AİLE SAĞLIĞI MERKEZLERİ


        Yurttaşlarımızın sık sık uğradığı aile sağlığı merkezleri ne durumda? Buralar, depreme dayanıklı mı? Bu merkezler hem yurttaşların hem de sağlık çalışanlarının güvenli bir biçimde kullanacakları bir yaşam alanı mı? Aile Sağlığı Merkezlerinin bulunduğu yapıların depreme dayanıklılığı kontrol edildi mi?

        Yukarıdaki sorular uzayıp gider. Hatay’da Aile Sağlığı Merkezlerinden neredeyse ayakta kalan yok! Birkaçı dışında hepsi yıkıldı depremde. Deprem gece olduğu için bu merkezler açık değildi. Bu, büyük şans... Yoksa hem sağlık çalışanları hem de oraya giden yurttaşlarımızı yıkıntılar altında can verirken ya da kurtarılırken görecektik. Aile Sağlığı Merkezlerinin böylesine yıkılmasını öngöremeyen yöneticiler suçludur. Başta Sağlık Bakanlığı yetkilileri, belediye yöneticileri bunun hesabını vermeli.

        İstanbul’da birçok Aile Sağlığı Merkezi, derneklerin, vakıfların ya da özel kişilerin kiracısı durumunda. Çünkü özelleştirmeler sonunda devletimizin elinde adam gibi sağlık ocaklarını yapacağı yerler kalmamış. Yağmalanan kentte, devlet kurumları için bile bir karış yer bırakılmamış. Oysa Aile Sağlık Merkezleri yaşamsal önemde. Her gün yüzlerce insanın girip çıktığı, sayrıevlerine olası birikimi önleyen yerler buralar. Önleyici sağlık hizmetlerinin ilk basamağı. Kundaktaki bebekten bastonuna dayanarak yürüyen yaşululara dek herkesin uğrak noktası.

        Özelleştirmelerle devletimiz küçültülmüş, birçok alanda etkisizleştirilmiştir. Turgut Özal’ın 24 Ocak 1980 kararlarıyla ülkemiz gündemine soktuğu özelleştirmelerle kamu malları adeta yağmalandı. Bu tarihten başlayarak iktidara gelen partilerin hemen hepsi, ama az ama çok kamu mallarını özelleştirdi. Oysa özelleştirmeleri dayatan ABD ve uluslararası küresel sermayeyeydi. Emperyalist bir dayatma “demokrasi, özgürlük, kalkınma” adı altında halkımızın gözü boyanarak kabul ettirildi. “Demokrasi, özgürlük ve kalkınma” masallarıyla uyutulan halkımız gözünü açtığında ise devletine ait malların yağmalandığını gördü. Kalkınan yağmacılar, soyulan da halk oldu.

        İstanbul’da Aile Sağlığı merkezlerinin çoğu izbe, bodrum yerlerde. Bazıları apartman katlarında. Bunların hepsine kira ödenmekte. Oysa gönül ister ki sağlık ocaklarımız bahçe içinde, iki katlı, depreme dayanıklı, havadar yapılar olsun. Buralar hem çalışanlar hem de yurttaşlarımız için yaşam alanı görevi yapsın. Özellikle çocuklara, yaşululara sıcak bir yuva izlenim versin bu yapılar.

        Peki, sağlık ocaklarının kiralarını kim ödemekte? Evet, özelleştirmeler sonunda her türlü ekonomik yük yurttaşın sırtında. Kiraları, Sağlık Bakanlığı ödemekte. Nerden mi? Yurttaşın vergilerinden… Sen, mülkünü sat, sonrasında da köhne yerlere hovardaca kira öde. Böyle bir mantık olur mu?

        Özelleştirmelerle devletimizin kamucu nitelikleri yok edildi. Yurttaşın vazgeçilmez hizmet alanları olan sağlık ve eğitim paralı duruma getirildi. Yurttaş, sağlık ocakları ve sayrıevlerine gittiğinde katkı payları ödemekte reçeteyle birlikte eczanelere. Eğitim de ise koruma dernekleri ve aile birlikleri aracılığıyla veliler her yıl türlü adlar altında paralar ödemekte okullar.

        İstanbul’daki Aile Sağlığı merkezleri, ivedilikle sağlam yapılara kavuşturulmalı. Gerekirse kamulaştırmalar yapılmalı buralar için. Depremin hangi tarihte, hangi saatte olacağı belli olmaz. Deprem sonrası sağlık merkezlerine, sağlık çalışanlarına ne denli çok gereksinim duyduğumuzu Kahramanmaraş depreminde gördük. Buralar, yaraların sarılması için önemli karargâhlar… Karargâhlar yıkılırsa kurtuluş da olmaz.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       31 Mart 2023

“BUGÜN NASILDIM?”


        Başlıktaki sözü, birçok çocuktan işitiriz. En acıklısı da bunu, yetişkinlerden duymak...

        Bazı çocuklar derste öğretmenlerine: “Bugün nasıldım, iyi dinledim mi dersi?” ya da “Bu derste uslu oturup derse katıldım mı?” biçiminde sorular sorar.

        Kimi çocuklarsa anne ve babalarına benzer sorular sorar. Eş dost ve akrabalarla çay içmeye, yemek yemeye ya da gezilere gidildiğinde bu sorularla karşılaşılır. Hep onaylanma isteği görülür bazı çocuklarda.

        Peki, yukarıdaki soruları, çocuklar ne zaman ve hangi durumlarda sorar? Ya da bu tür sorular, hangi nedenlerle ortaya çıkar?

        Ailesinden, öğretmenlerinden sürekli baskı gören, azarlanan, insan içinde aşağılanan, her davranışı eleştirilen, bağımsız iş yapma yeteneği örselenen çocuklardan işitiriz bu soruları sık sık. Bu saydığımız nedenlerle özgüven yitimi söz konusudur bu çocuklarda. Özgüvensizlik ve yapacağı her işin takdir görmeyeceği düşüncesi, çocuğu bu yola sevk eder.

        Birçok aile ve öğretmen ya da çocuğun yakınında bulunan kişiler, çocuğu eğittiğini, doğruya yönelttiğini düşünerek onları sıkça eleştirip nasıl davranacaklarını söylerler onlara. Onların her işlerine burunlarını sokmaları, çocukları bocalatıp iş yapamaz duruma getirir. Kısacası kaş yapayım derken göz çıkarır bu büyükler.

        “Akıl vermek” deyimi, toplumumuzda sıkça kullanılır. Neredeyse herkes, çevresindekilere akıl verir. Oysa, çocuklar söylenenlerden çok, yapılanlardan ders alır. Onlar, büyüklerinin davranışlarına, günlük yaşamdaki uygulamalarına öykünür. Bu da çok doğal…

        Çocukların en çok önemsediği şey, büyüklerinin söyledikleriyle uygulamalarının uyumlu olması. Sözle iş uyumsuz, çelişkiliyse çocuk; büyüklerinin sözüne inanmaz, davranışlarını da benimsemez. Aslında çocuklar; yalanı, tutarsızlığı, içtensizliği çok kolay anlar. Çünkü onların tinsel evreni henüz kirlenmemiştir. Kirlenmediği için de arı duru bir bakış ve değerlendirmeleri söz konusu. Bu nedenle çocuklar yalanı iyi söyleyemez, karşısındakini kandırmayı beceremez. Zamanla çocuğa, bu olumsuz davranışları öğretip benimseten de büyükleridir.

        Özgüven yitimi olan çocuk, bağımsız iş yapamaz. Yaptığı her işte korku ve kaygı içindedir. Korku ve kaygıyla dolan o küçük bedenler; şaşkınlık, ikirciklilik, çelişiklik içindedir. Birçok konuda kararsızlık yaşar. Gün içinde ya da farklı zamanlarda düşünsel ve eylemsel gitgeller yaşar. Bu da onu çalışmaktan, düşünmekten, tasarlamaktan, kurgulamaktan, düşlemekten, girişimden, öne atılmaktan, bir işi yapmaktan alıkoyar.

        Özgüven yitimiyle kimi çocuklar, zamanla içe kapanıp çekingen olur. Çünkü ne dese ne yapsa suç. Nasıl davransa eleştiri konusu. Bu nedenle çocuk ne konuşur ne de bir şey yapar. Büyüklerin yanlış davranışlarıyla çocuğun capcanlı dünyası öldürülüp yok edilir. Onun bedeni de tini de ağır bir yüke dönüşür. Deyim yerindeyse külçeleşir.

        Bazı çocuklar ise özgüven yitimi ile dengesiz davranışlara yönelir. Yani yaramazlık yapar. Bunu nedenlerinden biri, ne yapacağını bilmemekten kaynaklanır. Diğeri de çevresindekilerin ilgisini çekmek içindir bu yaramazlık. Ne yazık ki bu durum, çoğu zaman büyüklerce sert bir biçimde cezalandırılır. Bu da sorunu derinleştirip alışkanlığa dönüştürür.

        Yıllardır yaptığım gözlemlerde, çocuklara en çok müdahale eden ve özgüvenlerine bu müdahalelerle darbe vuran velilerin çoğu, öğrenim görmüş kişilerden oluşmakta. Farkında olmadan çocuklarını kendi başarılı öğrenim yaşamıyla yarıştırmak istemekteler. Kendilerinin yapamadıklarını yapmalarını, kişisel eksikliklerini tamamlamalarını dilerler içten içe. Çoğu zaman kendilerinden daha üstün konumlara gelmelerini arzularlar. Oysa veliyle çocuğun yetiştikleri ortam, koşullar, zamanın gerekleri, okudukları okullar, onları eğiten öğretmenlerin nitelikleri, çevrelerindeki uyaranlar aynı değil. Bu da onların aynı aşamalardan geçip aynı başarılara imza atmalarını olanaksız kılar.

        Çocuklarımıza baskı yapmayalım. Onları yüreklendirici sözlerimiz çok önemli. Sürekli aşağılanan, azarlanan, gereksiz yere eleştirilen bir çocuğu; kendi elimizle mahvettiğimizi anlayıp bilelim. Çocuk, sırrına erilemeyen büyük bir dünya. Onları anlayıp yanlışlarını hoş görelim. En güzeli de onlara, yanlışlarından öğrenmelerinin yolunu gösterelim. Yaşamın iyi ve kötüyle inişli çıkışlı bir yol olduğunu onlara fark ettirelim.

        “Bugün nasıldım?” sorularının azaldığı hoşgörü dolu bir dünyada mutlu, başarılı, sağlıklı, düşlerinin peşinden koşan çocukları görmek ne güzel!

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       30 Mart 2023

       

KIRLANGIÇLAR DÖNDÜ, GÖRDÜNÜZ MÜ?


        27 Mart 2023 Pazartesi akşamüzeri… Beklenmedik bir bahar sıcağı var. Gökyüzü bulutsuz… Hafiften esen lodos, tenleri yalayıp ferahlatmakta. Lodos ılıklığındaki hava henüz kararmamış.

        Bostancı’daki evimin balkonundayım. İki anacaddenin kesiştiği noktada evimiz. İnsanlar iftar telaşında... Neredeyse herkesin eli kolu dolu… Karşımızda fırın var. Henüz pide kuyruğu oluşmamış. Ancak fırının kapısı arı kovanı gibi. Girenler, çıkanlar… Bazıları, kâğıt kılıfın içinde bulunan sıcak pideleri taşırken zorlanmakta. Ben de gideceğim pide almaya, ama zaman biraz daha geçsin istiyorum. Önce çay demlemeliyim. Çayın yanında peynirde olmalı. Hazırlıklar tamam olduktan sonra gideceğim fırına. Onu soğutmadan yemeli.

        Pide kokusunu burnumda duyumsamaktayım. Zaten fırından yayılmakta bu güzel ve isteklendirici koku. Pide alanların adımları hızlanmakta. Bazı karı-kocalar, pideyi taşımak için birbirlerinin ellerinden almaktalar onu. Sanırım sıcaklığını duyumsamak için bu taşıma yarışı.

        İnsanlar karınca gibi… İki caddenin kesiştiği kavşağın dört bir yanına doğru devinim var. Taşıt trafiği sıkışık… Taşıtlar adım adım ilerlemekte. Ah, bir de şu korna sesleri ve motor gürültüleri olmasa.

        Balkonda insanların akşam telaşına dalmışım. Kimileri iftar için ivedilik göstermekte. Akşama az var. Ezan okunmadan eve gitmeliler.

        Gökyüzünde de akşamın beslenme telaşı... Kargalarla martılar arada sırada birbirlerine saldırmaktalar. Martıların yuvalanma zamanı. Bazıları yumurtalarını bıraktılar bile çatılara. Kuluçkada olanlar var. Kargalar, en büyük rakipleri olan martıların yuvalarına saldırmaktalar. Bu da diğerlerine savunma hakkı vermekte. Martılar çığlık çığlık…

        Önce martı çığlıkları arasından bir ötüş dizisi çalındı kulağıma. Hiç de yabancı değil bu ötüş. “Acaba onlar mı geldi?” dedim içimden. “Yok, yok, çok erken…” derken başımı gökyüzüne kaldırdım. Martı kalabalığı arasında onların dans yapar gibi uçuşlarını gördüm. Yüreğim yerinden çıkacak gibi oldu. Sevincimden ne yapacağımı şaşırdım. Birden açık olan balkon kapısından Atacan’a seslendim. “Atacaaannn bak, kırlangıçlar döndü.” Kalktı geldi yanıma, birlikte izledik onları.

        Uzun bir yoldan sevdiğim bir yakını gelmiş gibiyim. Uçuşları bitmesin istiyorum. Artık fırını da akşamı da iftar telaşıyla evine koşuşturan insanları da unuttum. Onların gökyüzünde bir dans edasıyla devinimlerini izledim uzun süre. Mavilikler içinde hızlı hareketleri, boşlukta süzülmeleri, kanat çırpışlarındaki uyum insanı büyülemekte.

        Evimizin karşısındaki Atatürk Ortaokulu çok katlı değil. Önündeki yakıtlık da tek katlı. Caddelerin boşluklarını da kattığınızda gökyüzünde büyük bir boşluk, kuşlar için uçuş alanı oluşmakta. Bu boşluğun üzerinde çığlık çığlığa dönüp durmaktalar. Martı ve kargalardan daha hızlılar. Onların aralarından kurşun gibi geçmekteler. Şaşırtıcı zikzaklarla büyük kuşları şaşırtmaktalar.

        Kırlangıçlar, bu yıl erken döndü sanırım. Küresel ısınma onların iç saatini de bozmuş gibi. Afrika’dan kalkıp binlerce kilometre yolu kanat çırparak aynı yuvalanma, üreme alanına gelmek nasıl bir doğa becerisi ve yetisi?

        Kırlangıçlar, diğer göçmen kuşların tersine gündüz uçarlar gökyüzünde. Çünkü onlar uçarken beslenir. Göç yolundaki uçucu böcekleri, başta sinekleri yiyerek güç kazanırlar. Anlaşılacağı üzere iki işi birden yapmaktalar. Âşık olduğum kuşlardır kırlangıçlar. Her şeyleriyle olağanüstüler.

        Kuşlar, yavaş yavaş çekilmeye başladı gökyüzünden. Birkaçı gecikti. Onlar da ivedilikle çatı altlarında yitiverdiler. Gökyüzü martılara kaldı. Birden ezan okunmaya başlayınca dalgınlığım dağılıp gitti bir yayla dumanı gibi. Pide almayacak mıydım ben? Fırına baktım tek tük giren çıkan var. Ya, pide kalmadıysa... Çabucak ayakkabılarımı giyip koşturdum fırına. Pideler bitmemiş. Hemen bir yumurtalı sardırdım. Sıcaklığı gitmemiş. Caddeyi kırlangıçlar gibi geçtim. Merdivenleri, onlardan ödünç aldığım kanatlarla çıktım.

        Bu akşam pide de tulum peyniri de daha lezzetli. Atacan’la göçmen kuşlar üstüne söyleştik yemekte.

        Bir gün çocuk düşlerimle bir kırlangıç kanadında uçmak isterim Afrika’nın orta yerine. Afrika düzlüklerinde soluğum tükenene dek koşmak isterim sıcağa aldırmadan.

              Onlarca ülke, ova, dağ tepe, köy, kasaba, kent, çöl, akarsu, göl geçtiniz. Farklı topluluklardan, kuşlarda, rengarenk insanlardan; otçul, etçil, hepçil hayvanlardan, böceklerden, sürüngenlerden, ağaçlardan, otlardan, çalılardan, kaktüslerden, göklerden, yerlerden selam getirdiniz. Selamlar, başımız üstünde… Onlara biz de selam göndereceğiz sizinle sonbaharda.

        Ne iyi ettiniz de geldiniz. Bedenime dinginlik, tinime renk kattınız. Hoş gelip sefalar getirdiniz. Sizinle bahar da yaz da güzel olacak.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       29 Mart 2023

TÜRK KIYIMINI KUTLAYAN CUMHURBAŞKANI


        Yunanlılar, Osmanlıdan bağımsızlıklarını kazanmak için 17 Mart 1821 günü Mora’da ayaklandılar. 25 Mart’ta Osmanlı güçleriyle savaş başladı. 23 Eylül’de Tripoliçe’yi ele geçirdiler. Kenti işgal eden Yunan çeteler, burada yaşayan on beş bine yakın sivil Türk ve Yahudi’yle yine on bine yakın Osmanlı askerini katletti.

        Yunanlıların ayaklanmasına Avrupa’nın büyük devletleri İngiltere, Fransa ve Rusya tam destek verdi. Osmanlı Devleti, 1828-29’da Rusya ile yaptığı savaşta yenildi. Ardından imzalanan Edirne Anlaşması ile Yunanistan’ın bağımsızlığı tanındı. Böylece Yunanistan, bağımsız bir devlet oldu.

        Yunanlılar, hep büyük devletlerin desteğini alarak Osmanlı’dan sürekli toprak kazandı. Kazandığı topraklarda yaşayan Türklerin mallarına mülklerine el koyup acımasız kıyımlara giriştiler.

        Yunanlılarla Osmanlı Devleti arasında başlayan çatışmaların başlangıcı olan 25 Mart’ı bağımsızlık günü ilan ettiler. Bugüne dek Türkiye’yi yönetenler bu günü kutlamadılar. Yunanlılar da bizim ulusal günlerimizle ilgili bugüne dek bir kutlama iletisi yayımlamadılar.

        Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan, bu yılki Yunan Bağımsızlık gününü kutladı. 25 Mart’ta Yunan Başbakanı Kiryakos Miçotakis’e bir kutlama iletisi gönderdi. Ayrıca Atina Büyükelçiliğimiz de bir kutlama yayımladı. Bu kutlamalar karşısında Yunan yöneticiler bile şaşırdı. Cumhurbaşkanının bu iletisi, geleneksel Türk politikasına karşıt bir durum.

        Osmanlıya toz kondurmayan bir cumhurbaşkanının Müslüman Türklerin kıyıma uğratıldığı bir günü kutlaması anlaşılır gibi değil. Bu, Yunanistan’a ve dolayısıyla da ABD’ye şirin görünme, göz kırpma siyaseti.

        Sözlerim sakın yanlış anlaşılmasın. Türk-Yunan dostluğunu sonuna dek savunmaktayım. İki ülkenin sağlam temeller üzerinde kurulacak dostluğu, Ege ve Doğu Akdeniz’e barış getirir. Kalıcı bir barış da iki ülke ilişkilerine ABD’nin ve diğer emperyalistlerin burnunu sokmalarını engeller.

        Kalıcı dostluk; ulusal çıkarlardan ödün vererek, tarihsel gerçekleri sumen altı ederek, karşı tarafın saldırganlıklarını görmezden gelerek kurulamaz.

        Yunanistan’da onlarca ABD üssü, silahı varken dostluk kurmak çok zor. Çünkü o üslerin, silahların hedefi Türkiye. Yunanistan, ülkemizle dost olmak ve barış içinde yaşamak istiyorsa öncelikle topraklarında bulunan ABD askeri varlığına son vermeli. Bu, onların dostluk konusunda iyi niyetini gösterir o zaman. Zaten gündemde bir Türk-Yunan çatışması yok! Olası olan, Türk-ABD çatışması. Çünkü Amerika bunca üssü niye kursun oraya? Bunca silahı Yunanistan torağına neden yığsın?

        Erdoğan’ın 25 Mart kutlaması, açılım dönemindeki şaşkın siyasetine benzemekte. Saldırgana ödünler vererek sorunları ortadan kaldıracağını düşünmekte. Açılımın serin yelleri eserken PKK; Türk ordusuna karşı hendekler kazdı, silahlı yığınaklar yapıp kurtarılmış bölgeler kurdu. Bu da yüzlerce şehide mal oldu ülkemize. Ayrıca yıkılan kentler de cabası… Tarihten ders almayan yöneticiler yüzünden ulus ağır bedeller öder. Bu gerçek unutulmaya!

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       28 Mart 2023

 

ATATÜRK’E MEYDAN OKUYAN BÖLÜCÜYÜ ALKIŞLAMAK, NİYE?


        Kurtuluş Savaşı bitmiş, yanmış yıkılmış bir ülke kalmıştı elimizde. Açlık, yoksulluk, gerilik halkımızı sarıp sarmalamıştı. Topluiğne bile üretemeyen bir ülke, ayağa kalkmak zorundaydı. Onu ayağa kaldıracak olan da Kurtuluş Savaşı’na öncülük eden kadroydu. Öncüler, ulusla birleşerek yurdu kurtarmıştı. Ekonomik savaşı da ulusla birleşerek elbirliğiyle yapmak zorunluydu. Kılıçla yapılan savaşı utkuyla sonlandırmış olan halkımız, şimdi de sabanla yapılan savaşı kazanmalıydı.

        Türkiye’nin ekonomik geriliğini sonlandırmak ve ülkemizi gönençli bir duruma getirmek için kollar sıvandı. Bu amaçla 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında İzmir İktisat Kongresi toplandı. Kongre’ye; yurdun her köşesinden, türlü iş kollarından temsilciler katıldı. Herkes, görüş ve önerilerini dile getirdi.

        Kongre başkanlığına Manisa temsilcisi Kazım Karabekir Paşa seçildi. Fevzi Çakmak ve Asım Gündüz paşalarla Rus Büyükelçisi Aralof, Azerbaycan Büyükelçisi Abilof kongreye katılanlar arasındaydı. Emperyalizme karşı silahlı savaşı kazanan Türkiye, bu kongrede emperyalizme bağımlı olmayan ve kendi gücüyle oluşturduğu bir ekonomik örneği yaşama geçirmek için halkın temsilcilerinin görüşüne başvurmaktaydı. Bu kongre, tam bağımsızlığın sağlam temellere oturtulması için toplanmıştı.

        İzmir Büyükşehir Belediyesi, 15-21 Şubat 2023 günleri arasında “İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi”ni topladı. Kongre’nin genel havasına bakıldığında 1923’teki İktisat Kongresi ile uzaktan yakından ilgisi yok! Sanki onu tekzip edip ortadan kaldırmak için düzenlenmiş.

        Kongre’de farklı kesimlerden yerli ve yabancı kişilere söz verildi. Bu konuşmacıların bazıları, kamuoyunun ilgisini çekti. Ayrıca bu kişilerin söylemleri, bu toplantının ilk İktisat Kongresi’ne ne denli uzak ve karşıt olduğunu herkese gösterdi.

        “İzmir İktisat Kongresi’ne önce bir değinmek lazım. İzmir İktisat Kongresi, ‘Yurtta sulh, cihanda sulh!’ sözünün ilk ya da ikinci sarf edilen yer. Tarihçi değilim, farklı yorumlar var. Misak-ı Milli’den daha azına razı olunmuş ve bütün batıya biz, sizin Ortadoğu’daki hesaplarınızla ilgili değiliz, denmiş. Atatürk, ‘Yurtta sulh, cihanda sulh!’ diyerek bir barış mesajı vermemiş aslında. Bu, benim fikrim. Yani sizin oradaki hesabınızla biz ilgili değiliz. Osmanlıdan elimizde kalan bu bakiye ile kendi yağımızda kavrulacağız, demiş ve bunun karşılığında yüz yıllık bir avansa almıştır. Biz de ülkeyi, bu yüzyıl o lafla buraya getirmişiz. 20 Mart 2023)” Bu sözleri, PKK’nın siyasal uzantısı HDP’nin eski vekili Sırrı Süreyya Önder söylemekte Kongre’nin altıncı gününde.

        Baştan aşağıya Atatürk’e, Cumhuriyet’e 1923’teki İktisat Kongresine açıktan sövgü var Sırrı Süreyya’nın konuşmasında. Yıllardır söylenmekte olan İngiliz yalanlarının yinelenmesi bu sözler. Cumhuriyet’e, Atatürk’e karşı olup emperyalizmin güdümünde olan liberaller, bölücüler ve yobazların sürekli dillendirdikleri bu yalanları işitmekteyiz yıllardır. Ne yazık ki dinleyiciler bu PKK sözcüsünün, ABD muhibbinin sözlerini alkışladılar. Alkışlayanların çoğunun kendilerini, Atatürkçü olarak görmeleri ise ayrı ve acıklı bir çelişki.

        Atatürk avans almış, öyle mi? Kimlerden? Batılı emperyalistlerden PKK sözcüsüne göre... Çünkü kendisi ve ait olduğu siyasal örgüt, emperyalistlerden avans da para da akıl da görev de silah da almakta. Bu zavallı, herkesi kendisi gibi sanmakta, ne diyelim? Bu zavallının gördüğü, bildiği, yaşadığı bu! Emperyalizme karşı dünyanın ilk Kurtuluş Savaşı’nın onurunu yaşmaktansa emperyalizmin piyonluğuna soyunursan doğup büyüdüğün topraklara düşmanlaşırsın. Vatan uğruna şehit olanlara, emek verenlere, içinde bulunduğun ulusa zerre de saygın da bağlılığın da olmaz.

        Yobazların sık sık dile getirdikleri Lozan’ın yüz yıllık bir anlaşma olduğu yalanına sarılmakta Sırrı Süreyya. Bu yalanı da salondakiler alkışlıyorlar nedense.

        PKK sözcüsünün tarihten haberi yok! Atatürk’ün Afganistan, İran, Irak ve Türkiye’nin katılımıyla kuruluşuna öncülük ettiği Sadabat Paktı’nın Batı Asya (“Ortadoğu” sözü, İngilizlerin söylediği bir söz olduğundan emperyalistlerin tanımlamalarını yazılarımda kullanmıyorum.) için ne denli önemli olduğunu da bilmemekte. İngiliz emperyalizmine karşı kurulan bu paktın öngörülü bir birlik olduğunu anlamamak, ancak emperyalist projelerde görev alanların işi. Atatürk döneminde ayrıca Almanya ve İtalya’nın faşist yönetimlerinin yayılmasına karşı da Romanya, Türkiye, Yugoslavya ve Yunanistan’ın oluşturdukları Balkan Paktı kurulmuştu. Bundan da haberi yok emperyalist kapılarda beslenen zavallının.

        “Ermeniler, o tarihe kadar, kıyıma, yıkıma, büyük acılara, tehcire uğrayana kadar sadık millet olarak anılıyor. (Aynı konuşmadan)” demekte Sırrı Süreyya. Bu sözlerle de emperyalist yalanlara sarılmakta. Üstelik AİHM’den “Ermeni soykırımı, emperyalist bir yalandır” kararı çıkmasına karşın yalanı sürdürmekteki amaç, art niyetli değil de nedir? Bu sözlerle Türk ulusuna, devletine iftira atılarak düşmanlık yapılmakta.

        Tarihsel gerçekler ortadayken İngilizlerin yalanlarına sarılmak niye? Bu yalanları söyleyenleri, kürsüye çıkararak Atatürk’ü, Cumhuriyet’i kötülemelerine yol açıp fırsat veren İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’e ne demeli? Ya bu konuşmayı, aymazca ve düşüncesizce alkışlayanlara…

            İşin en ilginç yanı şu: Teröristimsi Sırrı, salonu dolduran çoğu CHP’li olan kişilerin gözünün içine baka baka, açıkça Türk devletinin ve cumhuriyetçinin sonunun geldiğini, yüzüncü yılında yıkılacağını söylemekte. Salondakiler de Atatürk’ün dediği gibi: “Gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde” dinlemekteler emperyalizmin yıkıcı işbirlikçisini.

        Soyer’in Kongre’de konuşturduğu ilginç bir kişi daha vardı: Fukuyama… ABD emperyalizminin sözcüsü… Yazık, hem de çok yazık…1923’te emperyalizmden bağımsız bir ekonomi kurmak için toplanan İzmir İktisat Kongresi, emperyalistlerin ve bölücülerin Atatürk’ü kötüledikleri karşı devrimci bir ihanet kongresine dönüştürüldü yüzüncü yılında. Bu ayıp da sana yeter Tunç Soyer, tabi utanmasını bilirsen.

        Sırtını ABD’ye dayarsan Türk ulusuna düşmanlık yaparsın. ABD’nin demokrasi yalanlarına kanarsan bölücüleri kürsüye çıkarıp Atatürk’ü de Cumhuriyet’i de kötületirsin. Atatürk’ü bilmeyen sözde Atatürkçüler de bu rezaleti ses çıkarmadan alkışlar. Vah memleketim vah, nerelerden nereye geldin?

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               27 Ma

ABD YURTTAŞLIĞINA LOKMA DÖKTÜRMEK NİYE?


        Zaman zaman uğradığım okulların birinde çalışan bir kadın öğretmenin oğlu bir süredir ABD’de yaşamaktaydı. ABD yurttaşı olmak için başvurmuştu. Sonunda bu isteği kabul edildi. Hanımefendi, bu duruma çok sevinmiş olmalı ki lokma döktürüp okuldaki arkadaşlarıyla sevincini paylaşmış.

        Lokma, dinsel ve kültürel nedenlerle bir sevinci yaşamak, hayır yapmak için dökülür ya da döktürülür. Cenaze, kutlama, sünnet düğünü, kandil gibi kişiler ve toplumlar için önemli durumlarda hayır yapmak ya da sevinci diğer kişilerle paylaşmak içindir lokma. Ayrıca ölüler için onları anmak ve hayır için lokma döktürülür. Bu, sevap işlemek için. Ağız tatlandırılarak gönüller hoş tutulur lokmayla. Bu, ülkemizin tarihsel derinliklerden beri yaşayan bir geleneği…

        Adı İzmir’le anılsa da ülkemizin her yanında türlü biçimlerde yapılır ve komşularla paylaşılır. Lokma, yurttaşlarımız arasında dayanışmayı, paylaşmayı simgeleyen bir tatlı. Lokma döküp dağıtmak bireyselliğin değil, toplumsal davranıp düşünmenin bir gereği. Ucuz olduğu, kolay ve çabuk yapıldığı için hem yoksulların hem de varsılların tatlısı. Bir kişinin, sınıfın değil; tüm toplumun ağzındaki lezzet.

        Öğretmen Hanım’ın oğlu bencilliğin, varsıllığın kutsandığı; toplumsal davranmanın, yoksulluğun küçümsendiği bir ülkenin, ABD’nin yurttaşı olmuş. O ABD ki milyonlarca insanın kanını kendi çıkarı için döken bir ülke. Dünyayı kan denizine döndürmekten mutlular. Hem dünyayı hem de kendi halkını acımasızca sömüren emperyalizmin merkezi. Gün geçmiyor ki sokakalarında bir yurttaşı polisçe öldürülmesin. Her kış, kentlerinin köşebaşlarında onlarca evsizin soğuktan donarak öldüğü bir kan emici ülke. Yetmiş beş yıldır ülkemizin başına gelen birçok felketin sorumlusu. İşte, Türk Milli Eğitiminde çocuklarımızı eğitsin diye öğretmen yaptığımız kişi, oğlu ABD yurttaşlığına kabul edildi diye lokma döküyor.

        Yurt dışında eğitim görürken ülkemizin işgal edildiğini işiten birçok Türk öğrenci ivedilikle yurda dönerek Kuvayı Milliye örgültlerine katıldılar. Silahlanarak işgalcilere karşı savaştılar. Bunlardan en ünlüsü de Mahmut Esat Bozkurt…

        Ülkemizin unutulmaz Milli Eğitim Bakanlarından Mustafa Necati, İzmir’de işi gücü yerindeyken işgal karşısında susmamış, silahlanarak dağlara çıkmıştı işgaşl güçleriyle savaşmak için. İşte, Türk Milli Eğitiminin temellerini atan bu fedailer. Öğretmenin görevi, kendi ülkesine yararlı insan yetiştirmek. Kendi çocuklarını da Milli Eğitimimizin temel ilkeleri doğrultusunda yetiştirmek onun görevi. Hiçbir öğretmen, çocuğunu ve öğrencilerini ABD ya da başka bir ülkenin yurttaşı olsun diye yetiştirmez.

        ABD yurttaşı olan kişi, şu yemini yapıyor: “Burada, önünüzde, şimdiye dek tabiiyetinde bulunduğum her türlü devlet tabiiyeti, egemenliğini reddettiğime; bundan böyle ABD Anayasasını ve yasalarını iç ve dış düşmanlara karşı savunacağıma; ABD’ye bağlılık ve sadakat göstereceğime; yasanın gerektirdiği durumlarda ABD ordusuna hizmet vereceğime; yasanın gerektirdiği durumda sivil yönetim altında ulusal önemi olan işlerde çalışacağıma ve bu yükümlülükleri özgür bir biçimde, akıl sağlığım yerinde ve samimi olarak üstleneceğime yemin ederim. Tanrı yardımcım olsun.” Bu yeminden de anlaşıldığı gibi ABD yurttaşı olan bir Türk, yeni ülkesi Türkiye’ye savaş açtığında doğup büyüdüğü topraklara işgalci ordu adına savaşmaya gelecek. Ülkemizde yaşayan annesi, babası, akrabaları, arkadaşlarına karşı savaşacak. Gerektiğinde de onları gözünü kırpmadan, elleri titremeden öldürecek. Bu gencin annesi de oğlu bu yemini ettiği için lokma döküp dağıtmakta ABD yurttaşlığını kutlamak için. Hem d eyurtseverliğin öğretilmesi gerekne bir eğitim yuvasında öğretmenlik yapacak bu kişi., öyle mi?

        Üzülerek söyleyeyim ki bu lokmacılar, Atatürkçü geçinmekte. Ne yazık ki Atatürk’ü hiç mi hiç tanımıyorlar. İhanetin, vatana ve ulusa yabancılaşmanın adı Atatürk olur mu? Hem de böyle bir yabancılaşma, bir Türk geleneğiyle kutlanır mı?

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       24 Mart 2023

EMPERYALİZME KARŞI ÇIKMAYANDAN MİLLİYETÇİ YA DA DEVRİMCİ OLUR MU?


        20 Mart Pazartesi günü dostlarla söyleşmek için onların işyerine gittim. Burası bir eğitim kurumu… Dostlarım da öğretmen… Farklı görüşlerden çoğu… Bazıları milliyetçi-ülkücü gelenekten… Geçmişte tarikat ve cemaatlere bulaşanlar da var. Bir arkadaşım da devrimci…

        Daha önce konuştuğumuz bir konu nedeniyle çantamda bazı kaynak kitaplar vardı. Kaynakçalara dayalı tartışmaya, konuşmaya çoğu zaman gereksinim duymaktayım. Nesnel olmayan söylemler üzerinden konuşmak, çoğu zaman ikna edici olmuyor. Bunlar boş konuşmalar…

        Masanın üstünde, konuk olduğum yerdeki arkadaşlarıma yılbaşında armağan ettiğim Doğu Perinçek’in Türkçe Kökler ve Og’dan Ogur’a Devletin Oluşması Sürecinin Türkçedeki İzleri kitapları durmakta. Ayrıntılı ve düşünülerek okundukları belli. Kitap sayfalarının boşluklarına notlar alınmış. Bazı yerlerde soru imleri var.

        Çaylarımız geldikten sonra söyleşimiz başladı. Önce kitaplarla ilgili sorular soruldu bana. Soruların yanıtlarını ayrıntılı bir biçimde konuştuk. Türkçenin gücü, canlılığı, yaşamla bütünlüğüne karşı hayranlığımızı gizleyemedik. Kitaplardan çok şey öğrendiklerini söyledi arkadaşlarım. Bir kuyumcu titizliğiyle hazırlandıklarını belirttiler. Kitapların yazarı Doğu Perinçek’e bu nedenle minnet ve hayranlık duyduklarını söylediler. Övgülerde bulundular yazarımıza.

        Sonra konuşmamız günlük siyasete geldi. Önümüz seçim... Perinçek de aday cumhurbaşkanlığına. Yüz bin imza gerekmekte adaylığı için. Bu denli övgü ve hayranlık sözlerinden sonra kitaplardan çok etkilenen milliyetçi arkadaşımdan Doğu Bey için imza istemem normal değil mi?

        Arkadaşım: “Türk milliyetçisi olduğum için … aday için imza vereceğim.” dedi.

        Ben: “İmza vereceğin kişi ve arkadaşlarının bugüne dek Türkçeye, Türk kültürüne, sizin bilincinizin gelişmesine az önce konuştuğumuz kitaplar kadar hizmetleri var mı? Böyle olağanüstü yapıtlarla Türklüğe bir hizmetleri oldu mu bugüne dek?” diye sordum.

        Arkadaşım düşünüp taşındı. Yüzü değişti. Kararsız bir ses tonuyla “Yok!” dedi.

        “Hazreti Ali: ‘Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.’ demişti. Siz bu kitaplardan binlerce harf öğrendiniz. Köle olmanızı istemiyorum, yalnızca bir imza istiyorum bu harfleri öğreten için.” dedim.

        Sözlerim karşısında arkadaşım şaşkın. Diğer dostlarım afallamış durumda. Arkadaşım, ayak diremekte Türkçü(!) adayıyla ilgili. Çünkü onun siyaset yapması futbol takımı yandaşları gibi. Olağanüstü bir tutuculuk içinde.

        Arkadaşım, bana göre epeyce genç bir eğitimci. Zamanında farklı siyasal kümeler içinde bulunmuş. Her seferinde “Kandırıldım.” diyerek hayıflanıp biraz da kendini suçlayarak terk etmiş bulunduğu yeri. Aslında değiştirdiği siyasal çizgiler, hep birbirinin benzeri. Çünkü özünde hep aynı doğrultuda görüşler bu siyasal çizgiler. Hepsi de ABD yörüngesinde dönmekte.

        Epey bir süre sessizlik oldu. “Ülkemizde Kahrolsun ABD emperyalizmi, yaşasın tam bağımsız Türkiye!’ diyemeyenler, milliyetçi de devrimci de olamazlar.” diyerek sessizliği bozdum. “Yaşamı boyunca emperyalizme karşı bir çift söz edemeyenlerin asla milliyetçi olamayacaklarını…” ekledim sözlerime.

        O: “Benim imza vereceğim kişi, ABD’ye hiç mi karşı çıkmadı?” diye sordu.

        Ben: “Bir karşı çıkışını bulursan geçmişinde bana söyle! Ben de onun gıyabında ondan ve senden özür dilerim.” dedim.

        Bekliyorum. Bekleyeceğim de… Arkadaşımın üç beş ay sonra “Bu kişiye imza verdim, ama yine yanıldım.” dememesini istiyorum.. Yaşam kısa, bu da yanılgılarla geçmesin.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       22 Mart 2023

 

 

 

       

BİLGE CUMHURBAŞKANI ADAYI İÇİN İMZA DESTEĞİ


        Seksen yılı aşan bir yaşamın neredeyse her anı bir mücadele destanı. Dünyanın varlığını, varsıllığını elinin tersiyle itip zorlukları aşmak için ateşlerden, işkencelerden geçmeyi onurlu bir yaşam biçimi olarak gören bir insanoğlu insan. Kendini, halkına, yoksullara, yoksunlara, ezilenlere, her şeyden önce de ülkesinin bağımsızlığına, özgürlüğüne, bütünlüğüne adayan bir adam.

        Çürümüş kapitalist sistem içinde çok kolayca köşe başlarını tutup kişisel kurtuluşunu sağlayacağı yerde, bunlara tamah etmeden ve bu maddi varlıkları elinin tersiyle iterek halkının yanında yer alan bir siyasetçi. Maddi varlıklarını; hak bildiği yoldaki yürüyüşüne, davasına, ülküsüne halk ve ülkesi için adayan bir bilge kişi. Dünya nimetlerinin peşinde koşmayan, üç kuruş için üç bin takla atmayan bir çilekeş.

        Düşüncesi, emeği, öngörüsü, yürekliliği, usçuluğu, ulusçuluğu, kararlılığı, davasına inancı, dostluğuyla halkına doğru yolu göstermek için çalışıp didinen bir âdem. İnandığı ülkü için kararlılıkla yürüyen, Yaşar Kemal’in deyimiyle Kırmızı Sakallı Topal Karınca...

        Belki de Türkiye’de, hatta dünyada hakkında en çok dedikodu, yalan, iftira, kara çalma üretilen bir siyasetçi. Elindeki fenerle gerçeğin üzerine ışık tutmaktan kolu, bedeni, beyni yorulmayan, içindeki enerji her mücadelede çoğalan bir fani. Yaşamının neredeyse dörtte birini tutukevlerinde geçirmiş, buna karşın ağlayıp sızlamayan, bu nedenle kendini acındırmayan bir alçakgönüllü halk kahramanı. Bu anlattıklarımın bu kişiyi, tanıtmakta ne denli az olduğunu farkındayım. Onu kısaca üryan gelmiş, üryan giden biri, olarak anlatsak yeridir. Halkımız, bu kişilere verdiği sıfatsa adam gibi adamdır.

        Kim mi bu kişi? Doğu Perinçek…

        Yüz yıldır Türkiye’yi “Ermenilere soykırım yaptı.” diyerek suçlayan emperyalistler ve işbirlikçilerine, AİHM’in karşısına çıkarak “Bu, emperyalist bir yalandır.” diye haykıran bir cesur yürek. Bu gerçeği, yalnızca haykırmakla kalmadı, bunu bir yargı kararına dönüştürüp birçok Avrupa ülkesinin yasalarını, üniversitelerinde okutulan ders konularını değiştirten bir fedai. Bu mahkemeler sırasında söylediği: “Hiç kimse Türk Milletini katliamcı ilan edemez.” tümcesi hala kulaklarımda çınlamakta.

        BOP denen ABD emperyalizminin “Böl, parçala, yönet!” projesini, ilk kez Türk milletine duyurup anlatandır Doğu Perinçek. Batı Asya ve Kuzey Afrika’da bulunan ulus devletlerin ABD’ce parçalanacağını bıkıp usanmadan halkımıza ve tüm dünyaya ısrarla söyleyendir o.

        Ülkemizin güneyinde İkinci İsrail’in kurulmakta olduğunu dünyaya anlatıp bu ihanet devletinin oluşmaması için gece gündüz çırpınandır Perinçek. Eğer bugün BOP da İkinci İsrail’in kurulması da düşü suya düşmüşse bu işte en büyük pay sahibidir o.

        Zamanın başkanının muzaffer Romalı komutanlar gibi televizyon akranlarına çıkıp “Rus uçağının düşürülmesi emrini ben verdim.” demesi karşısında “Rus uçağı; Türk turizmcisinin, üreticisinin başına düştü.” diye haykıran bir gerçekçiliğin, öngörünün sahibi Doğu Bey. Rus uçağı düşürüldükten sonra bitme noktasına gelen Antalya’daki turizm, sebze ve meyve dışsatımı karşısında Antalyalıların çağrısı üzerine imdada koşandı o. Antalya’daki toplantı sonrası, Vatan Partisi temsilcilerini Moskova’ya gönderip iki ülke arasındaki ilişkileri onaran kişinin adıdır Doğu Perinçek.

        ABD kışkırtmasıyla bozulan Türkiye-İran ilişkilerinin düzeltilmesi için çalışan bir fanidir Perinçek. Ayrıca yine ABD kışkırtmasıyla bozulan Suriye ve Mısır ilişkilerinin yeniden kurulmasının mimarı, köprüsüdür o.

        Türk dünyasıyla ilişkilerin canlandırılmasının öncüsü bir ulus kahramanı.

        İktidarıyla muhalefetiyle her türlü siyasal rengin renksizleşip emperyalizmin isteklerine teslim olduğu ve destekledikleri Annan Planı karşısında dimdik duran bir öngörü bilgesi. Kıbrıs davasının öncüsü Denktaş’ın can arkadaşı, yoldaşı.

        Yaşamı boyunca PKK ve FETÖ ile amansız bir savaşın ön safında bir kahraman. 15 Temmuz Amerikancı darbe kışkırtması karşısında televizyonlara çıkarak ilk karşı çıkan ve “Türk milleti ve Türk ordusu bu Amerikancı kışkırtmayı ezecektir.” diye haykıran biri.

        Doların ülkemizi tutsaklaştırıp ekonomimizi perişan etiği, ülke varlıklarının tek tek elden çıkarıldığı bir dönemde “Doların saltanatına son vereceğiz.” diyerek ülkemizin dört bir yanını “Dolara Hayır!” afişleriyle donattıran adam.

        Bir ABD kışkırtmasıyla sağ-sol çatışması adı altında birbirine kırdırılan Türk gençliğini bu kör kuyudan çıkarmak için “Şebekesi olan herkes okullarına serbestçe okumalıdır.” diyerek emperyalist oyunu bozmak için çırpınan Aydınlıkçıların lideridir Doğu Perinçek.

        Söke, Pazarcık, Diyarbakır Cumhuriyet, Bursa Hürriyet köylülerinin daha nice yurt köşelerinde yoksul halkın verdiği toprak ve hak mücadelesinin öncüsü bir kişi Doğu Bey. O, hakkın ve haklının yanında yer almayı insanlık görevi olarak benimseyip üstlenen biri. Almadan, sürekli vermeyi ülkü edinen koca yürekli birinden söz ediyorum. Anlattıklarımın deryada bir damla olduğunun farkındayım. Ancak sayfalarımız sınırlı, okurlarımızın işleri yoğun. Bir millet fedaisinin yaşamı böyle kısa bir yazıya sığar mı, onun yaşamı ve mücadeleleri ülkemize sığmazken?

        İşçi mücadelelerinin yanında olmaktan onur duyan bir devrimci. İşçilerin örgütlenme ve hak mücadelelerinde hep onu gördük fabrika önlerinde.

        Ülkemizin üç yanı ABD üsleriyle çevrildiğinde bu kuşatmayı; bıkıp usanmadan halkımıza, hükümetimize, iktidar ve muhalefet partilerine anlatan kişidir Doğu Perinçek. 

            Ergenekon’dan çıkıp Silivri duvarlarını yıkan öncü.

        Siyasetten ikbal bekleyip kişisel çıkar umanların anlayamayacağı bir adamdır Perinçek.

        İki satır tümceyi yazılı kâğıttan okuyamayan siyasetçilere karşın yaşamına altmışa yakın kitap, binlerce köşe yazısı ve makale yazmayı sığdıran bir cumhurbaşkanı adayı. Mücadeleleri, yurtseverliği, Atatürk’e bağlılığı, bilge kişiliği, kişisel çıkarlarını değil de toplumun çıkarlarını düşünüşüyle, üretim ekonomisini savunma kararlılığıyla emperyalist ülkelerin desteğiyle iktidar arayan birçoklarına karşın halkının desteğiyle Türkiye’yi yönetmek isteyen biri. O, halkı için hep verdi karşılıksız. Zindanlarda, tutukevlerinde yattı. Atadan kalan maddi varlıklarından vazgeçti. Böyle birine Türk halkı bir imzayı mı çok görecek? İşte, bir kahramanı, cumhurbaşkanı adayı yapma fırsatı ve zamanı! Atalım imzaları ki ulusumuz öksüz ve yetim kalmasın!

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               22 Mart 2023

       

 

 

AH URFA’M, VAH URFA’M


        Peygamberler şehri Urfa… Türküler diyarı Urfa… Uygarlıklar beşiği Urfa… Tahılın, tarımın toprağı Urfa… Fransız emperyalistlerine dünyayı dar eden ve “Şanlı” unvanını canıyla, kanıyla hak eden Urfa… Hoşgörünün, uzlaşmanın kenti Urfa... Öngörünün kaynağı Urfa…

        Yukarıda Şanlıurfa’nın birtakım tarihsel özelliklerini sıraladım. Bunlar çok az… Şanlıurfa’yı anlatmak birkaç satırla olmaz. Tarihin derinliklerine kök salmış bir kentimizi tanıyıp öğrenmek gerek.

        “Öngörünün kaynağı Urfa…” dedim yukarıda. Nedir bu öngörü?

        Atatürk, Anafartalar kahramanı olarak tüm yurtta adını duyurur. Ülkemizin dört bir yanında onunla ilgili olumlu sözler söylenmeye başlar. Yavaş yavaş destanlaşır Mustafa Kemal Paşa.

        Atatürk, Çanakkale Utkusundan sonra 16. Kolordu komutanı olarak Kafkas Cephesine, yani doğu bölgemize atanır. 8 Ağustos 1916’da Muş ve Bitlis’i düşman işgalinden kurtarır. Bu, doğu cephesinde Ruslara karşı alının ilk kesin yengidir. Bu utkuyla Rusların cephedeki dengesi bozulur, lojistik hatları kesilir. 25 Ağustos 1916’da Ruslar, Muş’u yeniden işgal eder.

        Mustafa Kemal Paşa, daha sonra Diyarbakır’daki 2. Ordu komutanlığına getirilir. 14 Mayıs 1917’de Muş’u bir daha kurtarır Rus işgalinden ordu komutanı olarak. Paşa’nın doğu cephesinde yöre halkının da katılımıyla gösterdiği bu başarı, onu halkın gönlüne yerleştirir. Hem Anafartalar hem de doğudaki utkular, onu bir kahraman yapar halkın gözünde.

        Atatürk, Diyarbakır’da 2. Ordu komutanıyken Urfa mutasarrıflığına getirilen Nusret Bey, bu büyük kahraman adına bir anıt dikmeye karar verir yönettiği kentte.  1917’de kentin kuzeyinde Karakoyunlu Deresine koşut bir cadde yapıldı ve adı Mustafa Kemal Paşa Caddesi oldu. Ardından bu caddenin ortasına denk gelen bir yere, Urfalı taş ustalarınca Mustafa Kemal Paşa Anıt Çeşmesi yapıldı. Böylece Atatürk adına ilk anıtın yapıldığı ve adının ilk kez bir caddeye verildiği yer Şanlıurfa ilimiz. İşte, öngörü bu... Bir vatan kurtarıcısını, ilk kez öngörüp ona sarılan bir kent, Şanlıurfa’mız.

        Mustafa Kemal Paşa Anıt Çeşmesi, daha sonra bugünlerde adını çok işittiğimiz Abide Kavşağına taşındı. Bir de oraya Gaziantep, Diyarbakır ve Mardin’e giden yolları gösterir yön levhaları kondu. Daha sonra yeniden kavşak düzenlemesi yapıldı. Çeşme kaldırıldı, yön levhaları da. Düzenlemeler bittikten sonra çeşme yerine kondu, ama eski görkemi yok! Üstelik Urfalıların birçoğu çeşmenin anlamını, tarihini bilmemekte.

        Şanlıurfa’yı önce deprem vurdu 6 Şubat’ta. Ardından de sel… Depremde can yitikleri oldu. Ne yazık ki bilim adamlarına kulak asmayan ve para kazanmaya odaklı bir yönetim anlayışı, depreme dayanaksız yapıları ortaya çıkardı. Bu da doğaya ve bilime aykırı yapıların çökmesine neden oldu. Yapsatçı cebini doldurdu, halk toprağa düştü.

        Şanlıurfa tam da depremin acılarını yüreğine gömüp yaralarını sarmaya başladığında büyük bir sel felaketiyle karşılaştı. Birçok yurttaşımız yaşamını yitirdi sel sularına kapılarak. Kent, büyük bir su deryasına döndü. Kentin merkezinde bulunan Abide Kavşağı, felaketin de merkezi oldu. Çünkü bu bölgeden binlerce yıldır akmakta olan Cavsak Deresinin doğal yatağıyla oynandı. Çevresi betonla dolduruldu. Ne suyun akacağı yatak ne de suyu çekecek toprak kaldı. Tarihi yapıtları ve doğayı umursamayan bir kent yöneticiliği, selin karşısında çaresiz kaldı. Abide kavşağında yapılan alt geçit, bir nehre dönüştü.

        Karakoyunlu ve Karaköprü derelerini yok edip üstüne yapılar yapan belediyecilik anlayışıdır sulara gömülen aslında. Doğanın sesine, kurallarına kulak asmayanlar; kentlerini yurttaşa mezar yapmaktalar. Şimdi ne mi olacak? Herkes suçu birbirinin üstüne atacak. Kimse sorumluluğu üstlenmeyecek. Suçlu kim mi olacak? Çok yağan yağmur…

        Yüz kez söyledik, yine söylüyoruz… Dereleri yok etmeyin ey yöneticiler! Dereleri daracık yataklara tutsak etmeyin! Kentlerin tarihsel dokularına dokunmayın! Büyüyüp genişleyen kentleri bilimin öncülüğünde yapın! Yapın ki yurttaşımız yıkıntılarda can vermesin, sel sularında boğulmasın.

        Her ilimizde üniversiteler var. Bu eğitim kurumlarından yararlanın ey yöneticiler! Yerel yönetimlere onları danışman yapın! Onlara her konuda danışın! Atalarımız: “Danışan dağlar aşmış, danışmayanın yolu şaşmış.” sözünü boşuna mı söylemiş.

        Bazı yöneticilerimiz, bilene danışmayı bilgisizlik olarak algılamakta. Bu, çok yanlış ve büyük bir özgüvensizlik… Bilsek de bilmesek de danışmak zorundayız doğruyu bulmak ve yapmak için. Hangi düzeyde olursa olsun her yönetici “Bin bilsen de bir bilene danış.” atasözünü bir kez olsun usundan çıkarmamalı.

        Bölge tarihine bakıldığında geçmişte yoğun yağışların neden olduğu seller yaşanmış. Bunu unutan yöneticiler, doğaya meydan okuma peşinde.

        Birçok istilaya direnen, Fransızlara karşı destansı bir savaşın kahraman, şanlı kenti Urfa... Düşmanın altında kalmayan Urfalılar, selin ve depremin altında can veriyor. Bunu, hak ediyor mu Şanlıurfa ve Türkiye? Söyleyin Urfalı selin ve depremin yıkıntıları altında kalmayı, böylesine derin acıları yaşamayı hak ediyor mu? Ah Urfa’m, vah Urfa’m sen bunları hak ettin mi, sana bu çektirilenler nedendir?

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               17 Mart 2023

       

       

 

KEMALİST KİMDİR?


        Kurtuluş Savaşı’mız, ezilen bir halkın emperyalizme karşı verdiği ilk savaş… Dünyanın ezilenleri, emperyalizmin ezilen bir halk tarafından yenileceğini ilk kez bu savaşla anlayıp öğrendiler. Dünyanın tüm ezilenleri bu savaşın utkusuyla özgüven kazandı. Sömürgeciliğin zincirlerini kırmak isteyen birçok ezilen halk önderi, Atatürk’ü örnek aldı. Onun yolundan gidip ülkelerini tam bağımsız yapmak, uluslarını özgür yaşatma savaşımına giriştiler. Çoğu da başarılı oldu.

        İşte, Anadolu’da doğan bağımsızlık güneşinin adıdır Kemalizm. Emperyalizme karşı tam bağımsızlığın savunulmadığı yerde Kemalizm olmaz. Demek ki emperyalizme karşı çıkmadan; onun yayılma, sömürü, ezilen ulusları egemenlik altına alan politikalarına karşı durmadan Kemalist de olunmuyor, Kemalizm de savunulmuyor.

        Günümüzde emperyalizmin somutlaştığı ülke, ABD. Amerika’nın dünya üzerindeki yayılma, sömürü, bölüp parçalama, halkları tutsaklaştırma, ulusları öldürerek yok etme anlayışına karşı çıkmayan bir kişi ya da bir siyasal oluşum Atatürk’ü savunamaz, onun yolundan gidemez. Demek ki Atatürk’ü savunup onun yolundan gitmenin ilk koşulu, ABD emperyalizmine karşı çıkmaktı günümüzde.

        Kemalizmin temeli tam bağımsızlıktır, dedik. Çatısı ise Atatürk ilkeleri (Altıok) dediğimiz düşünsel boyut. Altıok düşüncesi soyut bir izlence değil. Cumhuriyet’imizin kuruluş döneminde altı ilkenin hepsi yaşama geçirildi. Dünyada büyüme, kalkınma rekorları Kemalizmin yaşama uygulanmasıyla oldu. Türkiye’de ekonomik büyüme sağlanırken tam bağımsızlıktan ödün verilmedi. Tersine ekonomik büyüme, tam bağımsızlığı daha da pekiştirdi.

        Tam bağımsızlıktan, yani emperyalizme karşı duruşunuzdan vazgeçtiğinizde Altıok da işlevsiz kalır. Çünkü temel olmadan, çatı olmaz.

        Kimileri Atatürkçü geçinmekteler. Bir nevi ABD’nin dayattığı, içi boşaltılmış, antiemperyalist duruşu yok edilmiş bir Atatürkçülük. Bol bol Atatürk fotoğrafı paylaşıp İzmir Marşı (Önceden Onuncu yıl Marşı söylenirdi.) söyleyerek yapılan bir Atatürkçülük… NATO’ya, Gümrük Birliği’ne, ABD’nin dayattığı ekonomik politikalara karşı çıkılmadan Atatürkçü olunur mu?

        Ilımlı Atatürkçüler, görünüşte özelleştirmelere karşıdır. Peki, özelleştirmelerin karşıtı nedir? Atatürk’ün halkçı-devletçiliği… O zaman özelleştirmelere karşıysan Atatürk’ün halkçı-devletçi sistemini niye savunmuyorsun?

        Fidel Castro: “Düşmanın seni övüyorsa sende bir puştluk vardır.” demekte. Ne güzel bir söz… Evet, insan niye düşmanınca övülmek ister?

      Şimdinin ılımlı Atatürkçüleri, batılı emperyalistlerden övgü almak peşinde. Emperyalistlerin yayın organlarında kendileriyle ilgili bir övgü yayımlandığında onu allayıp pullamaktalar. Bunu, halkımızın övgüsüne yeğlemekteler.

        Atatürk batıcı değildi. İngiliz, Amerikan, Fransız devrimlerinin değerlerine karşı değildi. Ancak bu ülkelerin emperyalist politikalarıyla yaşamı boyunca savaştı. Atatürk: “Biz Asyai bir milletiz.” diyerek ülkemizin yönünü göstermişti bizlere.

        Bu gerçeği herkes bilip anlamalı. Kemalist, emperyalizmle son soluğunu verinceye dek savaşandır. Bağımsızlık tutkusunu, ülküsünü yaşamı boyunca sürdürendir. Atatürk’ün: Bağımsızlık benim karakterimdir.” sözünü bir an olsa bile usundan çıkarmayandır.

        Emperyalistlerle kol kola girip onların politikalarında yer alanlar, her şey olur; ancak Kemalist olamazlar.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       15 Mart 2023

 

       

 

         

14 MART TIP BAYRAMI


        Kişi, makine değil; bedensel ve tinsel birçok sayrılıkları olmakta doğuşundan başlayarak. Makineler de işledikçe bozulup eskimekte zaman içerisinde. Kişioğlu, sayrılıksız bir yaşam düşüyle yaşamakta binlerce yıldır. Sağlıklı olmak için de elinden geleni yaptı ve yapmakta. Bu nedenle tıp bilimi ortaya çıktı.

        Tıp bilimi, tarihin çok eski çağlarından berin var. Özellikle toplumu yönetenler, ölümsüzlüğe ulaşmak için tıp bilimini çoğu zaman desteklediler. Eski çağlarda birçok toplumda sağaltımcılık, usta-çırak ilişkisiyle öğrenildi ve sonraki kuşaklara meslek bilgiler aktarıldı. Meslek bilgilerinin aktarılmasında yazını bulunması önemli bir dönemeç. Yazıyla bilgilerin yitip gitmesi önlendi. Böylece toplumsal bellekte tıp bilgileri birikmiş oldu.

        Tıp adamlarına gereksinim arttıkça sistematik tıp eğitimi zorunluluk oldu.. Sistematik eğitim sayesinde sayrılıklar sınıflandırıldı. Sağaltımcılık uzmanlık alanı olmaya başladı. Uzmanlaşan sağaltımcı, sayrıların dertlerine daha çabuk derman olmaya başladı.

        Tıp eğitimine koşut olarak eski çağların başlangıcıyla ortaya çıkan otacılık (eczacılık) eğitimi de sistematik bir duruma getirildi. Her iki bilim alanındaki çalışmaları, gelişmeler kişi sağlığını olumlu yönde etkiledi ve insan yaşamı uzadı. Bu bilim alanlarının gelişmesiyle daha sağlıklı bir yaşam olanaklı oldu.

        14 Mart 1827’de Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’nin önerisiyle ilk Cerrahhane kurulur Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağında. İlk tıp fakültesi diyebileceğimiz ve modern eğitimi amaçlamış bu eğitim kurumunun adı, Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire’dir. Dönemin Padişahı II. Mahmut döneminde Tıbbiye’nin yanı sıra Harbiye de aynı dönemde kuruldu. Bilime dayalı bu okullar, Türk toplumunun çağdaşlaşmasına öncü olup gelişmemizde önemli rol oynadılar.

        Ülkemizdeki ilk sistematik tıp eğitiminin başladığı Tıp Okulunun kurulması ileriki yıllarda Tıp Bayramı olarak kutlandı. İlk kutlama işgal altındaki İstanbul’da 14 Mart 1919’da yapıldı.

        Özellikle I. Dünya Savaşı’nda ve Kurtuluş Savaşımızda Tıbbiyelleri en önde görmekteyiz.  Cumhuriyetin kurulmasıyla halkçı-devletçi bir sağlık sistemi oluşturuldu. Böylece salgınların kökü kurutuldu. Korona salgınında tüm sağlık çalışanlarımızın olağanüstü savaşımlarına tanıklık ettik. Savaşta, barışta, felaketlerde, salgınlarda Tıbbiyelilerden birçok şehit var. Onların bedenleri toprakta olsa da tinleri ulusumuzun yüreğine gömülü. 

        1908 Devrimini yaparak ülkemizin çağdaşlaşmasına öncülük eden İttihat Terakki Cemiyeti, 21 Mayıs 1889’da Askeri Tıbbiye’de kuruldu. Öğrencilerden İshak Sükuti, İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, Çerkez Mehmed Reşid tarafından Cemiyet’in temeli atıldı bu okulda. Daha sonra ülkemiz aydınlarının özellikle de Harbiyelilerin katılımıyla Cemiyet, çığ gibi büyüdü. Kurtuluş Savaşı’na öncülük eden, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadrolar bu Cemiyet’ten yetişen yurtseverler.

        Ülkemizde milliyetçi ve devrimci düşüncelerin yayılmasında İttihat Terakki öncü. Balkanlar ve Arap topraklarında milliyetçilik düşünceleri emperyalistlerce örgütlenip eyleme dönüşmekteydi. Emperyalistler, bu örgütlerle Osmanlı ülkesini parça parça koparmaktaydı. Geç de olsa İttihatçıların öncülüğünde milliyetçi düşünceler, toplumumuzda kök saldı. Emperyalist saldırılara karşı ulusal savunma refleksi gelişti. Böylece ülkemizin kurtuluşu için seçenekler üretildi.

          Atatürk, yurdumuzu emperyalist işgalden kurtarmak için 19 Mayıs 1919'da Bandırma Vapuru ile Samsun'a çıktı. Kurtuluşa yelken açan bu vapurda Dr. Albay İbrahim Tali Öngören, Dr. Refik Saydam ve Tabip Yüzbaşı Behçet Efendi bulunmaktaydı. Bundan da anlaşılıyor ki yurdun kurtuluşuna en önde koşanlardı tıbbiyeliler. 

        Tıbbiye ülkemizin kurtuluşa ve çağdaşlaşmaya giden sürecinde başat bir rol üstlendi. Tıbbiye’nin 196.kuruluş yıldönümünde günümüz sağaltımcılarının liberal savrulmalar yaşamadan ülkemizin var olma savaşımında en önde yer alması en büyük dileğimiz. Sivas Kongresi’nde mandacılığı reddetmede önemli görev üstlenen Tıbbiyeli Hikmetlerin (Boran) yolunda yürümek her sağaltımcının ülküsü olmalı. Bu güzel gün, tüm sağaltımcılarımıza kutlu olsun.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               14 Mart 2023