BEDAVA AŞI YERİNE, PARALI AŞI ÖYLE Mİ?

 

“Bu nedenle benim önerim, aynen maske olayındaki nihai çözüm gibi, devletin ücretsiz aşı programına ek olarak, uluslararası kullanım izni almış olan aşıların ithalat ve satışının da serbest bırakılmasıdır.

Serbest piyasa koşullarına göre yapılacak ithalat ve satış için, aynen maske olayında olduğu gibi azami fiyat belirlemeleri yapılabilir.” Emre Kongar, Cumhuriyet’te yayımlanan 19 Ocak 2021 tarihli yazısında böyle demekte.

Öncelikle şunu söyleyeyim ki solcu olduğunu söyleyen birinin devletin yapmakta olduğu bedava aşı yerine, serbest piyasayı savunması bizi şaşırttı. Serbest piyasa dar gelirli halkı değil, varsılı mutlu eder. Şu anda kullanımda olan kovid 19 aşısı sayısı bir elin parmakları kadar bile değil. Üstelik var olan aşılar da ülkelerden gelen gereksinimden doğan isteklere yanıt veremiyor. Çünkü kısa sürede milyarlarca insana aşı üretmek olanaksız. Aşını üretilmesi zaman alıyor. Türkiye de elini çabuk tutarak Çin’le aşı bağlantısını yaptı.

Türk devletinin sınıf ayrımı yapmadan tüm halkı bedava aşılaması bir Cumhuriyet geleneğidir ve de en doğrusudur. Toplumun sağlığı kişisel yeğlemelere bırakılamaz. Bunun içidir ki bu işte devletçilik devreye girer ve tüm yurttaşlar sırayla aşılanır. Yoksa böyle yapılmasaydı ve işi serbest piyasanın insafına bıraksaydı Türkiye, salgın hastalıkları önleyebilir miydi?

Kongar “askıda aşı” önermekte. Bedava uygulanmakta olan aşının askısı mı olur? Kongar farkındaki iş, serbest piyasanın eline bırakıldığında yoksullar aşıya ulaşamayacak. Aşıya ulaşamayanlarla ilgili de kendi vicdanını rahatlatmak için askıda aşı öneriyor.

            Sözcü’nün köşe yazıcısı Uğur Dündar da Kongar’dan alıntı yaparak paralı aşıyı savunmakta. Ne de olsa tuzu kuru… 21 Ocak 2021 tarihli yazısının başlığı da “Askıda Aşı”… Yurttaşı, devletin koruyuculuğundan çıkarıp askıya muhtaç etmek nasıl bir düşüncedir?

            Sözcü’nün köşe yazıcılarından Serpil Yılmaz da Kongar ve Dündar’ın düşüncesi doğrultusunda görüş açıkladı. “Parası olan devletin eline kalmak istemiyor; can bu! En çabuk ve en etkili aşıya nasıl erişirim diye araştırıyor” demekte 21 Ocak 2021 tarihli yazısında. Parası olanın canı can da parası olmayanın canı patlıcan mı? Ülkemizin düştüğü duruma bakın! Bu köşe yazıcıları güya solcu… Ya da öyle görünmekteler. İşleri güçleri varsılların nasıl aşı olacağı…

      Üstelik aşı, dünya piyasasında yeterince yok! Neredeyse tüm ülkeler aşıyı devlet eliyle uygulamakta. Birçok ülke aşıya sahip olabilmek için amansız bir savaşım içinde. Arz az, talep fazla olunca aşının ederi yüksek. Üzülerek görmekteyim ki bu sol görünümlü liberal gazeteciler, kendi canlarını düşünmekteler. Toplum umurlarında bile değil. Altta kalanın canı çıksın düşüncesindeler.

            Öncelikle Atatürkçüysen devletçi ve halkçı olacaksın. Halk sağlığının söz konusu olduğu bir ortamda varsılın nasıl aşı olacağı değil,  toplumun bütününün nasıl aşılanacağı olmalı asıl konun.  

            Ne yazık ki Türkiye’de sol tabanı yönlendiren Kongar, Dündar, Yılmaz gibi görünürde Atatürkçü, özde ise liberal kişiler. Onların derdi halkın aşılanması değil, varsılın aşılanması. Onların kaygısı halkın sağlığı değil, bir avuç varsılın sağlığı. Onlara göre öncelikle varsıllar aşılanmalı, aşı artarsa yoksullar için askıya asarız kimin şansına…

Yazıklar olsun! Hem solcu görünüp basında başköşelere yerleşeceksin hem de liberalizmi savunacaksın… Bu, Truva Atı olmak değil de nedir?

                                                                       23 Ocak 2021

SOLU REDDETMENİN KILIFI

Kemal Kılıçdaroğlu’nun yönetime gelmesiyle CHP, sol siyasetten adım adım uzaklaşıp sağ çizgiye yanaştı. Liberalizmi, solculuk olarak sundu ve geniş kitlelerin siyasal açıdan dönüşmesine neden oldu. Bu siyaset mühendisliğiyle Kemalist tabana, alt kimlikler temelinde siyaset yapmak öğretildi. İşçi sınıfı unutuldu. Sendikaların bazıları bile temsil ettiği sınıfın değil, alt kimliklerin hakkını savunur oldu.

YCHP, önce reddi miras yaptı. Altıok’un oklarını kırdı. Altıok’un temsil ettiği Kemalizmi partiden sildi. Altıok, içeriği boşalmış bir biçimsel simge olarak kaldı. Parti yönetimi Atatürk’ün devletçiliğinden köşe bucak kaçar oldu. Kılıçdaroğlu “1930’ların CHP’si değiliz.” diyerek reddi mirası açıkça belirtti.

CHP lideri, muhafazakâr kişilerin katıldığı bir toplantıda “sağ-sol kavramlarına karşı olduğunu” belirtti. Bu söylemle solculuğu reddederek sağcılığı kabul ediyor Kemal Bey. Diyelim ki bizim dediğimiz gibi değil. O zaman solu reddederek toplantıda birlikte olduğu muhafazakârların birden CHP’li olacaklarını mı düşünmekte? Böyle ise nasıl büyük bir saflık içinde. Bu saflık ya da şark kurnazlığıyla siyaset olur mu?

Kılıçdaroğlu başka bir açıklamasında da “Sağ-sol kavramları 18. yüzyıla ait. 18. yüzyılın kavramlarıyla 21. yüzyılın sorunları çözülmez.” demekte. Kılıçdaroğlu’nun sağ-sol kavramlarının içeriklerini bilmemesi olanaksız. O halde bu açıklama niye? Sorosçu TESEV Vakfı üyesi olan Kemal Bey, bu üyeliğiyle yolunu çoktan seçti. Yeni liberalizmi yeğlediğini buradan anlamaktayız.

Bir kişi hem Sorosçu vakıflara üye olup hem de solcu, devrimci, tam bağımsızlıktan yana olamaz. Üstelik bu kişi, Altıok’ta vücut bulan Kemalizmi hiç savunmaz, onun yanından bile geçmez.

Kemalizm tam bağımsızlıktır, Sorosçuluk ise emperyalizmin boyunduruğuna girmek. TESEV üyeliği liberalizmi savunmaktır. Oysa Altıok, devletçiliği ve milliyetçiliği öngörür.

Günümüz dünyasında liberalizmin en büyük düşmanı, ulus devletlerle devletçilik. İkisinin bir arada olması olanaksız. Sorosçu vakfa üye olan bir siyasetçinin Atatürk’ün kurduğu ulus devleti savunmasını bekleyebilir miyiz?

“Sol öldü. Sınıf mücadelesi sona erdi. Sosyalizm iflas etti.” Söylemlerini, yeni liberalizmin yükseliş döneminde sıkça işittik. Bu yolla sol düşünceyi kabul etmiş kitleler, liberalizme yönlendirildi. Bu biçimde davranılarak alt kimlikler üzerinden siyaset yapmak solculukmuş gibi kabul ettirildi birçok kişiye. Böyle yapılarak alt kimlik siyasetini solculuk sananlarla liberaller aynı paydada buluştu. Bu evrilme, günümüzde tamamlanmış durumda. Artık öldüğü düşünülen solun gömütüne ilk toprağı atmak söz konusu. Bu görev Kılıçdaroğlu’na verildi. O da görevden kaçmadı ve küreği eline aldı. Solu reddetmeye kılıf uydurdu. Hem de liberallerin ağzıyla konuşarak.

Dünyada sömürü olduğu sürece sağ da sol da olacak. Bu kavramlar, TESEV Vakfı üyesi bir siyasetçinin demesiyle yok olmaz. Yaşam, devrimci olmayı dayatıyor bize ve emekçi kitlelere. Tıpkı yurtsever olmak gibi.

Atatürk Ocak 1904’te anı defterine: “Evvela sosyalist olmalı, maddeyi anlamalı. (Atatürk’ün Bütün Eserleri-Ekim 1998, Cilt 1, Sayfa 15)”  yazmıştı. Evet, bugün de bu söz hepimiz için geçerli. Sosyalist olup maddeyi anlama zamanı gelmedi mi daha?

                                                                                22 Ocak 2021

 

 

 


BİR YUMURTA BİLE KIRAMAYAN ERKEKLER


Sosyal medyada bir kadın arkadaşım, bir paylaşımda bulundu. “Maymuna fasulyeyi kırmayı öğretmişler ama kılçıklarını ayıklamayı öğretmemişler. O kadarını bazı karşı cinslerim de yapabiliyor.” demekte paylaşımında. Paylaşımın altında da fasulye kıran bir maymun görseli var.

Peki yukarıdaki paylaşımı yapan kadın arkadaş haksız mı? Doğaldır ki değil! Ancak sonuçla ilgilenmekte. Fasulyenin kılçığını ayıklayamayan “karşı cinslerinin” neden bu işi yapamadığını sorgulamıyor. Zaten toplumumuzun asıl sorunu bu… Neden-sonuç ilişkisi içinde sorunları çözüme kavuşturamamak…

“Evde yalnız kaldığımda bir yumurta bile kırıp yiyemem.” Birçok erkekten işittiğimiz bir tümcedir bu. Bazıları, bu sözü söylerken bunu erkek olmanın bir göstergesi olarak görüler ne yazık ki. Gerçekten bu tür sözleri duydukça ve böylesi durumlarla karşılaştıkça üzüldüğümü söyleyebilirim.

Yeryüzünde en ilkel ve en güçsüz canlılar bile doğal ortamlarında kendilerini besleyip yaşamlarını sürdürmekteler. Çünkü beslenemeyen canlılar açlıktan ölür. Bu nedenle beslenmek zorunda canlılar.

Kalabalık bir ailede doğdum. Altı kardeşin en büyüğü idim. Benden başka iki tane daha erkek kardeşim vardı. Çocukluğumun önemli bir bölümü köyde geçmişti. Köy enstitülü babam, kız ve erkek çocukları arasında hiç ayrım yapmazdı. Annem de babam gibi davranırdı. Çok küçük yaşlarımızda mutfak işlerinde anneme yardım ederdik. Önce pişmekte olan yemeği karıştırmayı, salata yapmayı, ekmek kesmeyi öğrendik. Ardından en kolay pişen yemekleri yaptık. Yetişkin olduğumuzda üç erkek kardeş de yemek pişirmeyi öğrendi. Taşrada on bir yıl devlet memuru olarak öğretmenlik yaptım. Bekârdım o zamanlar. Birkaç bekâr öğretmen arkadaşımla ev tutup birlikte yaşardık. Neredeyse herkes benimle aynı evde kalmak isterdi. Bunun nedeni de yemek pişirmeyi bilmemdi. Genellikle üç arkadaş kalınırdı. Ben yemek pişirirdim. Biri bulaşıkları yıkardı. Diğeri de evi temizlerdi. Bu nedenle işbölümü içinde yaşamımız kolaylaşırdı.

Evlenince yemek pişirmem bitti mi? Hayır! Kovid 19 salgını başlaya dek neredeyse evde yemeklerin hepsini ben pişirirdim. Eşim de bana yardım ederdi. Ancak salgın döneminde eve kapanınca eşim internetten yemek pişirmeyi öğrendi ve yaklaşık bir yıldır mutfağa beni sokmuyor. Ancak ben yine de bazı yemekleri pişirmekteyim. Ben de ona: “Boynuz kulağı geçti, ama boynuz işitmez.” demekteyim.

Bakıyorum bir yumurta bile kıramayanlara. Bu, beceriksizliklerinden mi kaynaklanmakta? Hayır! Bu kişileri beceriksiz kılan başta anneleridir. Onlara hiçbir işin ucundan tutmayı öğretmiyorlar. “Erkek mutfağa girer mi hiç?” diyerek erkek çocuklarını mutfaktan uzak tutmaktalar. Ağacı yaşken eğmiyorlar. Çocukluğunda mutfağa girmeyen kişi, büyüyünce de girmiyor mutfağa. Aslında bu yetiştirme biçimi, erkek çocukları asalaklaştırmakta. Anneler, kendi elleriyle çocuklarının yaşama tutunma, mutlu olma, paylaşma, eşlerine yardım etme, sorumluluk üstlenme becerilerini baltalamaktalar.

Günümüzde kadınlar da erkekler gibi çalışmaktalar. Çoğu eş, aynı ekonomik katkıyı yapmaktalar ailelerine. Erkekler, eve geldiklerinde çok yorgun olduklarını söyleyip koltuklarına kurularak ya televizyon izlemekte ya da uyumakta. Aynı işi yapan ve aynı koşullar içinde yorulan ve emek harcayan kadın, eve gelir gelmez doğruca mutfağa girmekte. Yemek pişirmekte olan kadına, eşi yardım etmeyi düşünmemekte. Çünkü annesi öyle yapıyordu. Ona oturmasını söylüyordu. O da alıştığı üzere oturup bekliyor yemeğin pişirilip sofranın hazırlanmasını.

Aslında anneler, erkek çocuklarını hazırcılığa alıştırarak gelinlerini cezalandırmaktalar. Bunu yaparken de oğullarının mutluluklarını engelliyorlar. Annelerin savunması ise “Kıyamıyorum oğluma. O yapamaz.” biçiminde olmakta. Sen kıyamıyorsun oğluna, ama yaşam kıyıyor. Onu sonu gelmez bir mutsuzluğun tutsağı yapıyorsun. Böyle sevgi mi olur?

Babaların çoğunun erkek çocuklarını korudukları herkesçe bilinir. Bazı babalar: “Erkek adam, kadın işi yapar mı?” diyerek çocuklarının becerisiz yetişmelerine önayak olur. Toplumun her kesimi işin kadınının, erkeğinin olmadığını bilmeli.

Erkek olsun kadın olsun günlük yaşam için gerekli olan becerileri kazanmamışsa bunun asıl nedeni ailelerdir. Çocuğunu eğitemeyen aileler, sonra onların yetişkinlikte gösterdikleri çocukça davranışların giderilmesi için çalışmaktalar.

“Erkek, yemek pişiremez.” diye bir savunma geçersizdir. Çünkü dünyanın en iyi aşçıları erkeklerdir. Demek ki kişi, eğitildiğinde bir işin en güzelini yapabilir. Sorun erkek çocuklarda değil, onları yetiştirenlerde.

                                                                                   21 Ocak 2021

TÜRK ABECESİ Mİ DEĞİŞTİ?


Neden “abece” dedim başlıkta? Çünkü “abece” Türkçedir. “Abece” yerine kullanılan “alfabe” Fransızcadan dilimize geçtiği söylense de Yunanca kökenlidir. Önceleri kullanılan “elifba” ise Arapçadır.

“Alfabe” Yunan abecesinin ilk sesinin (alfa) tamamı ile ikinci sesinin (beta) ilk hecesinden oluşmuş. “Elifba” ise Arap abecesinin ilk iki sesiyle (elif-be) yapılmış bir sözcük.

Son günlerde özellikle konuşma dilinde yabancı kökenli sözcük kullanma yarışı var neredeyse. Özellikle kısaltmaların okunuşlarının yabancı bir dilin abecesiyle yapılması, tüm yurtseverleri ve anadiline özen gösteren duyarlı kişileri rahatsız ettiği gibi beni de rahatsız etmekte.

Türkiye, emperyalist saldırılara karşı Rusya’dan savunma silahı S 400 aldı. Ne yazık ki ekranlara çıkan okumuş, yazmış adamlar bu savunma silahına “es dört yüz” demekteler. Türkçede “es” diye bir ses mi var? Oysa bunu “se dört yüz” diye okumak gerekmez mi?

ABD, Türkiye’ye F 35 uçaklarını vermeyecekmiş. Vermesin… Her işte bir hayır vardır. Ancak “f” harfinin Türkçe abecesinde okunuşu “fe”dir, “ef” değil.

Salgınla dilimize bazı yabancı sözcükler girdi. Bu konuya daha önce bir yazımda değinmiştim. Kovid 19, PCR testi ile belli olmakta. Ne yazık ki birçok sağaltımcı bile bunu “Pisiar” olarak söylemekte. Türkçe abecede bu sesler var mı? Yok! Bu bilgisizlik, bu özensizlik niye? Oysa Türkçe olarak “Pecere” demek gerek. 

Nedir bu İngilizce (Amerikanca) sevdası? ABD’nin her şeyine tapınma nedendir? Bu özgüvensizlik nereden kaynaklanmakta?

Atatürk’ün karatahta başında öğrettiği Türk abecesi varken el alemin, emperyalistlerin diliyle konuşmak niye?

Anadilimiz Türkçe sözcükler dururken yabancı kökenli olanları kullanmak niye?

Kendinden, kendi anasının dilinden, ulusundan, bir pınar çağıltısıyla ağzımızdan çıkan Türkçeden neden kaçar bazıları? Bu, bir özgüvensizlik değil de nedir?

Özellikle Atatürkçü olanlara bu sözüm… Atatürk’ün en büyük devrimlerinden birinin dil devrimi olduğunu ne çabuk unutup emperyalistlerin sözcükleriyle, abeceleriyle konuşur oldunuz?

                                                                       20 Ocak 2021

 


EĞLENCE DE EĞİTİM KADAR ÖNEMLİ


Dün kar yağışı başladı. Her yan apak oldu. Aslında bir gün önce kar İstanbul’da yağmaya başlamıştı. Ancak Anadolu yakasında, sahil kesiminde oturduğumuzdan kar en son bize uğradı.

Atacan(9), hava durumunu televizyonda dinlerken kar yağışını işittiğinden beri camda kar yağışını bekledi. Cumartesi gecesi geç vakte dek beklentisi sürdü. Ne yazık ki kar gelmedi. O da göz kapaklarına yerleşen uyku meleğine teslim oldu.

Pazar sabahı erkenden uyanıp çayı demledim. Benim de gözüm dışarıda. Uzak yoldan gelecek bir konuk gibi beklemekteyim kar yağışını. Heyecanlıyım oldukça. Konuk geciktikçe heyecanım artmakta. Kuşluk vakti kar başladı. Hemen Atacan’ın odasına koşup onu tatlı uykusundan uyandırdım. Kar yağışını görünce birbirimize sarıldık. Camları açıp karları yakalamaya çalıştık. O, balkona çıktı. Kısa bir süre kaldı orada. Üşümüş olacak ki az sonra ivedilikle içeri girdi.

İkindi vakti Atacan dışarı çıktı sıkı giyinerek. Mahalleden birkaç arkadaşıyla birkaç saat kartopu oynadı. Ne soğuğa ne de açlığa aldırdı. Eve geldiğinde üstü başı ıslak, yüzü kıpkırmızıydı soğuktan. Buna karşın mutluluktan ayakları yere basmıyordu. Uzun süre çatılarda biriken karı izledi. Karın erimeye başladığını görünce çok üzüldü. Ben: “Üzülme, yarın yine yağar.” dedim. O: “Söz ver bana, kar yağarsa beni hemen uyandır.” Diye söz aldı.

Bugün sabahleyin uyandıktan bir süre sonra kar yağışı başladı. Atacan’ı uyandırdık. Kısa bir süre camdan izledik karın lapa lapa yağışını. Sonra ben ekmek almak için fırına gideceğimi söyledim. Atacan benden önce giyinip benimle geleceğini söyledi. “Dışarıda kartopu oynayalım.” dedi. Ben de: “Dersin başlıyor, derste olman gerekmiyor mu?” deyince “Eğlence de eğitim kadar önemlidir.” diyerek yanıtladı beni. Çocuğu haklı buldum. Çünkü kar her zaman yağmıyor. Kartopu da her zaman oynanmıyor. Dışarıya çıktık. Ben, arabamızın karlarını temizlerken o, beni kartopuna boğdu. Arada sırada benim attığım kartoplarına hedef olmaktan kurtulamadı.

Kartopu savaşı bitti. Önce gazete aldık. Sonrasında ekmek… Yol boyunca karlarla oynayarak döndük eve.

Evet, sabahleyin iki derse girmedi Atacan, ama yaşam ve doğa dersini dışarıda uygulamalı olarak öğrendi. En güzeli de onun mutluluğuydu.

                                                                                   18 Ocak 2021

ÖĞRETMENE SAYGI NEREDEN BAŞLAR?


Çocukluğumuzda öğretmenlik toplumun en saygın birkaç mesleğinden biriydi. Öğretmenliğin bu saygınlığı cumhuriyetle başladı. Toplumun tüm kesimleri, öğretmenlere gözle görülür bir saygı gösterirdi. Evlerde, kıraathanelerde, dost meclislerinde sokaklarda öğretmenlerden övgüyle söz edilirdi. Yediden yetmişe herkes toplumun gelişmesi, ileri gitmesi, kalkınmasının öğretmenler sayesinde olacağını düşünürlerdi. Bu düşünüş, toplumun derinlerine kök salan bir inanışa dönüşmüştü yıllar içinde.

Babam, köy enstitülü bir öğretmendi. Üç yıl öğretmenim oldu ilkokulda. “Baba” evde kalırdı okula gittiğimde. Orada babam öğretmenimdi artık. Ona “Öğretmenim!” diye seslenirdim. Benim gibi öğretmen çocuğu olan arkadaşlarım da benzer durumdaydı. Öğretmenim olan babam: “Çocuğunu koruyor.” dedirtmemek için çoğu zaman bana farkında olmadan haksızlık da yapardı. Sınıf arkadaşlarımın yaptığı hatanın onda birini yapsam çok sert tepkiyle karşılaşırdım. Arkadaşlarımdan daha çok bilmek zorundaydım. Çünkü o günün koşullarında “torpil yapmanın, adam kayırmanın” söylentisi bir insanlar için büyük bir ayıptı. Babam ve o dönemin öğretmenleri, böyle bir ayıbı yanlarına yaklaştırmazlardı.

O dönemin öğretmenlerinin saygınlığının en önemli nedeni, adaletli olduklarına dair inançtı. Halk, öğretmenlerin kim olursa olsun öğrencileri arasında ayrım yapmayacağının bilincindeydi. O dönemlerde varsılla yoksul, çalışkanla tembel, büyükle küçük, köylüyle kentli aynı sınıflarda okurlardı. İlkokulda herkes kara önlük giyerdi. Moda denen şey toplumu çürütmemişti. İnsanlar yiyip içtikleri, giyip çıkardıklarıyla değil; insanlıklarıyla değer bulurlardı toplumda. Efendilik geçer akçeydi. Gösterişçilik ise dalağa geçilen bir utanç.

Öğretmenler, evlerde tartışılmazdı. Bazı öğrenciler, öğretmenlerinden yakınacak olsalar anne ve babalar anında sustururlardı çocuklarını. “Öğretmen ne derse ona uyacaksın adam olmak istiyorsan.” denerek çocuklara öğretmenlerine saygı göstermeleri öğütlenirdi. Bu konuda tarihsel kişilerle ilgili türlü söylenceler anlatılarak öğretmene herkesin saygı göstermesi gerektiği anlatılırdı.

Öğretmenlere toplum içinde adlarıyla seslenilmezdi. Hatta onlardan söz edilirken de bu konuya özen gösterilirdi. Erkekse “bey” kadınsa “hanım” sıfatları kullanılırdı. Çoğu zaman “hanım ve bey” yerine “öğretmen” sözcüğü getirilirdi adlarının yanına. Bu sesleniş ve adlandırma, onlara gösterilen saygının gereğiydi.

Yalnızca öğretmenlere değil, kendinden büyüklere adlarıyla seslenmek ya da onların bulunmadığı ortamlarda büyükleri adlarıyla anmak ayıp karşılanırdı. Bu ayıplamayı belirtmek için kişiye: “Bu sözünü ettiğin kişi, senin asker arkadaşın mı?” diye sorulurdu. Büyüklerle küçükler arasındaki ilişki saygı ve sevgiye dayanırdı. Ancak ilişkinin asıl temelini saygı belirlerdi.

Oysa şimdi öyle mi? Amerikan toplumunun sesleniş biçimi toplumumuza yerleşti neredeyse. Ekranlarda görüyoruz, işitiyoruz. “Sayın, bey, hanım…” gibi saygı belirten sözcükler neredeyse tarih oldu. Hatta bunun gerekçesi de “Sizi yakın bulduğum için adınızla sesleniyorum. Kusura bakmayın!” olarak açıklanmakta. Aslında bu gerekçe bile kendi içinde, seslenme biçiminin yanlışlığını belirtmekte. Senli benli olma çoğu ilişkide saygıyı yok etmekte.

Günümüzde veliler ve öğrenciler, öğretmenlerden hep ilk adlarıyla söz etmekteler kendi aralarında. Sanırsın ki öğretmeni çocuğun ya da gencin asker arkadaşı. Veliler, çocuklarının yanında öğretmenleri eleştirmekteler. Hatta en olumsuz eleştirileri yapmaktalar. Velilerin çoğu aile içindeki konuşmalarında çocuğunun öğretmenine zerre kadar saygı, güven duymuyorsa çocuk, velisinin duymadığı saygı ve güveni öğretmenine niye duysun?

Günümüzde eğitim sistemimizin en önemli sorunlarından biri, velilerden kaynaklanan ve öğrencilere bulaşan öğretmene duyulmayan saygı ve güvendir. Saygı ve güvenin olmadığı bir yerde eğitim ne kadar olur ki?

                                                                       14 Ocak 2021

ABDULLAH AVCI DOĞRU YOLDA


Trabzonspor, uzun zamandır kendine özgü bir sistem oluşturamadı. Sistem olmayınca da çok başarılı olamadı. Bu dönemde, türlü arayışların içine girildi. Nedense kendi özgün sisteminden uzaklaşan Anadolu Kaplanı, İstanbul’un üç büyüklerine öykündü uzun süre. Oysa Trabzonspor’un kendine özgü sisteminin iki dayanağı vardı: Birincisi, öz kaynaklara dayanmak… İkincisi ise iyi savunma yaparak gol yememek, yani yenilmemek…

Futbolun önemli bir kuralıdır: Yenemiyorsan yenilmeyeceksin. Trabzonspor’un son yıllarda yitirdiği şampiyonluklara bakılırsa bu kuralın unutulduğu görülür. 2019-2020 sezonuna bakıldığında Bordo Mavililer, neredeyse her maçta gol attılar. Ancak bazı maçlarda attıklarından çoğunu yedikleri için kendi elleriyle şampiyonluğu teslim ettiler rakiplerine. Doğaldır ki son anda yitirilen şampiyonluk, takımına gönül veren taraftarları oldukça üzdü. Futbolda devrimci atılımlar yapan ve yeniliğe açık olan Karadeniz Fırtınası, en sonunda Avcı ile şampiyonluklar kazandığı dönemin sistemine dönme eğilimi göstermekte.

Avcı göreve gelir gelmez takımın savunmasını güçlendirmeye çalıştı. Zaten bu dönemde takım, oynadığı maçların çoğunda gol yemeden maçlarını kazandı. Gol yemediğinizde bir puanınız garanti oluyor. Üstüne bir de gol attığınızda üç puan kazanıyorsunuz.

Trabzonspor, 1974-75 sezonunda yükseldiği Türkiye Birinci Ligi’nde en az gol yiyen (17) ekip oldu ve ligi on altı takım arasında 9. Sırada tamamladı. Sezonu şampiyonlukla bitiren Fenerbahçe ise 18 gol yemişti. Birinci Lig’e yeni ayak basan bir takımın en belirgin özelliği savunmasının sağlamlığıydı.

1975-76 sezonunda Trabzonspor ilk şampiyonluğunu kazandı. Bu sezonda yediği gol sayısı 14.

1976-77 sezonunda Trabzonspor yine şampiyon ve yediği gol sayısı; 12.

1977-78’de ligi, Fenerbahçe birinci bitirdi yediği gol, 24’tü. Ardındaki Trabzonspor’un ise yediği toplam gol, 16.

1978-79’da Türkiye’nin futbolda şampiyonu yine Trabzonspor’du. Sezon sonunda kalesinde gördüğü gol sayısı yalnızca 7.

1979-80 de ise yine ipi göğüsledi sezon sonunda Karadeniz ekibi filelerinde 11 gol görerek.

1980-81 sezonunda kalesinde 21 gol görerek şampiyon oldu Bordo Mavililer.

1981-82 sezonunun şampiyonu Beşiktaş oldu 17 gol yiyerek. Ligi ikinci bitiren Trabzonspor’un ise yediği gol sayısı 11’di.

1982-83’te lig şampiyonu Fenerbahçe’nin yediği gol 20, ikinci olan Trabzonspor’un ise 19.

1983-84 sezonunu Trabzonspor, 14 gol yiyerek şampiyon olarak bitirdi.

1984-85 sezonunda Fenerbahçe, 25 gol yiyerek şampiyon tamamladı. Lig ikincisi Trabzonspor’un ise yediği gol, 19.

Yukarıdaki verilerden anlaşılacağı gibi Trabzonspor şampiyon olsa da olmasa da ligin en az gol yiyen takımı tam on sezon. Bu süre içinde bakıldığında Karadeniz Fırtınası forvet ve orta saha oyuncularından yıldızlaşanları satıyor. Ancak birkaçı dışında savunma oyuncularını hep elinde tuttu. Yıllarca birbirine alışkın ve uyumlu savunma oyuncuları birlikte oynadı. Bu süre içinde başarılı kalecisi Şenol Güneş, hep takımda kaldı.

Futbolun yasası bu… Gol yemeyeceksin, atacaksın. Trabzonspor’un son yıllarda yaşadığı en büyük sorun, kolay gol yemek. İşte Abdullah Avcı’nın düzeltmeye çalıştığı eksiklik bu. Doğru mu? Çok doğru…

Trabzonspor, ara transferde genç ve gelecek arayan oyuncular almalı. Özellikle alt yapıdan gelen oyuncular geliştirilmeli. Avcı’nın bu konuda duyarlı davranacağına inanıyorum.

Kendi özgün örneğiyle başarılı olan bir Trabzonspor, Anadolu’yu ayağa kaldırır. Benzer örneklerin oluşmasını sağlar. Ayrıca neredeyse tamamen yabancı oyuncularla sahaya çıkan Türk futbol takımlarına başarı örneği sunar. Dışalıma dayalı bir sistemle değil, üretimle başarılı olunacağı düşüncesini yerleştirir.

Türkiye, Atlantik’ten uzaklaşmakta. Atlantik’ten uzaklaşan ülkemiz kendi değerlerini, gücünü keşfediyor. Atlantik’ten uzaklaşma ülkemize üretmeyi dayatmakta zorunlu olarak. Bu nedenle yaşamın her alanında üretmek gerek ayakta kalmak için.

Trabzonspor’un Türk futboluna damgasını vurduğu yıllar, ABD ile boğaz boğaza gelinen yıllardı. Kıbrıs nedeniyle ABD ambargolarıyla köşeye sıkıştırılmaya çalışılan Türkiye, ulusal savaş sanayinin temellerini attı. ABD üslerini kapattı. Her alanda üretti. Emperyalizme karşı büyük bir dalganın yükseldiği bir dönemde, futboldaki kurtuluş Karadeniz’in dalgalarıyla geldi. Anadolu isyanı başladı, emperyalizme bağımlı İstanbul sermayesine karşı. Bu bir kentin değil, bütün Türkiye’nin ayağa kalkmasıydı. Üreterek kazanmak… Öz kaynaklarla güçlü olmak… Yurdunun çocukları ve gençleriyle şampiyon olmak… Bu arada şunu da söylemeliyim ki Trabzonspor kazandığı altı şampiyonluğun hiçbirinde bir tek yabancı oyuncu ile sahaya çıkmadı. Bu başarısıyla da özgüvenli olmayı öğretti Türk çocuklarına.

Şimdi de koşullar, 1974 sonrası gibi. Yine ABD ile gırtlak gırtlağayız. Yine ambargo tehditleri havalarda uçuşmakta. Yine yaşamın önümüze getirdiği zorunluluk üretim yapmak. Tarih, kendini mi yineliyor ne? Tarihin, yaşamın diyalektiği ülkemize Trabzonspor ve onun özgün örneklerini dayatmakta. Ulusal uyanışın sürmesi için üretimi temel alan örneklere o kadar gereksinmemiz var ki…

                                                                                   10 Ocak 2021

EKRANLARIN YOK ETTİĞİ UYKU


Salgın, aman vermeden sürüyor. İnsanlar evlerinde tutsak… Kitap okuma alışkanlığı ve düşküleri olmayan büyükler televizyonun karşısından ayrılmıyorlar gün boyunca. Hem de çoğunun elinde telefonları… Bir yandan televizyon izlerken diğer yandan da sosyal medyada yitip gitmekteler.

Okullar kapalı… Dersler internetten işleniyor. Çocuk ve gençler, evlerinde dört duvar arasında… Dersler ekranda… Dersler bitince telefon ve bilgisayarlar ellere alınıyor.

Çocuk ve gençlerin dışarıya üç saatlik çıkma hakları var. Çoğu dışarı bile çıkmıyor. Çıksalar ne yapacaklar? Oturup söyleşecekleri yer yok! Spor, sanat ve ekinsel etkinliklerin topluca yapılacağı yerler kapalı.

Büyük olsun küçük olsun herkes sabahtan akşama dek ekran başında. Ekran birlikteliği çoğu zaman gece yarılarına dek sürmekte. Öğünler birbirine karışmış durumda. Neredeyse tüm aile üyelerinin evde bulunduğu bir dönemde herkesin oturduğu sofralar yok! Ekran bağımlılığı yüzünden sofralara oturulamıyor. Bu nedenle ayaküstü yenecek bir şeyler atıştırılıyor çabucak. Çoğu zaman ağızdaki lokmaları bile çiğneyecek zaman bulunamıyor. Lokmalar bütün olarak yutulmakta neredeyse. Özellikle çocuklar yedikleri yemeklerin ne olduğunu bile bilmemekteler. Damak tadı hak getire…

Öğünlerin karışmasıyla devreye atıştırmalıklar girmekte. Bunlar genellikle şeker, yağ ve un içerikli… Kuruyemişler başköşede… Devinim yok denecek kadar az… Dört duvar arasında ne kadar olursa o kadar… Bu nedenle büyükler de küçükler de şişmanlamaktalar. Devinimsizlik, yanlış beslenme insanlarda birtakım sağlık sorunları ortaya çıkarmakta.

Ekran bağımlılığının ortaya çıkardığı en önemli sorunlardan biri, uykusuzluk… Sürekli evde kalan ve ekranlara tutsak olan kişinin zaman kavramı yok oluyor. Zamanın sınırlarının belirsizleşmesiyle uyku düzeni bozulmakta. Ekran bağımlılığı uykuyu kaçırmakta. Kişi, ekran bağımlılığını tüm gereksinmelerinin önüne koymakta. Bu nedenle de çoğu zaman da yaşamsal gereksinmeler bile unutulmakta. Uyku sürelerinin kısalması, ileride sağaltımı zor sayrılıklara neden olabilir. Zamanında uyumamak yüzünden kişilerde sinirlilik, uyumsuzluk, içe kapanma gibi davranışlar ortaya çıkmakta. 

Ekran bağımlılığı; zamanı yönetmeyi, onu verimli kullanmayı engellemekte. Gece ile gündüzün ayrımını fark etmiyor bu kişiler. Güneşin doğması ve batması, havanın yağışlı ya da güneşli olması onlar için bir anlam ifade etmiyor bile. 

Ekran bağımlılığının yok ettiği uykuyu nasıl geri alacağız? Doğal bir yaşam düzenine nasıl kavuşacağız? Ekrana sürekli bakan gözlerimizi, doğaya bakmaya nasıl odaklayacağız? Ekrandan başka bir şey görmeyen gözlere yaşadığı çevredeki insanları, olayları, olguları, canlıları nasıl algılatacağız?

Ekran bağımlılığını yok etmenin en önemli yolu, kitap okumadır. Bu nedenle toplumsal bir seferberlikle kitap okumayı insanlarımız arasında yaygınlaştırmak zorundayız. Sağlıklı bir topluma giden yol, kitaplarla döşenmeli.

                                                                       4 Ocak 2021

 

KORANA BİZİ DE KORKUTTU


Kovid 19 salgını başladığından beri herkes virüsten korunmak için gerekli önlemleri almaya başladı. 13 Mart 2020 Cuma günü, salgına karşı alınacak önlemler Sağlık Bakanlığı’nca açıklandı. Bu doğrultuda yurttaşlarımızın çoğu evlerine kapandı. İnsanlar hem kendilerini hem de yakınlarını salgından korumak için günlük yaşamında var olan birçok özgürlükten, güzellikten vazgeçerek zorunlu, gönüllü bir tutsaklığı seçti.

Annem, Ankara’da yaşıyor. Korona nedeniyle çocukları, torunları, kardeşleri, yeğenleri, dostları ve diğer yakınlarıyla görüşmedi salgın nedeniyle. Uzmanlarca belirtilen tüm önlemlere uymaya çalıştı. Ankara’da oturduğu sitenin bahçesine kontrollü bir biçimde çıktı. Olanaklar çerçevesinde insanlarla çok uzaktan konuştu. Salgın döneminde, annemle yakınlarını birbirine bağlayan en önemli araç telefondu. Sık sık telefonla görüştük.

13 Mart’tan 17 Eylül 2020 gününe dek ev tutsaklığı sürdü annemin. Evde çok sıkıldığı belliydi. Ayrıca günlük yürüyüşleri aksadığı için biraz da kilo aldı bu süreçte. Annemin sıkıldığını fark eden büyük kız kardeşim, Kastamonu’da oturan küçük kız kardeşimi ziyaret etmeyi önerdi ona. Küçük kız kardeşim yeni bir eve taşınmıştı. Bu nedenle annelik güdüsüyle evladına yardım etme isteği harekete geçti ve öneriyi kabul etti.

Ankara-Kastamonu arası uzak sayılmaz. Kız kardeşim, kendi otomobiliyle gerekli önlemeleri alarak ve mola vermeyerek 17 Ekim Cumartesi günü annemle yola çıktı. Doğanın çok fazla tahrip edilmediği bir karayolunda yolculuk etmek, ikisini de mutlu etti. Kastamonu’ya vardılar. Küçük kız kardeşimin yeni evine eşyalarını yerleştirmesine yardım ettiler. Eniştem ve yeğenimle doğa gezileri yaptılar. Kalabalığa karışmadan hem özlem giderdiler hem de doğanın tadını çıkardılar. Kız kardeşimin Ankara’daki işyerinden aldığı izin dolunca 25 Ekim Pazar günü geri döndüler. Eve geldiklerinde yorgundular. Üzerlerinde bir bitkinlik vardı söylediklerine göre.

26 Ekim günü kız kardeşimde baş ağrısı başladı. Annem ise hafifçe öksürmekteydi. Yol yorgunluğuna yordular bunu. Kastamonu da ise yeğenim Öykü, ateşlendi. Rahatsızlığı belirgindi. Bu nedenle annesiyle uyumak istedi. Küçük kız kardeşim de kızına sarılıp uyudu o gece. Sabahleyin baş ağrısıyla uyandı. Yorgunluktur, diye düşündü önce. Ertesi gün sabahleyin baş ve eklem ağrıları vardı. İçini şüphe kurdu kemirmeye başladı. Hemen sayrıevinde kovid 19 testi yaptırmaya karar verdi. Zaman geçirmeden sayrıevine gitti. Sağaltımcılar, belirtilerin koronayı gösterdiğini söylediler ve hemen PCR (Pisiar değil, çünkü Türkçede “pi, si, ar” herfleri yok. Bu nedenle “pecere” diye söylenmeli.) testi yapıldı saat on birde. Akşam onda test sonucu belli oldu. Kız kardeşimde kovid 19’a rastlandı. Sabahleyin erkenden arabul (filyasyon) ekibi eve gelerek ilaçlarını bıraktı. Nelere dikkat edeceğini, karantina kurallarının neler olduğunu söylediler. Bu arada Toplum Sağlığı Merkezi’nden aradılar. Salgının yakalanma kaynağı araştırıldı. Başkalarıyla değintilerinin olup olmadığı soruldu.

28 Ekim günü yeğenim ve enişteme PCR testi yapıldı. 29 Ekim’de onlara da kovid 19’un bulaştığı belirlendi. Kız kardeşimin değintili olduğu annem ve büyük kız kardeşimi 27 Ekim gecesi Kastamonu’dan arabul ekibi aradı. Ne yazık ki yol yorgunluğuyla erkenden uyudukları ve telefonları kapalı olduğu için onlarla konuşamadılar. Kız kardeşim sabahleyin uyanıp işine gidince telefonunda bazı aramaların ve iletilerin olduğunu gördü. Bu arada Kastamonu’daki kardeşimin korona olduğunu haber aldı. Bunun üzerine izin alıp eve döndü. Annemi durumla ilgili bilgilendirdi. Eve döndükten hemen sonrasında aile hekimince arandılar. Çok geçmeden arabul ekibi geldi. Testler yapıldı. Annemin kullandığı ilaçların listesini aldılar. Belirtiler belirgin olduğu için ilaçlar da getirildi ve kullanmaları istendi. O sabah ikisi de sekizer tane hap (Favira) hap içtiler. Annemle kız kardeşim zorunlu olmadıkça aynı evin içinde bir araya hiç gelmediler.

29 Ekim günü annemin ve kız kardeşimin korona olduklarını öğrendim. Öğrenince de kaynar sular başımdan aşağı döküldü. Ne yapacağımı bilemedim. Önce Ankara’ya gideyim, dedim. Annem: “Oğlum buraya niye ve nereye geleceksin?” dedi soğukkanlı olarak. Çünkü annemin evine döndüğü gün Ankara’da oturan erkek kardeşim onu ziyarete gitmişti. Gerçi ikisi de maskeliydi ve sosyal araya dikkat etmişlerdi. Bu nedenle erkek kardeşim de kendi evinde karantinaya alındı. Kısacası gidebileceğim iki ev de karantina altındaydı. Üstelik korona söz konusuydu.

Telefonla sırayla annemi, iki kız kardeşimi, erkek kardeşimi, eniştemi aradım. Yeğenimi sordum. Erkek kardeşimde kovid 19 saptanmamıştı. Bu haber beni sevindirdi.

Annem, şeker hastası olduğundan önceleri çok kaygılandım. Her gün aradığımda hepsi de soğukkanlı ve güçlüydüler. İlk gün Favira’dan sabah akşam sekizer tablet içtiler. Sonrasında üçer tane sabah ve akşam… Beş gün sonra ilaçlar kesildi. İyileşme başlamıştı bile. Karantina bitimine yakın belirtiler ortadan kalktı. Büyük kız kardeşimde yaklaşık iki aydır süren koku alamama belirtisi az da olsa ortadan kalkmaya başladı. Karantina bitti, her şey normale döndü.

Onlar karantinadayken ben de nöbetteydim adeta. Geceleri sabahı zor ettim. Sabah erkenden kahvaltımı bitirip onların uyanacağı saati bekledim. Uyandıklarından emin olur olmaz hemen aradım onları tek tek. Hepsinin seslerini ayrı ayrı işitmek bir başka güzel.

Peki, kovid 19 olağanüstü korunma önlemlerine karşın ailemizin içine nasıl sızdı? Aşil’in topuğundan… Aşil’in topuğumu kim? Yeğenimiz Öykü… Anaokula gitmekteydi o sıralar. Okuldan kovid 19’u alıp eve getirdi. Bu nedenle okulların açılmasına karşı çıktık önceden. Salgın toplumun her noktasına yayılmışken okulların açılması niye?

Karantinalar bitti. Ailemizin beş üyesi de kovid 19’u da yendi. Korkularım, kaygılarım yerini sevince bıraktı. Virüsü yenmelerinde erken teşhisin ve sağlık kuruluşlarının ivedilik göstermelerinin önemli payı var. Ayrıca ailemizin sigara içmemesi ve diğer kötü alışkanlıklarının olmaması önemli etken. Ellerinden geldiğince doğal beslenme alışkanlığının iyileşmeye destek olduğunu da söyleyebilirim. Hastaneye gitmeden, yataklara düşmeden bir illetten kurtulmaları bizler için mutluluk kaynağı. Onlar kabul etmese de ben onlara: “Koronayı yenen kahramanlar!” diyorum. İşte, 2020’nin aile belleğimizde bıraktığı buruk anı!

                                                                       3 Ocak 2021

           

2020’de ERTELEDİKLERİMİZ


2020’ye kovid 19 salgını damgasını vurdu. Ülkemizde 23 Mart’ta başlanan kapanma ve yapılacak birçok işten vazgeçme bugün de sürmekte. Kısıtlı bir yaşam, yalnızca ülkemizde değil, neredeyse dünyanın tamamında var. Bu konuda kırsal kesimde yaşayanlar şanslı. Çünkü geçmişte olduğu gibi günümüzde de salgınların merkezi büyük kentler. Doğanın içinde, doğanın kurallarıyla yaşayanlar, her zaman olduğu gibi salgınlardan daha az etkilenmekte. Salgın doğal yaşamın oluşturduğu engelleri aşamıyor nedense.

Salgın, dört bir yanımızı kuşattığından yapmamız gereken birçok şeyi ertelemek zorunda kaldık önümüzdeki sağlıklı günlere. İlk ertelediğimiz şey, çalışma. Birçok alanda üretim neredeyse durdu. İnsanlar, işlerine gidemez oldu. Çünkü salgının en yüksek düzeyde yayılma olanağı bulduğu yerler, toplu çalışma alanları. Bu nedenle ivediliği olmayan işler ertelendi. Özellikle hizmet sektöründe işler durma noktasında. Birçok kişi işinden, aşından oldu. Ülkemizde ve dünyada milyonlarca insan sofrasına bir dilim ekmeği koyamamanın kaygısını, korkusunu yaşamakta. Umudunu yitirmeyen milyonlar, salgının bitmesini dört gözle beklemekteler işlerine kavuşmak için.

Eğitim kurumları kapılarını kapattılar salgına. Çünkü eğitim kurumlarının kapılarını öğrencilere kapatmaları olanaksız. Okullar, büyük kalabalıkların olduğu yerler. Buralarda insanlar arasındaki değinti yüksek düzeydedir. Çünkü çocuk ve gençler oynamak, devinim yapmak zorunda. Çocuklar, devinmese çocuk olmaz. Gençler, devinim içinde olmadığında nerede kalır delikanlılıkları? Öğretmen, öğrencisine sevgiyle yaklaşmasa sevgi, saygı ve güven dolu karşılıklı ilişki olur mu?

Eğitim ve öğretim evlerden internet aracılığıyla yapılmakta. Doğaldır ki yüz yüze olduğu kadar verimli olamamakta. Özellikle okulların öğrenciler için sosyalleşme alanı olduğu düşünüldüğünde yapılan işin eğitim ayağı eksik kalmakta. Salgından korunmak için evlerine kapanan öğrencilerin bedenleri evlerde zorunlu tutsak olsa da onları tinleri, düşleri, kafalarında yarattıkları imgelemleri hiçbir yerde tutsak olur mu?

Çocuk ve gençler, oyun oynamadan ve hoplayıp zıplamadan içlerinde biriktirdikleri erkeyi nasıl boşaltacaklar? Arkadaşlarıyla buluşamayan, çayır çimende koşup oynayamayan çocukların kasları nasıl gelişecek? Doğanın koynunda temiz havayı ciğerlerine dolduramayan çocuk ve gençler, bitmez tükenmez erkelerini nereden karşılayacaklar? Bu sorular, uzayıp gider. İşte, çocuk ve gençler yaşamlarının en önemli dönemlerinde yapamadıkları yüzlerce işi ertelemekteler salgınsız günlere.

Çocuk ve gençlerle birlikte salgına karşı savaşımın asıl kahramanlarından olan 65 yaş üstü yaşulularımız bir insan yüzüne özlem duyarak sürdürmekteler yaşamlarını. Biriyle iki çift söz etmeden geçirmekteler günlerini. Ne anılarını anlatacakları ne de deneyimlerini dinletecekleri kişiler var yanlarında. Ya televizyonların ya da dört duvara bakarak kurdukları düşlerin, anımsadıkları anılarının tutsağı olmaktalar. Bir insan sesine, gülen bir yüze, konuşan bir ağıza, dinleyen bir kulağa, bakan bir göze, sıcak bir dokunuşa özlemle geçmekte günleri. Kolay mı sanıyorsunuz doğadan ve insanlardan böylesine yalıtılmış bir yaşamı sürdürmek?

Evlerine kapanan yaşulularımız, özlem duydukları birçok şeyi ertelediler salgının biteceği günlere.

Güneşte dolaşmayı, yağmurda ıslanmayı, sıcak günlerde bir kuzey yeliyle serinlemeyi, kışın sıcak güney yelleriyle ısınmayı, ay ışığında dolaşmayı, deniz kıyılarında bitmez tükenmez söyleşiler yapmayı, dağlarda özgürleşmeyi, yoruluncaya dek kulaç atmayı, soluksuz kalıncaya dek spor yapmayı özlemedik mi sanıyorsunuz? Özledik özlemesine de bunları da erteledik salgınsız günlerin güvenli kucağına.

2020, insan tutsaklığının doruğa ulaştığı bir yıldı. Birçok acı, buruk, üzücü anılarına karşın içinde umudu hep kuruyup filizlendirdi. Umudumuzun büyüdüğü, düşlerin çoğaldığı, imgelemlerin egemen olduğu bir yıldı. 2020’de yapamadığımız birçok şeyi, 2021’e erteledik. Demek ki 2021’in yükü çok ağır. Salgın bitsin yapacak çok şey var. Kovid 19’a karşı önlemlere eksiksiz uyalım ki 2021’de yapacaklarımızı da 2022’ye ertelemeyelim.

                                                                               2 Ocak 2021

2020’de VAZGEÇTİKLERİMİZ


2020 yılını acı ve tatlı anılarıyla uğurladık. İnsanlığın büyük dersler çıkarması gereken bir yılı geride bıraktık. İlerde 2020 denince insanların usuna ilk gelecek şey, kovid 19 salgınının tüm dünyayı tutsaklaştırmasıdır. Aslında salgına tutsak olan dünya değil, insanlar. İnsanların dışında doğal ortamlarında yaşayan canlıların hiçbiri bundan etkilenmedi. Tersine su, hava ve toprak temizlendi. Salgın, insanlara zarar verirken doğaya yenilenme fırsatı tanıdı.

2020’nin salgını, onulmaz acılar yaşattı insanlara. Salgın önceleri çok uzakta gibi görünse de yaz sonrası neredeyse her eve girdi. Birçok ocağa unutulmaz acılar bıraktı uğurladığımız yıl.

Salgına karşı savaşım, ilk dönemde (13 Mart-1 Haziran 2020) toplumsal bir disiplin içinde yürütüldü. Toplumumuzun ezici çoğunluğu, Bilim Kurulu’nun önerileri ve Sağlık Bakanlığı’nın yaptırımlarına eksiksiz uymaya çalıştı. Kamucu yaklaşım, toplumsal duyarlılıkla birleşince salgın geriletildi. Salgının yaygınlaşması önlendi. Ne yazık ki 1 Haziran’da yaşamın olağanlaşmasıyla önlemler gevşetildi. Yaz mevsiminin verdiği rahatlıkla salgın nerdeyse unutuldu ve salgın toplumun kılcal damarlarına doğru yayılma olanağı buldu.

Salgın döneminde düğünler, cenazeler, eş dost buluşmaları, arkadaşlarla özlem giderme, akrabalarla söyleşme, sosyal ortamlarda keyif çatmalar... Salgın sürecinde birçok sevdiğimiz kişiyi yitirdik. Onların acılarını yüreklerimizin derinliklerine gömüp virüsle savaşımızı sürdürdük. Gezilerimizi iptal ettik. Dışarıda yiyip içmedik. En çok sevdiklerimizin gülüşlerini unuttuk neredeyse.

2020’de halamın oğluyla teyzem sonsuzluğa göçtü. Üzerlerine bir kürek toprak atamadık. Cenazelerine katılıp gözyaşlarımızı akıtamadık. Yine birçok akrabamızı, arkadaşımızı, tanıdıklarımızı ve yaşamımız için önemli aydınları yitirdik. Hiçbirinin cenazesine katılmadık, katılamadık. Çünkü salgına karşı önlemler bunları gerektiriyordu.

Bazı dost ve akrabalarımız sayrı evlerinde yattılar bir süreç. Sağlıkları için güzel dileklerde bulunmaktan başka bir şey yapamadık. Uzaktan telefonla bir kuru “Geçmiş olsun!” diyebildik onlara. İyi haberlerini almak için belki de saniyeleri saydık içimizden.

Kendimiz sağlık sorunları yaşadık. Zamana bıraktık sağaltımlarımızı. Sayrıevlerinin çevresine yaklaşmaktan korktuk, virüs bize bulaşır diye. Altı ayda bir uğradığımız dişçimizin yolunu unuttuk. Belli aralıklarla yaptırdığımız genel sağlık kontrolleri ve kan tahlillerinden vazgeçtik. Önce salgından kurtulalım toplumca sonrasında bıraktığımız yerden sürdürürüz geç kaldığımız işleri, dedik.

Düğünler oldu bu süreçte. Akraba, dost, arkadaş çocukları yeni bir yaşama, mutluluğa yelken açtılar. Gidemedik. Çünkü hem kişisel hem de toplumsal sorumluk duygumuzla davrandık. Virüsü taşımayalım, istedik. Virüsün yayılmasına alet olmamaktı bütün derdimiz.

Kentler arası yolculukları unuttuk. Uzun Anadolu yollarında otobüs camlarından ay ışığında düşlemlerimiz olmadı. Anadolu’muzun uçsuz bucaksız topraklarından esinlenerek imgelemler yaratamadık.

Önceden tasarladığımız, hatta parasını peşin ödediğimiz yurtiçi ve yurtdışı gezilerimizi iptal ettik. Ödediğimiz paraları bin bir güçlükle geri alabildik. İstanbul’da çok sevdiğim ve fırsat buldukça gittiğim bazı yerlere salgın süresince gidemedim. Arkadaşlarımızla belli aralıklara toplanıp düşünsel alışverişler yaptığımız toplantıların özlemlerini içimize gömdük. Boğaz’ın büyüsüne kapılamadık güz gecelerinde. Erguvanların açışını gözlemleyemedik. Manolyaların görkemli çiçeklerine derdimizi anlatamadık. Ihlamur kokulu caddelerde, korularda dolaşamadık.

İstanbul’un uzun ve rengârenk geçen güz mevsiminin serinliğinde ayaklarımızın altında kuru yaprak hışırtılarını unuttuk. Şile’ye, Ağva’ya gidip dalga sesleriyle anılar denizinde kulaç atarken düşlerimizden bizi uyandıran poyraz ılıklığında memleket havasını soluyamadık. Her poyraz esişinde doğup büyüdüğüm toprakların kokusunu getirir diye koklar dururdum oysa.

2020’de birçok şeyden vazgeçtik. Kendimiz, ailemiz, komşularımız, kenttaşlarımız ve tüm insanlık adına. Büyük bir düşmanı alt etmek için nice güzelliği, mutluluğu, sevinci yaşamayı geleceğe bıraktık. Salgın bitince yapacak ne de çok ertelediğimiz yapılacaklar var? 2020, bize zamanın, arkadaşların, insanların, akrabaların, sağlıklı olmanın değerini öğretti, tabii ki bunun değerini anlayıp bilebilirsek.

                                                                                   1 Ocak 2021