları, Yeşilırmak kilometrelerce uzağa taşıyıp Karadeniz’e sularıyla döker. Bu lığlar, kıyıda birikerek çok verimli bir ovayı oluşturur. İşte, Çarşamba Ovası böyle oluştuğu için ülkemizin en verimli topraklarından biridir.” diyerek açıkladı çocukların merak ettiği konuyu.

Begüm anne: “Bafra Ovası da Kızılırmak’ın lığlarıyla aynı biçimde oluşturduğu çok verimli bir toprağımız.” dedi.

Beril ve Berkin, aynı anda: “Çok sağ olun annem ve babam. Çok değerli bilgiler verdiniz bize.” dediler.

Söyleşiye daldıklarından köye nasıl vardıklarını anlamadılar. Annesi, arabanın düdüğünü öttürdü birkaç kez geldiklerini haber vermek için. Arabanın düdüğünü işiten Çolpan nine ile Odman dede neredeyse koşarak çıktılar kapının önüne. İkisinin de yüzü mutluluktan gülüyordu. Hem çocuklarını hem de torunlarını görmek için can atan bir durumları vardı. Arabanın yanına geldiler. Dört kapı birden açıldı. Her kapıdan yüzleri çiçek açan dört kişi çıktı. Nine ile dede, hangisine sarılacaklarını şaşırdılar kısa bir süre. Önce torunlarını bağırlarına bastılar. Uzun uzun öpüp kokladılar onları. Ardından çocuklarına sıra geldi. Onları da aynı sıcaklık ve içtenlikle kucakladılar. İkisini de öpüp kokladılar doyasıya.

Bahçedeki elma ağacının dibine oturdular. Bir süre hiçbiri konuşup bir şey söyleyemedi heyecandan. Az sonra dede ve nine suskunluğu bozdu. Teker teker hepsinin halini hatırını, yolculuklarının nasıl geçtiğini sordular. Ardından torunlarına sarıldılar fırsat buldukça. Onlar da Çolpan nine ve Odman dedenin sağlığını, nasıl olduklarını, neler yaptıklarını sorup öğrendiler. Az sonra Çolpan nine, yoldan geldikleri için aç olabileceklerini düşündüğünden hemen bakır siniyi elma ağacının gölgesine getirdi. Hepsi birden kalkıp ninelerine yardım etmek için aşlığa girdi. Aşlığı, yemek ve ekmek kokusu kaplamıştı. İki çocuğun burnu, bundan daha iyi kokuyu bugüne dek almamıştı sanki. Önce yemek ve ekmek kokusunu içlerine çekerek doymaya çalıştılar. Sofra çabucak kuruldu. Yemekler geldi. Açık ve temiz havada yenen bu yemeğin tadına doyum olmuyordu. İyice doydular. Ardında sofrayı birlikte kaldırdılar. Balkır, bulaşıkları yıkarken Begüm de durulayıp kuruttu onları.

Beril, dedesine: “Bu ağacın adı ne dede?” diye sordu.

Odman dede: “Bu, ilimizin dünyaca ünlü Amasya elması… Şimdi henüz olgunlaşmadı meyveleri.” diye yanıtladı onu.

Konuşmayı işiten Çolpan nine, kaşla göz arasında koşar adım giderek iki elma getirdi çocuklara. “Elmaları yıkadım. Altında oturduğumuz ağacın meyvesi bunlar. Isırıp yiyin, afiyet olsun.” dedi mutlulukla.

Çocuklar elmalarını yedikten sonra yerlerinden kalkıp çevreyi keşfe çıktılar. Evin önünde iki ağacın arasına gerilmiş çamaşır ipi, Berkin’in ilgisini çekti. “Nine, sizin çamaşır ipiniz, bizimkinden farklı niye?” diye sordu.

Nine: “Evet, doğru çocuğum ikisi çok farklı… Sizin balkonunuzdaki ip naylondan, bizimki kendirden. Kendir doğal bir ürün… Naylon ise kimyasal bir madde olduğu için hem sağlığa hem de doğaya zararlı. Bir dönem ülkemizde neredeyse her yerde yetiştirilirdi kendir, sonra yasaklandı bir süre nedense.” diyerek yanıtladı çocuğu.

Berkin’le Beril, yerlerinden kalkıp çamaşır ipini incelemeye başladılar. İpin doğal yumuşaklığını duyumsadılar parmaklarında. Oysa kendi balkonlarındaki naylon ip, aynı sıcaklığı ve yumuşaklığı duyumsatmıyordu onlara. Tam çamaşır ipini incelerken dedelerini yanlarına gelip konuşmaya başladı: “Kendir ya da diğer adıyla kenevir, atalarımız bunun tohumlarını Orta Asya’dan atların heybelerine koyarak getirdikleri lifli bir bitki… Bu toprakları sevdi getirilen tohumlar. Neredeyse yurdumuzun her yanında yetiştirilmeye başlandı. Hem lifleri hem de tohumları birçok alanda kullanılageldi yüzyıllar boyunca.” deyince Beril, sözün arasına girip sordu:

 “Hangi alanlarda kullanılıyor kendirin lifleri ve tohumları?”

Nine hemen: “Liflerinden ipler, halatlar yapılır. Bunlar çok dayanıklı ve sağlam olur. Genellikle bunlar evlerde üretilir. Ayrıca liflerinden iplik yaparak iç çamaşırı ve gömlek yapılır. Bu giysiler, insanlar için çok sağlıklıdır. Eskiden herkes kendirden yapılan gömlekler giyerdi. Bunlar evlerde dokunurdu. Az sonra size içeride bulunan keten bez yaptığım tezgâhımı gösteririm. Ne yazık ki son yıllarda bu dokuma tezgâhlarının neredeyse hepsi yok olup gitti.” dedi biraz da üzülerek.

Çocukalar: “Desene nine, senin dokuma tezgâhın tarihsel bir yapıt…” dediler heyecanla.

Nine: “Evet çocuklarım, müzelik oldu o artık.” dedi üzülerek.

Begüm anne, burada söze girdi: “Başka yararları var mı kendirin?” diye sordu.

Odman dede: “Olmaz mı kızım? Kâğıt sanayinde kullanılır. Kısa sürede, hızlı büyüdüğü için en ucuz ve dayanıklı kâğıt, kenevirden elde edilir. Tohumu çok yağlıdır. Bu nedenle ilaç, sabun ve yakıt yapımında kullanılır. Lifleri dayanıklı ve uzun ömürlüdür. Liflerinden çanta, ağ, çuval yapılır. Ayrıca birçok sanayi dalında hammadde olarak kullanılır.” dedi düşünceli düşünceli.

Balkır: “Peki, baba bu denli yararlı bir bitkinin üretimi niçin yasaklandı?” sorusunu sordu merakla.

Dede: “Oğlum, her şey de olduğu gibi kendiri de kötü amaçları için kullanan bir kısım insanlar çıktı ortaya. Dünyanın her yerinde var bu kötü niyetli kişilerden. ABD, ülkemize baskı yaparak bu güzelim, yararlı bitkinin yetiştirilmesini yasaklattı. Böylece birçok alanda kullanılan ve ucuza mal edilen bir bitkiden yoksun kaldı ne yazık ki ülkemiz uzun süre. Son yıllarda kontrollü olarak ekimi başlatıldı on dokuz ilimizde. Dileğim odur ki ülkemizin her yanına yayılır kendir yetiştiriciliği. Kısa sürede de bu ürünü işleyecek fabrikalar kurulur.” dedi gözleri uzaklara dalarak.

Begüm: “Çok kötü olmuş ülkemiz için kendirin yasaklanması. Böyle bir ürün yasaklanır mı hiç?” dedi iç geçirerek.

Balkır: “Yöneticilerimiz ne yapıp edip kendir yetiştiriciliğini yaygınlaştırmalı, zarardan dönmeli. Bu yararlı ürün yeniden sanayimize kazandırılmalı. Bir de doğal bir ürün olduğu için toprağa, suya, havaya zarar vermez. Çevremizi bu doğal ürünlerle koruyabiliriz.” dedi umutla.

Çocuklar, yerlerinden kalkıp ipi yeniden okşayıp sevdiler. Çolpan nine: “Haydin bakalım, hazırlanın kendirliğe gitmek için. Gidip yerinde görelim bu yararlı bitkiyi.” diye öneride bulundu. Hepsi birden ninenin bu önerisini benimseyip yerlerinden kalktılar. Yürüdüler kendirleri görmek için kırlara doğru.

Yolda kuşlardan, bitkilerden, kara hayvanlarından, böceklerden konuştular. Yararlı bir gün geçirmenin mutluluğu, erinciyle kol kola girdiler sevinçle. Çocuklar, kendirden ürünleri düşleyerek gülümsediler vardıkları tarladaki kendirlere. Kendirler de onlara çiçekleriyle “Hoş geldiniz” dediler.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       28 Eylül 2025

 

 

ATATÜRK’ÜN DOSTLARI KİMLERDİ?


Atatürk, Samsun’a çıkıp Türk halkıyla buluştuğu günden başlayarak dost ve düşman ayrımı konusunda sayısız açıklama yaptı. Savaşta en önemli şey, dostla düşmanı saptamaktır. Düşmanını iyi tanımazsan, amaçlarını bilmezsen; dostlarını da belirleyemezsin. Öncelikle düşmanı yenmek için sağlam dostlara ve ittifaklara gereksinim var.

Mustafa Kemal Paşa, kurtuluş yoluna çıktığı ilk günden başlayarak ulusumuzun baş düşmanının İngiltere olduğunu saptıyor. Dostu olarak da öncelikle İngiltere’nin, dünya emperyalist ve kapitalist sisteminin yıkmaya çalıştığı Sovyetler Birliği’ni, Bolşevikleri belirliyor. Önce dost-düşman ayrımını iyi yapıyor Atatürk. O, 15 Temmuz 1920’de Hâkimiyeti Milliye gazetesine yazdığı başyazıda, önce Kurtuluş Savaşı’nın amacını anlatıyor.

“İstiyoruz ki, bütün milletler gibi biz de bağımsız olalım. İstiyoruz ki, kendi evimizin sahibi, kendi cebimizin hâkimi, kendi hayat, kendi namusumuzun mesulü biz olalım. İstiyoruz ki, yeryüzünde zulüm kalmasın. Milletler arasında düşmanlıklar ortadan kalksın. Dünyaya hâkim olan kapitalizm illeti bir daha kalkmamak üzere uyusun… İşte, bugün içinde bulunduğumuz mücadelenin bizce yegâne manası! (Kurtuluş Savaşı’nın İdeolojisi/Hâkimiyeti Milliye Yazıları, Kaynak Yayınları, s. 76” Burada iki amacı öne çıkarıyor Atatürk: Birincisi bağımsızlık, ikincisi ise dünyada zulmün ortadan kalkması için kapitalizmin yok olması.

Aynı yazının devamında: “Ve bütün dünya şu uğursuz emperyalizm zulmünden kurtulmadıkça bizim için hayat ve rahat ihtimali tasavvur edilemez.” demekte. Aslında bu tümce ile Atatürk, emperyalizmin sömürüp ezdiği, yok etmeye çalıştığı tüm ezilen uluslarla emperyalizme karşı ittifak kurmak gerektiğini açıklamakta.

Atatürk; birçok konuşmasında ve yazısında Bolşeviklerle ittifaktan söz etmekte. Ayrıca emperyalizme karşı olan tüm güçleri birleştirmeyi amaçlamakta. “Önce kendi kuvvetimize ehemmiyet veriyoruz. Fakat kendi kuvvetimize, düşmanlarımızın adedinin çokluğunu nazarı dikkate alarak kuvvet ilave etmek bir farzdır. Bu suretle bittabi Doğu’dan gelmesi muhtemel olan olumlu kuvvetlere iltifat edeceğiz. Ancak bu noktada iki yönü birbirinden ayırmak lazımdır. Biri Bolşevik olmak, diğeri Bolşeviklik Rusya’sıyla ittifak etmek. Biz Heyeti İcraiye, Bolşevik Rusya’sıyla ittifak etmekten bahsediyoruz. Yoksa Bolşevik olmaktan bahsetmiyoruz. (Atatürk’ün Kendi Kaleminden 7, Emperyalizm ve Tam Bağımsızlık, Kaynak Yayınları, 1. Basım: Nisan 2028, s. 111)” Atatürk Bolşeviklerle ittifak yapmayı ne güzel açıklamış TBMM’deki konuşmasında.

Her zaman, her yerde dar kafalı ve sığ düşünceli insanlar vardır. Bu nedenle ülkesinin çıkarlarını koruyamaz bu tür kişiler, tersine emperyalizme hizmet ederler. Günümüzde de böylelerine sıkça rastlıyoruz. Devlet Bahçeli, ABD-İsrail’e karşı Türkiye, Rusya ve Çin ittifakı önerdi ülkemizin önünde duran zorlukları, tehlikeleri görerek. Hemen bu dar kafalı, sığ düşünceliler hortladı. “Efendim Rusya ve Çin’de demokrasi yokmuş, özgürlükler kısıtlıymış.” diyerek ABD ve İsrail safında olmanın yararlarını çok açık olmasa da anlatmaktalar ekranlarda. Sanki ABD’de demokrasi ve özgürlük var? Tarihi boyunca dünyada en çok insan kanı döken bir ülkede demokrasi ve özgürlük mü olur?

Atatürk, Batı’ya karşı savaş vererek Türkiye’yi kurdu. Bu savaşta yanında başta Sovyetler Birliği olmak üzere Doğu’nun ezilen ulusları vardı. Bu ittifak anlayışını Cumhuriyet döneminde de sürdürdü. Onun dostları: Lenin, Stalin, dönemin İran Şahı Rıza Pehlevi, Afganistan Kralı Emanullah Han, Hint ve Buhara Müslümanları, Gandi, Balkan ve Batı Asya’daki devletlerin yöneticileriydi. O, Balkan ve Sadabat paktlarını kurarak sınırlarımızı emperyalizme karşı güvence altına alarak bir yandan da komşu ülkelerle siyasal, askersel, ekonomik ilişkileri geliştirdi. Günümüzün bazı sözde Atatürkçülerinin bu dostlukları anlaması olanaksız. Hele ABD tapınmacılığında sınır tanımayan liberallerin böyle bir ittifak siyasetine açıkça cephe almaları çok olağan.

Sayın Bahçeli’nin TRÇ olarak simgeleştirdiği Batı emperyalizmine karşı kurulacak bir Doğu ittifakından başka çözüm yolu yok ülkemizin karşısında. İsrail ve ABD’yi durdurmanın yolu da bu. Bu ittifakın eksiği var, fazlası yok! Bu ittifaka, Avrasya’nın diğer ülkelerini de katmalı. Böylece emperyalizme karşı daha güçlü bir ittifak kurulmalı. Çünkü TRÇ İttifakı, ülkemizi Atlantik’le bir yol ayırımına götürmekte. Bunu Erdoğan’ın ABD ziyareti nedeniyle taktiksel bir açıklama olarak görmek, ABD emperyalizmin ve onun piyonu İsrail’in yanında yer almaktan başka bir şey değil.

TRÇ İttifakı tartışmalarına bakıp ülkemizdeki Amerikancıların, İsrail yanlılarının nasıl kendilerini belli ettiklerini görebiliriz. Bu ittifaka cepheden karşı çıkanların ABD severliği su götürmez bir gerçek. Onlar, Türkiye’nin ve dünyadaki ezilen ulusların yanında değil; emperyalizmin safındalar.

Atatürk, dünyada emperyalizmi, bir kurtuluş savaşı ile yenen ilk önder. Bunu da düşmanı iyi belirleyip dostlarını doğru seçerek başardı. Günümüzde de durum değişmemiştir. Tarih; Türk ulusuna dün Güneş Batmayan İngiliz emperyalizmini yıkma fırsatını vermişti, bugün ise ABD emperyalizminin kanlı ellerinden dünyayı kurtarma görevini koydu önüne. Bu görevi yerine getirerek ezilenlerin özgürlüğüne öncülük mü yapacağız, yoksa emperyalizme teslim olup ülkemizin göz göre göre yok olmasını mı bekleyeceğiz?

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               22 Eylül 2025

 

 

 

Oğluma Mektup 5

 

19 Eylül 2025 Cuma

Duygudaş Oğluma,

Yazın son günlerine yaklaştık. Güz, dört gün sonra başlayacak tüm güzelliğiyle. Doğal döngü tüm kurallarıyla sürmekte. Bu döngüyü değiştirmek olanaksız. Ancak insanoğlu, ne yazık ki bilinçsiz ve sorumsuzca doğayı kirletmeyi, doğal kaynakları açgözlülükle tüketmeyi, onun kurallarını bozmayı kendisi için bir beceri saymakta. Doğa ana, insanların bu acımasızlığını yine de bağışlamakta. Ona bolluk sunmakta kucağındaki büyük sofrasında. Bu bolluk, hem görsel ve duygusal anlamda hem de yiyip içme alanında…

Doğa ananın bağışlayıcılığından söz ettim yukarıda. Doğa ananın bu bağışlayıcılığı, büyüklüğünden… Demek ki bağışlayan büyüktür, bağışlamayan ise küçüklük yarışı içindedir bilerek ya da bilmeyerek. Uygarlık yaratan büyük toplumlar da tıpkı doğa ana gibi bağışlayıcıdır. Çünkü bağışlamak, büyüklüğün ünündendir. Bağışlama olmadığında kişisel ilişkiler gelişmez, toplumsal uzlaşma sağlanmaz.

Bağışlayıcı olmak, erdemli olmanın en önemli belirtisi… Erdemli kişi, bağışlar. Çünkü o, feodal düşünceden kendini soyutlayan, uygar düşünceyi benimseyen çağcıllık yolunda ilerleyendir. İnsanların hata yapmasını olağan karşılar. Kişilerin hatalarla öğrenebileceğini düşünür. Yaşamdan ders almak; yanlışları, yaşamın öğretmeni olarak görmek onun deneyimlerini oluşturur. Kişi, deneyimleriyle varsıllaşır. Bu varsıllık; ona yeni bir bilinç, farklı bakış açısı, hoşgörüye dayanan insan ilişkisi kazandırır. Burada insanın en büyük varsıllığının erdemli olmasıdır, diyebilirim.

Sevgili Oğulcuğum, sen bebekliğinden beri duygudaşsın. Duygudaşlık, senin en belirgin özelliğin oldu giderek. Arkadaşlarınla ilişkilerinde, kendini hep onların yerine koydun. Zaman zaman bana ve annene de “Sen, kendini arkadaşının yerine koyup ona göre düşün ve karar ver” derdin. Bu tümcen beni çok mutlandırırdı. Aslında bu sözünle hem bize hem de çevrendekilere duygudaşlık, erdem ve insanlık dersi veriyordun. Bu özelliğini yitirmemen en büyük dileğim.

“Küçükten kabahat, büyükten af” sözünü, çocukluğumda büyüklerimden sıkça işitirdim. Çocuğun doğasında vardır hata yapmak, çünkü öğrenecek. Kimi zaman bu hatalar, aşırıya kaçabilirdi. Yine de büyüklerimiz, bu aşırılıkları görmezden gelerek anlayışlı davranırlardı. Kimi zaman da yapılan yanlışları, uygun bir dille bize anlatıp bir daha bunları yapmamamızı söylerlerdi. Bu tatlı sert uyarılar hoşumuza giderdi. Böylece yaptığımız yanlış davranışları sorgulayıp onlardan ders çıkarırdık. Bunu sağlayan büyüklerimizin bağışlayıcılığıydı.

“Aman dileyene kılıç kalkmaz” sözü, bağışlayıcı olmanın güzelliğini, erdemini anlatan bir başka atasözümüz. “Kişi, mertliğine sığınan düşmanın canına kıymamalı” anlamında bir söz. Ne denli anlamlı, büyüklük göstermenin erdemini anlatan bir söz değil mi? Bununla anlamdaş olan “Eğilen baş kesilmez” atasözümüz de yüzyıllar öncesinden bize yol göstermekte. Karşındaki kişi, yanlışını kabullenip baş eğiyorsa sana; onu bağışlamak insanca, uygarca bir davranış.

Atacan’ım, herkese karşı bağışlayıcı ol! Bağışlayamayacağın durumlar, davranışlar, düşmanlıklar da vardır kuşkusuz. Bunları da iyi sorgulamalısın. Vicdan tartısında adalet duygunu yitirmeden iyi tartmalısın olanı biteni. Olay sıcakken vicdan tartısı, adaletli olmaz. Çünkü öfken, canlı ve coşkundur. Sağlıklı değerlendirme; öfkemiz yatıştığında, olayın sıcaklığı yok olduğunda, iğneyi kendimize batırma yürekliliğini gösterdiğimizde yapılabilir.

Kin tutmak, çağcıl ve uygar kişiye yakışmayan bir davranış. Çünkü kin, insanı içten içe yiyip bitirir. İnsanın en büyük düşmanıdır kin. Bu nedenle kişi, içindeki kinin yerine bağışlayıcılığı koymak zorundadır mutlu bir yaşam için.

Sana en önemli öğüdümdür oğlum; bağışlayıcı ol, kin tutma! Atatürk’ün dediği gibi fetihlerin en büyüğü, kişinin kendini fethetmesidir. Kendini fethetmek demek; kendini kinden, ucuz çekişmelerden, önyargılardan, anlamsız davranışlardan, kişisel hırslardan, duygusal tepkilerden kurtarmaktır.

İnsan kendini arındırmalı kötü düşünce ve davranışlardan. Arınma, olgunluğa giden yolun ilk adımı… Olgun kişi olmak, yaşa değil; bireyin kendi çabasına, isteğine, kendi bencilliğiyle yaptığı savaşıma bağlı. İçimizdeki şeytanı yenmeli ki; o şeytan, bizi sapa yollara götürmesin. O şeytan, bizi insanlık yolundan çıkarmasın.

Sevgili oğlum, seni ve yüreğindeki insanlık sevgini, vicdan tartını; davranışındaki erdemini, duygudaşlığını öpüyor; sağlıklı bir yaşam diliyorum.

Yaşama olumlu bak, o sana her türlü olanağı verir ve olağanüstü fırsatları karşına çıkarır. Sağlıcakla…

                                                               Baban