ENDONEZYA’DA ATATÜRK


Endonezya hükümeti, başkent Cakarta’nın şık kokteyl barları, Selamat Datang anıtı, rahat aşevleri, acılı tavuk çorbası ve seraları ile ünlü Menteng bölgesinde bir caddeye Mustafa Kemal Atatürk adının verilmesini istedi. Bu öneri, aşırı İslamcı bazı parti ve kümelerin tepkisine neden oldu. Bunun üzerine ülkede Atatürk tartışması başladı.

Endonezya, nüfus bakımından en büyük İslam ülkesi. Binlerce adadan oluşmakta. Hükümetin önemli bir caddeye Atatürk adını vermek istemesi, ülkemizle ilişkileri geliştirmenin yanı sıra Atatürk temelinde iyi bir dostluk köprüsü kurmak. Çünkü Atatürk, ezilen ulusları birbirine bağlayan en önemli bağ.

Ankara’da, Endonezya büyükelçiliğinin önündeki caddenin bu ülkenin kurucusu Sukarno’nun adı verilmiş. Bu nedenle Başkent Cakarta’da Türkiye’nin kurucu liderinin adını taşıyan bir caddenin olması dostluk, kardeşlik ilişkisi açısından çok önemli.

Endonezya Halk Danışma Meclisi Başkan Yardımcısı Hidayet Nur Vahid, bir caddeye Atatürk adının verilmesine karşı çıktı. Vahid, Atatürk için “antidemokratik ve İslam karşıtı” suçlamasında bulunmuş. Bu söylemin patenti önce İngilizlere aitti, şimdilerde ABD devraldı. Ne yazık ki emperyalisteler, bu söylemi İslami örgütler aracılığıyla yaygınlaştırıp kendilerine bağımlı örgütler, ülkeler oluşturmaktalar. Vahid, daha önce Müreffeh Adalet Partisi genel başkanıydı. Bu parti, Mısırlı İhvancılardan etkilenerek kurulmuş. Münafık Kardeşler örgütü, bu partinin esin kaynağı. Nedense İhvan’dan etkilenip kurulan bu partilerin ya da örgütlerin adlarında “adalet” sözcüğü bulunmasına batılı emperyalistler özen göstermekte. Neden acaba?

MAP’ın Atatürk adına karşı çıkması üzerine, Endonezya’nın Sesi internet sitesinde tartışmalara yanıt veren bir yazı yayımlandı. Yazı, “Mustafa Kemal Atatürk’ün Başarısı ve Endonezya’ya Etkisi” başlığını taşımakta. Bu yazı Endonezce, İngilizce, Çince, Fransızca, Arapça ve İspanyolca olarak yayımlanmış.

“Atatürk adı, ‘Türklerin Babası’ anlamına geliyor; ancak o kendi döneminde dünyanın en çok konuşulan adlarından biriydi. Türkleri, Batı sömürgeliğinden kurtarması dünyanın birçok ulusuna esin kaynağı oldu. Elbette ülkemiz Endonezya’nın kurucuları bunun istisnaları değildi.” denmekte yazıda. Endonezya’nın bağımsız olmasını sağlayan öncülere esin kaynağı Atatürk olmuş.  Burada Atatürk’ün asıl vurgulanan yanı emperyalizme karşı savaşımı.

“Bu gerilemenin ortasında, İngiliz emperyalizmine boyun eğmek istemeyen bir subay vardı. O, Mustafa Kemal’den başkası değildi.” İngiliz emperyalizminin desteğiyle kurulan Münafık Kardeşler örgütünün izleyicisi Vahid ve arkadaşları, Atatürk’ün erdemli, onurlu duruşunu, savaşımını anlamaları biraz zor.

“Atatürk, Türklerin bağımsızlığı için İtilaf devletleriyle savaşmaktan başka bir yol olmadığını duyumsadı. Atatürk, Osmanlı İmparatorluğunun görkeminin iadesini isteyen Enver Paşa gibi değildi, yalnızca Türk ulusunun bağımsızlığını istiyordu. Çünkü ona göre kontrol edilemeyen toprak hırsları, Türk ulusunun bağımsızlığını ve hatta geleceğini fiilen yok edebilirdi.” denmekte yazıda. Atatürk’ün usçu, gerçekçi düşünmesi öne çıkarılmakta. Somut koşullara göre davranan bir Atatürk. Düş kurmuyor, gerçeği yaşıyor.

Yazıda, Atatürk’ün Endonezya’nın kurucu liderlerinin siyasal kıblesi olduğu vurgulanmakta.

“Sukarno, Atatürk’ün İngiliz saldırısından sağ çıkabilmesi için Türkiye’nin ‘kaplan’ gibi mücadele ettiğini söylemiştir. Bunun da ötesinde Sukarno, Atatürk’ün din ve devlet işlerini birbirinden ayırarak ülkenin kalkınmasında attığı adımları da ideal bir örnek olarak görmüştür.” (Bu haber ve diğer ayrıntılar, 28 Ekim 2021 tarihli Aydınlık gazetesinden alınmıştır.)

Atatürk’ün emperyalizm karşıtlığı ve devrimleri, dünyanın dört bir yanında ezilen uluslarca örnek alındı. Ne yazık ki 1945’ten sonra Atlantik yörüngesine giren Türkiye hükümetleri, ezilen ulusların bu eğilimini görmemiş, bu savaşımlara sırtını dönmüştür.

Dünya, yeniden Atatürk çağına girmekte. Bu nedenle Atatürk’ün bağımsızlıkçı ruhunu öncelikle ülkemizde yaşatmak zorundayız. Kemalizmin temeli, emperyalizme karşı tam bağımsızlıktır. Günümüzde, ezilen ulusların baş belası ABD’dir. Bu nedenle ABD emperyalizmine karşı savaşım Kemalistlerin başlıca görevidir.

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            31 Ekim 2021


CUMHURİYET’İ ANLAYAMAYAN AYDINLAR(!)


Türkiye’de önemli bir aydın sorunu vardır. Kurtuluş Savaşı’na sırtını dönen aydınları unutmuş değiliz. Keşke sırtlarını dönmekle kalsalardı da işgal güçlerine yaltaklık yapmasalardı. Baştan beri Anadolu’ya ve Atatürk’e burun kıvırdı bu batıcılar. Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı örgütleme çalışmalarını küçümsediler sürekli. Ulu Önder’in çabalarının boşa harcanan bir emek olduğunu düşündüler. Bu nedenle de baştan beri Anadolu hareketinin değil, işgalcilerin ve işgalcilere teslim olan padişahın yanında yer aldılar.

Kurtuluş Savaşı bitti, Cumhuriyet kuruldu. Bu dönemde de halka ve onun öncülerine burun kıvırıp tepeden baktılar. Halkın tarih yapan gücünü görmediler. Atatürk’ü tepeden inmeci bir önder olarak gördüler. Oysa o, halkının içindeydi. Birinci Dünya Savaşı’nda cephe cephe gezerek Osmanlı coğrafyasını öğrendi, bu topraklar üzerinde yaşayan insanları tanıdı. Birlikte savaştığı, omuz omuza verdiği Mehmetçiklerin bilinç, kavrayış düzeylerini, sosyal ve kişisel gereksinmelerini yakından gördü. Bu durum siyasal bilincinin, devrimci kişiliğinin oluşmasına katkı yaptı.

Halka tepeden bakan aydınlar, İstanbul’daydı genellikle. Özellikle de Mütareke basınının kalemşorları bu konuda başı çekmekteydi. Mütareke basını, Cumhuriyet’i bir türlü içine sindiremedi. Cumhuriyet’i halkın istemediğini, tepeden inmeci bir biçimde ona dayatıldığını yazıp söylediler. Bu söylemlerin altında yatan asıl düşünce ise Atatürk’ü diktatör olarak gösterme isteğiydi. Bu konuda ne yazık ki az da olsa başarılı olduklarını söyleyebilirim. Bu kesim, hep emperyalistlerin yanında oldu. Düşüncelerini hep emperyalistlerin etkisiyle oluşturdular.

Cumhuriyet’i halk istedi. Çünkü Cumhuriyet, halkın var olması için zorunluluktu.

Erzurum Kongresi 23 Temmuz 1919’da toplanmış, çalışmalarını 7 Ağustos 1919 tarihine dek sürdürdü. Bu sırada Atatürk, bir gezinti için millet bahçesine gider. Halk çevresine toplanır. Atatürk’ün yüzüne bakan halk, bir ağızdan bağırır. “Yaşasın Cumhuriyet!”

Yukarıdaki olayı, Mahmut Esat Bozkurt’un Atatürk İhtilali kitabından öğrenmekteyiz (Kaynak yayınları, sf.140).

Aynı yapıtta Bozkurt, Türk ve Fransız cumhuriyetlerinin kuruluşlarını karşılaştırır.

“Versay sarayına giden halk, kraldan ekmek istedi. ‘Ekmek ver ve başımızda kal iyi Kral, iyi Kraliçe!’ diye bağırdı. (sf 140)” Bu örnekten de anlaşılacağı gibi Fransız halkı, kraldan ekmek; Türk halkı ise Erzurum’da cumhuriyet istemekte Atatürk’ten. O Erzurum ki İttihat Terakki’nin en güçlü olduğu illerimizden biri, Trabzon ve Kastamonu gibi.

Erzurumlular, istibdat yönetimini yıkmak için “Canverenler” örgütünü (Asya Çağını Açan Devrimler, H. Zafer Kars-Emrah Maraşo) kurmuşlar. Amaçları ne? Özgür bir yaşam…

İnebolu’dan cepheye cephane ve silah taşıyan kadınlar, gönüllü askere gidip şehit olan yiğitler, Tekâlif-i Milliye emirleri doğrultusunda neredeyse elindeki her şeyi ordunun hizmetine veren halk Cumhuriyet’i hak etmiyor öyle mi?

Kurtuluş Savaşı yalnızca işgalcilere karşı değil, işgalcilere teslim olan İstanbul yönetimine ve işbirlikçilere karşı da verildi. Onlar da yenildi bu haklı savaşta. Yenilenlerin hepsi birleşerek hem utkuya hem de Cumhuriyet’e, Türk Ulusuna karşı durmaktalar.

Yanıtlanacak soru şudur: 16 Mayıs 1919’da İstanbul’da ayrılan Atatürk, 1 Temmuz 1927’ye dek bu kente niçin gitmemiştir? Dile kolay, tam sekiz yıl…

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       30 Ekim 2021

 

 

CUMHURİYET’İN KADINLARI VAR

 

Bugün birçok televizyon kanalında Hakkârili Nine Muteber Engindeniz’i izledik. Ninemiz, yüz on yedi yaşında kimlik bilgilerine göre. Cumhuriyet ilan edildiğinde on dokuz yaşındaymış. Genç biri olarak çok iyi anımsamakta Cumhuriyet’in ilanıyla yaşanan coşkuyu.

Cumhuriyet ilan edildiğinde günlerce halay çektiklerini söylüyor. Bu söylemle Edirne’den Hakkâri’ye dek yaşanan Cumhuriyet coşkusunun sözde kalmadığını gerçek olduğun anlıyoruz. Atatürk’e borçlu olduklarını vurgulamakta güngörmüş nine. Bu borcun ne olduğunu okuma yazma bilmez bir nine biliyor da kimi aydınlar niye bilmiyor?

“Atatürk, hepimizin babasıdır, onu çok seviyoruz. Allah ondan razı olsun, mekânı cennet olsun. O olmasaydı bizler perişan olacaktık. Cumhuriyet Bayram’ımızı kutluyoruz, hepimize mübarek olsun. Atatürk’ün sayesinde bizler aile olduk. Ev sahibi olduk. Toprak sahibi olduk. Şimdi de Cumhuriyet Bayram’ını kutlamanın mutluluğunu yaşıyoruz. Aşkla bu bayramı kutluyoruz. Cumhuriyet ilan edildiğinde çok mutlu olduk, günlerce halay çektik. Atatürk için alkışlar yaptık, şarkılar söyledik. O olmasaydı şimdi kim bilir nerelerde olacaktık.” demekte Muteber Nine.

Muteber Nine’nin sözlerindeki içtenlik ilgi çekmekte. Bu sözleri söylerken sanki 29 Ekim 1920’yi yeniden yaşamakta. Doksan sekiz yıl önce yaşadığı Cumhuriyet coşkusunun ateşi içinde hiç sönmemiş.

Muteber Nine, konuşmasını Kürtçe yaptı. Genç bir yurttaşımız konuşmayı, Türkçeye çevirdi. Demek ki Atatürk’ü, Cumhuriyet’i, Türkiye’nin bir yurttaşı olmanın onurunu yaşamak için Türkçe bilmemek sorun değilmiş.

“Atatürk’ün sayesinde bizler aile olduk. Ev sahibi olduk. Toprak sahibi olduk.” tümceleri beni en çok etkileyen sözleri Muteber Engindeniz’in.

Türk Medeni Kanununu bu kadar açık anlatan birisi, bugüne dek çıkmış mıdır acaba?

Bağımsız bir devletin özgür yurttaşı olmayı bu denli içte ve yalın açıklayan biri kişi, bugüne dek var mıdır?

Kulluktan yurttaşlığa geçişi, bu kadar bilgece söyleyen bir dil oldu mu bugüne dek?

Laf salatası yapmayı, aydın olmak sanan birçok kişinin Muteber Nine’den öğreneceği çok şey var. Hele emperyalizme gönüllü, paralı ya da parasız askerlik yapanların, etnik temelde ayrışma tohumları ekerek Cumhuriyet’imizin kazanımlarını göremeyenlerin yüz on yedi yıllık Ulu Çınar’dan alacağı çok dersler var.

Yıllar önce bir kitapta okumuştum. Ne yazık ki okuduğum kitabın adını ve yazarını karıştırmaktayım. Ancak kitapta anlatılan olay, olduğu gibi usumda.

Bir tahsildarla bir jandarma kumandanı Siirt’in bir köyüne gider. Köyde bir kadın canhıraş bağırmaktadır. Dili anlaşılmasa da ses tonundan beddua ettiği görülmekte. Jandarma komutanı, oralı olan tahsildara sorar: “Bu kadının derdi ne? Niye bu kadar ağlayıp bağırıyor?”

Tahsildar, kadının konuşmasını çevirir komutana. Kadın: “Kör olası kurt, onun öldüğünü duydun da tavuklarımı yedin öyle mi? Bizi sahipsiz, korumasız mı sandın?” demektedir. Çünkü o gece kurt, kadının tavuklarını yemiştir.

Peki, Siirt’in bir köyünde yaşayan ve Kürtçe beddua eden kadının tavuklarının kurt tarafından yendiği tarih ne zamandır?

Tahsildarla jandarma komutanının köye gittiği tarih 11 Kasım 1938’dir. Kürt kökenli yurttaşımızın “o” dediği kişi de Atatürk’tür.

İki kadın… İkisi de Kürt kökenli yurttaşımız. İkisi de işgal, açlık, kıtlık, kulluk, ölümler görmüş. İkisi de Kurtuluş Savaşı’nın onurunu yaşamış. İkisi de yedi düveli yenmenin utkusuna ortak olmuş. İkisi de Cumhuriyet’le gururlanmış. İkisi de Atatürk devrimleriyle özgüven kazanmış.

Muteber Nine “Atatürk hepimizin babasıdır, onu çok seviyoruz.” demişti ya… Bu tümceyle ulusumuzun birleştirici gücünün Atatürk olduğunu vurgulamakta, tabi anlayana. Demek ki Atatürk olmadığında Türkiye de olmaz. Halkın sağduyusu dediğimiz de budur. Yani Muteber Engindeniz’in şu kısacık tümcesidir.

Yok efendim Cumhuriyet tepeden inme gelmişmiş de halk istememişmiş. Cumhuriyet ilan edildiğinde halk günlerce halay çekip sevinir. Atatürk öldüğünde üzüntüsünden, çektiği yürek acısıyla kurtlara beddua eder Türkçe bilmeyen Kürt kökenli yurttaş. Kendine aydın diyen zavallı güruh da boş gevezeliklerle Cumhuriyet’i içki masalarına meze yapar emperyalistlere yaranmak uğruna. 

Yedi düvel bir araya gelse yeniden, bu ülke yıkılmaz. Tek dişi kalmış sözde uygarlık temsilcileri her türlü hileyle bizi bölmeye çalışsalar da başaramazlar. Çünkü bu ulusun Atatürk’e inanan kadınları, devrimlerle yurttaş olmuş onurlu insanları var. Varsın üç beş kendini bilmez işbirlikçi olsun, ne yazar?

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   29 Ekim 2021

                                                                                              

 

CADILAR BAYRAMI KUTLATILAN ÖĞRENCİLER


Üç beş yıl önceydi. Zekeriyaköy’de bir öğrencime derse gitmiştim ekimin son haftasıydı. Bahçe içindeki villanın bahçe kapısının duvarı üzerinde sağlı sollu iki tane kabak vardı. Boyanmış kabakların niye oraya konduklarını anlayamadım. Kendimce resim kursuna giden evin hanımının ya da çocuklarından birinin boyama çalışması diye düşündüm. Çıkarken gün kararmıştı. Baktım ki kabakların içinde birer ışık yanmakta. Sanat çalışması diye düşündüm. Bu konudaki bilgisizliğimi hoş görün.

Aynı hafta sonunda Göktürk’teydim. Baktım, nerdeyse aynı sokakta yer alan iki katlı bahçe içindeki evlerin hepsinin kapısında boyanmış kabaklar var. Allah Allah, herkes kabak mı boyuyor, neden? Bu bilgisizliğime son vermeliyim, yoksa içim rahat etmez. Dersim olan evden içeri girdim. Derse başlamadan önce öğrencime sordum

 boyanmış kabakları. Öğrencim, bilgisizliğime şaşırarak “Cadılar Bayramıııı…” karşılığını verdi soruma. Aydınlandığım için “Sağol!” dedim. Dersim bitip evden çıkarken evin hanımına ve öğrencime takılgan bir gülümsemeyle “Cadılar bayramınız kutlu olsun.” dedim.

Cadılar bayramıyla ilgili üçüncü anımsa Nişantaşı’nda oldu. İkiz kızlara ders veriyordum. Liseye giden zeki, pırıl pırıl iki genç… Ders sırasında içeriden gürültüler, konuşmalar hiç bitmedi. Eve gelen konuklar vardı. Ders bitti. Çıkarken çocukların anne ve babaları ısrarla salona geçip oturmamı istediler bir süre. Kendilerine katılmamdan mutlu olacaklarını söylediler. Bu arada bunu söylerken ikisi de farklı giyimler ve süsler içindeydiler. Onları kıramayıp (Biraz da merakımdan) salona geçtim. Maskeli ve giyimli konuklarla tanıştırıldım. Bir tek ikizlerin dedeleri konuklardan ayrı. O benim gibi. Biraz dedeyle söyleşip birkaç bardak bir şeyler içip izin alarak çıktım. Böylece cadılar bayramı kutlamasına ilk kez, az da olsa katılmış oldum.

Üç örneğin geçtiği semtler genellikle okumuş orta sınıfların oturduğu yerler. Bu ailelerin ortak paydası laikçi ve batıcı olmaları.

Cadılar bayramı, 31 Ekim’de kutlanmakta. Kökeni pagan inancı… Sonrasında Hıristiyanlarca benimsenmiş. Özellikle de İngiltere ve ABD’de… ABD’nin kültürel yayılması ve diğer ülkeler üzerinde emperyalist egemenlik kurmak amacıyla birçok ülkece benimsenmiş bu bayram. Kutlamalarda korkunç kostümler giymek bir gelenek. Korku filmi izlemek önemli bir ayrıntı. Perili olduğuna inanılan evlere yapılan geziler de bir başka kutlama…

Cadılar bayramı, bizim ekinimize yabancı bir şey. Kutlamalardaki ayrıntılara bakılınca çocukların tinsel sağlığını bozacak nitelikte. Ayrıca onların bir takım gerçekçi olmayan ve korku veren doğaüstü güçlere inanmalarına neden olacak ayrıntılar var. Bu kutlamalar, yetişkinlerin de tinsel sağlığı üzerinde olumsuz bir etki bırakacağı da kesin.

Şimdi gelelim bu yazının yazılış nedenine… Atacan beşinci sınıfta… Geçen cuma günü okuldan geldi ve pazartesi sınıfta cadılar bayramı kutlaması yapılacağını söyledi. Bu nedenle kutlama için sınıfa yiyecek bir şeyler götürmesi gerektiğini alattı. Ayrıca farklı kostümler ve maskeler takılacağını da söyledi. Bu arada cadılar bayramının ne olduğunu da sordu. Ben anlattım. Kendisi de araştırdı öğrendi. Bize: “Cadılar bayramı bizim değil, niye kutluyoruz?” dedi. Ben de yanıtladım sorusunu.

Annesi, ona korkunç görünümlü bir maske ile yiyecek bir şeyler aldı. Böylece oğlumuz sınıfındaki kutlamalara katılıp dışlanmadı(!).

Daha önce birçok özel okulda cadılar bayramı kutlamaları yapıldığını işitmiştim. Bu, giderek yaygınlaşmakta. Laik yaşamayı, sığ bir batıcılık olarak gören Tanzimatçı kafalı sözde aydınların kendi topraklarından, köklerinden kopmasının göstergesi bu. Çok yazık! Toprağından, kökünden koparak yaşayamazsın. Kökünden koparsan sen, sen olabilir misin? Emperyalistlerin alışkanlıklarını laiklik ve çağcıllık sanmak, nasıl bir aymazlık? Bizim olan bayramları ve özel günleri kutlama konusunda burun kıvıran bu kesimin kendi ekinine yabancılaşması büyük yanlış.

Bir kişi ya da toplum, kendi toprağından beslenerek büyür, dal budak salar. Kartal yürüyüşlü karga olmaktansa karga ol! Aydın olmak demek, yabanın özentisi içinde aşağılık kompleksi içinde kıvranmak değil. Kendi köklerinin üstünde yükselip başı dik olmaktır.

31 Ekim Cadılar bayramında iki gün önce Cumhuriyet Bayramı var. Kutlayacaksanız Cumhuriyet Bayramını en görkemli biçimde kutlasanıza! Cumhuriyet’imizin kuruluşunu, bir hafta boyunca yurdun her yanında büyük bir ulusal coşkunun yayılması fırsatına dönüştürerek ulusal birliğimizi sağlamlaştırmak için erkenizi harcasanız ya.

Eğitim kurumları, ulusal eğitimin ilkelerinden sapmamalı. Unutulmasın ki onlar, bu topraklar için insan yetiştiriyorlar. Onların görevi, emperyalistlere kul köle olacak işbirlikçiler, özgüvensiz kişiler yetiştirmek değil.

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   26 Ekim 2021

 

 

KESMEŞEKERDEN, TOZŞEKER YAPANLAR


Ben beni bildim bileli Doğu Karadeniz Bölgesi göç verir. Neredeyse Türkiye’nin her iline bu göçlerle gidip yerleşenler vardır. Hatta dünyanın her ülkesinde, bir Karadenizliye rastlamak olanaklı. Dünyanın ya da Türkiye’nin neresine olursa olsun gidip yerleşenler, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin doğduğu toprakları unutmuyor. Fırsatını bulduğunda sılaya dönüyor. Ya sürekli ya da özlemini kısa süreli de olsa gidermek için.

Doğu Karadeniz’de tarım arazileri çok dar ve yetersiz. Nüfus çok. Bu nedenle nüfus artışına koşut olarak gelişen tarım dışı iş olanakları da yok! Toprağa bağlı bir yaşam, geçimi sağlamıyor ne yazık ki.

Yerdeşlerimizin çoğu gittikleri yerlerde iş yaşamlarında başarılı oldular. Derin bir yoksulluk içinde yaşayan birçok kişi, özellikle büyük kentlerde düşlerinde bile göremeyecekleri olağanüstü varsıllıklara kavuştular. Doğaldır ki birden varsıllaşmanın getirdiği birtakım garip davranışlar da olmakta.

Çocuktuk… 1960’lı yıllardı. İstanbul’da yapılaşmanın hızlandığı bir dönem. Yapsatçı olmak da çok kolay… Ne diploma aranıyor ne de deneyim… Arsalar, sahiplerince kat karşılığı verilmekte. Yurtdışındaki işçilerimiz kazandıkları dövizleri apartman dairelerine yatırmaktalar o dönemde. Cebine biraz para koyan yerdeşimiz, soluğu büyük kentlerde almakta. Çoğu kişi, üç beş ortak bir araya gelerek yapsatçılık yapıyor. Birinci, bilemediniz ikinci yapıdan sonra ortaklıklar bozuluyor. Herkes kendi olanaklarıyla iş yaşamını sürdürüyor.   Varı yoğu olanlar, büyük kentlere göçüp şanslarını denemekteler. En çok da İstanbul’da…

Tanıdığımız bir aile İstanbul’a göçmüştü. Çalışıp didindiler. Ailenin her bireyi bir işin ucundan tuttu. İnşaat işçiliğinden yapsatçılığa geçiş yaptılar. Ekonomik durumlarının birden iyileşmesi, onların çoğumuza saçma sapam gelen bazı davranışlar yapmasına neden olmaktaydı.

İstanbul’a göçen ailenin oğlu büyüyüp evlenme çağına gelir. Geleneklerinden kopamamış, kentliliği içselleştirememiş aile, oğullarına görücü usulüyle bir akraba kızıyla evlendirirler. Tarlada çapa yaparken, sırtında ah/ğ/pin (İnsan, hayvan gübresi ve çürümüş kuru yaprak karışımı) taşırken kendini İstanbul’un en lüks mahallesine gelin olmuş bulur kızcağız. İlkokula gitmediğinden okuma yazma da bilmemektedir. Arada sırada zamanın tek iletişim aracı olan mektup, köprü olur köydeki ailesiyle. Mektupları da bir yakını yazıp okur.

Kızı evlendikten sonra yeni doğan torununu görmeye gider köydeki anne. Bir süre onun yanında kalıp köye döner. Komşular, kızının nasıl olduğunu, rahatının yerindeliğini, evliliğinin mutlu olup olmadığını sorarlar ona. O: “Çok rahat kızım, yapacak hiçbir işi yok! Bu nedenle canı sıkılmasın diye kesmeşekeri döverek tozşeker yapıyor.” der. Bu tümceyle kızının rahatının çok yerinde olduğunu anlatmak ister kadıncağız. Biraz da hava atmaktır niyeti.

Gelin Hanım’ın can sıkıntısından kesmeşekeri dövüp tozşeker elde edip etmediğini bilmiyoruz. Belki de annesinin kızının rahatlığını anlatmak için bulduğu bir örnek bu. Burada söz konusu olan kör bir bilgisizliğin getirdiği yersiz bir örnek. Kendini kanıtlama isteğinin kışkırtıcı örneklemesi. Doyumsuzluğun, yaşadığı koşulları içselleştirememenin getirdiği uyumsuzluk… Bilgisizlik ve belli bir yaşam anlayışı olmamasının ortaya çıkardığı kabalık… Her şeyden önemlisi ise ekonomik durumu nasıl olursa olsun insanımızın düşküsünün olmamasıdır kesmeşekeri döverek tozşeker yapma işi.

Yoksulluktan varsıllığa hızlı geçiş yapan kimi kişilerin varsıllıklarını göstermek için görgüsüzlüğün sınırlarını zorladıklarını uzun zamandan beri görmekteyiz. Cebindeki parasından başka doğru düzgün hiçbir sanatsal, ekinsel, bilimsel bilgisi ve yeteneği, düşküsü olmayan kişilerin cüzdanlarıyla övünmeleri çok doğal.

Yıllarca toplumun görgü kurallarının yanından geçmemiş kişilerin cüzdanları şişkinleşince göze batan yanlış davranışların içinde olması da olağan. Görgü kurallarına uygun davranmanın yoksulluk ve varsıllıkla ilgisi yok! Bunun nedeni, açgözlülük ve hazımsızlık…

Birden varsıllaşan kişilerin sosyal uyumsuzlukları çok anlatılırdı dost meclislerinde. Basın yayın organlarının yaygınlaşmasıyla bu kişilerin davranışlarını gazetelerde okuyup televizyonlarda izlemekteyiz. Sırtını siyasetçiye dayayıp dalkavukluk yaparak kamu malını cüzdanına indirerek varsıllaşanların görgüsüzlüklerini her gün görmüyor muyuz?

“Can sıkıntısından kesmeşekeri döverek tozşeker yapmak” bir simgedir. Neyin simgesi mi? Hızlı varsıllaşmanın sosyal, tinsel, davranışsal varsıllaşmayla koşut gitmemesinin simgesi. Benzer örnekler çok, ne yazık ki…

                                                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                                                               25 Ekim 2021

 

 

 

 

 

 

 

 

KARADENİZ GÜNLERİ


Yöresel ürünleri severim. Hangi yöreye özgü olursa olsun yerel kültürlere ilgi duyarım. Her yörede yetişen meyve ve sebzeleri tatmak isterim. Yöresel yemeklerse vazgeçemediğim lezzetlerdir. Gezilerimde gittiğim yerlere özgü lezzetleri tatmak için can atarım. Yöresel dokumalara, el işlerine bayılırım. Saatlerce onların başında zaman geçirebilirim. İnsan emeğiyle üretilen ne olursa olsun saygı ve hayranlığı hak eder.

İstanbul’un neredeyse tüm caddelerinde duyurular asılı: “Maltepe Sahilde Karadeniz Günleri, 21-24 Ekim 2021” Ben de Karadenizliyim, ilgi duymamam olanaksız. Diğer yörelerin de olsa böyle bir etkinliğe gideceğim. Çünkü söz konusu olan halkın yaratıları, onun her alanda ürettikleri. Gerçi daha önce gittiğim yöresel günlerin birçoğunda düş kırıklığı yaşamıştım. Ancak umudumu yitirmiyorum hiç. Gelecek yıllarda düş kırıklığımın olmayacağı günleri de görebileceğim diye düşünmekteyim.

23 Ekim sabahı erkenden evden ayrıldım. Dersim vardı. Ders bittikten sonra eve dönmek için yola çıktım. Çok acıkmışım. Karadeniz yemekleri, usumdan çıkmıyor ve Maltepe’deki etkinliğe gitmek isteğim artıyor. Yenikapı’dan tam da Marmaray’ a bindiğim anda eşim aradı. Sıkıldığını, bu nedenle bir yerlere gitmeyi önerdi. Anında olumlu yanıt verdim ve Karadeniz etkinliklerine gitmeyi önerdim. O da kabul etti.

Bostancı’da buluştuk. Arabamızla yola çıktık. Yollarda ilerlemek olanaksız. Hava güzel… Herkes dışarda… Yeiçlere, parklara, yeşil alanlara iğne atsan yere düşmeyecek. Otoparkların neredeyse hepsi dolu… Zor da olsa ulaştık gideceğimiz yere. Arabayı otoparka bırakıp birazcık yürüyüp etkinlik alanına ulaştık. Olsun spora da gereksinmemiz var. Bir yanda Karadeniz müziği, başka bir yerde ise farklı ezgilerin çalındığı bir sahne. Sesler birbirine karışınca bunun adı müzik olmayıp gürültü oluyor.

Acıkmış olduğumuz için baştan sona aşevlerini gezdik. Diğerlerine göre daha temiz ve düzenli gördüğümüz bir yere oturduk. Üç hamsi, iki de Laz böreği yedik. Ederini yazmayacağım. Ancak hamsi yerine kazık yediğimizi söyleyebilirim. Yediğimiz de hamsi olsa… Güya tavada yapılmış, ancak berbat bir yağ içinde. Eve gelinceye dek midem bulandı. Eve geldim, bulanma sürdü ne yaptımsa. Sabah dek doğru dürüst uyuyamadım.

Hamsinin yanında verilen lokma büyüklüğündeki ekmekler, kupkuru ve az pişkin. Ülkemizin en güzel ekmeklerini pişiren bölgeyi temsil eden bir aşevine bunu yakıştıramadık.

Laz böreğine gelince… Şerbete boğulmuş yufka kümesi…

Yurttaşlar, sıla özlemiyle yörelerinin yemeklerini yemek istiyorlar, ancak bunu fırsata çevirenler var. Yemeklerin sunumu, pişirilmesi özenli değil. Selden kütük kapma yarışı var. Bazı dükkâncılar, Karadenizlilerin bu yıl etkinliğe ilgisinin az olduğundan yakınmaktalar. Haklılar… Böyle yaparsanız önümüzdeki yıllarda beni, sabaha dek uyutmayan yemeklerinizi satacak kimseyi bulamazsınız.

Günümüzde teknoloji ve işbölümü gelişti. Her geçici dükkânda su akmalı. Gezici mutfak tezgâhları olmalı. Sağlık koşullarına ve temizliğe özel önem verilmeli. Ürünlerin sağlıklı ortamlarda hazırlanması için uygun yerler yapılmalı. Eskinin panayır havalarından kurtulmalı bu etkinlikler.

Biraz da yöresel ürünlerin satıldığı kapalı alandaki dükkânlardan söz edelim. Yöresel ürünler deniyor, ancak ülkemizin her yerinde yetişen ürünler satılmakta bu dükkânlarda. Birkaç dükkânda tamamen yöresel ürünler satılmakta. Bu durumdan da anlaşılıyor ki amaç yöresel ürünleri tanıtıp satmak değil, birtakım kişilerin kazanç sağlamasına önayak olmak. Üstelik satılan yöresel ürünlerinin çoğunun ederinin piyasa ederlerinin çok üstünde olduğunu söylemeliyim. Herkes emeğinin karşılığını elbet de almalı. Ancak böyle özel günleri fırsata çevirmemeli. Bu bölümün sağlık ve temizlik koşullarına uygunluğu aşevlerine göre daha iyi.

Kültürel tanıtımın olduğu bölüme geçtik. Birçok derneğin tanıtımları var. Ancak bunların ne denli başarılı bir tanıtım yaptıkları tartışılır. Kendi illerini, ilçelerini ilgi uyandıracak bir biçimde tanıtan bir yere rastlamadım. Bazı dernek başkanları “ben” özneli tümce kurmaktan kendilerini kurtarmalı. Doğaldır ki temsil ettiği bölge hakkında bilgileri olmayan başkanlar, kolay yoldan kendilerini tanıtma yolunu seçmekteler. Kendi övgüleri bitince yakınlarında bulunan bazılarını övmeye başlıyorlar. Sonra başkanları öven birileri çıkıyor ve o da bir konuşma yapmış oluyor.

Daha önce katıldığım farklı yörelerin birçok etkinliğinde benzer durumlara rastladım. Her yöremizde sayılamaz ölçüde değerlerimiz var. Her yöremiz, bin bir tadı saklamakta. Ülkemizin her yerinden bereket fışkırmakta. Şarkılarımız, türkülerimiz, oyunlarımız ilçeden ilçeye, neredeyse köyden köye değişmekte. Nedense bu değerlerimizi yörelerimize yakışır bir biçimde tanıtamıyoruz. Onları ulusal ve evrensel düzeylere taşıyamıyoruz. Bunu yapamayınca sürekli yakınıp başkalarını suçluyoruz.

Unutmayalım ki insanı da toplumları da geliştiren en önemli şey, eleştiri ve özeleştiridir. Eleştiriye katlanma, özeleştiri yapma yürekliliğini gösterdiğimiz zaman her şeyin ne denli iyi olacağını hep birlikte göreceğiz.

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   24 Ekim 2021

 

 

 

İŞGALE KARŞI İLK HALK DİRENİŞİ


Dünyada, devletler kuruldu kurulalı insan toplulukları arasında savaşlar oldu. Aslında devletin ortaya çıkışı sınıflı toplumların oluşmasıyla başlar. Artıkdeğerin belli bir sınıfın elinde birikmesi, o sınıfın siyasal ve askersel gücünü de artırmaktaydı. Gücü elinde bulunduranlar, güçlerini daha da artırmak için komşu halkların topraklarına, mallarına göz koymaktaydılar. Bu da ülkeler arasında savaşlara neden olmaktaydı. Çünkü kimse yaşadığı toprakların başkalarının eline geçmesini istemez. Bu yolla can ve mal güvenliklerini tehlikeye atılmasını kabullenmez.

Savaşlarda yurdunu savunan halk ve onun önderleri, çoğu zaman büyük kahramanlıklara imza atar. Bu kahramanlıklar; şarkılarda, türkülerde, destanlarda, çoğu zaman da anıtlarda yaşatılır. Böylece halkın kahramanlığı yüz yılları aşıp giden bir tarihsel başarı olarak günümüze dek gelir ve geleceğe de ışık tutar.

Halk direnişleri, ulusun bağrında küllenen bağımsızlık ateşini, köze döndürüp alevlendirir. Bu direnişler, yurdun dört yanında işgallere karşı direncin gelişmesini sağlar.

Osmanlı Devleti giderek güç yitirmekteydi son iki yüz yılında. Neredeyse her savaşta yenilmekteydi. Yapılan anlaşmalar, savaşlardan daha kötü sonuçlara neden olmaktaydı. Anlaşmalarla verilen ödünler, devletin egemenlik haklarının birçok alanda karşı tarafa devrine yol açmaktaydı. Osmanlının son döneminde özellikle Ruslarla yapılan savaşlar önemlidir. Ruslar, Anadolu’yu işgal etmek için fırsat kollamaktaydı. Bu nedenle de Karadeniz kıyılarına sık sık saldırılarda bulunmaktaydılar deniz yoluyla gelerek.

1810 yılında Ruslar, Trabzon’u ele geçirmek için Akçaabat ilçesinde yer alan Sargana Burnu’na çıkarma yaparlar. Şeker bayramının ilk günüdür. Herkes bayram sevinci içindedir. Yetişkin erkekler, bayram namazında. Çocuklar, bayram sevinci içinde kapı önlerinde. Kadınlar, namazın bitmesini beklemekler bayramlaşmak için.

Sargana’ya baskın bir çıkarma yapan Ruslar, Kavaklı (Ahanda) köyünü ateşe verir. Ateşe verilen köyün çevresinde siperler kazarak yerleşme isteğindedirler Ruslar. Erkekler, namazda olduğu için ilk direniş kadınlardan gelir.

“Köyün erkekleri sabah namazı için erkenden camiye gitmişlerdi. Tam namaz kılınırken, yaşlı bir kadın Rusların karaya çıktığını gördü ve derhal koşup camide namaz kılan erkeklere haber verdi. Silahını kapan Ahandalı kadın ve erkek, Ruslarla çarpışmak üzere kıyıya koştu. Kasabaya ve çevre köylere haberler salındı. Haberi alan Akçaabat Ayanı Sakaoğlu Mahmut Ağa, derhal halkı silahaltına çağırdı. Eşi Uluvve Hatun da silahlanıp konağın önüne, Ağa’nın yanına geldi. Kısa sürede bütün Akçaabatlılar bir araya toplanarak önlerinde ve at üzerinde Ağaları ile Hatunları olduğu halde Ahanda’ya doğru düşman üzerine yürüdüler. (Mahmut Goloğlu, Trabzon Tarihi, Serander Yayınları, 2. Baskı, 2013, sf. 122)” Tarihçi Mahmut Goloğlu, Akçaabat direnişini böyle anlatıyor kitabında. Kadınıyla erkeğiyle bir halk ayaklanıyor işgalcilere karşı omuz omuza, kol kola. Kadınlar, evde oturmuyor, direnişin en önündeler savaşçı kadın ataları gibi.

“Bu sırada Ahandalılar ile Üstürkiyeli Kamberoğlu Memiş Ağa’nın komutasındaki köylüler Ruslarla savaşa başlamışlardı. Öğleye doğru savaş çok şiddetlenirken Akçaabat merkezinden gelenler de savaşa katıldılar. Yarım saat kadar sonra Trabzon Valisi Çarhacı Ali Paşa imdada yetişip savaşa girdi. Ve işleme başlıklı Trabzon fedaileri tozu dumana katarak savaş yerine akmaya başladılar. Üç koldan girişilen saldırılarla savaş son derece şiddetlendi. Düşman gemileri top ateşi ile savunmayı kırmaya çalışıyordu. Buna Akçaabat Kireçhane tabyasındaki toplar karşılık verdi. İskefiye ile çevre köylerden gelenler de savaşa katıldılar. Akşam hava kararınca iki taraf ateşi kesti. (Aynı yapıt, sf. 123)” Akçaabat direnişine, çevredeki halkın nasıl özveriyle katıldığını anlatmakta Goloğlu. Birleşen halkın gücünün işgalcilere karşı çelik bir iradeyle yoğrulmuş bir yüreklilikle utkuya doğru gittiğini görmekteyiz bu satırlarda.

Ertesi sabah gün ağarırken Trabzon Valisi Paşa, saldırı emrini verir. Ruslar, siperlerinden sökülüp atılır. 29 Ekim 1810 günü erkeğiyle kadınıyla direnen bir halkın işgalcilere karşı utkuyu kazandığı gün olur.

Mahmut Goloğlu, Ahanda direnişinde en ön saflarda çarpışan kadınlarımızı Amazonlara benzetir. Haksız mı? Değil tabi ki… Bu direnişte 49 kadın, 921 erkek şehit olur. Kanlarıyla yurtlarını koruyan bu şehitlerimize ne denli minnet duysak azdır.

“Savaşa katılmak üzere yardıma koşanlardan Rize, Of, Sürmene halkı zafer haberini Yanbolu Deresinde, Tonyalılar Kalanima Köyünde,  Vakfıkebirliler ile Göreleliler ve Tirebolulular Ağasar Bucağında aldılar ve sevinç gösterileriyle geriye döndüler. ( Aynı yapıt, sf. 124)” Görüldüğü gibi Doğu Karadeniz’in kıyı kesimi bu işgali önlemek için seferber oldu. Bu direniş, tarihimizde halkın işgale karşı yaptığı ilk savunma savaşıdır. Ne yazık ki okullarımızda okutulan tarih derslerinde öğretilmez.

Akçaabat’ta bu direnişle ilgili anıtlar yapılmalı. Bu direniş, filme çekilmeli. Direnişin yıldönümünün Cumhuriyet’in ilanıyla aynı güne denk gelmesi büyük bir rastlantı. Bu nedenle 29 Ekim’de Akçaabat ve Trabzon’da çifte bayram kutlanmalı. Akçaabat halkının bu direnişi, tarihe altın harflerle yazıldı. Karadeniz Bölgesinde en güzel horonların Akçaabat’ta oynanması bu direniş nedeniyle olsa gerek. Akçaabat horonunun yarışmalarda birçok kez dünya birinciliği almasında bu direnişin etkisi yok diyemeyiz.

Rusların 1916 yılında ülkemizi yeniden işgali sırasında ikinci halk direnişinin yüz yıl sonra Trabzon’un Of ilçesinde yapılması anlamlıdır.

Utku, gözünü kırpmadan düşman üstüne yürüyenlerindir. İşte, 19 Mayıs’ta yurdumuzun tümünde bağımsızlık ateşini yakan halkın bu ruhudur. Halk, umutsuz olmamalı, her batan günün sonunda bir sabahın olduğunu her an anımsamalı. Umutsuzluk, halkta değil; sözde aydınlardadır dün olduğu gibi bugün de…

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       19 Ekim 2019

                                                      


FUSKA


Fuska, Doğu Karadeniz Bölgesinin bazı yerlerinde böğürtlene verilen addır. Benim büyüdüğüm topraklarda da önce fuskayı öğrendik. Büyüyüp farklı yerlerle ilişki kurunca bu güzel meyveye “böğürtlen” de dendiğini belledik.

Fuska, genellikle yol kıyılarında kendiliğinden yetişen dikenlerin meyvesidir. Tarla, bahçe, fidanlık, fındıklık sahipleri bu dikenleri kökünden yok etmez. Çünkü bunlar doğal çit görevi görür, araziyi korur. Çok hızlı büyüyen bu bitki, özgür kaldığında kısa sürede bütün araziyi kaplayabilir. Bu yüzden yılda birkaç kez bir berber titizliğiyle tıraşlanır. Olması gereken sınırları geçmelerine izin verilmez. (Günümüzde aşılı böğürtlenler, insan eliyle yetiştirilmekte.)

Kimi zaman el değmemiş ormanlarda sıkça rastlanır. Bu dikenler yüzünden ormanın içlerine doğru ilerlemek kimi zaman olanaksızdır. Özellikle meyve ağaçlarının dibini, gövdesini, dallarını saran bu dikenler; ağaca özel bir koruma duvarı örer.

Dikenler, doğal ortamda yetişir tamamen. Çocukluğumuzda kimyasal gübreler henüz çiftçinin kullanımında olmadığından toprak tertemizdi. Su, hava ve toprak zehirlenmemişti. Bu nedenle böğürtlenler, doğanın, toprağın, yağmurun, güneşin öngördüğü biçimde yetişip olgunlaşırdı.

Böğürtlen çiçekleri çok güzeldir. Bazıları pembenin içinde parlak bir sarı renkte olur. Bazıları ise mora çalar. Beyaz ve kırmızı çiçekleri olanlar da vardır. Bu çiçekler, özellikle arıları kendine çeker. Arıların dışında birçok böcek, bu çiçeklerden yararlanır. Yalnız çiçekleri mi arıları ve diğer böcekleri mi çeker? Tabi ki hayır... Meyveleri de birçok böceğin yanı sıra kuşların da besinleri arasındadır.

Böğürtlenin çiçeğinden, yaprağından ve meyvesinden çay yapılır. Bu çayın neredeyse bin derde deva olduğu halk arasında söylenegelir. Meyvesi çok lezzetli olduğundan yediden yetmişe herkesin ağzının suyunu akıtır.

Çiçekler önce küçük, yeşil meyvelere dönüşür. Yeşil meyveler, yavaş yavaş kızarır. İyice kızaran meyveler, ağustos gelince yavaş yavaş koyulaşmaya, koyu mor bir renge bürünür. Uzaktan bakınca parlak bir kara gözümüzü alır. Morumsu bir karaya dönüşen meyveler, yenmeye hazırdır. Böğürtlen yiyen çocuklar parmaklarından, dudaklarından, yüzlerinden, giysilerinden belli olurdu çocukluğumuzda. Çünkü elleriyle meyveleri yiyen çocuklar, meyvenin mor lekelerini üzerlerinde taşırlardı. Olgun meyvelerin suyu, biraz da bu işin acemisi olan çocukları morumsu lekeler içinde bırakırdı.

Dalından kopardığımız böğürtlenleri, ağzımıza atmadan önce “Fu, fuuuu, fuska…” diyerek yerdik. Bu söyleyiş, aslında meyveyi, üfleyerek temizlemedir. Bu yolla böğürtlen üstündeki tozlar, böcekler, varsa diğer yabancı maddelerden arınırdı. Böylece doğanın kucağından lezzetli ve temiz meyveler iştahla midelere indirilirdi.

“Fu, fuuuu, fuska…” denmesi ve bunun bir geleneğe dönüşmesi, aslından sözcüğün kökeni ve oluşmasıyla ilgili bize ipucu vermekte. Yansıma bir kök, “fu”. Üflemenin sesini yansıtmakta. Bu kökten halkımız fuskayı türetmiş. Halk, sözcükleri oluştururken dolambaçlı yollara sapmaz, en kısa ve en işlevsel yolu seçer. İşte, fuska da böyle bir sözcük.

Dört yıl önce Çınarcık’ın Teşvikiye Köyünde doğal bir ortamda birkaç gün geçirdik. Atacan’ın 8 Eylül’deki doğum gününü burada kutladık. Korona salgını çıkıncaya dek. Atacan’ın doğum günleri için burayı seçtik. Çünkü çocuk, burayı çok sevdi.

Bir sabah kaldığımız kütük evlerde kahvaltı ettikten sonra Erikli Deresi boyunca yukarı doğru yürümeye başladık. Amacımız, Erikli Yaylasına yürüyerek gitmek, yukarıdaki çağlayanı görmek. Yol uzun ve çetin… Yokuş yukarı yürümekteyiz. Hava sıcak… Yol boyunca böğürtlenler sıralanmakta. Atacan, yemek için can atmakta. Annesi ve anneannesi yıkamadan yememesini söylemekteler durmadan.

Böğürtlenlere yaklaşıp olgun bir böğürtleni kopardım. İki parmağımın arasındaki böğürtlene tıpkı çocukluğumda olduğu gibi “Fu, fuuu, fuska!” deyip üfledim. Sonrasında da ağzıma attım onu. Yaptığım bu iş, çocuğun ilgisini çekip hoşuna gitti. Bir tane de onun ağzına attım aynı yöntemle. Dikenlere dikkat etmesini söyleyerek kendisinin de bu yöntemle böğürtlen yiyebileceğini söyledim. Böğürtlen yememiz, bir eğlenceye dönüştü böylece.

Atacan, niye yemeden önce “Fu, fuuu, fuska!” diyerek yediğimiz sordu. Ben de bu biçimde böğürtleni, üfleyerek temizlediğimizi anlattım ona. Yol boyunca fuska yedik afiyetle. Ardından onunla başka bir dikenin taze uçlarını toplayarak yemeyi öğrettim. Bu filizlere bizim yöremizde izmilitça, bazı yerlerde kırçan adı verilir. O gün ve sonraki yıllarda gittiğimizde antioksidan olan böğürtlenleri ve diken filizlerini doyasıya yedik. Bir başka deyişle küçük çapta doğada kalma eğitimi yapmış olduk.

Atalarımız yüzyıllar öncesinde doğada olgunlaşan bir meyvenin temizlenerek nasıl yenmesi gerektiğini eğlenceli bir üfürüşle keşfettiler. Bu yeme biçimi geleneğe dönüşerek günümüze dek geldi. Bakalım ne zamana dek sürecek?

Doğa hızla kirlenip yok olmakta. Bir gün ormanlarda, sulak alanlarda, yol kıyılarında yer alan dikenler de yok olacak bu gidişle. O zaman “Fu, fuuu, fuska!” diyerek böğürtlenleri üfleyerek yiyen çocukların da büyüklerin de sevinçli seslerini çok arayacağız. İşitemediğimizde yüreğimizin bir yanının sızladığını duyumsayacağız. Ancak iş, işten geçmiş olacak çoktan.

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   5 Ekim 2021