29 Nisan günü Türkiye'nin yüklü gündemine, dokuz askerimizin Lice'de şehit olduğu haberi düştü. Yaşamlarının baharında gencecik fidanlarımızı, kınalı kuzularımızı hain teröre kurban verdik. Haberi duyduğumda yüreğimden büyük bir parça koptu gitti onlarla.
Yaklaşık otuz yıldır nice fidanlar devrildi, nice ocaklar söndü. Kimbilir ne hayalleri vardı bu gencecik yüreklerin? Anneler, babalar hangi hayallerle büyütmüştü evlatlarını? Nice yoksulluğa, sıkıntıya, yaşamın tüm acımazlığına karşın büyütülüp vatan hizmetine gönderilmişti bu aslanlar. Yaşamını yitirenin yaşamöyküsüne kısa da olsa baktığımızda hep tanıdık geliyor bizlere bu insanlar. Yüzyıllardır olduğu gibi.
Jandarma Uzman Çavuş İlhami Hardal: Altı yıldır Lice'de vatan hizmetinde, evli, bir çocuklu. Eşi ikinci çocuğuna hamile. Otuz üç yaşındaki İlhami, işe girdiğinde ne kadar çok sevinmiştir kimbilir? Zoluklarla geçen bir yaşam, hain tuzakta son buluyor. Kilis'te başlayan yaşam, Kilis'in sıcak toprağına kavuşup sonsuzluk yolculuğuna çıkıyor.
Uzman Çavuş Salih Akyürek: Otuz bir yaşında, Yozgat-Sorgunlu, Ankara'ya göçmüştü aile. Babasını izledim televizyonlarda, öyle bir metanet ki düşman taş olsa çatlar karşısında. Salih'in on bir yaşındaki kızıyla altı yaşındaki oğluna nasıl izah edeceğiz babasızlığın verdiği acıyı, eksikliği, yalnızlığı?
Er Emrah Polat: Dağlarından yağ, ovasından bal akan Aydın'da doğmuştu Emrah. Bu yılın ballı yemişlerini tadamadı, bir daha da tadamayacak. Aydın bağlarındaki çekirdeksiz, razaki, kadınparmak üzümleri de öksüz kaldı bu yıl. Nazilli'nin Ulukaraağaç Köyü'nün cümle varlığı daha da hüzünlü olacak bu yıl. Emrah, 1995'te şehit olan dayısıyla buluşuyor memleketinin kara toprağında. Bir daha ayrılmaksızın, sonsuza dek.
Er Erdal Oral: Kağızman'ın sert rüzgarlarıyla çelikleşmiş bedenini siper ediyor hain bombaya. Dört aylık körpe bir asker. Askerlik sonrası hayallerine kavuşamadan, kara toprağa kavuşuyor sırım gibi bedeni. Yirmi yaşında alıp gidiyor onu kahpe bir ihanet ana kucağından. Annesi komşularına "Kına yakın!" diye haykırıp ağıtlar yakıyor. Çünkü karayılan toprağın altında değil, içimizde, akıtıyor zehrini dört yana.
Er Zeynel Direkçi: Antep'i "Gazi" yapan bir ecdadın torunuydu. Fransız'a boyun eğmemişti dedesi, Zeynel mi boyun eğecekti üç beş çapulcuya? Yetim kalmıştı, yılmamıştı hayattan. Biri özürlü dört kardeşinin ve annesinin geçimini sağlamıştı yıllarca. Bir de sevdalanmıştı Zeynel. Askerlik dönüşü kendi işini kurup evlenecekti. Bir anne, dört kardeş öksüzdü artık Antep'in bir viran hanesinde. Belki bir gün Zeynel, bir kese kağıdında kuru yemişleriyle kapıyı çalar diye bekleyecekler yıllar boyu. Ama Zeynel de diğerleri gibi beyaz atın üzerindeydi, hiç bitmeyecek sonsuz bir yolculuktaydı.
Er Miktat Beder: Hamsi kadar kıvrak, kayın ağacı kadar sağlam, yıldız fırtınası kadar sert, kiraz çiçeği kadar narin bir toprağın çocuğuydu Miktat. Lodosla poyrazın horon teptiği, karayelin cömertçe suladığı, bin bir çeşit çiçeğin açtığı Arsin toprağında sonsuza dek yaşayacaksın. Yirmi yaşında düştün toprağa. Köyünün bayırlarındaki papatyalar, menekşeler boyun büktü. Fındık bahçelerindeki kuş cıvıltıları sonsuz bir ağıta döndü. Çiçekli Köyü'nde hep bir bayrak dalgalanacak, kızıllığında hep sen olacaksın.
Er M.Ali Karaduman: Spil Dağı'na bakıp ne hayaller kurmuşsundur. Ailecek başınızı sokacak bir eviniz yoktu; çünkü iki kez yangın geçirmiştiniz. Manisa, bir yiğidini daha vermişti toprağa. Kula'da bahar geç gelecek bu yıl, yaz daha sıcak, güz daha hüzünlü, kış soğuk geçecek. Yirmi bir yıllık yoksul bir yaşamın varsıl hayaleriyle düştün vatan toprağına.
Er Onur Görmez: Yirmi bir yaşında, Aydın'ın Karpuzlu İlçesi'nin Ömerler Köyü'nden. Yunan işgalinde efelerin dağa çıktığı, Kuvayı Milliye örgütlerinin çoban ateşini yaktığı Ege'den. Şehadetinden birkaç saat önce babasıyla iki dakika konuşabiliyor. Fazla konuşamıyorlar, çünkü kontörü bitiyor Onur'un. Yaşıtları milyarca lirayı loş ışıklı gece kulüplerinde harcarken, her gün yeni bir aşka yelken açarken Onur'un kontörü bitiyor hain pusuya yaklaşırken.
Er Murat Çavdar: Trabzon'dan İstanbul'a göç eden bir ailenin yirmi bir yaşındaki oğluydu. Berberlik yapıyordu, askerlik bitince de kendi dükkanını açacaktı. Emeğiyle geçinmişti hep. Yirmi gün önce konuşmuştu ailesiyle telefonda. Babası: "Oğlumun şehitliğe defnedilmesi benim için büyük bir onurdur." diyor. Başka söz kaldı mı bize söyleyecek.
Yukarıdaki yaşamöykülerine baktığımızda ortak bir yön var. Hepsi zorlukla yaşam mücadelesi veren dar gelirli aile çocukları. Bu ülkenin bütün meşakkatini çeken insanlar. İşsizliğin, geçim sıkıntısının, tüm yaşamsal zorlukların girdabında kıvranan kahramanlar. Bu milletin şehit anne ve babaları her koşulda hala "Vatan sağolsun!" diyorsa bu, bu milletin büyüklüğünü gösterir.
Emperyalist bir kışkırtmanın, ulusumuzu nasıl onulmaz acılara gark ettiğini anlamazdan gelmenin, kimlere yaradığını anlamanın zamanı gelmedi mi?
Bu yüce ulusu yoksul bırakanlar, ekonomik değerlerini yağmalayanlar, onu çağdaşlaşma hedefinden alıkoyanlar utanmalıdır hem de çok utanmalıdırlar. İnsanlıklarından utanmalıdırlar, bu ulusa yakışmadıklarından, layık olmadıklarından utanmalıdırlar. Şehit ailelerinin metanetlerinden, yüce gönüllerinden, yurtseverliklerinden utanmalıdırlar. Bu ulusun kör bir kuruşunu yiyenin, ziyan edenin nasıl bir gaflet ve ihanet içinde olduğunu anlamanın zamanı gelmedi mi?
Sahte raporlarla askerden kaçanlar, bir gün şehit ailelerinden biriyle karşılaştıklarında onların gözlerinin içine bakabilecekler mi? Vatan, hepimizindir. Nimeti de külfeti de paylaşmalıyız. Ulusal birliğin en önemli öğesi, vatan hizmetinde adalettir.
Kahramanlarına sahip çıkmayan toplumlar, bunun bedelini çok ağır olarak öderler. Şehitlerimizi saygıyla anmak, onların ailelerine sahip çıkmak hem insanlık hem de vatan borcudur. Gün, borcumuzu ödeme günüdür.
Adil Hacıömeroğlu
2 Mayıs 2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder