ATATÜRK’ÜN SİVAS’TAKİ YASTIĞINDA YAZANLAR


Atatürk, 2 Eylül 1919 akşama doğru Heyet-i Temsiliye adına Sivas’a gelir. Yanında Rauf Bey, Erzurumlu Raif Efendi, Şeyh Fevzi Efendi ve diğer arkadaşları vardı. Sivas’a beş kilometre kala çadırlar kurulmuş, neredeyse bütün Sivaslılar toplanmıştı Mustafa Kemal Paşa’yı karşılamak için.

Sivas’a girildiğinde caddenin iki yanına dizilmiş halk, “Hoş geldin Paşa!” diyerek sevinç ve güvenle bağırmaktaydı.  Onu ve yanındakileri Sivas Valisi Reşit Paşa, Sivas Sultanisinin (lisesinin) kapısında “Hoş geldiniz.” diyerek karşılar. Karşılama oldukça sıcak ve coşkuludur. Halkın sevgi gösterileri bitmez.  

Lisenin birinci katında merdivenlerden çıkılınca sağ yandaki birinci oda, Mustafa Kemal Paşa’ya ayrılmıştı. Yatağı özenle düzenlenmişti. İki küçük yastık vardı yatakta. Bu yastıkların her birine sarı ibrişimle işlenmiş birer dize vardı. Yastıklardaki dizeler, Paşa’nın ilgisini çekti:

“Merakla dizeleri okudu. Tam da her şeyinden vazgeçip, canını millet için ortaya koyduğu zamana denk düşen dizelerdi bunlar:

‘Cihanın câhına mağrur olup incitme insanı

Süleyman-ı zaman olsan bırakırsın eyvanı’

Günümüz Türkçesiyle, ‘Cihanın makamıyla gururlanıp incitme insanı/ Zamanın Süleyman’ı olsan bırakırsın sarayı’ anlamına gelen mısraları okuyan Paşa, derhal sürekli yanında bulunan ve en güvendiği adamlardan biri olan Bitlis Eski Valisi Mazhar Müfit Bey’in gelmesini istedi. Mazhar Müfit gelince Paşa beyitleri ona da okuttu. Mazhar Müfit, bu sözlerin kendisi için yazılmadığını söyleyip bir kasıt olmadığını açıklamaya çalıştı. Mustafa Kemal Paşa; bu açıklamanın neden gereksiz, bu dizelerdeki derin mananın ise ne kadar gerçekçi ve geçerli olduğunu şu sözleriyle vurguladı:

‘Bu uyarı, hepimiz için ve her şey için bir prensip olmalıdır. (Prof. Dr. Vahdettin Engin-Dr. Şefik Memiş, Sivas Milli Mücadele’nin 108 Günü, Beylikdüzü Belediyesi Kültür Yayınları, İstanbul 2018, s. 40-41)” Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Paşa, Sivas’taki ilk gününde bile yastıklardaki dizelerden öğrenip ders çıkarmakta. İşte, büyük adam olmak bu. Öğrenmeyi, yaşamdan ders almayı, alçakgönüllü olmayı bilmeyen ve davranışa dönüştürmeyen birinden büyük adam olmayı bekleyemeyiz. Atatürk olmak kolay değil, herkese nasip olmaz bir ulusun kurtarıcısı ve önderi olmak.

Atatürk’ün yukarıdaki anısı, yediden yetmişe herkese örnek olmalı, öncelikle de kendilerini dünya mülkünün sonsuza dek sahibi sananlara.  Ata’mızla ne denli onur duysak az…

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            30 Kasım 2023

 

 

 

 

FEVZİ ÇAKMAK VE DİVRİĞİ’NİN DEMİRİ


Elimde İstanbul Ticaret Odası’nın (İTO) çıkardığı bir kitap var. Adı: Hayallerini Uçuran Adam Nuri Demirağ… Yazarı: Mehmet Bahattin Adıgüzel… Bu arada İTO’nun güzel kitaplar basıp yayımladığını söylemeliyim. Daha önce hem eski hem de yeni Türk abecesiyle basılan Nutuk’u almıştım İTO’dan. O günkü mutluluğumu anlatamam beş kiloya yakın kitabı kuş tüyü hafifliğinde taşıdım sevinçle evime.

Elimdeki kitap iyi bir araştırma kitabı… Büyük bir Türkiye ülküsüyle varını yoğunu ülkesi için harcayan Nuri Demirağ’la ilgili birçok bilgiyi öğrendim bu yapıttan. Hz. Ali, “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” demiş yüzyıllar önce. Bu kitaptan yüzlerce harf öğrendim. Bu nedenle böylesine güzel bir araştırma kitabını Türk kültürüne kazandıran Değerli Yazar Sayın Adıgüzel’e ve basılmasına öncülük eden İTO’ya binlerce teşekkür…

Kurtuluş Savaşı sonrası ülkemiz, büyük bir kalkınma seferberliğine girişti. Özellikle sanayinin gelişmesi için büyük bir çaba gösterildi. Demiryolları, bir uygarlık projesi olarak yaşama geçirildi. Demiryollarının yapımında ise Nuri Demirağ’ın büyük emeği var.

Cumhuriyet döneminde en zor yapılan demiryolu, Sivas-Erzurum hattı... Bu işin yüklenicisi Sayın Demirağ. Bu demiryolunun yapımı için Nafia (Bayındırlık) Bakanlığı iki seçenekli bir proje hazırlar. Bunlardan ilki: Sivas-Zara-Erzincan-Erzurum, diğeri de Sivas-Divriği-Erzincan-Erzurum hattı… Divriği hattının çok sarp ve kayalık olması nedeniyle bakanlık, yolun Zara’dan geçmesini yeğlemekteydi. Üstelik Zara hattının maliyeti daha ucuz olacaktı. Anacak halk arasında yayılan dedikoduda demiryolunun yüklenicisi Demirağ’ın Divriğili olması nedeniyle yolun bu ilçeden geçeceği yolundaydı.

Atatürk döneminde yapılan fabrikalar ve yollar konusunda genelkurmay başkanlığının görüşü alınırdı. Bu yatırımların savunması ön plandaydı. Sivas-Erzurum demiryolu için de proje, iki seçenekleriyle Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’a zamanın bakanı Hilmi Uran tarafından sunulur. Harita üzerinde her iki hattın maliyeti, zorluklarını Mareşal’e anlatıp bilgi verir Sayın Uran.

Fevzi Çakmak, kararlılıkla hattın Divriği’den geçmesini ister. “Hiç tereddüt etme… Bu hat güneyden geçmekle göreceksin çok daha ekonomik olacak… Ben Cihannüma’da okudum, o taraflarda demir madeni varmış dedi. (Mehmet Bahattin Adıgüzel, Hayallerini Uçuran Adam Nuri Demirağ, İTO Yayınları, 2. Baskı, 2019, s. 76)” Bakanlık da Mareşal’in bu isteğine uyarak çalışmalara başlar.

“Divriği istasyonuna girmeden önceki tünelin yapımında çalışanlar yön tayini için pusula kullanmaktadırlar. Ancak inşaat esnasında bir gün pusulayı takip ettiklerinde, tünel çıkışının doksan derece ters istikamet gösterdiğini görürler. Bir anlam veremezler ve yetkili kısım şefine haber verirler.

Kısım şefinin de yaptığı deneme aynı sonucu verince, bu defa da mühendislere haber verilir. Maden Teknik Arama (MTA) mühendisleri gelir ve tünelin içinde çalışma yaparlar. Bu incelemenin sonucunda bölgede çok kuvvetli bir mıknatıs alanı olduğu ve bunun da demir madeninden kaynaklandığı tespit edilir. (Aynı yapıt, s. 78-79)” Görüldüğü gibi Fevzi Paşa haklı çıkmıştır ve dedikodulara da son vermiştir. Böylece Divriği demiri, yapılan demiryoluyla Karabük’e taşınarak Türkiye’nin ilk demir-çelik sanayisi kurulur.

Cihannüma, Kâtip Çelebi’nin bir kitabı… Böylesine eşsiz bir yapıtı okuyan Fevzi Çakmak, buradan edindiği bir bilgiyle ülkemizde demir-çelik sanayinin kurulmasının yolunu açtı. Kitap okumanın ne denli yararlı ve yaşamsal olduğu bu örnekten ne güzel anlaşılmakta. Demek ki okuyan, bilir. İnsan okumalı ki öğrenmeli. Yoksa gelişmenin, kalkınmanın yolu bulunamaz.

İnsanlara vereceğimiz en güzel armağan kitap… Çocuklara, gençlere okuma alışkanlığını kazandıran bir toplumun sırtı yere gelmez. Annelerin, babaların, öğretmenlerin biricik görevi çocuklara okuma alışkanlığını kazandırmaları. Bunu yaparken kendileri de okumalı. Savaşta siperde kitap okuyan bir önderin düşmandan kurtarıp kurduğu bir ülkenin çocukları Atatürk’e layık olmaları için bol bol okumaları gerek. Bundan başka ileri gitmenin yolu yok!

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  28 Kasım 2023

 

 

İSRAİL, KENDİ VARLIĞINI YOK EDİYOR


İsrail, 14 Mayıs 1948’de kuruldu. Kurulduğu günden başlayarak neredeyse her günü savaşla geçti. Her savaş sonunda topraklarını genişletti. Her toprak genişlemesiyle on binlerce Filistinli binlerce yıldır yaşadıkları topraklardan sökülüp atıldı. Bu devlet, Filistinlilerin yurdunu emperyalistlerin desteğiyle ele geçirdi yıllar içinde.

İsrail, büyüyüp geliştikçe Filistin küçüldü. Dünyanın dört bir yanından Yahudiler, bu topraklara yerleştikçe Filistinliler topraksız kaldı. Bu topraklara yapılan her Yahudi göçü, o oranda Filistinlinin sürülmesini, kıyımını, yurtsuz kalmasını getirdi. Bu topraklara göç eden Yahudilerin sevinci, Filistinlilerin gözyaşı ve kanlarıyla ıslanan topraklar bıraktı geride.

7 Ekim 2023 günü İsrail, yeniden saldırdı Filistin’e. Amacı, Gazze topraklarında yaşayanları sürüp öldürerek buraya sahip olmak. İsrail durmuyor yetmiş beş yıldır. Sürekli toprak kazanıp sınırlarını genişletmek istemekte. Yarın başka komşularına sıranın geleceğinden hiç kuşkum yok!

İsrail’in saldırganlığı, kural tanımazlığı, insan kıyımı, bir ulusu yok etme isteği, komşularının topraklarını kazanma amacı; NAZİ’lerin yaptıkları Yahudi soykırımın onlara kazandırdığı masumiyeti yok etti zaman içinde. Bu son saldırı ise bardağı taşıran son damla oldu. Dünya halkları, Siyonistlerin gerçek yüzünü gördü. Onların insanlık dışı uygulamalarına, ülkelerinin yöneticileri sessiz kalsa da halklar ayakta. Dünyanın dört bir yanında Siyonizm’e karşı yükselen sesler kesileceğe benzemiyor.

İsrail, zaman içinde düşmanını çoğalttı. Nerdeyse tüm dünya insanlığını karşısına aldı. Böylece kendi geleceğini yok etmek için elinden geleni yaptı. Birleşmiş Milletler kararı uyarınca iki devletli sistemin uygulanması, İsrail ve Filistin devletlerinin yan yana yaşaması olanaksız. Bu olanaksız durumu da yaratan İsrail yönetimi. Bu denli düşmanlık tohumları eken, gözünü kırpmadan insan öldüren bir devletin var olma olasılığı olur mu?

Filistinli bebeklerin rahat uyuyamadığı bir coğrafyada İsrailli bebeklerin rahatça yataklarında uyumaları olanaklı mı?

Yetmiş beş yıldır süren savaş ortamı, İsrail halkını yordu. Her günü güvenlik kaygısıyla geçen halkın tinsel sağlığının yerinde olduğu söylenemez. Ezici çoğunluğunun kökleri başka ülkelerde. Bu nedenle ateşkes sağlandığında birçok İsraillinin başka ülkelere gideceğini düşünmekteyim. Ayrıca başka ülkelerde yaşayan Yahudilerin bundan böyle İsrail’e göç etmeleri de kesilecek gibi. Göç almayan, karşılığında göç veren bir İsrail’in var olma olasılığı azalmakta hızla. Hem bölgede hem de dünyada Siyonizm karşıtlığı hızla yayılmakta. Bu koşullarda bir devletin varlığını sürdürmesi çok zor. Ne yazık ki bu koşulları İsrail, kendi eliyle ve uyguladığı saldırgan politikalarla yarattı.

Haksızlığı hak, yasadışılığı yasa, kan dökmeyi kahramanlık, insanların yaşadığı yeri cehenneme çevirmeyi beceri, daha çok düşman yaratmayı siyaset, dünyayı umursamamayı güç, binlerce yılda oluşan insanlık erdemlerini görmezden gelmeyi büyüklük, söz dinlememeyi onur, insana değer vermemeyi inanç sanan bir İsrail yönetimi var karşımızda. Aklı başında Yahudileri bile dinlemeyen bir Siyonist yönetim ve devlet anlayışı, uzun süre ayakta kalabilir mi?

İşte, Netanyahu yönetimi Gazze ve Batı Şeria’da yaptığı son insan kırımıyla yönettiği devletin geleceğini, varlığını tehlikeye attı. İsrail’in bundan sonra var olması çok zor. Dünyanın tüm zalimleri gibi İsrail’de yitirecek bu savaşı. Çünkü kendi kuyusunu, kendisi kazdı. İnsanın kendine yaptığını kimse yapamaz. İsrail de ne yaptıysa kendine yaptı. Ona kötülüğü yapanlar, kendi yöneticileri… Bu nedenle dışarıda düşman aramalarına gerek yok, çünkü düşman kendi devletlerinin başında. Başka diyecek söz kalır bize bu durumda?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  27 Kasım 2023

 

AMAN, BAŞINIZA CEVİZ DÜŞEBİLİR (Pazar Yazıları)


Sonbaharı bitirmek üzereyiz. Kış yaklaşmakta. Canlıların tümünde olağanüstü bir devinim var kışa hazırlanmak için. Kış zor bir mevsim… Yiyecekler azalmakta doğada. Günler kısalmakta… Bu kısa günlerde yiyecek arayışı için zaman dar… Kış soğuğuna dayanmak için de iyi beslenmek gerek.

Hayvanların bir bölümü kış uykusuna yatar. Nedeni, yiyecek yokluğu... Güz mevsiminde iyice beslenip yağlanırlar. Bedenlerinde depoladıkları yağları tüketirler kış boyu uykudayken. Nasıl olsa kışın sonu bahar… Bahar geldiğinde kış uykusundayken yitirdikleri yağları, yavaş yavaş biriktirirler yeniden. Kış uykusuna yatan hayvanların herhangi bir yere yiyecek saklamaları söz konusu değil, çünkü her şey bedenlerinde depolanmıştır.

Bazı hayvanlar, yiyecek biriktirir kış için. Bazıları da doğa ananın mevsimine göre onlara sunduğu besinlerle geçirir kışı.

Güz geldi, geçiyor. Bu mevsimde sarı ve kahverenginin her türlü tonunu görmek olanaklı doğada. Bu renk varsıllığı; insanın gözü, tini, yüreği için bir görsel toy. Güz renklerinin esin kaynağı olmadığı bir insan var mıdır acaba dünya üstünde?

Sonbaharın insana yaşama sevinci veren en güzel yanı, bence ılık ılık esen yeli. İnsanın içini ürpertir, türlü türlü duygular yaşatır bizlere. Esen yelin gücüyle dalından kopmuş sararmış bir yaprağın döne döne havayı süzerek yere düşmesini izlemek kadar güzel bir şey var mı?

Her ağacın yaprağı, yele kapıldığında havada farklı süzülüp değişik biçimde düşer yere. Ağaç türlerinin yapraklarının yerdeki duruşu, üzerine basınca çıkardığı hışırtı birbirine benzemez. Bazı yapraklar, sararınca dümdüz dururken bazıları içe doğru kıvrılır yavrularını sarıp sarmalamak isteyen anne gibi. Kimi yapraklar yerde kolayca dağılıp ufalanırken kimileri ise kış boyu bütünlüğünü bozmaz, her türlü dış etkiye dayanıp göğüs gerer.

Ağaçlık bir yerde sarı ve kahverengi tonlu yaprakların üstünde yürümenin insana verdiği mutluluğu nerede bulabilirsiniz?

Güz mevsimini yaşadığımız bu günlerde olanak buldukça çok yürürüm. Mevsimin tadını çıkarmaktır amacım. Hem fırçasız ressam doğa ananın eşsiz tablolarını hayranlıkla izler hem de hayvanların sonbahardaki yiyecek savaşımını gözlemlerim.

Kimi zaman yolda yürürken sağıma soluma cevizler düşer. Düşer düşmez de bir karga belirir yanımda. Karganın yere iniş hızı, neredeyse cevizin yere çakılma hızına yakındır. Karga yere iner inmez cevizi evirip çevirir, kontrol eder. Kırılmışsa sorun yok, başarmıştır. Hemen cevizin içini afiyetle yer. Kırılmamışsa ceviz, yeniden meyveyi sıkıştırıp gagasına havalanır. Gerekli yüksekliğe çıkınca yeniden cevizi bırakır taşlık ya da beton yere. Kırılıncaya dek dener cevizi yere atma işini inatla. Onun defterinde vazgeçmek yazmaz.

Kimi zaman ceviz yere düştüğünde başka kargalar da iner yere cevizi çalmak için. İnsanın hırsızı olur da kargaların hırsız olmaz mı?

Bazı kişiler, kargaların kırmak için yere hızla bıraktığı cevizi alıp yer. İşte, beni en çok kızdırıp üzen de bu. Karganın onca çabayla ele geçirdiği cevizi alıp yemek de ne oluyor?

Kargalar, güzün kentlerde bazı çatı altlarına ceviz saklar kışın yemek için. Mahallemizde bir fırının önündeki oluklu gölgeliğinin altında kargalar cevizleri her kış depolar. Fırının sahibi bunu bildiği için gölgeliğin üstünde biriken tozu toprağı, kuru yaprakları temizlemez. Açılıp kapanan gölgeliğe ellemez kış boyunca kargaların yiyecekleri dağılmasın diye. Fırıncımızın kargalara karşı gösterdiği duyarlılığı tüm yurttaşlarımızdan beklemek hakkımız. Çünkü hayvanlar varsa doğa var. Doğa varsa biz varız. Doğanın bütünlüğü bozuluşa biz var olabilir miyiz?  

Kentlerimizde bunca ağaç kıyımına karşın ne çok ceviz ağacı kalmış. Ağaç kıyıcılarına inat, her meyvenin dalları bin bereketle dolmakta her yıl. Ceviz ağaçlarının her köşede bitip yetişmesinde kargaların payını yadsımamak gerek. Çünkü bu kuşlar, cevizleri toplayıp yere atıp kırarken bazılarını bulamıyorlar. Bunda kendi aralarındaki yiyeceği kapma savaşı da etkili olmakta. Toprağa düşen meyveler, zamanla ağaca dönmekte.

Yine de siz dikkatli olun yürürken her an başınıza ceviz düşebilir güz mevsiminde.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  26 Kasım 2023

 

 

 

FİLİSTİN’LE İSRAİL’İN TUTSAK DEĞİŞİMİ


24 Kasım 2023 Cuma günü Filistin’le İsrail arasında tutsak değişimi başladı. Tutsak değişimi yapılırken İsrail saldırıları dört günlüğüne durduruldu. Buna da “insani ara” dediler. Bu arada Gazze’ye yardım götürecek kamyonların da Refah Sınır Kapısından geçişine izin verildi.

Çoğu kişi gibi benim de asıl ilgimi çeken tutsakların değişimi sırasında olanlar… Daha önce Hamas, elinde bulunan iki İsrailli kadını serbest bırakmıştı. Bu sırada yaşananlar başta İsrail olmak üzere Filistin düşmanlarının hoşuna gitmemişti. Çünkü iki Yahudi kadın, Hamas militanlarının kendilerine iyi davrandıklarını söylediler. Zaten kadınların Kızılhaç’a teslimi sırasında davranışları her şeyi anlatmaktaydı. Dostlarından, yakınlarından ayrılır gibi vedalaştılar Filistin askerleriyle. Yüzlerinde mutsuzluğun, korkunun kırıntısı bile görülmemekteydi.

24 Kasım akşamı, önce Hamas bıraktı elindeki tutsaklardan on üçünü. Bu kişiler arasında çocuk ve kadınlar vardı. İsrailli bir erkek çocuk vardı ilgimi çeken. Gözlüklü, güleç yüzlü, sevimli biri… Yüzünde korku yok, mutluluk var. Hamas askerlerinin ona davranışı çok insancıl, sevgi ve saygı dolu… Hamaslıların bu davranışlarının anlık, göstermelik olmadığını anlıyoruz çocuğun davranışlarından. Çünkü yanındaki Filistinlilere güvendiği her durumundan belli. Tutsaklığı sırasında incitilmediği, kötü davranışlarla karşılaşmadığı çok açık. Bu arada tutsakların teslimi sırasında Hamas askerlerinin silahlarının omuzlarına asılı ve namlularının yere doğru olduğu da ilgi çekici. Bu durum, salıverilen kişilere güven vermek açısından çok önemli.

İlgimi çekenler arasında İsrail tutukevinden salıverilen bir Filistinli erkek çocuk da var. Çocuk, salıverilirken İsrailli askerlerce koluna sıkıca yapışılmış. Bir diğer asker ise üzerine silah doğrultmuş. Çevresindeki İsrail askerlerinin hepsi korku, kaygı içinde, sert duruşlu ve tüfekleri tutsakların ve onları karşılamaya gelen ailelerinin üzerine çevrili. Çocuk, yaka paça teslim ediliyor İsraillilerce. Bir çocuğa böyle davrananlar yetişkinlere neler yapmaz ki?

İsrail tutuk evinde gençliği çalınan Filistinli bir kız vardı dünyaya, insanlığa çok şey anlatan. On altı yaşında tutuklanmış. Sekiz buçuk yıl içerde kalmış. Açıklamasında sekiz buçuk yıl niçin tutukevinde kaldığını bilmediğini söylemekte. İçinde zerre kadar insanlık kalmış bir kişinin bu genç kızla duygudaşlık yapması gerekmez mi?

Peki, yıllarca İsrail tutukevinde kalmış, bakıldığında yoğun işkencelerden geçtiği belli olan, saçı sakalı birbirine karışmış bir genç erkek; kendini karşılamaya gelen ailesini bile tanımaması nasıl açıklanabilir? Bu kişinin durumuyla ilgili dünyada insan hakları savunuculuğunu kimseye bırakmayan batılı ülkelerin söyleyeceği bir söz vardır sanırım.

Hamas, İsrail’de çalışan Taylandlı tarım işçilerini de salıverdi. İsrail hükümeti, Taylandlı işçilerin ülkelerine dönmelerine izin vermiyor, acaba niye? Çünkü ne halt işlediğini biliyor Siyonistler. İşçilerin Filistinliler lehine konuşacağından çok emin Netanyahu yönetimi. Mızrağın çuvala sığmayacağını ne zaman anlayacak İsrail’i yöneten Nazi yoldaşları?

İsrail, tutsakları teslim ederken onları karşılamaya gelen ailelerine, komşularına şiddet uygulayıp dağıttı. Bu sırada yaralananlar, hatta ölenler oldu. Filistinlilerin çocuklarını, yakınlarını, eşlerini, kardeşlerini, akrabalarını, arkadaşlarını karşılamaları yasaklanmakta İsrail tarafından. Kısacası, insanların yakınlarına kavuşup sevinmelerini bile istemiyor İsrail yöneticileri. Demek ki Siyonistlere göre insan olmak, insanca düşünüp duygulanmak ve davranmak sıra dışı bir şey. İnsan olmak, çok başka bir şey… İnsan kılığında görünmekle insan olmak çok farklı…

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  26 Kasım 2023

 

BATI, İKİYÜZLÜ MÜ?


İsrail’in 7 Ekim 2023 günü başlattığı Filistin’i yok etme saldırısını, batılı emperyalistler desteklemekte. Saldırının ilk anından itibaren başta ABD olmak üzere Avrupalı emperyalistler, İsrail’e her türlü desteği vermekteler. ABD, neredeyse deniz gücünün tümünü gönderdi bölgeye.

İsrail’in yirmi dört saat sürdürdüğü bombardımanda kullandığı mühimmatı, kendisinin üretmesi olanaksız. Bu konuda başta ABD olmak üzere Avrupalı emperyalistlerin olağanüstü desteği söz konusu. Silahsız Filistinlileri kırıma uğratan saldırgan Siyonistlere komşu ülkelerin olası müdahalesini önlemek ve İsrail’e askersel destek olmak için batılı ülkeler donanmalarını yığdılar Doğu Akdeniz’le Kızıldeniz’e.

“Demokrasi, özgürlük, insan hakları(!)” sözlerini ağızlarından düşürmeyen batılılar, silahsız, masum Filistinlilerin öldürülmesi karşısında suskunlar. Yalnızca suskunluk mu söz konusu? Değil, tabii ki… Kundaktaki bebeklerin, evinde oynayan çocukların, aşlıklarında yemek pişiren kadınların, sayrıevinde umar bekleyen insanların, pazarda alışveriş yapan silahsız halkın, okulda sırasında oturan öğrencilerin bile bile öldürülmesini desteklemekteler. Bir halkın kıyımına, kırımına, toptan yok edilmesine destek vermenin insan hakları, demokrasi ve özgürlükle bir ilgisi olabilir mi?

Batılı haber ajansları birçok kişice tarafsız olarak nitelenir. Oysa tarafsızlıkları, çiçek ve böcek konusunda. Kendi emperyalist çıkarları söz konusu olduğunda tarafları belli. Karşılarındaki halk; mazlummuş, masummuş bebekmiş, çocukmuş, kadınmış, haklıymış söz konusu olmaz bile. “Adalet” onlar için sözlükte yazar, ancak yaşama uygulanmaz. Haksız da olsa kendi çıkarlarını koruduklarında adalet yerini(!) bulur onlara göre. Zayıf, güçsüz, haklı olanlar için adalet ise onların öldürülmeleri. Ölen İsrail askerleri için “Hamas tarafından öldürüldüler.” der bu insan hakları sevdalıları. Silahsız Filistinliler, İsrail tarafından öldürüldüğünde ise “Şu kadar Filistinli öldü.” diye haberler yapar adaletli olmak için bu anlı şanlı haber ajansları. Bu tümcenin öznesi yok! Sanki Filistinliler, kendi kendilerine ve doğal bir süreç sonunda öldüler.

Şimdi gelelim şu ikiyüzlülük konusuna…

Batı, ikiyüzlü değil. Kendi inandıklarını, siyasetlerine ve çıkarlarına uygun olanı yapmaktalar. Onların çıkarları söz konusu olduğunda insan beş para bile etmez. Tarihleri, soykırımlarla ve insan kıyımlarıyla dolu. Bu insan kıyımlarını yazmak için sayfalar yetmez.

Batı’nın iki yüzlü olduğunu söyleyenler, Rusya-Ukrayna savaşındaki duruşlarıyla İsrail’in Filistin’i yok etme saldırısı karşısındaki emperyalistlerin tavırlarını örnek olarak göstermekteler. Her iki savaşta da Batılı ülkelerin tutumlarında bir farklılık yok! Çünkü Ukrayna, batılı emperyalistler adına bir savaş yürütmekte, tıpkı İsrail gibi. Emperyalist batılılar, kendi adına savaşanların yanında durmaktalar. Peki, emperyalistler Rusya’ya karşı cepheye sürdükleri Ukrayna’nın yanındalar da sen niye onların yanındasın? Bu sorunun yanıtını verdiğinde ortaya çıkar yanlış yerde durduğun ve Filistin’de soykırım yapanların yanında konumlandığın. Burada bir ikiyüzlülük yok! Kendi çıkarları için savaşanların yanındalar her durumda.

Peki, Batı’yı ikiyüzlülükle suçlayanlar, bu sözü niye söylemekteler. Çünkü Rusya-Ukrayna savaşının neden çıktığını doğru olarak çözümleyemiyorlar. Soğuk Savaş döneminde kafalarına ABD’ce kodlanan Rusya imgesi var. Ayrıca hâlâ ABD ve AB’yi demokrasi, özgürlük ve insan haklarının merkezi, savunucusu olarak görmekteler. NATO’culuğun onların düşünce ve duygularını zehirlediğinin farkında bile değiller. Somut olaylar, nesnel durumlar karşılarında apaçık ortada olmasına karşın ABD ya da AB’nin buğulu gözlükleriyle baktıkları için olay ve olgulara, gerçeği görmekte güçlük çekmekteler.

Demek ki sorun Batı’nın ikiyüzlülüğü değil, olaylara ve olgulara Batı’nın gözlükleriyle yarım yamalak bakanların bakışında, düşünüşünde. Emperyalizmin kodları, algıları belleklerden silinmeden doğru bakış açıları, değerlendirme yetenekleri, düşünme biçimi kazanılamaz.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  25 Kasım 2023

KURTULUŞ SAVAŞI’NDA İSTANBUL’DA OKULLAR VE ÖĞRETMENLER


Mondros Mütarekesi’nden sonra Türkiye’nin dört bir yanındaki öğretmenler, bulundukları yerlerde halkı işgallere karşı örgütlemede öncülük yaptılar. İl ve ilçelerde kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin neredeyse hepsinin yöneticileri arasında bir öğretmene rastlarız. Millî Mücadele’nin her aşamasında öğretmenleri görmek bizlerin övünç kaynağı.

Öğretmenlerin ve okulların en büyük zorlukla karşılaştıkları yerlerden biri işgal altındaki İstanbul. Buradaki okullarda öğretmen ve öğrenciler, büyük bir dayanışma içinde Millî Mücadele’ye destek oldular. En baştan beri Anadolu devriminin yanında yer aldılar. Mustafa Kemal ve arkadaşlarını korkusuzca desteklediler. 

“İstanbul okullarında milli mücadele (yüksek okullarda), daha çok milli mücadeleye düşman, karşı-devrimci öğretim üyelerinin okullardan atılması için boykot biçiminde yürütülmüştür. Darülfünun grevi aynı zamanda İstanbul’da milli mücadelenin propagandasını da etkili bir biçimde halkın bilincine yerleştirmeye neden olmuştur. İstanbul, milli mücadele günlerinde büyük bir öğrenci olayına tanık olmuştur. Bu, yüksek öğrenim kurumlarında uygulanan Darülfünun grevidir. Darülfünun grevi, milli mücadeleye düşman öğretim üyelerinin üniversiteden atılması talebi ile başlamış ve bu öğretim üyelerinin üniversiteden atılması ile başarıya ulaşmıştır. Eylem sonunda, Ali Kemal, Prof. Cenap Şahabettin, Rıza Tevfik, Hüseyin Danış ve öğretmen Barşamiyan okuldan atılmışlardır. (İsmail Göldaş, Milli Kurtuluş Savaşında Öğretmenler I, Öğretmen Dünyası Yayınları, İstanbul 1981, s. 129-130)” Görüldüğü gibi ülkemizin en zor koşullarında bile işgal altındaki İstanbul’da öğretmen ve öğrenciler omuz omuza Kurtuluş Savaşı karşıtlarını okullarda barındırmıyorlar. Bunun için ayağa kalkıyorlar. Bu grevi, gizli çalışmalarla örgütleyen yüksek öğrenim gençliğini bugün saygıyla anıyorum.

Sonradan adı İstanbul Üniversitesi olacak okulumuzdaki öğretim üyeleri, öğrencilerinin başına bir kaza bela gelmesin diye olağanüstü çaba göstermişler. Bu grevi örgütleyen öğrencileri saklamışlardı. Eski çağ tarihi ders salonu bu örgütlenmenin yapıldığı salondur. Edebiyat fakültesi coğrafya bölümü asistanlarından Hilmi Ziya Ülken, öğrencilerin en büyük koruyucusu oldu. Coğrafya Öğretmeni Macit Bey, öğrencilerin toplanmalarına ortam hazırladı.

“İstanbul yüksek öğrenci gençliğinin mücadelesi Ankara’da da ilgiyle izlenmiştir. Ankara, grevci öğrencileri sıcak bir yakınlıkla desteklemiştir. Ankara, grevci öğrencilere çektiği bir telde şunları diyordu:

‘Vatan ve millet sizden hoşnut ve sizinle mühâbi (korkusuz-AH) olursa yeri vardır. Hürmetlerimizin kabulünü rica ederiz. (19 Nisan 1922)’

Darülfünun grevini örgütleyen öğrenciler milli mücadelenin İstanbul’daki dayanakları olmuşlar, halkın da milli mücadeleye olan ilgisini pekiştirmişlerdir.

‘Darülfünun gençleri, Anadolu’da ölüm kalım savaşı yapan Türk milletinin, milli mücadelenin, onun başı M. Kemal’in İstanbul’daki birer temsilcisi gibi idiler.’

Darülfünun grevi boyunca milli mücadele yanlısı öğretim üyeleri ile gençler arasında sıcak bir bağ söz konusudur. (Aynı yapıt, s. 130)”

Darülfünun grevi sırasında en büyük desteği verenlerden biri geleceğin Milli Eğitim Bakanı ve köy enstitülerinin kurucusu olacak olan Hasan Ali Yücel’di.

Atatürk, İstanbul gençliğinin savaşımını yakından izledi. Fırsat buldukça onlara yol gösterdi. Temsil Heyeti adına şu telgrafı gönderdi:

“Bugünkü hükümetin devleti çöküntüye sürüklediğini anlayan Anadolu halkı bu hale artık bir son vermek zorunluluğunu duymuş ve Tanrının buyruğuna, peygamberlerin sözlerine uyarak zulme karşı harekete başlamış ve zalimlerle her türlü ilişkiyi kesmiştir. (Aynı yapıt, s. 131)” Atatürk’ün bu sözleri, okullarda Millî Mücadele’ye destek veren öğretmen ve öğrencilere özgüven kazandırdı.

“M. Kemal’in İstanbul’a gönderdiği yazıların, emirlerin, propaganda malzemelerinin gençlik tarafından çok dikkatle izlendiği, okullara sokulduğu, gizli yollarla çoğaltılarak halka ulaştırıldığı bilinmektedir. Amasya kararları da İstanbul’da bazı yurtseverlere, öğretmenlere, aydınlara gönderilmiş, bunlar İstanbul’da gizli olarak çoğaltılmış halka ulaştırılmıştır. (Aynı yapıt, s. 131)” Görüldüğü gibi Amasya Genelgesi’nin yayımlandığı andan itibaren İstanbul’daki öğretmenler, Anadolu’daki başkaldırıyı yakından izlemekteler.

Genç bir öğretmen olan Ruşen Eşref Ünaydın, İstanbul’daki baskılara dayanamayarak Ankara’ya gidip Kurtuluş Savaşı’na katıldı. Ünlü ozanımız Kemalettin Kamu, erkek öğretmen okulu son sınıfında okurken okulu bırakıp Ankara’ya gitti. Böylece o da Millî Mücadele’deki yerini aldı.

Anadolu’da Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen yerel gazetelerin neredeyse hepsini öğretmenler ve gençlerce çıkarıldığını belirtelim.

“Kuvayı Milliye terimini ilk kullanan örgüt olan Milli Kongre’nin 7 Aralık 1918’de toplanmasında gençlerin ve gençlik derneklerinin büyük payı vardır. Milli Kongre’ye katılan gençlerden bazıları daha sonraları Ankara’nın çağrısına uyarak Anadolu’ya geçmişler ve Kurtuluş Savaşı’na fiilen katılmışlardır. (Aynı yapıt, s. 132)” Ulusal bilinci bu denli yüksek gençleri yetiştiren öğretmenlerimize bin selam olsun. Çoktan uçmağa varan bu öğretmenlerimizi ve Başöğretmenimiz Atatürk’ü saygıyla anıyorum. Atatürk güneşiyle yurdumuzu aydınlatan öğretmenlerimizin günü kutlu olsun.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  24 Kasım 2023

 

 

 

 

 

 

 

 

YAHUDİLERİN ÖZGÜRLÜĞÜ


7 Ekim 2023 gününden beri İsrail Siyonist’lerinin Filistinlileri dünya üzerinden yok edip köklerini kurutma saldırısı karşısında, dünyanın dört bir yanında halklar ayağa kalkmış durumda. Bir halkın yok edilmesi karşısında yine halklar ayakta.

İnsan olanın yüreği dayanmaz Filistinlilere uygulanan soykırıma. Birçok ülkenin yöneticileri, İsrail’in insan kırımına destek verirken o ülkelerin halkları bu kötülüğe karşı çıkmaktalar. Bu ülkelerin sokakları neredeyse her gün tıklım tıklım insan sesiyle inlemekte.

Başta İsrail’de olmak üzere dünyanın her yanındaki Yahudilerin ezici çoğunluğu Siyonistlerin yaptıkları insanlık dışı insan kıyımına karşı gelmekteler. Netanyahu’nun soykırım politikası, İsrail sokaklarında sert kayaya toslamakta. Aklı başında Yahudiler, emperyalizmin insan kırımı siyasetine boyun eğip insanlıklarını yitirmiyor. Özellikle ABD’deki Yahudiler, Biden ve Netanyahu’nun işgal, ilhak, yok etme politikasına karşı çıkmaları çok önemli.

Dünyanın gözüne baka baka bir ulusun çoluk çocuk bombalanarak yok edilmesini kabullenecek bir kişinin insan olduğu düşünülemez. Filistinlileri savunmak, insan olma sorunu olarak karşımıza çıkmakta. Bu sorun, Yahudileri kendi iç hesaplaşmalarına götürmekte.

İsrail’le Filistin arasındaki savaş, Filistinlerin var olması için ne denli önemliyse İsrailliler için de bir var olup yok olma savaşımı. Filistin yok olurken İsrail var olamaz. Yok edenin yok edilenle birlikte yok olacağı iyi bilinmeli. Bir toplum, sonsuza dek her gün, her dakika savaşarak ayakta kalamaz. Böylesi bir durum, o toplumun tinsel yapısını da bozar. Tinsel bozukluk, sağlıksız bir toplumun oluşmasına neden olur.

İsrail’de yaşayan bir kişiyi düşünelim.  Günün her saatinde başına bir bombanın ya da roketin düşeceğini düşünerek yaşamakta. Savunma amaçlı demir kubbe var olmasına karşın kimi zaman durduramıyor Hamas’ın, Hizbullah’ın roketlerini. Bu korkuyla yaşayan insanların tinsel sağlıklarının yerinde olduğu düşünülebilir mi? Bu nedenle en çok İsrailli Yahudilerin barış ve erinç içinde yaşamaya gereksinimi var. İsraillilerin büyük bir bölümünün Gazze saldırısına karşı çıkmaları bu nedenledir.

Emperyalizm ve Siyonizm, çıkarları söz konusu olduğunda kendi halklarını bile öldürmekten çekinmez. İsrail’in muhalif gazetesi Haaretz, 7 Ekim günü İsrail helikopterinin Hamas militanlarını öldürürken müzik festivaline katılan Yahudi gençleri de öldürdüğünü açıkladı. “Hamas, sivilleri öldürdü.” diye ayağa kalkan ABD ve İsrail severlerin bu açıklama karşısında susmaları ilgi çekici. Burada da görüldüğü gibi özgürce müzik dinleyip eğlenmek isteyen Yahudi gençlerin bile can güvenliği yok edilmekte Siyonist yöneticilerce. Çünkü göz göre göre öldürülmekteler kendi yöneticileri tarafından. Böyle bir durum karşısında İsrail’deki Yahudilerin özgürlüğünden söz edilebilir mi?

Canları tehlike altında olan İsrailli gençlerin de özgür bir dünyada yaşama ve eğlenme, müzik dinleme hakları var. Ne yazık ki bu hakkı onların elinden alan İsrail Siyonistleri ve ABD emperyalizmi.

Dünyanın her yanında İsrail’in Gazze’ye saldırısına karşı çıkarak alanları dolduran Yahudiler, yalnızca Filistin’in özgürlüğü için değil, kendi özgürlükleri için de savaşmaktalar. Çünkü Filistin özgür olmadan Yahudiler özgür olamaz. İğneli fıçının içinde oturarak erinç içinde yaşayamazsın. Filistinlilerin de Yahudilerin de özgürlüklerinin önündeki en büyük engel, emperyalizm ve Siyonizm.

Özgür olmak için soluk alıp vermek gerek. Ölmek, öldürülmek özgürlük değil.

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            23 Kasım 2023

 

 

 

 

YEŞİLÇAY, YAPILAŞMAYA BAŞKALDIRDI


Ağva, Şile’ye bağlı küçük bir dinlence beldesi şimdilerde. Karadeniz ikliminin egemen olduğu, bitek toprakların yer aldığı bir yer köyleriyle. Ağva beldesinin doğusundan Yeşilçay, batısından Göksu yer alır. Bu dereler, nazlı bir gelin edasıyla akıp kavuşur Karadeniz’e.

Karadeniz’in incisi sayılabilecek bu güzel kıyı beldesi, yalnız doğal güzellikleriyle değil; tarihsel özellikleriyle de ilgi çekici bir yer. Çok eski tarihlerden beri bir yerleşim yeri burası. Tarihi, M. Ö. 7. yüzyıla dek uzanmakta. Hititler, Frigler, Romalılar ve Osmanlıların ayak izleri var Ağva ve çevresindeki köylerde. Ağva, Latince “İki dere arasına kurulmuş köy” ya da “su” anlamına gelmekte. Sözcük, zamanla bugünkü biçimine gelmiş. 14. Yüzyılın ortalarında bu topraklara Konya, Karaman ve Balıkesir’den Türkmenler gelip yerleşir. Bereketli topraklarda tarım ürünleri üretip İstanbul’un yiyecek gereksinimine katkı yaparlar.  

Geçen yıl, eşim ve oğlumla Kartepe’den İstanbul’a dönerken Kandıra yoluna saptık. Oradan da Ağva’ya geçtik. Yol boyunca en çok rastladığımız şey emlakçı dükkânları ve satılık arsa, arazi duyurularıydı. Belki de ülkemizde tarım alanları göz önüne alındığında kilometre kareye en çok emlakçını olduğu yer Kandıra, Şile ve Ağva. Tarım arazileri parsellenmiş el kadar ve yapılaşma olsun diye satışa çıkarılmış. Serbest piyasacılıkla can çekişen verimli tarım topraklarında sebze, meyve, tahıl, bakliyat yetiştirilmeyecek; onların yerine beton yapılar yükselecek buralarda. Zaten çoktan yapılmaya başlanmış bile yapılar. Ülkemizi yönetenler, böylesine bir toprak talanını nasıl izlerler? Böylesi bir yok edilişi niye görmezden gelirler? Karadeniz’den gelen nemli bulutlarla bereketlenen bu topraklar; birkaç yapsatçının, emlakçının çıkarları için feda edilebilir mi?

Ağva’nın ve çevre köylerin cam damarıdır Yeşilçay ve Göksu. Bahçe, tarla ve ormanlar arasından süzülerek ve geçtiği topraklara can verip yağmurlar, pınarlar, yeraltı sularıyla beslenerek Karadeniz’e doğru akar bu iki dere. Yeşilçay’ın Ağva’da deniz dökülmeden önce batısında balıkçı aşevleri, yeiçler yapılmış. Derenin yağmurlu havalarda taşacağı yerler işgal edilmiş. Oysa eskiden buralar kumsaldı. Karadeniz, fırtınalı havalarda dalgalarıyla bu kumsalı var ederdi. Kumsalı daraltmayı kazanç sayan yerel yönetimler var. Buna göz yuman mülki idare amirleri bulunmakta ne yazık ki. Doğanın binlerce yılda oluşturduğu kurallarını değiştirmek isteyen uyanık yurttaşlarımız bulunmakta. Kalkınma deyince her yerin betonlaşmasını düşünen yöneticiler çok…

İstanbul’u betonlaştıran gözü doymaz yapsatçılar, son yıllarda Şile ve Ağva’ya tadandılar. Marmara otoyolunun buradan geçmesi, tarım alanlarının talan edilmesini hızlandırdı. Köylerde araziler satılmakta yapıların yapılması için. Tarım üretiminin değer bulmadığı toprakları elden çıkarmakta köylüler üç kuruş için. Üretene, ekip biçene değer vermeyen yöneticilerdir bu betonlaşmanın sorumluları.

Göksu ve Yeşilçay’ın doğdukları yerler, Marmara kıyılarına çok yakın. Güneyden kuzeye geçtikleri topraklardan beslenerek çoğalır bu iki dere. Küçük kollarla güç kazanır bu akarsular.

Karayelle gelen delişmen yağmurlar, önce tarımsal alanların yumuşak topraklarınca emilir. Toprak, suya iyice doyunca fazla su akarak Göksu ve Yeşilçay’la buluşur. Betonlarla kaplanan toprak, yağmur sularını emip depolayamaz. Bu nedenle yağan yağmurlar olduğu gibi derelere akar. Oysa dereler, bu denli çok suyu taşıyacak durumda değil. Taşıyamayınca da su taşkınları olmakta. 

Yapılaşmanın olduğu yerlerde ağaçlar, çalılar kesilerek doğal bitki örtüsü yok edilmekte. Bu da yağmur yağdığında sellerin oluşmasının bir başka nedeni. Her türlü bitki kökleriyle suyu çeker. Suyun akış hızını yavaşlatır. Ağaç ve çalılara çarpan sel suları dağılır arazinin her yanına. Akış hızı yavaşlayan su, çok fazla zarar veremez önüne gelene. Ne yazık ki kazanç hırsıyla doğayı yok eden yapılaşma ağaçsız, çalısız, çiçeksiz, otsuz; kentler, kasabalar ve köyler ortaya çıkarmakta.

Son yıllarda ülkemizin neresinde olursa olsun neredeyse her yağmurda seller olmakta. Ne yazık ki bu sellerde can ve mal yitikleri ulusça bizleri üzmekte. İnsanoğlu, sel olduğunda doğayı suçlamakta. Oysa iğneyi batıracağı yer, kendisi. Bırakın, kumsalları, dere yataklarını daraltıp betonlaştırmayı… Bırakın, akarsu havzalarını yapılarla kirletmeyi… Unutmayın, atalarımızın “Akarsu pislik tutmaz.” dediğini. Sizin yaptığınız o yapılar, akarsular için doğayı kirleten pislikten başka bir şey değil. Seni var eden doğayı hor kullanma ki yüzyıllar boyu toprak sütünde güvenle yaşayabilesin. 

Yeşilçay, taşkınıyla uyardı bizleri. Tarım alanlarını betonlaştıranlara: “Canımı sıkmayın, sonrası çok kötü olur sizin için.” demekte. Bakalım bu sese kulak verilecek mi?

                                                              Adil Hacıömeroğlu

                                                              20 Kasım 2023

SİYONİZM'E AMBARGO VE İSRAİL MARKALARI


Neredeyse her gün onlarca defa listeler elimize ulaşmakta sosyal medyadan. Listede Yahudilerin sahip oldukları firma adları var. Bu firmalardan alışveriş yapılmaması istenmekte. Bu şirketlerin ürünlerine verilen paralar İsrail’e gittiğinden mermi, bomba, füze, roket olarak Filistinlilere ölüm yağdırdığını söylemekteler. İlk bakışta doğru bir kampanya. Ancak sorulacak asıl soru şudur: Siyonizm’e parasal kaynak sağlayan bu şirketlerin Türkiye’de ne işi var?

Ben beni bildim bileli, elimden geldiğince yerli malı kullanmaya özen gösteririm. Bir malın yerlisi varsa yabancısına bakmam bile. Zorunlu olmadıkça yabancı malları almam. Bu alışkanlığı bana kazandıran köy enstitülü babam. Cumhuriyetimiz ve ülkemizle onur duyardı. Ürettiğimiz her şeye kutsal gözüyle bakardı. Bize de aynı alışkanlığı, düşünceyi verdi.

Nedense ülkemizde yediden yetmişe yabancı mal kullanma özentisi, alışkanlığa dönüştü. Buna tüketim çılgınlığı da eklenince durum, hiç de iç açıcı değil. Üretimden kazandığımız, tüketime yetmemekte. Bu tüketim çılgınlığını, yabancı mal özentisini yüreklendirip yaygınlaştıran, canlı tutanlar; her türlü medya ve ulus bilinci olmayan siyasetçilerle devlet yöneticileri. Yerli araba kullanan Kıbrıs Kahramanı Başbakan Bülent Ecevit’le dalga geçildiğini görüp işitti bu satırların yazarı.  Topluma örnek olması gereken Ecevit, dalga konusu yapıldı sonradan görme görgüsüzlerce.

Ne yazık ki ABD sever siyasetçiler, Atatürk’ün öncülüğünde kurulan onlarca fabrikamızı özelleştirme adı altında elden çıkardılar. Bunu da bir beceri olarak sundular kamuoyuna. Sen, kendi üretimini yok edersen yabancı firmalar yok edici çekirge sürüsü gibi ülkeni işgal eder. Kendi üretim alanlarının kapılarına kilit vurup İsrail markalarının ülkemize yerleşmesinin yolunu açan kimler, yıllardır Türkiye’yi yönetenler değil mi?

12-18 Aralık tarihleri arasında Yerli Malı Haftası kutlanırdı okullarımızda. Amaç, yurttaşlarımıza küçük yaşta yerli malı kullanma bilincini vermekti. Zamanla önemsizleştirildi. Aslında öyle bir duruma geldi ki ülkemiz, bu hafta kutlamalarında öğrenciler masalarının üstüne neredeyse yerli malı koyamayacaklar.

Birçok sebzenin tohumu her yıl İsrail’den alınmakta. Kimse: “Koskoca Türkiye’nin tohumlarına ne oldu da İsrail’den tohum alıyoruz?” diye sormadı. Bin yıllık ata tohumları neredeyse elimizden uçup gitti. Bunu yapan kim? Ülkemizi yöneten iktidarlar… En çok da İsrail’e karşı söylev vermekten başka bir şey yapamayan Tayyip Erdoğan’ın AKP hükümetleri. Sen, çiftçini göbeğinden İsrail’e bağla; ondan sonra kalk Filistin için gözyaşı dök öyle mi?

Evet, Siyonizm’in para muslukları kesilmeli, bu çok doğru. Bunun için toplumsal, siyasal tutarlılık gerek. Sen, neredeyse yirmi dört saat İsrail şirketlerinin ürünlerinin reklamlarını yap her yanda. Ondan sonra da çoluk çocuğa “Bunları tüketme!” de… Bu tavrınla inandırıcı olacağını mı sanıyorsun?

Neredeyse en kuytu köşelerde bile kocaman AVM’ler yaptıracaksın. Böylece çarşı esnafını yok edeceksin. O AVM’lerde neredeyse yerli markalar olmayacak. Buralardaki dükkanların ezici çoğunluğunu ırkçı Siyonistlere vereceksin… Sen, böylece her köşe başına İsrail’in para musluklarını koyacaksın seçeneksizce, ondan sonra kalkıp halka şirin görünmek için “Halk, bu malları almasın!” diyeceksin. Be hazret, halkın alabileceği yerli ürün mü bıraktın çarşıda, pazarda?

Önce kes bakalım İsrail’le ticareti. Çağır bakalım Türk büyükelçisini Ankara’ya. Malatya-Kürecik’te radarı kapatıp İsrail’e güvenlik darbesini vur da görelim Filistin severliğini. Sen yapacağını yap, halk senin yaptığının bin katını yapar İsrail saldırganlarına, soykırımcılarına karşı.

                                                              Adil Hacıömeroğlu

                                                              11 Kasım 2023

 

 

10 KASIM UMUTSUZLUK GÜNÜ DEĞİL

        Bugün 10 Kasım… Kurtuluş Savaşı’mızın başkomutanı, Cumhuriyet’imizin kurucusu, devrimlerimizin öncüsü Atatürk’ün sonsuzluğa göçünün, uçmağa varışının 85. yılı. Yüreklerimiz buruk… Gönlümüzde tanımlanamayan bir üzüntü var. Ancak üzüntüye kapılıp Atatürk’ün yolunda yürümeyi aksatmamak gerek.

10 Kasım, aslında yas günü değil, Türk Ulusunun umudunu yeşerttiği gün olmalı.

Bugün, kendini Atatürkçü sayan birçok kişi durmadan yakınacak ülkemiz sorunlarından. Oysa sorunlar yakınarak değil, savaşarak çözülür. Birçok basın organı, halka umutsuzluk aşılayan başlıklarla çıkacak. Bazı kişiler, Anıtkabir’i ağlama duvarı sanıp ağlaşacak. Kimileri de onun büyük bir tansıkla yeniden Samsun ufkundan Bandırma Vapuru ile yeniden çıkıp geleceğini düşünecek. Atatürkçü geçinen birçoğu, toplumumuzdaki olumsuzlukları sürekli dillendirerek O’nun yolundan gittiğini sanacak.

Kimi sözde uzmanlar, Atatürk’ün “muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma” hedefini, batıcılık olarak anlatacaklar. Hatta biraz daha ileri gidip bu hedefin NATO ve AB’de yer almak olduğunu belirtecekler bilisizce. Bu sözleriyle Atatürk’ün batı emperyalizmiyle yaşamı boyunca savaştığını unutturup O’nu batı kuyrukçusu olarak gösterecekler halkımıza utanmadan.

Önce İngiliz yalanlarına kanarak, sonrasında ABD’nin sözde demokrasi söylevlerine inanarak Atatürk’ü yok sayanlar ise Atatürk’ün yaptıklarına burun kıvıracaklar. 10 Kasım’da O’nu anmak için bir tümce ile içten bir anmayı usuna getirmeyecek bile. Bazıları, geçmişin köhnemiş düzeninin özlemi içinde Atatürk’e kin besleyecek durmaksızın. Kin bilerken Türk’ü tarihten silmek isteyen İngiliz’in, İzmir’den denize dökülen Yunan’ın, topraklarımız üzerindeki düşleri sona eren Ermeni’nin, Antalya’yı terk eden İtalyan’ın; Adana, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Şanlıurfa’dan ardına bakmadan kaçan Fransız’ın yanında konuşlandıklarının bile farkına varmayacaklar. Kimileri bilinçsizce İngiliz Muhipler, Kürt Teali cemiyetlerinin kurucu ve üyelerini yüceltecekler Atatürk’e karşı olmak adına. Bu tavırlarıyla Türk Ulusunun emperyalizme karşı topyekûn verdiği bir savaşta düşman safında yer tuttuklarının farkında bile olmayacaklar hiçbir zaman.

10 Kasım sabahı erkenden sosyal medyaya baktım. Kimileri onun yeniden gelip ülkemizin sorunlarını çözeceğini söylemekteler. Kimileri de “hayırlı cumalar…” dilemekteler arkadaşlarına, dostlarına ve tanımadıklarına. Ancak “hayırlı cumaların” olması için bir ülkenin özgür ve bağımsız olması gerektiğini düşünmüyorlar bile. Ulusumuzun özgürlüğünü, bağımsızlığının öncüsünün Atatürk olduğunu uslarına getirmiyorlar nedense.  

Toprakları işgal altında bulunan Filistin’de, cuma namazı kılanların üstüne lağım sularının niye atıldığını sorgulamayacak mısınız bir an olsun?

Filistin’in, Arap dünyasının bir Atatürk’ü olsaydı, bu insanlık dışı olaylar olur muydu hiç?

“Umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır. Ben hiçbir zaman umudumu yitirmedim.” diyen Atatürk, umutsuzluk yellerine kapılıp gidenlere, tansık bekleyenlere, Anıtkabir’i ağlama duvarı sananlara yanıt vermekte yıllar öncesinden.

“Şayet bir gün, çaresiz kalırsanız, bir kurtarıcı beklemeyin. Kurtarıcı kendiniz olun!” demekte Atatürk. Ülkesinden, halkından umudunu kesip yurtdışına kapağı atanların Atatürk’ü zerre kadar anlamadıklarını da söyleyelim. Bir köşeye sinip kurtarıcı bekleyenler, elini taşın altına koymaktan çekinen korkaklardır. Sen, üstüne düşen görevi yapmazsan seni hiçbir kurtarıcı kurtaramaz. Hem konforundan bir gram vazgeçmeyeceksin hem de başkalarının seni kurtarmasını bekleyeceksin.

Kimi dostlarımız “Atatürk, on yıl daha yaşasaydı ülkemiz için çok iyi olurdu.” demekteler. On yıl yaşasaydı bir on yıl daha yaşamasını isteyecektiniz. On yılların sonu gelmeyecek. İnsan yaşamı sonsuz değil. Her şeyi, Atatürk yapacaktıysa bizim yerimize, biz ne işe yarıyoruz? Atatürk’ün yolunda gitmek demek; onun devrimlerini, onun düşünceleriyle sürdürmek gerek.

Eğer Atatürk gibi sorunlar karşısında ayağa kalkamıyorsan sen, Atatürk’ü hiç anlamamışsın demektir.

Sen, emperyalizme boyun eğip üstüne üstlük bir de sevgi duyuyorsan ve ezilen ulusları aşağılıyorsan eğer, Atatürk’ten hiçbir şey öğrenmedin.

Sen; yoksul ve bilgisiz halkı aşağılıyorsan eğer, Atatürk’ün yanından geçmemişsin demek. 

Sen, bölücülüğe ve kökü dışarda yobazlığa demokrasi, özgürlük istiyorsan eğer; Atatürk’e en büyük kötülüğü yapıyorsun demektir bilerek ya da bilmeyerek.

Ülkemizde çözüm bekleyen birçok sorun var. Bu sorunları çözecek olan 85 milyonluk ulusumuz. Kurtarıcılar, başka yerlerden gelmeyecek. Atatürk, halkıyla birleşerek kurtarıcılık görevini yaptı. O’nun yolundan giden bizler, iç cephemizi sağlam tutarak aşacağız önümüzdeki engelleri.

10 Kasımlar Atatürk’ü anıp ağlaşma, sorunlardan yakınma günü değil; O’nu anlama günü. Atatürk’ü anladığımız gün, yeniden kurtulacağız emperyalizmin boyunduruğundan ve yaşadığımız sorunlarımızdan. Öncelikli görevimiz, Atatürk’ü anlamak ve anlatmak… Bundan başka yol var mı önümüzde?

Atatürk’ü sonsuzluğa kavuştuğu günün 85. yılında saygı, minnet ve özlemle anıyorum.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       10 Kasım 2023

 

VİCDAN NE İŞE YARAR?


7 Ekim 2023 günü Filistin’e İsrail saldırıları başlayıp çoluk çocuğu öldürmeye başladığından beri herkesin dilinde “vicdan” sözcüğü var. Başta İsrail ve ABD olmak üzere batılı ülkeleri vicdanlı olmaya çağırmakta elinden bir şey gelmeyen siyasetçiler. Bunların çoğunun İslam ülkeleri yöneticileri olduğunu da belirtelim. Öncelikle “vicdan” sözcüğünün ne anlama geldiğine bakalım.

Vicdan: “Kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan güç. (Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları)” Bu sözcüğün dilimize Arapçadan girdiğini de belirtelim.

Peşinen söyleyeyim ki İsrail, ABD ve batılı emperyalist/sömürgeci ülkelerden vicdanlı olmalarını istemek en büyük vicdansızlık. İsrail çocuk ve kadınları öldürüyor bilerek ve isteyerek. Niye mi?

Yahudilik, anaerkilliğe dayalı… Yani annesi Yahudi olan birinin babası hangi etnik kökenden, hangi inançtan olursa olsun Yahudi kabul edilir. Çocukları anneler doğurur. Bir ulusun çoğalması kadınlara bağlı. Dili, anne öğretir. Kültürü, geleneği, davranışı anne benimsetir çocuğuna. Kadın olmasa bir halk, nasıl ayakta kalıp çoğalacak? Bunu en iyi bilen İsrailliler…  Bu nedenle kadınları öyle sehven değil, bilerek öldürmekteler. Çünkü Filistinlileri yok etmenin yolu toplumun temel direği kadınları yok etmekten geçmekte. Soykırım, kadınları yok edince amacına ulaşır.

Çocukları öldürmekte İsrail bilerek ve isteyerek. Çünkü çocuk, toplumun geleceği. Çocuk olmasa toplumun geleceği olmaz. Zaten bir İsrailli yetkili bunu açıkça söyledi. Çocukları öldürmelerinin gerekçesini, onların büyüyünce Hamas militanı olabileceklerine bağlamakta. Bu yetkiliyi, çoğu kişi ruh hastası olarak görebilir. Ancak öyle değil. Çünkü çocukları ve kadınları öldürmek 1948’den beri bir İsrail politikası. Sanki ilk oluyormuş gibi şaşırmakta bazıları.

Vicdanlı olması istenen ikinci ülke, ABD. Tarihi boyunca vicdanlı olmuş mu bu ülke? Kuruluşundan başlayarak bir vicdansızlığın, aktöresizliğin ülkesi ABD. Bu ülkeyi kuranlar, Avrupalılar… Yeni Dünya’ya ayak basar basmaz bu toprakların sahibi olan Kızılderilileri yok ettiler sistemli olarak. Bugün bu topraklarda neredeyse Kızılderili kalmadı. Yani dünyada ilk bilinçli ve kapsamlı soykırım yapan ülkenin adı, ABD. İsrail de ABD’nin soykırım deneyimlerini uygulamakta Filistin’de. Bu iki ülkeden vicdanlı olmalarını istemek ya saflık ya da ahmaklık. Halkları yok edip soykırıma uğratmak, ABD ve İsrail’in siyasal olarak var olma yolu. İnsan kanıyla beslenenlerden aktöre ve vicdan beklemek, büyük bir aymazlık.

İsrail, Filistin’e havadan, karadan, denizden saldırıp çoluk çocuk öldürmeye başlayınca dünün sömürgecileri, bugünün emperyalist Avrupa ülkeleri; İsrail’e askersel, siyasal, ekonomik destek konusunda seferber oldular. Yazımızın konusu olan saf ahmaklar, bu ülkelerde de vicdan aradılar. Boşuna… Bulamazsınız oralarda vicdanın kırıntısını. Çünkü vicdan, insanda olur. İnsan kanıyla beslenen bir yaratığa, insan denir mi? Sömürgeciliğin, emperyalizmin neresinde insanlık, vicdan ve aktöre var?

Vicdanlı olanlar birleşmeli insanlık için din, dil, ırk, kültür ayrımı yapmadan. Ortaçağ saplantılarından kurtulup bilimde, teknikte ileri gitmeliler. Emperyalist kapılarda para dilenenler, İsrail’i engelleyemez. Bu para dilenenler de kendi halklarını tekelci sermayenin kölesi yaptıklarından onlarda da vicdan ve aktöre arayamayız. Bu nedenle kendi halklarının İsrail’e karşı tepkisini yumuşatmak için vicdan söylevleri atamaktan başka bir şey yapmıyorlar. Bu söylevlerle kendi vicdan eksikliklerini gidermeye çalışmaktalar. Çok yazık, çok… En çok da Filistinlilerin bu niteliksiz, yeteneksiz, zavallı devlet yöneticilerinden umar beklemelerine yazık.

Arap ve İslam ülkelerinin yöneticileri, yataklarında nasıl rahatça uyumaktalar? Ailelerindeki çocukların, kadınların gözlerine nasıl bakıyorlar utanmadan? Hem İsrail/ABD ile ilişkileri üst düzeyde sürdürüp hem de Filistin söylevleriyle kendi halklarını uyutan bu yöneticilerin vicdan ve aktörelerini sorgulama zamanı gelmedi mi?

Ezilen ulusların vicdanı Atatürk’tür. Çünkü emperyalizme karşı ilk kurtuluş utkusunu kazandı. Yalnızca savaşı kazanmakla kalmadı; kalkınma, bilim ve teknikte gelişme, emperyalizme el avuç açmadan yaşamanın örneğidir dünyada. Bu nedenle Atatürk güneşiyle aydınlanmayan topraklarda emperyalizmin bağımlıları egemen olmakta. Bu da soykırımcıların, sömürücülerin, vicdansızların önünü açıp işlerini kolaylaştırmakta.

Evet, vicdan ne işe yarar? Vicdan, insan olmaya yarar. Vicdanlı adam, vicdansızdan vicdan dilenmez. 

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       9 Kasım 2023

 

38. CHP KURULTAYI


CHP, kurultayları ve mitingleri güzel yapar. Bu toplantılardaki coşku, üst düzeydedir hep. Kurultaylarda delegelerin çoğu, tüm güçlerini partide egemen olmak için harcar. Özellikle 12 Eylül 1980’den sonra CHP kurultaylarında siyasal izlenceler tartışılmadı. Atatürk döneminin günlerce süren kurultayları, hafta sonu iki güne sıkıştırıldı. Bu iki günde de asıl yapılan iş, parti yöneticilerinin seçilmesi...

Partide yönetimi ele geçirmek, Türkiye’de iktidar olmaktan daha öncelikli tutulmakta çoğu CHP delegesi için. Türkiye’de iktidar olmayı önceleyen bir parti, kurultaylarında tıpkı Atatürk döneminde olduğu gibi ülke sorunlarını ve çözüm yollarını günlerce tartışır; yıllardır iktidarda olup Atatürk’ün kurduğu devrimci, milliyetçi, halkçı, devletçi, cumhuriyetçi, laik sistemi bozan yıkıcı siyasete karşı seçenek oluşturur. Cumhuriyet’in kan yitimini durduracak önlemleri tartışır. Bu konularda kapsamlı izlenceler oluşturur. Ülkenin her sorununun çözümü, yurdun dört bir yanından gelen delegeler ve uzmanlarca ortak akılla oluşturulur. Ne yazık ki son dönem kurultaylarında böylesi kapsamlı çalışmaları göremiyoruz. Bu da partinin halkla buluşmasını engellemekte.

Halkın yaşamını derinden etkileyen sorunlara ilgisizlik, halkla siyasal ilişkinin önüne duvar örmekte. Son yıllarda başta genel başkan olmak üzere CHP yöneticileri iktidarda bulunan sağ partilere öykünmekteler uzun süredir. Onlar gibi halk kuyrukçuluğu içeren söylemlerle yurttaşın gözünü boyamaktalar. Sağ partiler, halk avcılığı yapmak için ürettikleri söylemler konusunda deneyimli ve uzman. Solda olduğunu söyleyen bir partinin halkın gözünü boyayarak ya da yurttaşı kandırarak elde edeceği bir başarı olamaz. Zaten solun amacı; sağın bu günü kurtarma amacı taşıyan, halkı kandıran, egemenlerin düzenini yıkmak değil mi; yoksa bu sakat siyasete öykünerek onu güçlendirmek mi?

CHP’nin en büyük sorunu, siyasetsizlik ve ideolojisinin olmaması. Bu nedenle savrulmakta değişik yönlere. Kökünden kopan ağaç gibi kuruyup çürümekte. Çünkü onu besleyecek kökten koptu. Kökünden koptuğu için gövde ve dallar farklı yerlerden, havadan, taşıma suyla beslenmeye çalışmakta. Kök olamayınca toprağından beslenip yeni filizler veremiyor. Siyasal partilerin toprağı halk… Ağacın kökleri, toprağa çok sıkı tutunmalı. Tutunduğu topraktan sonsuza dek beslenmeli bıkıp usanmadan.

Halktan, köklerinden kopan CHP; gittikçe küçülmekte ve etkisi, ağırlığı azalmakta. Partiye egemen olan üstünkörü seçkinci bakış açısı ve dil, giderek halkla arasına aşılmaz duvarlar örmekte. Günümüz CHP yöneticileri, halkı küçümsemekte, çoğu zaman da hor görmekte. Köylüyü milletin efendisi olarak gören Atatürk’ten, köylüyle dalga geçen sözde Atatürkçüler türedi CHP’de. Bu, aslında CHP’deki ideolojik savrulmanın özeti.

Üzülerek söyleyeyim ki her kademedeki CHP yöneticilerinin çoğu; Atatürk’ü tanımıyor, onun yaptığı devrimlerin düşünsel temellerini bilmiyor. En kötüsü de partiyi yönetenlerin CHP tarihini içselleştirememeleri. Bu da hem ideolojik kopukluktan hem de bilgisizlikten kaynaklanmakta. Ne yazık ki partililer; iktidar partisine yüksek perdeden bağırmayı, birkaç süslü söz söylemeyi siyaset sanmakta. Söylemlerde büyük bir sığlık görülmrkte. Okumayan, araştırmayan ve çözümleyici düşünmeyen parti yöneticileri hem kendilerini hem de üyelerini düşünsel bir geriliğe itmekte. İdeolojik köklerini terk eden parti, sosyal medyadan esinlenmeye başladı. Bu da savrulmaları artırdı.

CHP yöneticileri aydın kimliklerini yitirdi. Topluma yön veren, ufuk açan aydınlar, ne yazık ki yok parti yöneticileri arasında. Eski CHP, aydın birikimiyle hem topluma hem de diğer siyasal partilere yol gösterirdi. Muhalefette olsa bile söylemleri ve duruşuyla ciddiye alınırdı. Çoğu zaman topluma etkisi, iktidar partilerinden çok olurdu. İşte CHP; bu Kemalist aydın birikimini, devleti sahiplenmeyi, ulusunun birliğinin sigortası olma özelliğini yitirdi. Bu da düşünsel sığlığa ve ters yönlerde savrulmaya neden oldu.

38. Kurultay, parti yöneticilerini seçmek için toplandı. “Sen git, o gelsin!” demekle parti ve uygulanan politikalar değişmez. Yalnızca görüntü değişir. Dil, duruş, düşünce aynı olunca bir süre sonra kanıksanır yeni yöneticiler halk tarafından. CHP, ülkemizin geleceğinde söz sahibi olmak istiyorsa öncelikle kendi içinde düşünsel bir devrime gereksinimi var. Olur mu bu? Hiç de umutlu değilim.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       8 Kasım 2023