DOLANDIRICILIK


Birkaç yıl önce telefonum çaldı. Açtım telefonumu konuşmak için. Karşımda heyecanlı bir ses, Türkçesi bozuk…

“Beyefendi, ödül kazandınız, kutlarım.” dedi.

“Ne yaptım da ödül kazandım.” diye yanıtladım onu.

“Çekiliş yaptık abi (Az önce “beyefendi” demişti. Şimdi biraz daha yakınlaştık sanırım resmiyet gitti, “abi” olduk.).

Karşımdaki kişinin sıradan bir dolandırıcı olduğunu anladığımdan sözü uzatmak istemedim.

“Sağolun, kazandığım armağanı gönderin o zaman.”

“Şirket merkezimizden almanız gerekir ödülünüzü.”

“İyi günler…” dileyip kapattım telefonu.

İnsanları kandırarak onların emeğine kısa yoldan el koyup varsıllaşmak nasıl bir anlayış. “Emeksiz yemek olmaz.” Diyen bir toplum nasıl bu duruma geldi?

Amerikancı 12 Eylül darbesiyle ekonominin dümenine Özal geçti. Katıksız bir liberaldi. En büyük övüncü, ABD’yi iyi bilmesi ve orada dostlarının olmasıydı. Toplumsal değerlerimizi aşındırmak ve toplumu paraya tapındırmak için elinden geleni yaptı.

İlk önce getir (faiz) girdi ülkemizin gündemine. Günlük, haftalık, aylık getiriler vardı. Her gün paranıza göre getirileriniz artmaktaydı. Bankalar yetmedi bu iş için. Devreye bankerler girdi. Emekli ikramiyesini alanlar; ev, dükkân ve tarlalarını satanlar bankerlere koştu kısa yoldan köşeyi dönmek için. Konu komşudan,  hısım akrabadan borç alıp bankerlere koşanlar vardı. Neredeyse kentlerin her yanında bankerler bulunmaktaydı. Gazetelerde ve televizyonda banker reklamlarından geçilmiyordu. Kısa sürede bankerler iflas etmeye başladı. Paraları toplayan bankerler, kaçıp saklanmaya başladılar. Ardından birkaç banka da iflas bayrağını çekti. Bu bankerlerin en ilginci ve simgesi, bu işe on yedi yaşında başlayan Banker Yalçın’dı. Çocuk yaştaki biri, emeksiz varsıllaşmak isteyen koca koca adamları kandırmıştı. Ders alınması gereken buydu. Ancak…

Getiri düzeni iflas edince Özal, devreye döviz ve borsayı soktu. Okumuş yazmış temiz aile çocukları para kazanmadaki yeteneklerini göstermek için çevrelerine, borsaya daldılar. Hisse senetleri alıp satmaya başladılar. Döviz büroları önlerinde anlık izlemeler yaptılar dövizin iniş, çıkışlarını. Bir süre sonra döviz ve borsa bu parıltılı gençlerin, işbilir(!) aile babalarının, uyanık ev hanımlarının birikimlerini su gibi içip bitirdi.

Paralar bitmesine bitti de insanların içlerindeki kısa yoldan varsıllaşma hevesi bitmedi. Tersine giderek arttı. Giderek teknolojinin tutsağı olmaya başladı toplum. Sanal ortamın çekiciliği, insanları bağımlı kılmaya başladı. Herkes sanal ortamda kendisini büyük bir kahraman olarak görmeye başladı.

Yıllar önce dizüstü bilgisayarların yaygınlaşmasıyla çalıştığım dersanede neredeyse her öğretmenin çantasında, elinde bulunmaktaydı bu büyüleyici alet. Bilgisayar öncesi dönemde içten söyleşilerin yapıldığı öğretmen odası sessizliğe gömüldü. Odaya girip çıkanlarla bile ilgilenmez oldu arkadaşlar.

Bir gün bir öğretmen arkadaşımla ders çıkışı söyleşiyorduk. Birden saatine bakıp “Geç kaldım.” dedi. Ben de “Nereye?” diye sordum. “Bahçeyi sulamam gerek.” diyerek yanıtladı sorumu.

Arkadaşımın evine girip çıkmışlığım var. Ancak evlerinin doğru düzgün bahçesi yoktu. “Evi mi değiştirdiniz, sizin orada bahçe falan görmedim de…”

Ciddileşerek “Evet yok!” dedi. Sonrasında açıkladı. Bilgisayarda bir sitede bir çiftlik oyunu varmış. Çiftlikte her şey bulunuyormuş: meyve ve sebze bahçeleri, tarlalar, koyunlar, keçiler, inekler, tavuklar… Anlaşılacağı üzere bir çiftlikte ne varsa her şey var orada. O sanal çiftlikte bitkileri sulayıp büyütüyor, hayvanları besliyorlar. Eğer her şeyi düzenli yaparsanız puanlar kazanıyorsunuz. Özellikle de toplumun okumuş yazmış kesimi, sanal ortamın bu çekiciliğini kendi içlerinde gerçeğe dönüştürmekteydiler. Birçok dost söyleşilerine sanal ortamdaki bu oyunlar egemen olmuştu.

2016 yılında bir Tosuncuk çıktı ortaya. Yüzüne bakıp düşündüklerimi buraya yazmayacağım, çünkü ayıp olur, yakışık almaz. Çiftlikbank adında bir işletme kurdu. İşletme, sanal ortamda var. Parana göre hayvan, ekin, büyük ve küçükbaş hayvanlar, tavuklar satın alıyorsunuz oradan. Akşam bilgisayardan izliyorsunuz çiftliğinizi. Hatta çiftliğinizde üretilen tarım ürünleri şirkete ait dükkânlarda satışta. Paralar toplanınca her şeyin bir aldatmaca olduğu ortaya çıktı. Tosuncuk paraları alıp deniz aşırı bir ülkeye kaçtı. Şimdilerde paraları afiyetle yemekte. Bu olaydan ne kadar ders alındığını bilemem.

Son yıllarda sanal paralar çıktı. Adına da koyin (coin) demişler. Sanal ortam kahramanları, para kazanma ustaları(!), devlet denetiminden kaçmak isteyen uyanıklar koşturdular koyin almaya. Aldılar da…

Çok geçmeden ülkemizdeki koyinlerden birinin sahibi, paraları toparlayıp kaçtı. Genç bir adam… Sakalı, bıyığı yeni terlemiş gibi. Lise ikiden terk… 391 bin kişi satın almış sanal paradan. İşlemlerin neredeyse tamamı internet üzerinden yapılmış. Aralarında fabrikatörler, yüksek lisans ve doktora yapmış üniversite mezunları, esnaflar, emlak sahipleri kaptırmışlar paraları bu uyanığa. Aralarında kimler yok ki? Para kaptıranların arasından bir iktisat profesörü çıkarsa şaşırmam.

Birkaç çarpıcı olayla toplumumuzda yaygınlaşan teknolojik dolandırıcılığı anlatmaya çalıştık. Sanal ortam tutsaklığının yarattığı öngörüsüzlüğü görmekteyiz üzülerek. Bir toplumun değer yargılarını yok edip liberalizmin acımasız kucağına terk edersen insanlara olacaklar bunlar. Siyaset de ekonomi de toplumsal ilişkilerde sanal ortam üzerinden yürümekte. Sanal ortamdaki görünmez zırhının arkasında her şeyi bildiğini sanan okumuş, yazmış insanlar kolayca düşmekteler sanal ortam tuzaklarına.

Üstünde dünya tarihinin en büyük kahramanı ve devrimcisi Atatürk’ün fotoğrafları bulunan Türk lirası yerine emperyalizmin sömürü aracı olan yabancı paralara neden yapışır yurttaşlarımız? Emeksiz bir kazanımın aracı olan banka getirilerine niye bel bağlanır? Borsada yılların emeği niçin harcanır? Hele ne olduğu belli olmayan sanal paralara…

Artık sanal ortamın düş dünyasından uzaklaşıp gerçek yaşama dönmenin zamanı gelmedi mi?

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   25 Nisan 2021

 

 

 

 

 

YEMEKTE NE VAR?


İnsanoğlu, yaşamda kalmak için beslenmek zorunda. Evrimleşen insan, üç öğün yemek yemeyi alışkanlık ve bir beslenme düzeni durumuna getirdi. İnsanoğlunun sosyal bir varlık olması bu üç öğün yemeği, aile üyeleriyle yemeyi gerektirmekte, hatta zorunlu kılmakta. Bu nedenle yemek yeme insanın sosyalleşmesi açısından önemlidir. 

İnsanlar yemek yerken hem beslenme hem de sosyalleşme gereksinmesini yerine getirirken hem de aile içi dayanışma, yardımlaşma, paylaşma duygularını pekiştirirler. Bu nedenle dünyanın neresinde olursa olsun aile üyelerinin birlikte sofraya oturması önemsenip değerli bulunur.

İnsanlar, çoğu zaman yemeklerini aile dışında kalan dost, arkadaş, komşu ve tanımadığı kişilerle de paylaşır. Farklı kişilerle yemek yemek, insanlara doyulmaz bir mutluluk verir. Doğaldır ki bu da bir sosyalleşmedir. Her sosyal ilişkide olduğu gibi sofralarda kurulup pekiştirilen sosyal ilişkiler de kişi mutlu kılar.

Kişinin bir lokmasını başkalarıyla paylaşmak istemesi, insanca bir davranış. Kendisi var olurken başkalarını da var etmeye çalışmak… Ne güzel duygu bu. Bu duygu, bencilliği yok ederken toplumsal düşünüp davranmayı yerine koymakta.

“Tanrı misafir”leri gelirdi zamanlı zamansız sofralara. Bu “tanrı misafir”lerinin çoğunu ev sahipleri tanımazdı bile. Aile bireyleri ile otururlardı sofraya tanıdık biri gibi. Allah ne verdiyse birlikte kaşık çalınırdı sahanlara, ekmek eşitçe bölünürdü.

Sofraya oturmadan önce hangi yemeğin olduğu sorulmazdı. Zaten bu, kimsenin de umurunda olmazdı. Çünkü Allah ne verdiyse o olurdu sofrada. Bir öğünü kurtarmanın mutluluğu yaşanırdı sıcak çatılar altında. Yokluk, yoksunluk, yoksulluk zamanıydı. Herkes, bir lokmanın değerini bilirdi. Tabaklarda bir bulgur tanesi bile tabakta bırakılmazdı. Çöpe dökülen yemek, ekmek günahın en büyüğüydü.  Ayrıca yaşamımıza Cumhuriyet değerleri egemendi. Buna göre savurganlık yapmak, çok ayıptı. Tutumlu olmak, her yurttaşın göreviydi.

Şimdilerde öyle mi? Annelerin çoğu çalışmakta. İş dönüşü eve gelip iki arada bir derede yemek pişirmekteler. Çocuklarını yemeğe çağırdıklarında bir soru: “Yemekte ne var?” Anneler, babalar kızgınlıkla “Yemeeek…” diye yanıtlamaktalar bu soruyu.

Çocukların çoğu, yemeği görünce “Ben, bunu yemem; şu olsaydı belki yerdim.” diye mırıldanarak uzaklaşmaktalar yemek masasından. Bazıları ise birkaç lokma alıp tabaklarını öylece bırakmaktalar masaya. Yemeğin çöpe gitmesi umurlarında bile değil. Yapılan masraf, harcanan emek… Hele annelerinin verdikleri emek… İnsan emeğine bu denli saygısızlığın nedeni ne?

Sokaklardaki çöp kutuları neredeyse silme yemek artıklarıyla dolu. Yemek savurganlığında dünyada ön sıralardayız. Bu yemek artıklarını gören insanın yüreği parçalanır. Ama ne fayda?

Çocuklarımıza bir lokmanın değerini ne yazık ki öğretemedik. Bir iş için harcanan emeğin ne denli önemli olduğunu anlatamadık. Savurganlığın yıkıcılığını, tutumluluğun bereketini yüreklerine yerleştiremedik. “Allah ne verdiyse yiyelim.” yaşam ilkesinden “Yemekte ne var?” sorusunun sorulduğu bir dönemdeyiz.

Doğanın bizlere cömertçe sunduğu yiyecekleri söyleşerek ve savurganlık yapmadan tüketeceğimiz güzel günlerin özlemini içimizde yeşertmekten başka ne yapabilir ki…

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       18 Nisan 2021

 

 

ÇOCUĞUM NEDEN BECERİKSİZ?


Birçok anne ve babanın sorduğu bir soru var: “Çocuğum neden bu kadar beceriksiz? Hiçbir şeyi tek başına yapamıyor. Tabağındaki yemeğini bile yiyemiyor.” Neredeyse her gün benzer yakınmaları, çevremizdeki kişilerden işitiriz.

Geçen hafta bir aşevindeydik. Yan masada dokuz ya da on yaşında çocukları olan bir aile vardı. Aşevinde ekmek arası köfte satılmaktaydı. Günümüz çocukları, neredeyse yedikleri her şeye ketçap ve mayonez koymaktalar. Yan masadaki çocuk da öyle yaptı. İlk ısırışında ketçap ve mayonez ekmeğin arasından fışkırıp masaya aktı. Anne öfkeyle masayı sildi bir kâğıt mendille. Baba umarsız görünüyor, ancak her şeyin farkında.

Çocuk, annesinin kızgınlığını yatıştırmak için dikkatli davranmaya çalışmakta. Kontrollü ısırıklarla yemekte yemeğini. Tüm dikkatine karşın bu kez ketçap ve mayonez pantolonuna aktı. Kâğıt mendil yetmedi, ıslak mendille uğraştı anne. Hem siliyor hem de söyleniyor. Giysideki leke çıkmadı sanırım. Leke çıkmayınca annenin kızgınlığı artmakta. Herkesin işitebileceği bir sesle. “Elindeki yemeği becerip yiyemiyorsun.” diye azarlamakta bir yandan.

Çocuk, ne yapacağını bilmemekte, oldukça şaşkın. Suç işlemenin, toplum içinde azarlanmanın ezikliği içinde.

Baba öfkeli ve sessiz; ama patladı, patlayacak. Anne azarlamasını iyice artırınca. Baba öfkeli bir sesle: “Çocuğa yemek yemesini öğrettin mi de öğrenmedi? Sürekli kendin yediriyorsun çocuğa yemeğini. Ondan sonra da yemek yemeyi beceremiyor diye çocuğa kızıyorsun.” dedi hışımla. Anne, yanıtlamadı babayı. Temizlik işi bitince köfte ekmeği aldı ve çocuğuna yedirmeye başladı.

Yani masada suçu olmayan tek kişi, çocuk… Baba, anneyle didişmemek adına yanlışları görmezden gelmiş yıllarca. Anne ise çocuğun her işini görmenin annelik görevini olduğunu sanmış. Böyle yaptığı için de sorumluluğunu yerine getirdiğini düşünmüş. Ancak iyi niyetli olarak görülecek bu davranış, çocuğu beceriksiz kılmış. Onun en temel günlük işlerini yapamamasına yol açmış.

Hiçbir çocuk, canlı dünyaya geldiğinde beceriksiz doğmaz. Onu beceriksiz yapan anne ve babası. Beslenme, bir canlının en temel gereksinmesi. Her canlı, dünyaya adım attığında yaşamda kalmak için beslenir bir biçimde. Ancak birçok çocuk, ne yazık ki ebeveynleri yüzünden yemek yemeyi bile öğrenemiyorlar. Çünkü onlara yedirecek anne ya da babası var. Çocuğun eline cep telefonunu tutuştur, o da ağzını istemsizce açsın. O sırada ne yediğinin farkında bile değil çocuk. Bu nedenle yemek yemenin keyfine bile ulaşamıyor. Peki, suçlu kim, çocuk mu?

Beceriksiz çocuk yok! Çocuğunu beceriksiz yapan ebeveynler var. Hem de o kadar çok ki…

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       30 Mart 2021

KİTAP, KAVUNA BENZER


Bir önceki yazımda 12 Eylül Amerikancı darbesiyle okura kurulan popüler kitap tuzağından söz etmiştim. Konu, çok ilgi çekti. Tanıdığım ya da tanımadığım kitap dostları, gerek telefonlaşarak gerekse sanal ortamda popüler kitaplar konusunda ilginç düşüncelerini paylaştılar benimle. Aslında gerçek okur, tuzağın farkında. O tuzağa düşmemek için olağanüstü bir çabanın içindeler.

Elli yaşından sonra okumaya merak salan, özellikle de tarih konusuna aşırı ilgisi olan bir arkadaşımla kitap üstüne söyleşiyorduk yıllar önce. “Tarih konusunda doğru kitapları nasıl ayırt edebilirim?” diye sormuştu bana.

Ben: “Kitap, kavuna benzer arkadaşım. Kavun alırken dibini koklayıp elliyoruz. Kitap da öyle… Önce kitabın arkasına bakacağız kaynakçası var mı, diye. Kaynakça ne kadar varsılsa kitap da o kadar gerçekleri anlatır. Ancak kaynakçadaki yapıtlar da sağlam olmalı. Öyle sanal ortamlardan alınan kanıtsız yazılar kaynak olamaz.” dedim. Bu doğrultuda konuşmamız sürüp gitti. Ardından kalkıp bir kitapçıya gittik ve arkadaşım uzun araştırmalar sonunda üç beş kitap alıp evin yolunu tuttu.

Popüler kitapların yaygınlaşması ve yeğlenmesi, bu alanda ticari bir kazanç kapısını da açtı. Ticari kazancın çekiciliği, kitap yazımındaki özensizliği artırdı. Bu özensizlik, “kes, kopyala, yapıştır” yoluyla kitap yazımını hızlandırdı. Nasıl olsa okurların çoğu, kitabın içeriğiyle ilgilenmiyordu. Okur için önemli olan genel havaya uyup modanın dışında kalmamaktı. Bu nedenle popüler kitaplardan söz açılınca öncelikle bu kitabın ne kadar çok sattığından söz edilmekteydi. Eğer çok satılıyorsa kitap güzeldir. Market raflarına dizilen kitapların kapaklarına ilgi çekecek bir biçimde “Bu kitap 200.000 adet basılmıştır ya da “500.000 baskı” gibi okuru ikna edici sözler yazılmaktaydı. Okur da büyük kalabalıktan birisi olma adına kitabı satın alıyordu.

Popüler kitaplar ellerde taşınmaktaydı, herkes görsün diye. Yeiç ve  yegitlerde otururken masanın üzerine yerleştirilirdi kitaplar. Amaç, popüler kitap okuduğunu bu yolla da memleketin aydınları(!) arasında yer aldığının gösterişini yapmaktı.

Düşünce kitaplarının yazımında başvurulan “kes, kopyala, yapıştır” uygulaması giderek romanlarda da kendini gösterdi. Ünlü(!) olan ve birçok ödül alan bazı romancıların kitaplarındaki aşırmalar (intihalller) kamuoyunun gündemine oturdu. Ne yazık ki başkalarının yapıtlarından aşırma (düşünce hırsızlığı) yapanların ne yüzü kızardı ne de okurları azaldı. Aşırmalar ortaya çıkmasına karşın popüler kitap yazıcıları bu işten vazgeçmediler. Çünkü devir, liberalizmin devriydi. Kitap yazımı bir gelir kapısı olarak görülmekteydi. Her türlü yoldan para kazanmanın geçer akçe olduğu bir çürümenin, yozlaşmanın kokuşmuşluğu içindeydik.

Gerçeğin peşinde olan ülkü sahiplerinin sesi az, liberal madrabazların bağırtıları çok çıkmaktaydı. Daha başka bir söylemle çürümenin kokusunun kirlettiği havada gül kokuları neredeyse fark edilemez olmuştu.

Türkiye’nin liberalizmden yavaş yavaş kurtulması ve devletçiliğin geçer akçe olmaya başlamasıyla topluma dayatılan popüler kitapların da dönemi bitmeye başladı. Türk yazını, geniş ufuklara yelken açacağı günlerin başlangıcındadır. Kitapların da kavun gibi koklanacağı günlerdeyiz. O halde ne duruyoruz?

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       7 Nisan 2021

POPÜLER KİTAP TUZAĞI


Amerikancı 12 Eylül darbesinden sonra liberalizmin toplumsal düzen olmasıyla popüler kitap okuma akımı başladı. Daha doğrusu bu akım bir moda olarak sunuldu topluma.

Popüler kitapların yazınsal değeri yok! Dilleri özensiz… Konular, genellikle gerçekçi değil. Bu nedenle ne yazınsal zevki ne dili ne de insanlarda gerçekçi bakış açılarını geliştirmekteler.

Popüler kitapların neredeyse konuları hep aynı. Bu nedenle konu seçiminde bir tek tipçiliğin/ tek boyutluluğun olduğu söylenebilir. Bu da okurların türlü imgelemler kurmalarını engellemekte. İnsanın türlü, sınırsız imgelemler kurması; onu yaratıcı ve üretken kılmakta. Bu kitapların, bu konuda bir görev yaptığını düşünmeden edemiyor insan. İmgelemleri olmayan, düşlemeyen insan, birçok alanda yaratıcılığını geliştirmemekte. Ayrıca bu durum, kitabın özgünlüğünü yok etmekte. 

Toplumun tüm alanlarında oluşturulan modanın asıl amacı, tüketimi artırmaktır. Bu yolla kapitalizm, halkın elindeki parayı toplar. Çoğu zaman da onu borçlandırarak kendisine bağımlı kılar. Neredeyse sanatın her alanında liberalizm etkili oldu. Kolay tüketilen bir sanat anlayışı egemen kılınmaya çalışıldı. “Moda” dediğimiz şey, kolay üretilip kolay tüketilir. Tüketildikten sonra da unutulur.

Popüler kitaplar; toplumsal dokuyu değiştirmek, insanları bencil sapkınlıkların pençesine düşürmek gibi amaçları benimser. Ayrıca bencilliği körüklerken toplumsal yardımlaşma ve dayanışma duygusunu örseleyen,  slogansal bir anlatımla okuru düşünmekten alıkoyan, insanların sözcük dağarcıklarını geliştirmeyen, anadilin gelişmesi kaygısı gütmeyen kitaplardır bunlar. Liberal bir düzenin, yaşayışın ideolojisini aşılamaktır asıl amaç. Bu yolla toplumu kendi gerçekçiliğinden kopararak gerçeküstü konularla oyalamaktır istenen şey.

Popüler kitapların birçoğunda dinsel/metafizik değinmeler var. Bu yolla olayları, yaşananları, sorunları, olguları ele alırken dinsel bakış açıları kazandırma amacı göze çarpar. Yaşamla, olumsuzluklarla, eşitsizliklerle, tutsaklıkla savaşmak yerine; yaşanan duruma şükretmek, yazgıya boyun eğmek önerilir okura. “Soluk alıyorum ya, gerisi pek de önemli değil!” anlayışıdır ana konu.

Alt kimlikler kalın çizgilerle resmedilir popüler kitaplarda. Bir bakıma alt kimlikleri öne çıkararak toplumda yapay çatışmaların örgütlenme yeridir bu kitaplar. Sapkın ilişkiler yüceltilir. Cinayetlerin nasıl işlendiği ayrıntılarıyla anlatılır. Ölüm kutsanır, yüreklendirilir. Bu durumlar da kişisel özgürlüğün gereğiymiş gibi gösterilir.

Liberalizmin sömürerek yoksullaştırıp yoksunlaştırdığı, toplumdan soyutladığı, bireysel bir yaşamının çıkmazına sürüklediği, teknolojiye tutsak ettiği insana yitirdiği mutluluğu arattırmak için kişisel gelişim kitapları devreye girdi. Neredeyse birçoğunun konuları aynı. Bunlar, popüler kitapların bir ayağını oluşturdu. Kitapların çoğu, büyük bir reklam kampanyasıyla okurun önüne kondu. Reklam ve moda söz konusu olunca da kitaplar yalnızca kitapçı raflarında değil, market sepetlerinde de satılır oldu.

Popüler kitapların toplumu sarmalaması için popüler ekinin vitrindeki kişileri, basın-yayın organlarında övgü dolu konuşmalar yapmaktalar. Bu yolla moda-kitap, kişilerin olmazsa olmazı oldu. Okumayanı, daha doğrusu satın almayanı dışlarlar düşüncesiyle herkes eline alıp çantasına koydu bu kitapları. İçeriksiz kitapların söyleşileri, slogan dolu tümcelerle yapıldı.

Popüler kitap aşkı(!), insanoğlunun binlerce yıldır oluşturduğu yazın birikimini yok etmeye çalıştı. Anadilin kişiye sağladığı düşünme, anlatma, iletişim kurma kolaylığını bir yana bırakmayı amaçladı. Dili güdükleştirmeye, insan usunu kalıplara sığdırmaya, kişilerin kendilerine özgü sonsuzluk içeren bakış açılarını at gözlükleriyle sınırlandırmaya uğraştı.

Popüler kitap tuzağı, topluma kurulurken yazınsal zevki gelişmiş birçok kişi bunu fark etti. Düzenin medyasının övgüler dizdiği kitaplardan uzak durmayı yeğledi birçok okur. Popüler ekine karşı yazınsal birikimin gücüyle karşı koydular.

Toplumumuz kitap okuyor mu? Önemli bir kısmı okuyor. Ama ne okuyor? Asıl sorulacak soru budur.

Not: 2 Nisan 2021 tarihli Kuzey Ekspres gazetesinde yayımlanmıştır.

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   29 Mart 2021