ESMERSEN ÖLDÜRÜLÜRSÜN, SARIŞINSAN YAŞARSIN ÖYLE Mİ?

 

Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasıyla Avrupa ve ABD’de ırkçılık söylemleri artmaya başladı. Irkçılık, Batı’da ortaya çıkan insanlık ayıbı bir virüs. Yayılma ve yaşam alanı da Batı.

“Burası on yıllardır kaosla yaşayan Irak ve Afganistan değil. Burası böyle şeyleri görmeyi hiç ummadığınız medeni Avrupalılara özgü bir kent. (ABD merkezli CBS NEWS muhabiri Charlie D’Agata)”

“Ukraynalıların başlarına düşünülemez bir şey geldi. Burası gelişmekte olan bir üçüncü dünya ülkesi değil, burası Avrupa. (İngiliz ITV’nin kadın muhabiri Lucy Watson)”

“Putin’in desteklediği Suriye rejiminin bombalarından kaçan Suriyelilerden söz etmiyoruz. Avrupalıların bizimkine benzeyen arabalarla kendilerini kurtarmak için ayrılmalarından söz ediyoruz. (Fransız BFM TV yorumcusu)”

“21.yüzyıldayız, bir Avrupa kentindeyiz ve sanki Irak’ta ya da Afganistan’daymışız seyir füzesi ateşi var, hayal edebiliyor musunuz? (Fransız Gazeteci Ulysse Gosset)”

“Benim için bu yaşananlar çok duygusal, çünkü mavi gözlü ve sarı saçlı Avrupalıların öldürüldüğünü görüyorum. (BBC’ye konuşan Ukrayna eski başsavcı yardımcısı David Sakvarelidze)

Yukarıdaki sözler, Hürriyet gazetesinin internet sitesinde bu sabah yayımlandı. Basının tümünü baştan aşağı taradığımızda benzer söylemler çok sayıda. Bu sözlerin hepsi buram buram ırkçılık kokmakta.

İnsan yoksulsa öldürülebilir, ancak varsılsa öldürülmez ve yaşaması gerekir diye düşünmekte batılı birçok kişi. Yukarıdaki açıklamalar bu görüşü doğrulamakta.

Ukrayna’dan kaçan sığınmacılara kucağını açan Avrupa ülkeleri; Suriye, Afganistan, Irak, Libya, Afrika’nın birçok ülkesinden savaş nedeniyle kaçan yoksul insanlara kapıları duvar yaptılar.

Bazı sığınmacılar, sınır kapılarında coplanıp tekmelendi. Kimileri aç susuz bekletildiler yağmurun, karın altında. Bazılarının bindikleri tekneler, botlar kurşunlanarak batırıldı. Akdeniz’in suyu kana boyandı, kimin umurunda?

Avrupa uygarlığının öncülü kabul edilen Yunanistan’a geçen göçmenler, giysileri çıkarılarak ve paraları alınarak Ege’nin soğuk sularına atılarak ölüme terk edildi. Buna vahşete karşı çıkan AB ülkesi gördünüz mü?

Batı Asya’da, Afganistan’da, Afrika’da ABD saldırganlığı, AB kışkırtmalarıyla öldürülen insan sayısı milyonları aştı. Bu konuda, Atlantik’ten cılız da olsa çıkan bir ses işittiniz mi?

Suriye ve Irak’ta insan kafası kesen IŞİD’i kendilerinin kurdurduğunu itiraf eden ABD başkanına, uygar(?) Avrupalılardan karşı çıkan bir siyasetçi, bir sivil toplum örgütü, bir siyasal parti gördünüz mü?

Irak yanarken, Suriye yerle bir edilirken, Afganistan taş devrine döndürülürken, Afrika kırmızıya boyanırken neden sustun ey uygar(?) Avrupa?

Filistin’de, Afganistan’da, Bosna’da sarışın, gök gözlü Müslümanlar öldürülürken “Savaşa Hayır!” demek, neden usunuza gelmedi?

İnsan olmak, bir olaya içtenlikle dürüst bakmak için öncelikle ikiyüzlü olmamak gerek. İkiyüzlülük savaş kadar tehlikelidir.

Evet, tüm haksız savaşlara hayır! Emperyalizmin ülkeleri sömürüp yağmalamak, insanları köleleştirmek için yaptığı savaşlara hayır. Sarışın da olsa esmer de olsa öldürülen her insan çok değerli. İnsan kanı, toprağa dökülmek için değil; yaşamak için var. Bu nedenle insanlığın erinci, mutluluğu için insan kanı içen emperyalizmin dünya üzerinden yok edilmesi en büyük isteğimiz. Bu uğurda savaşmak insan olan herkesin ülküsü, görevi olmalı.

İnsanları ırklarına, dinsel inançlarına göre ayırarak ya da düşmanlaştırarak değil; onları kardeş olarak bellediğimizde; devletin devleti, insanın insanı sömürmediğinde savaşlar biter.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       28 Şubat 2022

 

 

 

“DÜNYANIN DIŞINDA KALMAMALI”

 

Atlantik güdümündeki kimi siyasetçi, gazeteci, emekli asker ve öğretim üyelerinden sık sık duyarız başlıktaki tümceyi. Birçok kişi “Dünyaya rezil oluruz.” sözünü sakız gibi çiğnerler.

Her olayda, her düşünceyi açıklamada, her eylemde, her siyasal karşı koyuşta, her ulusalcı duruşta dünyaya rezil olacağımızı anımsatır emperyalizmin güdümündeki sözde aydın zevat. Peki, onların “dünya” diyerek asıl anlatmak istedikleri yer neresidir?

Tanzimatçı kafalara göre “dünya” Atlantik’ten ibaret. Daha açık söylersek emperyalist ülkelerden… Emperyalizme karşı duruş gösteremeyen, ezilen kitlelerin yanında yer alamayan kişilerin emperyalizme tapınma, boyun eğme davranışıdır “Dünyaya rezil oluruz.” sözü. Çünkü efendilerine bağlılık göstermeleri gerek. Efendilerinin istemediği davranışlarda bulunmak, onları gözden düşürüp rezil eder. Kime mi? Tabi ki efendilerine…

Dünya Atlantik’ten ve efendilerden ibaret değil. Dünyanın ezilenleri, yoksulları var. Afrika, Asya, Latin Amerika dünyada değil mi? Doğu Avrupa’nın dışlanmış yoksulları, Batı Avrupa’nın emekçileri, ABD ve Kanada’nın sokaklarda yatan evsizleriyle ırk ayrımı nedeniyle insandan sayılmayan göçmenleri, yerlileri dünyada yaşamıyor mu?

Ne yazık ki ülkemizde ABD güdümündeki siyasetçi ve birçok kişi dünyayı ABD’den ibaret saymakta. Yanına AB ülkelerini de eklemeyi unutmuyorlar arada sırada. Dünyanın neredeyse dörtte üçünü yok saymak, neyin nesidir? İnsanlık adına bir savaşımın içindeyseniz her kişiye ve ülkeye gerekli değeri vermelisiniz.

“Rusya, dünyadan dışlanmış.” Hangi dünyadan? Emperyalist dünyadan… Zaten bu savaşım emperyalist dünyanın kışkırtmalarını, zalimliklerini sona erdirmek için değil mi?

Ülkemiz, Kurtuluş Savaşı’nı verirken yanında kim vardı? Dünyanın ezilen halkları ve Sovyetler Birliği. Kimler karşımızdaydı? Atlantikçiler… O günlerde de Türkiye dışlanmış sayılıyordu dünyadan. İstanbul hükümeti ve mandacılar “Aman savaşmayın İngiliz ve Fransızlarla. Onlara kurşun atıp onları kızdırmayın. Dünyayı karşınıza almayın.” gibi benzeri sözler söylemekteydiler Türk Ulusunun direnişini kırmak için. Başta Atatürk olmak üzere Anadolu direnişine katılan yurtseverler hakkın söylenmedik yalan, atılmadık iftira kalmamıştı.

Lozan’da Avrupa’nın tüm emperyalistleri ve onların güdümündeki zavallılar ile Japonya karşımızdaydı. Yanımızda ise savaşımızda olduğu gibi yine Sovyetler Birliği vardı. Lozan’da da diz çökmedik. Savaş alanlarındaki utkumuzu yapılan anlaşmayla perçinledik. O zaman dünyanın dışında kalmamak diye bir kaygı taşısaydık bugün Türkiye olmazdı.

Varsın Atlantikçilere rezil olalım. Varsın Atlantik’in dışında kalalım. Bu durumdan zararımız olmaz. Yararlı çıkarız bundan. Öncelikle tam bağımsız oluruz. Sonrasında ülkemizi yağmalatmayız emperyalistlere. Mutlu, erinç içinde yaşarız insanlarımızla.

Dostlarımıza rezil olmayalım. Dostlarımızdan ayrı düşmeyelim yeter. O dostlar, dünyanın ezici çoğunluğunu oluşturan ezilen halklardır.

Emperyalizmi savunmanın, onun yanında yer almanın yoludur, örtüsüdür “dünyadan ayrılmamak” söylemi. Dünyaya rezil olacağını düşünmek, emperyalizme teslim olmanın anlatımıdır. Bu kişiler, böyle bir onursuzluğu saklamak için düşüncelerini böyle örtülerle gizleme gereği duymaktalar bu yolla.

İnsan, dostunu da düşmanını da bilmeli. Dost da düşman da saklanmaz.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

27 Şubat 2022

 

SÖYLEYİN, KİMDEN YANASINIZ?


ABD ve müttefikleri, aylardır hazırlık yaptılar Ukrayna için. Değişik çapta silahlar verdiler. Bunun yanı sıra AB ve NATO üyeliği havucunu gösterdiler. Ne yazık ki Ukrayna yöneticileri havuca kandılar. Biraz tarih bilgileri olsa bu havuç yöntemiyle kandırılan onlarca ülke çıkardı karşılarına derslerle dol. Bu ülkelerin birçoğu felakete sürüklenirken bazıları da büyük bedeller ödediler.

Batılı emperyalistler; ülkeleri yok etmeye, kaynaklarını yağmalamaya çalışırken en çok kullandıkları kavramlar demokrasi ve özgürlük... Emperyalizmin öldürücü zehrini, demokrasi ve özgürlük şekerine sararak yedirmekteler ülkelere. ABD’nin birçok ülkeye getirdiği demokrasi ve özgürlük, ölüm ve yıkım. Aslında ABD; demokrasiyle öldürülen binlerce insanı, özgürlükle de yakılıp yıkılan ülkeleri anlatmakta. Yağmalanmak istene. Ülkelere, ABD’nin getirdiği demokrasi ve özgürlükten geride ise kan ve gözyaşı kalmakta. Onlarca ülkenin toprakları, kan ve gözyaşıyla sulanmıştır.

ABD emperyalizmi kana doymuyor. İnsanların gözyaşları umurunda değil. Ülkelerde yarattıkları felaketler karşısında hiç oldukça duyarsız ABD yöneticileri. Paraya tapınan bir ülkenin yöneticilerinden insancıl bir davranış beklemek saflık değil de nedir?

Avrasya haritasına bakınca iki ülkenin çevresinin ABD üslerince çevrildiğini görürüz. Bu iki ülke Rusya ve Türkiye’dir.

Rusya, özellikle batıdan ABD üsleriyle çevrilmiş. Bu çevirmenin son durağı Ukrayna. Bu ülkenin NATO’ya girmesiyle Rusya’nın soluklanması zor olacaktı. Kuşatılan bu ülke, ekonomik ve güvenlik sorunlarıyla karşı karşıya kalacaktı. Çok farklı etnik kökenlerden ve inançlardan oluşan Rusya’nın bölünmesi kolaylaşacaktı bu yolla. Böyle bir bölünmenin dünyaya erinç ve mutluluk getireceği düşünülemez bile. Emperyalistlerin kolayca kullanacakları bu küçük ülkeler, Irak örneğinde olduğu gibi sonu gelmez, anlamsız savaşların içine girecekti. İşte, ABD’nin özlediği dünya budur. Sürekli savaşıp kan döken komşular... Birbirinin gözünü oyan insanlar… Barışmayı bilmeyen halklar… Ayrılıkçılığın özgürlük olduğunu sanan toplumlar… Dinsel tutuculukla kafa kesmeyi demokrasi olarak belleyen ruhsuz militanlar… Ülkesine ihanet edip emperyalizmin hizmetine girmiş yöneticiler…

ABD ve NATO’nun Türkiye’ye bölmeye çalıştığı öteden beri bir gerçek. Atlantik süreciyle birlikte ülkemizde katledilen aydınların, gençlerin, emekçilerin, sayısız insanımızın Gladyo tarafından toprağa düşürüldükleri hepimizce bilinmekte. Yerüstü ve yeraltı kaynaklarımızın emperyalist tekellerce yağmalandığının da farkındayız. Ülkemizin başına gelen her belanın arkasında ABD var.

Son bir yıl içinde ABD, komşumuz Yunanistan’a onlarca askeri üs kurdu. Bu üslere dizi dizi tanklar, uçaklar, silahlar yerleştirdi. Bu üsler mühimmat deposu yapıldı. Bu üslerin Rusya için kurulduğunu söyledi ABD yöneticileri. Rusya’nın Ukrayna operasyonu sırasında bu üslerden ne tanklar yürüdü ne de uçaklar havalandı. Demek ki bu üsler, Ukrayna’ya yardım için kurulmamış. O zaman kim için bunca üs ve silahlar?

Doğu Akdeniz’de ABD ile ters düşen ülke, Türkiye. Yıllardır ülkemizin güneyinde terör devleti kurmak isteyen ABD. FETÖ ile darbe giriminde bulunarak ülkemizi işgal etmek isteyen ABD. Demek ki Yunanistan’da adım başı kurulan üsler ve buralarda depolanan silahlar ülkemiz için.

ABD ve bağdaşıklarının Ukrayna’da Rusya’yı yendiklerini düşünelim. Zaman geçirmeden yapacakları ilk iş, Yunanistan’ı da kullanarak Türkiye’ye saldırmak. İyice bilmeliyiz ki ABD/NATO’nun Rusya’dan sonraki hedefi Türkiye’dir. Durum buyken yöneticilerimize, medyamıza, televizyonlarda boy gösteren Ukrayna üzerinden ABD övücülüğü yapan yorumculara, medya yayınlarıyla bilinç oluşturup yan tutan bazı yurttaşlarımıza bir sorum var: Siz, Rusya-Ukrayna çatışmasında kimden yanasınız ABD’den mi, Türkiye’den mi?

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               26 Şubat 2022

RUSYA, ATLANTİK’İN BLÖFÜNÜ GÖRDÜ

 

        Aylardır tartışılmaktaydı Ukrayna konusu. ABD ve onun Avrupalı dostları Ukrayna’da büyük bir oyunun içine girdiler. Bir ülkeyi sürekli kışkırtarak kor ateşin içine attılar.

Asıl amaç, Rusya’yı kuşatmaktı. Bunu kısmen yaptı Atlantikçiler. Bazı orta ve doğu Avrupa ülkeleri, NATO’ya üye edildi. Buralarda ABD ve NATO üsleri kuruldu. Namlular, Rusya’ya döndürüldü. Ukrayna da NATO üyeliği için sıraya girdi. Rusya yetkilileri bunun kabul edilemez olduğunu söylediler defalarca. Ne yazık ki Rusya’nın tepkileri kulak ardı edildi.

24 Şubat 2022 günü sabahı başlayan savaş, aslında Rusya ile Atlantik güçleri arasında. Ukrayna ise yalnızca Atlantikçiler için bir piyon. Kullanılır, sonrasında bir kenara bırakılır. Ne olursa Ukrayna halkına olur.

Ukrayna Cumhurbaşkanı Komedyen Zelenskiy, NATO’nun Ukrayna için savaşacağını sandı. Siyasal deneyimi ve gözlemi, tarih bilinci, öngörüsü, analitik düşünce gücü, kültürel birikimi olmayan biri; koskoca ülkeyi felaketin eşiğine getirdi. Gürcistan ve Ermenistan’a bakmak bile usuna gelmedi. Buralarda batı emperyalistlerinin kumpasları karşısında Rusya’nın aldığı tavrı bile göremeyen birinden devlet başkanı olur mu?

Zelenskiy için “komedyen” diyorlar. Komedyenler zeki, bilgili, gözlemci kişilerdir. Zelenskiy’de böyle bir özellik yok! Ancak kendisi söz ve tavırlarıyla gülünç duruma düştü. Yalnızca kendisi mi? Ülkesi de…

Küreselleşmenin başlamasıyla Atlantikçiler, medya aracılığıyla kendi sanatçılarını üretti. Bu kişilere “sanatçı” demek, sanata hakaret olur. Akmaz, kokmaz tavşan b.ku gibi kişiler, topluma sanatçı diye sunuldu. Birikimsiz, bilgisiz, yaşadığı toplumun gerçeklerini bilmeyen, olaylar arasındaki ilişkileri kavramayan bir kısım kişiler ekranlarda boy gösterdi. Gülünç olmayı, komedyenlik olarak yutturan kimileri, toplumun sanat zevkini öldürdüler. Bunlardan biri de Zelenskiy.

Siyasal gerilimin başladığı ilk günlerden beri başta ABD olmak üzere NATO ülkeleri Rusya’ya karşı savaşmayacaklarını açıkça ya da üstü kapalı olarak söylediler. Tabi anlayana… Sürekli olarak Rusya, Ukrayna’ya saldırırsa ekonomik yaptırım önlemleri alacaklarını söylediler. Ayrıca daha önce gelişen olaylara baktığımızda NATO’nun da ABD’nin savaşacak gücünün olmadığını görürüz. Irak’ta tutunamayan ABD… Suriye’de yenilen ABD… Libya’da tüm planları altüst olan ABD ve NATO… Doğru dürüst bir başkanlık seçimi yapamayan ABD…

Her şeyden önce kendi parlamentosunu koruyamayan ABD, Ukrayna’yı mı koruyacak? Bir ülke kendi gücüyle korunur. Başkalarına güvenerek kendini koruyamazsın. Atalarımız: “El atına binen, tez iner.” sözünü boşuna söylemedi. Tarih, el atına binip sonrasında hüsrana uğrayanlarla dolu. Yeter ki bakmasını bil tarihe.

Volodomir Zelenskiy, Rusya’nın askersel harekâtı başlamadan fark etti aslında NATO’nun yardım etmeyeceğini. Ancak yine de yolundan dönmedi, onların böyle kolay adam satacağını olası görmedi. Şimdi çaresizlik içinde sızlanıp sitem ediyor, NATO bizi yalnız bıraktı, diye. Ne sandın sen? Batı emperyalistleri petrol için savaşır, pardon savaştırır. Senin neyin var? O batı dediğin emperyalist ülkelerin tarihlerinin sayfaları ateşe sürüp mahvettikleri uluslarla doludur. Ukrayna da bir sayfalık yer kaplar onların tarihinde.

Emperyalizmin yenidünya düzeni çapsız liderler üretti. Çünkü bilinçsiz, birikimsiz devlet yöneticilerini kolayca piyon olarak kullanılıyorlar.

Ey Zelenskiy, karşında siyasetin her süzgecinden süzülüp gelmiş, her zorluğunu kendi gücüyle aşmış Putin var. Satranç oynar gibi siyaset yapmakta. Önceden neredeyse her hamleyi düşünmekte. Putin’in amacı, Ukrayna’yı Atlantik’ten uzaklaştırmak. Yol yakınken dön! Halkını kırdırma! Ülkeni harap ettirme!

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       25 Şubat 2022

HALLER YASASI DEĞİŞTİRİLSİN

 

Birçok yurttaşımız aynı gözlemi yapıp dile getirmekte. “Sebze ve meyve ederleri marketlerde de pazarlarda da neredeyse aynı. Kimi zaman pazar ederleri, marketleri de geçmekte.” Oysa eskiden pazarlar, dar gelirli yurttaşın can simidiydi. Hem türlü seçenek sunma hem de ederler bakımından tüketiciyi çekim merkezleriydi pazarlar. Peki, neden artık pazarların eski çekiciliği yok?

Günümüzde marketler de pazarcılar da sebze ve meyveyi, toptancı halinden almaktalar. Kuru gıdalar da toptancılardan getirilmekte. Marketin de pazarcının da satış ederleri toptancı halinden belirlenmekte aslında. Toptancıdan alınan ürünün üzerine belli bir kâr konarak tüketiciye ulaştırılmakta. Bu nedenle de satılan ürünler nerede satılırsa satılsın üç aşağı beş yukarı ederleri aynı olmakta.

Eskiden pazarlarda kamyonlar görürdük. Ülkemizin farklı yerlerinden gelirlerdi. Geldikleri yerlerde yetişen ürünlerle dolu olurdu bunlar. Bu kamyonlar, üreticiden aldıkları ürünleri pazarlarda satarlardı. Bazı kamyoncular zaten üreticiydi. Bu araçlar sabahleyin erkenden satışa başlardı. Önlerinde büyük kalabalıklar oluşurdu. Çoğu kamyonda birkaç tür ürün olurdu. Üreticiden doğrudan gelen bu ürünlerle yurttaş filesini doldururdu uygun bir ederle.

Haller yasasının değişmesiyle kamyoncuları pazarlarda göremez olduk. Bu nedenle üretici hallere çaresizce, zorunlu olarak ürününü satmak zorunda kaldı. Bu durum, aslında üreticinin ürününün pazara ulaşmasını toptancılar eliyle tekelleştirdi. Bu tekelleşmenin önlenmesi gerek. Tekelleşmenin olduğu yerde, üretici de tüketici de mutlu olmaz.

Sebze ve meyve halleriyle ilgili yasa değişmeli. Üreticiyi de tüketiciyi de koruyan yeni bir yasa yapılmalı. Ayrıca yerel yönetimler, üreticinin ürünlerini satması için kentlerde yerler belirlemeli. Çoğu pazar yeri haftada bir gün kullanılmakta. Sokaklarda olmayan Pazar yerleri bazı günler üreticilere ayrılabilir. Ayrıca sokaklarda kurulan mahalle pazarlarının ulaşımı, güvenliği etkilemeyecek uygun yerlerinde üreticiler için yerler belirlenebilir.

Yeniden pazar yerlerinde üreticilerin kamyonlarını görmek istiyoruz yurdun dört bir yanından gelen. Böylece tüketicinin güvenle alışveriş yapmaları sağlanır. Üretici, ürününü gerçek değeriyle satar ve emeği çarçur olmaz. Tüketici de aracıları varsıllaştırmadan, kazık yemeden gereksinimini sağlar. Bunu yapmak o kadar zor mu?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       19 Şubat 2022

 

BÜTÜNŞEHİRLERDE KÖYLERİN ÇİLESİ

 

Bir günde büyükşehir (Aslında bütünşehirdir.) yasası çıktı. Çıktı da ne oldu? Dağ başındaki köyler il merkezinin mahallesi oluverdi. Böylece kent merkezlerinde geçerli olan belediye yasaları, genelgeleri, yönetmelikleri kırsal alanlarda da geçerli oldu.

Otuz bütünşehirin köyleri, mahalle olunca ülkemizdeki kırsal nüfus azaldı, birden yüzde yediye düştü. Köyler boşalıyor, ancak yine de köylerde yaşayarak tarımsal üretimi ayakta tutan çiftçilerimiz var. Tarlada çalışan, hayvancılıkla uğraşan insanların yaşadığı köyleri mahalle yapmakla bu kişiler kentli olmaz. Birçok şeyde olduğu gibi bu uygulama da kâğıt üzerinde bize bir veri sundu. Kent nüfusumuz çoğalıverdi. Ancak uygulamada ise buralarda yaşayanlar köylü.

Köylerin mahalle olmasından sonra buralarda yaşayanlar bazı hizmetleri Köy Hizmetleri yerine, büyükşehir ve ilçe belediyelerinden alırken birçok vergiyi de ödemek zorunda kalmakta. Büyükşehir ve ilçe belediyelerinden alınan hizmetlerin birçoğuna da ödeme yapmakta çiftçilerimiz. Köy Hizmetlerinin bedava yaptığı hizmetlerin birçoğunu büyükşehir belediyeleri parayla yapmakta. Örneğin, önceden suya para ödemeyen köylüler, mahalle olunca su parası ödemeye başladılar. Bundan da anlaşılacağı üzere çiftçimizin kamburuna yeni bir kambur daha eklendi.

Bütünşehirin yararı var mı? Var…

Peki zararı? Çok…

Geçen hafta çocukluk, gençlik arkadaşım; aynı zamanda köylüm Ahmet Doğanay’la konuştuk telefonda. Son yıllarda köyde yaşamaya karar verince İstanbul’u terk etmiş. Arada sırada uğruyor Mega Kent’e. Köyü, Of’a bağlı Bayırca.

Konuşmamızda su sorununu dile getirdi. Köylerde evlerin yanında su muslukları bulunur. Köylü kendi olanaklarıyla bu çeşmelerin akmasını sağlar. Tarladan, bahçeden gelen kişi, üstünü başını temizler bu musluklarda. Hayvanları da su içer.

Hayvancılık için böylesi çeşmeler önemlidir. Yalnızca hayvanların su içmesi için değildir bunlar. Hayvanların, ahırların, kümeslerin, bahçenin temizliği için de kullanılır bu su. Büyükşehir Belediyesi bu muslukların iptal edilmesini istiyor. Körtıpa yapmayanlara ceza kesiyor.  Ne yazık ki Ahmet’e de para cezası geliyor bu nedenle.

Suya para ödeyerek hayvancılık yapmak olanaksız. Yem pahalı. Ot bulmak sıkıntı. Yükselen maliyetler nedeniyle hayvancılık yapmak çok zor. Bir de buna su parası eklerseniz altından kalkılmaz. Bu tür yaklaşımlar, çiftçinin işini zorlaştırır.

Merkezi yönetimin de belediyelerin de görevi üretim maliyetlerini düşürmek için çözüm bulmak ve üreticiye destek olmaktır. Üretimin önüne duvar ören yönetim anlayışı, ülkemizin yararına çalışmaz. Bu nedenle büyükşehir yasası kırsal kesimde esnetilmeli, halka yeni maliyetler, üretime yeni yükler yüklememeli.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       18 Şubat 2022

 

 

 

DEVLETÇİLİKTE ÖZEL SEKTÖR OLACAK MI?

 

Bazı dostlarımız, devletçiliği savunuşumuzu yanlış anlamakta. Özel sektörün tamamen ortadan kaldırılacağını düşünmekte. Bu düşüncenin kökleri var tabi ki.

Soğu Savaş döneminde devletçiliği sürekli kötüleyen ABD ve onun yerli sözcüleri, devletçiliği sürekli komünizme eşdeğer göstermişler. Tabi bu arada komünizmi de usa gelmeyecek iftiralarla karalama yoluna gitmişlerdi. Ülkemize komünizm gelirse özel mülkiyetin tamamen ortadan kalkacağını sürekli anlattılar. El kadar tarlası olan köylü “Komünizm gelirse malımı alacak.” diyerek emperyalizmin bu propagandasına kanmış ve emperyalizme bilmeden hizmet etmiştir. Bu durum, farklı toplum katmanlarında da böyle algılanmış. Bu yolla ABD, yıllarca ülkemizin ekonomisinin, siyasetinin, kültürünün, silahlı güçlerinin, eğitiminin, yatırımlarının üzerinde etkili olmuştur.

Devletçilik, Altıok’ta ifadesini bulan Kemalizmin bir ilkesi. Özellikle 1930’lu yıllarda etkin bir biçimde uygulandı. Bu dönemde Türk ekonomisi büyüme rekorları kırdı dünya ölçeğinde. Sanayimiz kuruldu. Tarımımız, yılların uyuşukluğundan kurtuldu. Tarımda makineleşme başladı. Tohum ıslahı verimliliği artırdı. Çiftçiye destek, üretimde belirgin bir artış sağladı.

Peki, 10930’lu yıllarda devletçilikle kalkınmamız hızlanırken özel sektör yok muydu? Elbet de vardı. Özel sektör, birçok alanda yatırımlar yaptı. Ülkemizin köklü holdinglerinin çoğunun güçlenmesi, bu yıllara dayanır. Devlet yatırımları kârlılığı değil, ülkenin kalkınmasını amaçladığı için yurdun dört köşesine yayıldı. Söylediklerimiz yanlış anlaşılmasın. O dönemde kurulan sanayi kuruluşlarının hiçbiri zararına çalışmadı.    

Özel sektör devletçiliğin sağladığı olanaklarla kârlılığı esas aldı ve daha çok ülkemizin gelişmiş kentlerinde etkinlik gösterdi. Stratejik yatırımlar devlet kuruluşlarınca yapıldı. Sanayi için gerekli altyapı yatırımların da devletin işi oldu. İşte Türk özel sektörü bu koşullarda gelişti.

Özel sektör olacak, ancak halkı sülük gibi emmeyecek. Ulusal olacak, emperyalist odaklara göbeğinden bağlı olmayacak. Kazandığı parayı Türkiye’de değerlendirecek. Birikimine dışarıya çıkarmayacak.

Atatürk döneminde uygulanan ve sonrasında ağır aksak 1980’e dek süren ekonomik modelin adı, karma ekonomidir. Bu sistemde hem devlet hem de özel sektör yatırım yapar. Ancak devletin denetimi, kontrolü esastır.

Günümüzde neredeyse dünyanın birçok gelişmiş ülkesinde Ülkemiz sanayileşmesine benzer bir durum gözlenmekte. Ülkelerin altyapısı devletçe oluşturulmakta. Stratejik endüstri yatırımları da devlet kuruluşlarınca yapılmakta. Bu nedenle karma ekonominin uygulandığı ülkeler, dış ülkelerin (emperyalistlerin) müdahalelerine açık değil. Ülkeler, kendi iç dinamikleriyle piyasayı kontrol eder.

Karma ekonomide gelir dağlımı adildir. Varsıl gittikçe varsıllaşmaz, yoksul da gittikçe yoksullaşmaz. Devletçik, halkçılıkla birlikte uygulandığında yoksulluk denen illet, yurttaşın yakasından düşer. Her yurttaşın bir işi olur. Amaç, işsiz yurttaş bırakmamaktır. Yatırımlar, devlet planlamasıyla ülkenin her yanına dengeli dağılır. Bölgesel kalkınma farkları böylece ortadan kalkar. İşte, böyle bir ortamda özel girişimcilerin de önü açılır. Alt yapı sorunu olmayan bir ülkede devlet de özel sektör de yatırımlarını yapar. Ancak her şey devletin planlaması ve denetiminde olur. Serbest piyasa ekonomisinde olduğu gibi bir başıbozukluk söz konusu değil devletçilikte.

Halkın devlet işletmelerine ortak olması sağlanır. Böylece ekonomiye halkın katılımı sağlanır. Ekonomiye katılan, yalın bir söyleşiyle elini taşın altına koyan halk, siyasete de katılır. Bu, tabanda katılımcı demokrasiyi yaygınlaştırır.

Eğitim, sağlık, adalet ve kişinin günlük insansal gereksinmelerini sağlayan her türlü alt yapı hizmeti devletçe yapılır. Bunlar ücretsizdir. Stratejik hizmetler ve sanayi dalları özelleştirilmez. Bu tür yatırımlar kamunun eliyle yapılır. İletişim, ulaşım, elektrik, su, enerji, savunma, güvenlik, yargı gibi yaşamsal önemdeki alanların işletmesi kamunundur. Çünkü bu alanların ülkenin savunması için önemi büyüktür.

Konunun iyi anlaşılması için eğitimden iki örnek verelim. Osmanlının son dönemlerinde eğitim kurumlarının önemli bir bölümü yabancı özel okullardı. Neredeyse ülkenin her yanına yayılmıştı bu kurumlar. Kapitülasyonlar nedeniyle bu okullar, devletçe denetlenemiyordu. Çünkü bu okullar özel okul olmaları nedeniyle aynı zamanda bir ticarethaneydiler. Böyle olunca da bu okullar, bağlı bulundukları yabancı ülkelerin çıkarlarına uygun eğitim yapmaktaydılar. Ayrılıkçı Ermeni örgütleri Hınçak ve Taşnak’ın liderleriyle Balkanlardaki ayrılıkçıların elebaşlarının bu yabancı okullarda eğitildikleri bizi konuyla ilgili yeterince aydınlatmakta. Ayrıca son yıllarda hepimizin tanık olduğu bir örnek var. 15 Temmuz darbe girişimi öncesi ülkemizdeki özel eğitim kurumlarının yarıdan fazlası FETÖ’nündü. FETÖ ise ABD’ye bağlı olarak etkinlik göstermekte. Bu okulların ülkemizin çıkarına eğitim yürüttüklerini söyleyecek bir yurtsever çıkar mı? Çıkmaz…

Zamanın sömürgeci ülkeleri, Mondros Ateşkes Antlaşmasıyla teslim aldıkları Osmanlının ilk önce ordusunu dağıtıp ulaşım ve iletişim araçlarına el koydular. Niçin mi? Olası bir direnişi engellemek için.

Günümüzde tarihten ders çıkararak sözünü ettiğimiz alanlarda kamuculuğu sonuna dek savunmak gerek. Halkımızın mutluluğu, erinci, geleceğe güveni; ülkemizin kalkınması için Halkçı devletçilik vazgeçilmezdir bizim için.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               17 Şubat 2022

MARKETLER VE KDV


Dövizdeki artışı bahane eden marketler, sattıkları ürünlerin ederlerini olağanüstü artırdılar. Cumhurbaşkanı Erdoğan uyardı ederlerin indirilmesi için. Market sahipleri umursamadılar. Döviz düştü. Erdoğan yine uyardı. Bazı siyasetçiler ve demokratik kitle örgütü, sendika, meslek odası yöneticileri haksız zamların geri alınmasını istediler. Marketçilerden yine ses yok! Peki, neden?

Türkiye gibi iç pazarı hareketli büyük bir ülkeyi, beş büyük marketin insafına bırakırsan kimseyi dinlemez bunların sahipleri. Ekonomik olarak öyle güçlendiler ve öyle tekel oluşturdular ki cumhurbaşkanının uyarıları bile onlara vız gelip tırıs gitmekte. Şunu çok iyi biliyorlar ki piyasada kendilerine karşı bir seçenek yok! Devlet, çekilmiş piyasadan. Belediyeler, bu işe sırtını dönmüş. Kooperatifler çoktan tarihe karışmış. Beş büyük marketin gölgesindeki cılız marketlerin bu koşullarda palazlanması olanaksız. Böyle olunca neden cumhurbaşkanını ya da başka birini dinleyip ucuzluk yapsınlar?

Elektriğe yapılan olağanüstü zam, market ürünlerinin pahalılığına tüy dikti. Yurttaşların çoğu, marketlerde raflara bakmaktan başka bir şey yapmıyor. Fileleri boş olarak eve dönmekteler. Bu durum sofralara da yansımakta. Hep ucuz ürünleri yiyerek genellikle makarna ve ekmek ağırlıklı bir beslenme düzeni insanlarımızın sağlığını bozmakta. Bundan da anlaşılıyor ki zamlar yurttaşın hem tinsel hem de bedensel sağlığını etkilemekte.

Erdoğan, zamların düşürülmesi için KDV’yi (Katma Değer Vergisini) yüzde sekizden yüzde bire indirdi. Yüzde yedilik vergi indirimi beklenen etkiyi yapmadı. Erdoğan’ın marketçilerden, KDV indirimi kadar ucuzlatma isteği havada kaldı. Marketçiler, kârlarından vazgeçmiyor. Fırsatı yakalamışken bundan en yüksek düzeyde yararlanmanın peşindeler. Ne yazık ki bu durum karşısında AKP yönetiminin usuna halkın yararına köktenci çözümler gelmiyor. Çünkü serbest piyasacılık öylesine zihinlerine işledi ki devletçiliği uslarının kıyısından bile geçirmiyorlar.

Hükümet, öncelikle marketleri sıkı bir biçimde denetlemeli. Stokçuluğu önlemeli. Marketlerin yanı sıra haller denetim altına alınmalı. Üreticinin satış ederiyle tüketicinin alışı arasındaki astronomik farklar engellenmeli. Tarım Kredi Kooperatifi, ivedilikle satış yerleri açmalı. Ayrıca belediyeler ve Tarım Bakanlığı, üreticiden tüketiciye ulaşan satış ağları oluşturmalı. Marketlerin gemi azıya alan tavırlarını bir biçimde engellemeli. Bunun yolu, kamunun güçlü bir biçimde devreye girmesidir. 

Öncelikle gıda ürünlerinin dışsatımına engel olmalı. Bu arzı artıracağı için etiketler biraz düşer. Bu da tüketiciyi birazcık soluklandırır.

Marketlerin etiket oyunlarına son verilmeli sıkı bir denetimle. Önce bindirim, sonrada indirim yapıyormuş gibi tüketiciye tuzak kurmalarının önüne geçilmeli. Bu aldatmacanın son bulması gerek.

Etiket oyunlarıyla tüketici aldatılıyor. Şöyle ki… Etiketlerde “14.99, 29.99, 32.32…” gibi rakamlar yazmakta. Bu ve benzeri etiketler tamamen aldatmaca. Tüketicide algı yaratmayı amaçlamakta. Bir kuruş, şu anda piyasada dolaşımda değil. Üstelik bir kuruşa alınacak bir şey de yok! Malın ederi otuz lira değil, daha düşük algısı yaratılmakta tüketicide. Yani yirmi dokuz lira doksam dokuz kuruş. Tüketiciye, ürünün ederi otuz lira değil, yirmi dokuz lira, denmekte. Burada kullanılan kuruş, malın ucuza satıldığı algısı oluşturmakta. “Lira değil, kuruş... Kuruştan ne olur ki?” düşüncesi kazınmakta beyinlere. Üstelik otuz lira verseniz paranızın üstü olarak bir kuruşu geri alabilecek misiniz? Bu konuda önlemler alınmalı, denetimler yapılmalı. Marketlerin tüketiciyi aldatan, kişilerde algı oluşturacak her türlü oyunu bozulmalı. Etiketleri günlük olarak denetleyecek bir sistem oluşturulmalı. 

Marketlerin mal alış faturaları denetlenmeli. Malın türüne göre kâr oranı belirlenmeli. Buna uymayanlar cezalandırılmalı. Bu cezalandırmalar, marketlerin devletleştirilmesine dek gitmeli.

Pahalılığın ulusal birliğimize, vatan bütünlüğüne zarar vermesi ve yurttaşı sömürmesi önlenmeli. Başka Türkiye yok! Bu nedenle herkes üzerine düşen görevi yapmalı. Kimseye halkın ekmeğiyle oynama hakkı tanınmamalı.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  16 Şubat 2022

12 EYLÜLCÜ SERBEST PİYASA


12 Eylül Amerikancı darbesinden sonra 24 Ocak kararları doğrultusunda devletçilik sitemli bir biçimde kötülendi.  Devletçiliğin ancak komünist ülkelerde olabileceği vurgulandı sürekli. Bunun hem tüketicilerin hem üreticilerin hem de girişimcilerin özgürlüğünü kısıtladığı savunuldu durmadan. Toplum, bu propagandalarla serbest piyasanın uygulanmasına hazır duruma getirildi.

24 Ocak kararları hemen uygulanmadı. Bu kararları alan başbakanlık müsteşarı Turgut Özal’dı. Başbakan da Süleyman Demirel. Demirel’in azınlık hükümeti işbaşındaydı. Hükümeti, diğer sağ partiler dışardan desteklemekteydi. 24 Ocak kararları, küresel güçlerce dayatılmaktaydı ülkemize. Bir azınlık hükümetinin Türk devriminin ve ulus devletin tasfiyesine gidecek bir süreci uygulanmaya sokması olanaksızdı. Çünkü etkin muhalefet vardı. Devrimi ve ulus devleti savunacak dinamik güçler ayaktaydı. ABD karşıtlığı toplum içinde etkindi. Öncelikle toplumsal örgütlenmeyi, siyasal muhalefeti bastırarak susturacak demir bir yumruk gerekliydi. O da 12 Eylül darbesiydi. Serbest piyasa ekonomisi 12 Eylül darbecilerinin bir uygulamasıydı. Darbecilerin kurdurduğu Bülent Ulusu hükümetinin ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı Özal’dı. Özal, uzun süre ABD’de kalmış ve Türkiye’ye bu kararları alıp uygulamak amacıyla görevlendirilmişti.

Serbest piyasa uygulamasının ilk felaketi banka ve bankerlerle yaşandı. Para sihirbazları açık bir söylemle halkı dolandırmaktaydılar. Parayı toplayan banker, bir süre sonra ortalıkta görünmüyordu. Usumuzda kalansa boşalmış banker yapıları önünde parasını kaptırmış yurttaşların üzüntü verici bekleyişleri kaldı. Yurttaşı dolandıranlar sırra kadem bastılar kısa bir süre. Sonrasında “Borcumuz borçtur.” deyip gece yaşamında pozlar verdiler magazin basınına. Ancak borçlarını hiçbir zaman ödemediler ne yurttaşa ne de devlete.

Özal dönemi, köşe dönücülükle özdeşleşti. Yeter ki köşeyi dön, nasıl dönersen dön. Şık giyimli dolandırıcılar doldurdu piyasayı. Liberalizmin özgürlüğü, yurttaşın cebini boşaltan dolandırıcılara yaramıştı. Yalnızca yurttaş mı soyuluyordu? Hayır… Tosuncuklar, ellerini devletin kasasına ve kurumlarına da soktular. “Teşvik kredisi” alan alana… Geri ödememek için yasalara bin takla attırılıp alicengiz oyunlarıyla paralar cebe indirildi. Yeni, görgüsüz varsıllar türedi. Bu varsılların eşleri, kendilerini “papatyalar” olarak adlandırdı.

Soygunculuk, dolandırıcılık giderek kanıksandı. Liberal tosuncuklar, renklenen ekranlarda sükse yapmaktaydılar. Hükümet bu tosuncukları rol model yapmıştı kimilerine.

Serbest piyasanın en önemli uygulamalarından biri, özelleştirmeydi. KİT’ler “Zarar ediyor.” gerekçesiyle özelleştirilmeye başlandı. Adı sanı duyulmamış türedi varsıllar, KİT’lerin alıcısı oldular genellikle. Bazıları, ne denli varsıl olduklarını kamuoyuna göstermek için doğup büyüdükleri kentlerin futbol kulüplerine yönetici oldular. Bu, aynı zamanda halkı soyan bu tosuncuklara, futbol üzerinden yerdeşlerinin desteğini sağlamaktaydı. Topu kabak sanan bu tosuncukların birden futbol sevdalısı olmaları ilgi çekici.

Serbest piyasa birçok sektörde giderek tekelleşmeyi getirdi. Küçük esnaf kepenkleri indirmeye başladı. Altta kalanın canı çıkıyordu. Çünkü halk örgütsüzdü. Ne yazık ki 12 Eylül’den sonra TBMM’ye giren ve hükümet olan partilerin hepsi serbest piyasa ekonomisini üç aşağı beş yukarı savunup uyguladı. Böylece emperyalistlerin çıkarlarına hizmet ettiler. Bu süreçte özelleştirmeye bulaşmayan parti yok gibi. AB ve ABD dayattı, TBMM’de yasalar değiştirildi. Her şey serbest piyasaya ve küreselleşmeye uygun duruma getirildi. Meclis dışından bazı partiler, demokratik kitle örgütleri ve bazı sendikalar karşı çıksa da etkili olamadılar.

Serbest piyasa, günümüze geldiğimizde bir ulusal güvenlik sorunu oldu. Nasıl mı? Çünkü piyasanın kontrolü hükümetin elinde eğil. Kontrol, dış güçlerde... Dövize bağlanan iç piyasa, kendi dinamikleriyle davranamıyor. Küresel güçler, döviz aracılığıyla iç piyasamızla oynamakta. Ayrıca özelleştirmeler ve diğer liberal uygulamalarla üretimi azalan ve dışalımla üretim açığını karşılayan ülkemiz, döviz üzerinden alımlar yaptığından hep pahalı almakta yurtdışından aldıklarını. Bu da ülkemizde enflasyonu yükseltmekte.

İç piyasada tekelleşen şirketlerin neredeyse hepsi dışa bağımlı. Bu nedenle çoğu zaman bu şirketlere, işbaşındaki hükümet bile etki edemiyor. Hükümetin halkı ezdirmemek için aldığı kararlar havada kalmakta. Ellerine geçmiş piyasayı sömürdükçe sömürmekteler. Halkın yoksullaşması, ülkenin ulusal güvenliğinin tehlikeye düşmesi onların umurunda bile değil.

Dünyanın her yerinde serbest piyasa ekonomik modeli, duvara tosladı. Her yerde bu sistem iflas etti. Serbest piyasanın insancıl olmadığını farklı siyasal görüşten kişiler söylemeye başladı. İnsanın kanını, iliğini emen bu soygun düzenine daha fazla dayanmak olanaksız. Yurttaşımız ve ülkemizi korumak için bu sistemden vazgeçmeli. Ne denli erken olursa o denli iyi olur. 12 Eylül’le hesaplaşmanın yolu da bu. Öncelikle darbenin ülkemize yerleştirdiği ekonomik sistemden kurtulmalıyız, değil mi?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  15 Şubat 2022

 

KOOPERATİFÇİLİĞİN YOK EDİLMESİ


12 Eylül darbecileri, 24 Ocak kararları doğrultusunda ilk iş olarak üretici ve tüketici kooperatiflerini kapattı. Böylece üreticilerin de tüketicilerin de büyük tekellere karşı örgütlenip birlik olması engellendi.

Piyasadaki tekelleşmeye, komisyonculara karşı üreticiler, kendi ürettiklerini kolayca pazarlayabiliyordu kooperatifleri aracılığıyla. Böylece üreticilerin sırtı kenelerden temizlenmekteydi. Asalaklar, üreticilerin emeğini, günümüze göre daha az sömürmekteydiler. Ayrıca karma ekonomik sistem üreticiyi olduğu gibi tüketiciyi de korumaktaydı. Piyasa devlet denetiminde olduğundan asalaklar egemenlik kuramamışlardı piyasa üzerinde.

Tüketici kooperatifleri de üyelerine komisyoncunun eline düşmeden doğrudan üreticiden aldığı ürünleri az kârla satmaktaydı. Bu durum, tüketiciyi tekeller karşısında korumaktaydı.

12 Eylül’le karma ekonomi terk edilip liberalizme geçildi. Yeni sistem, serbest piyasa ekonomisini benimsemekteydi. Devletçilik reddedilmekteydi. Devletçiliğin özgürlük karşıtlığı, serbest piyasanın ise özgürlükçülük olduğu savunuldu. Bu konuda basın yayın organları sözcülük görevi üstlendi. Darbecilerin baskısı altında devletçiliği savunacak olanların sesi kısılmıştı. Emekçi örgütlenmeleri dağıtılmıştı. Üretici ve tüketicilerin kooperatifleri, çoğu zaman kötülenmekteydi. Alanları boş bulan liberal beslemeler, var güçleriyle devletçiliğe yüklenip serbest piyasacılığa övgüler düzmekteydiler.

Serbest piyasacılığın özgürlüğü egemenlerin özgürlüğüydü. Oysa emekçiler için tutsaklık dönemiydi bu. Öyle bir tutsaklık ki örgütlenme hakkının olmadığı, sömürüye kayıtsı koşulsuz boyun eğildiği, üreticinin uluslararası tekellerin insafına bırakıldığı, üretimin değil de çılgın bir tüketimin özendirildiği, değer sistemlerinin çöktüğü, toplumsal davranma yerine alabildiğine bireyselleşildiği (Buna bencillik demek, daha doğru.) bir düzen kurulmuştu.

Ülke egemenlerine, uluslararası tekellere her türlü sömürme özgürlüğü vardı. Ancak emekçinin sesini çıkarması yasaktı. İşte bu koşullar altında varsıl daha çok varsıllaşırken yoksul ise daha da yoksullaştı. Böylece büyük bir sosyal adaletsizlik hüküm sürüyordu.  

12 Eylül öncesi birçok belediye halk pazarları kurumuştu. Üreticiden tüketiciye kısa yoldan, aracısız ulaşan halkçı bir örgütlenme yaptılar. Bu yolla halk, ucuz yoldan tüketim maddelerine ulaştı. Günümüzde “sosyal belediyecilik” yaptığını söyleyenlerin ilgi göstereceği bir örnek bu. Bazı belediyeler, bunu daha da ileri götürüp marketler kurdular. Bu, dar gelirli tüketiciyi soluklandırmaktaydı.

Üretici kooperatifleri; halıcılıktan el sanatlarına, meyve ve sebzeden bakliyata, dokumacılıktan örgücülüğe, küçük sanayi ürünlerinden mobilyacılığa, usumuza gelebilecek her türlü üretim ürünlerini pazarlanmaktaydı. Bu yolla hem üretici hem de tüketici korunmaktaydı.

Okul kantinleri yerine, kooperatifçilik kolunun kuruduğu satış yerleri vardı. Kâr oranı düşüktü burada satılan ürünlerin. Öğrencilerin ivedi gereksinmeleri karşılanmaktaydı buralarda. Tüketmeyi değil, tutumlu olmayı özendirmekteydi okul kooperatifleri. Bu satış yerleri eğitsel kol etkinliği kapsamındaydı. Okul kooperatiflerine bazı öğretmen ve öğrenciler küçük paralarla ortak olurlardı. Yılsonunda üyeler, kârdan pay alırlardı. Düşünebiliyor musunuz öğrenciler, daha ilkokuldayken az da olsa para kazanıyordu. Ticareti öğreniyor. “Bir elin nesi var, iki elin sesi var.” atasözünü uygulamalı olarak yaşıyordu.

Serbest piyasa ile halk için bir cehennem yaratıldı. Oysa bu düzen, egemenlerin cenneti.

Üretici birlikleri etkisizleştirildi. Böylece üreticilerin emeklerine sahip çıkmak olanaksızlaştı. Özelleştirmelerle “taban fiyat” sözde kaldı. Üreticinin malı, kapanın elinde kaldı. “Taban fiyat” açıklayan hükümet, alacağı ürünleri işleyecek yeterli fabrikaya sahip olamadığı için özel sektöre gün doğuyordu. Üretim girdileri gittikçe pahalılaşınca üretici zorda kalıyordu. İşte, özel sektörün fırsatçılığı burada devreye girmekte ve üreticinin ürününü neredeyse bedavaya almakta. Bu sistem, birçok üreticiyi üretmekten vazgeçirmekteydi. Böylece hem üretici hem tüketici hem de ülke ekonomisi kan kaybetmekteydi.

Liberalizmin ülkemiz ekonomisinde ve sosyal yaşamında oluşturduğu tahribatı önlemenin tek yolu karma ekonomik siteme geçmektir. 12 Eylül’ün yok ettiği kooperatifleşme yeniden özendirilmeli. Üretim ve tüketim kooperatifleri kuruldukça piyasadaki tekelleşme önlenir. Çözüm belli, yol belli…

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       14 Şubat 2022

ÜRETİM VE AĞIR VERGİLER


Üretimle vergilendirme birbirine koşuttur. Üretim arttıkça devletin vergi gelirleri artar. Üretim azaldıkça geliri düşen devlet, yurttaşlardan ağır vergiler alır. Bu ağır vergilendirme, halkı ezer. Çoğu zaman vergisini ödeyemez duruma gelir. Vergisini ödeyemeyen yurttaş, zamanla üretimden iyice uzaklaşır.

Türkiye, 24 Ocak kararlarıyla yavaş yavaş üretimi azaltırken vergileri çoğaltmıştır. Özal’la başlayan bu süreçte halkımızın karşısına çıkan ilk vergi türü KDV’dir. Üretemeyen yurttaştan yeni vergiler almak, onu daha da yoksullaştırdı ve umutsuz bıraktı.

Özel tüketim vergisi denen bir zebani çıktı ortaya. Bazı ürünlere konan bu vergi, kimi zaman malın değerini aştı. Özellikle de halkın kullandığı başlıca enerji olan akaryakıttaki vergilendirme, üretime vurulan en büyük darbe. Ulaşımın daha çok karayoluyla yapıldığı bir ülkede akaryakıtın vergiler yüzünden pahalı olması, ürün maliyetini oldukça artırmakta. Ülkemizde yük ve eşya taşımacılığının büyük bir bölümü karayoluyla yapılmakta. Orta ve uzun vadede bu taşımacılığı, demir ve denizyollarına kaydırmalı. Böylece taşımacılık maliyetleri düşer. Bunu yaparken de akaryakıttaki ağır vergiler indirilmeli, yurttaş soluklanmalı. Akaryakıttaki ağır vergiler yüzünden halkımızın seyahat özgürlüğü de kısıtlanmakta.

Ağır vergiler, en çok tütün ve alkollü içkilerde kendini göstermekte. Bu yüzden her köşe başında kaçak tütün satıcıları var. Ağır vergiler ve özelleştirmeler yüzünden Türk tütüncülüğü bitme noktasında. Bu da tarımımıza önemli bir darbe. Bunları okurken okurlarım beni yanlış anlamasın. Yaşamım boyunca sigara içmedim. Alkollü içkileri de çok seyrek tüketen biriyim. Yani sosyal içiciyim. Ayrıca toplumumuzu alkol ve sigaradan korumak gerektiği inancındayım.

Alkollü içkilere getirilen ağır vergilere gelince… Birçok içici, evinde üretmeye başladı alkollü içkileri. Bu yüzden onlarca yurttaşımız öldü. Ayrıca önemli bir dışsatım ürünü olan alkollü içeceklerin yurt çapındaki üretimi vergiler yüzünden geriledi.

Otomobillerde vergi oranları, neredeyse arabanın ederi kadar. Bu ağır vergiler, yurttaşı zorlamakta. Yeni otomobil almak bütçelere ağır yük. Daha birçok üründe ağır vergiler var. Peki, neden böylesine ağır vergi alınmakta?

Ülkemizde üretim geriledikçe üretim alanlarından alınan vergi oranı da düşmekte. Vergilerin azalması, devletin mali sistemini bozuyor. Gelir azaldıkça gider artıyor. Bunu dengelemek için halkın sıkça kullandığı ürünlere ağır vergiler bindirilmekte. Demek ki ağır vergilerin ana nedeni ne? Üretmemek…

Halk çok üretsin ki çok vergi ödesin. Üretim kapılarını, serbest piyasa, özelleştirme, dışalım ve dışa bağımlılık nedenleriyle kapatmak hem devletimizin hem de yurttaşımızın gücünü azaltmakta.

Yurttaş kazanırsa devlet de kazanır. Bu nedenle halkın gelirini yükseltmek iktidarın görevi olmalı. Üretmeyen bir toplumun barış içinde yaşaması da zor. Üretmeyen kişi, suça yönelir. Toplumun erinci, yurttaşın mutluluğu için sofralarındaki ekmeği büyütmek gerek.

Üreten bir ülkede yapılması gerekli olan şeyse üretilenin adil paylaşımıdır. Hakça paylaşımın olmadığı bir yerde bunalımlar, çatışmalar olur. Kişinin kurumlara güveni azalır, kendisini tehlikede görür. Yarına umudu kalmaz. Böyle bir durumu, ülke düşmanları fırsata dönüştürür. Böylece ülke güvenliği tehlikeye girer.

Üretimin temeli olan enerji, yalnızca bir enerji değildir. Ulusal güvenliğimiz için enerji güvenliğini de sağlamak gerek. Yarınlara güvenle bakmanın yolu budur. Bir devlet yöneticisinin usuna üretim yapmak yerine, halkı usandıran ağır vergilerin konmasının gelmesi toplumun geleceği için yanlış bir şey. Dilim söylemeye varmıyor, ama ucu bucağı belli olmayan nice devletler, krallıklar, imparatorlukların birçoğu ağır vergiler yüzünden zayıflayarak parçalanıp yok oldular. Tarihten ders çıkarmayan yöneticiler, üretimin değerini bilmez. Ağır vergiler toplamayı, güçlü olmanın bir belirtisi olarak görürler.

Hep birlikte üretelim, hep birlikte tüketelim ve hep birlikte vergilerimizi ödeyelim. İşte, toplumsal erincin kestirme yolu…

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       11 Şubat 2022

 

 

 

ÇİFTÇİNİN ÇIĞLIĞI


İstanbul, ülkemizin en çok göç alan kenti. Neredeyse her ilden, her ilin de her ilçesinden insan yaşamakta bu büyük kentte. Öyle ki bazı köyler toptan göçmüş buraya. Bu kentte yaşadığımızdan doğal olarak Anadolu ve Trakya’nın her kentinden arkadaşlarımız olmakta. Ya da türlü ortamlarda, türlü nedenlerle farklı yörelerden göçmüş yurttaşlarımızla karşılaşılaşmaktayız.

Arkadaşlarımızla bir araya geldiğimizde memleketlerimizden konuşuruz sık olmasa da. Kimi zaman köylerimizin unutamadığımız güzelliklerini paylaşırız dost meclislerinde. Benim en çok merak edip sorduğum soru ise köydeki arazilerin ne olduğudur. Bu soruyu,  tanımadıklarıma da bir nedenle karşılaştığımda sorarım. En çok da taksicilere… Özellikle kıyı kesiminin dışındaki sulanamayan toprakların bulunduğu köylerden gelenlerin verdiği yanıt hep aynı. “Tarlalarımız ekilip biçilmiyor, boş duruyor.”

Türkiye gibi neredeyse her türlü tarım ürününün yetiştiği bir ülkede tarım arazisi boş kalır mı? Hele ki teknolojinin geliştiği bir çağda tarlasını ekemeyen bir toplumun durumunu anlamak olanaklı mı? Eskiden topraklar nadasa bırakılırdı. Şimdi de neredeyse yıllarca nadasa bırakılmakta topraklar. Sulanamayan, gübrelenmeyen, ekecek tohum bulunamayan, kazara ekilip de ürünün maliyetini karşılayamayan ederler yüzünden tarlalar boş…

24 Ocak 1980 kararlarıyla başlayan liberalleşme sürecinde çiftçi, KİT’ler gibi ekonomiye yük, ayak bağı olarak görüldü. Bu nedenle her geçen gün çiftçinin üretimi engellenmeye çalışıldı. Ne yazık ki bunu yapanlar, çiftçinin de oy verdiği siyasetçiler.

24 Ocak kararlarıyla öncelikle tarım ürünü dışalımı başladı. Böylece milyonlarca çiftçi yerine bir avuç dışalımcının çıkarı gözetildi. Dışalımcı, baştacı edilirken çiftçinin emeğine ve üretimine saygı gösterilmedi. Yüz yıllardır cepheden cepheye koşan Türk köylüsü, dün ülkesinden kovduğu emperyalist düşmanlarca ekonomik yenilgiye uğratıldı. Hem de kendi devletinin yöneticileri, bu savaşta kendisine karşı liberalizm düşüncesiyle silahlanmıştı ve karşı yandaydı.

Dışalımla iç piyasada beli kırılan çiftçiye ikinci darbe, destekleme alımlarının yapılmamasıyla vuruldu. Destekleme alımları, çiftçiyi üretmek için yüreklendiren, onu soluklandıran bir uygulamaydı. Halkçı, devletçi bir yaklaşımdı üretici için. Köylüyü, efendi olarak gören, onun üreticiliğine saygı duyan bir uygulama yerle bir edildi yabancıların isteğiyle.

Özelleştirmeyle tarıma dayalı sanayi kuruluşları yok edildi. Çiftçi sanayi bitkileri üretemez oldu. Bu, Türk üreticisinin elini kolunu bağladı. Ürünü, çoğu zaman elinde kaldı. Tarlasına ne ekeceğini, bahçesine ne dikeceğini şaşırdı. Yıllardır ekip biçtiği tarlasındaki ürünleri üretemez oldu. Bahçesindeki ürünler, çoğu zaman dalında çürüdü. Dikili alanlarda değişiklik yapmak hem zaman hem para hem de zaman savurganlığı oldu. Bu durum, çiftçinin borçlanmasına nedeni. Borçlanma karşısında tarlasına, bahçesine, traktörüne alacaklı bankalar tarafından el kondu. Üretemeyen, ürününe el konan çiftçi ne borcunu ne de vergisini ödeyebildi. Böylece bankalar kazandı, devlet ve çiftçi kaybetti.

Sulanamayan arazilerini elektrikli motorlarla sulamak isteyen çiftçiye, ödeyemeyeceği yüklü faturalar gönderildi. Bu ödemeleri yapamayan üretici zor durumda kaldı. Zaten mazot ederleri çok yüksek. Gübre, tohum pahalı. ABD bayraklı yatlara yok pahasına mazot satan devlet yöneticilerimiz, çiftçisine ise ateş pahasına vermekte aynı akaryakıtı. Zevk için mazot yakanı koruyan anlayış, üretim için çırpınan çiftçisine üvey evlat olarak bakmakta. Öncelikle üreteni korumalı. Ayrıca üreticiye saygı göstermeli. Onun emeğinin karşılığını almasını sağlamak, alınterinin hakkını vermek devletimizin görevi değil mi?

Halkın sırtından geçinen asalaklara ucuz mazot… Halkı beslemek, onun gereksinmelerini karşılamak için gecesini gündüzüne katarak üretim yapan çiftçiye pahalı mazot… Bu, adaletli ve hakça bir uygulama mıdır?

Şimdi hükümet yetkilileri diyecek ki “Biz çiftçiye gübre, mazot desteği veriyoruz.” doğru, veriyorlar. Bu verilen destekler, çiftçinin dişinin kovuğunu doldurmaz, hiçbir yaraya merhem olmaz.

Ekilip biçilen araziye dönüm başına “destekleme” adı altında bir uygulama var. Ama bu adaletli değil. Alicengiz oyunlarıyla “sen, ben, bizim oğlan” cebe indiriyor bu desteği. Oysa bu işin hakça olabilmesi için ürüne kilo başı destek vermeli. Özal zamanında tarım desteği alıp bu paralarla beş yıldızlı oteller yapanları unutmadık.

Çiftçinin çığlığını herkes işitsin. İşitsin ki çözüm bulunsun. Çığlığı işitmeyenler, çığlığın altında kalır. Çünkü çığlık, çığ gibidir; gittikçe büyür. Kendi üreticisini ezen bu yabanıl sistemden vazgeçilsin. Halkını düşünmeyenler, gün gelir halkın desteğini yitirir. Halkın desteği olmadan ne siyaset ne de yöneticilik olur. Bu nedenle halkçılık diyoruz, her şey hakça olsun diye. Bunun için devletçilik diyoruz daha çok üretip ucuz tüketelim diye.

İyi bakın Anıtkabir’e Atatürk yol gösteriyor herkese Kemalist programıyla. Diyor ki bize: “Ekonomik kurtuluş savaşı halkçı devletçilikle köylüyü efendi yaparak kazanılır.” Eee,, doğru söze ne denir?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       10 Şubat 2022

 

 

 

ÜRETİM İÇİN ENERJİ


İşsizliğin de pahalılığın temelini üretmeme oluşturur. Üretmeyen ülkelerin işsizlik, pahalılık sorununu çözmeleri olanaksız. İş bulmak için üretim alanları olmalı. Ucuzluk için bol üretim gerekli.

Çalışıp üretmeden kalkınma, gelişme olmaz. Bir ülke üretmediğinde yurttaşlarının erinç ve mutluluk içinde yaşamasını sağlayamaz. Bu nedenle üretim, bir toplumun vazgeçilmezi. Üretim için de vazgeçilmez olan enerji.

Çağımızda enerji (erke) olmadan toplum yaşamını sağlıklı bir biçimde sürdürmek neredeyse olanaksız. Son yıllarda günlük yaşamımıza girmiş birçok araç ve gereç elektrikli. Bu nedenle elektrik yaşamımızın tam göbeğinde. Aydınlanma, ısınma, iletişim, ulaşım gibi birçok alanda elektriksiz yapamayız.

Sanayi, tarım, hayvancılık alanlarında neredeyse üretimin anamaddesi enerji. Enerjinin ederi yüksekse üretim zorlaşmakta ve çok pahalı olmakta. Bu nedenle sağlıklı bir üretim için enerji, yerli kaynaklara dayannıp ucuz olmalı. Ayrıca doğaya zarar vermeyen enerji kaynaklarına yönelmek gerek. Zorunlu olmadıkça enerjide dışa bağımlılık, ülkenin geleceği ve üretimin sürdürebilmesi için büyük yanlış. Atalarımız: “Elden gelen öğün olmaz, o da zamanında gelmez.” sözüyle bize ne yapacağımızı göstermekte.

Yaklaşık yüz yıldır dünyadaki savaşların temelinde enerji var. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın nedeni, Osmanlı topraklarında bulunan petrol kaynaklarının paylaşımı. Savaş içinde müttefik olan Almanya ve Osmanlı devletinin birbirleriyle Azerbaycan’da savaşmalarının nedeni de bu. Orada savaşın bir yanında da İngiltere vardı.

Enerjisiz bir sanayileşme ve yaşam düşünemeyeceğimize göre ülke olarak yapacağımız iş, enerjiyi en ucuz bir biçimde kullanıma sunmak. Son yıllarda doğal enerji kaynaklarını kullanmakta ülkemiz önemli adımlar attı, ancak bu yeterli değil. Ülkemizin var olan enerji kaynaklarını kullanmak, dışa bağımlılığı azaltır ve giderek ortadan kaldırır.

Zonguldak’ta yerin altında çıkarılmayı bekleyen taşkömürü varken dışardan kömür almak, ülkemizin insanlarına da yeraltı varsıllıklarına da ihanet değil de nedir?

Kendi yeraltı kaynaklarımızı çıkardığımızda birçok işsize iş buluruz. Böylece yurttaşlarımıza ekmek kapısı olmakta bu yeraltı kaynakları. Madencilikte özelleştirme denendi ve fiyaskoyla sonuçlandı. Bu nedenle ülkemizde madencilik devlet kurumlarınca yapılmalı.

Yaşamımızın her alanına girmiş enerjiyi, özel sektörün ve yabancıların insafına bırakmak doğru değil. Bu nedenle enerji, devlet tekelinde olmalı. Kamunun yararı, devletçilikte.

Özel sektör, yaptığı işlerde en yüksek kârı elde etmeyi düşünür. Bu nedenle halkı düşünmez, onun düşüncesi en yüksek kazançtır.

Devlet ise yaptığı işlerde halkı düşünür. Onun için kazanç ikinci sırada. Önemli olan işletmenin ayakta duracağı kadar kazanç elde etmek. Bu nedenle enerji, devlet eliyle üretilip devlet eliyle pazarlanmalı.

Ülkemizin sanayileşmesi, bu konuda kendi kendine yeter duruma gelmesi ucuz ve yerli enerji ile olur. Bu alanda üretim fazlası dışarıya satılabilir. Tarımda da böyle olmalı.

Günümüz tarımı, enerjiye gereksinme duymakta. Yeterli üretimin yapılması için ucuz enerji gerekmekte. Bu, olmadığında üretim de yapılamıyor. Şu an akaryakıt ederleri on altı liraya dayandı. On altı liraya alınan mazotla sebze, meyve, tahıl, bakliyat üretilir mi? Üretilirse bu, pazarlanabilir mi? Diyelim ki tarım ürünleri üretildi bu pahalı mazotla. Üretilen mal, kentlere kamyonlarla taşınmakta. Bu kamyonlar da on altı liralık mazotu kullanıyor. Böylece maliyet katlanarak artmakta.

Tüketici, ederi otuz lira olan biber, patlıcan, kabak, salatalık ve benzeri ürünleri görünce şaşırıp afallamakta. Asıl şaşıracağımız şey, akaryakıtın pahalılığı. Enerjinin üretim için ne denli gerekli olduğunu bilmeyen kafalar, böyle yaparak ülke yönettiklerini sanmaktalar. Yurttaş yolunacak kaz değil, gıda güvenliği sağlanarak devlet ayakta kalır.

Üretmek istiyorsak ucuz enerjiyi, üreticiye sunmak zorundayız. Bu da ancak devletçilikle olur. Özelleştirme masallarıyla halk uyutulup soyuldu. Artık bu masalların sonu gelmeli.

Masal anlatmayı sürdüren siyasetçilerin ülkemizi yönetmeye hakları yok. Zaten halkımız bu masalcılara bundan sonra fırsat da vermeyecek. Dünya devletçiğe doğru evrilirken özelleştirmede diretmenin anlamı ne?

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       9 Şubat 2022