ATATÜRK VE TRABZON


Atatürk, sık sık yurt gezilerine çıkardı. Özellikle Kurtuluş Savaşı’nda büyük özveride bulunmuş illerimize gitmeyi, halkla söyleşmeyi çok severdi. Emperyalizme karşı başkaldırıda öncü olmuş kentlerimizin onun için önemi çok büyüktü.

Atatürk; 1924, 1930 ve 1937 yıllarında üç kez gitti Trabzon’a. Bu yolculuklarının hepsi deniz yoluyla oldu. Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkemizde karayolu ulaşımı neredeyse yoktu. Demiryolu ulaşım da Ankara’nın batısındaki bazı kentler arasında söz konusuydu. Bu nedenle yurt topraklarında gezmek oldukça zordu. Deniz yolculukları da günlerce sürmekteydi.

Atatürk, Trabzon’a ilk kez 15 Eylül 1924’te geldi. Kent halkı, onu limanda coşkuyla karşıladı.

Atatürk, 16 Mayıs 1919’da ayrıldığı İstanbul’a 1 Temmuz 1927’de gitti ilk kez. 1924’te Ankara’dan trene binip Kocaeli’de iner. Buradan Yavuz zırhlısıyla denize açılır. İstanbul’a uğramadan, Boğaz’a girdi bindiği vapur, Karadeniz’e doğru yol aldı ve bu yolculuk Trabzon limanında son buldu.

“Efendiler, hemen bütün Trabzon halkını, yekpare bir samimiyet kitlesi halinde gördüm. Kadınlarının, çocuklarının, ihtiyarlarının gözlerinde yaş gördüm. Bu ne fevkalade his, bu ne şefkat, bu ne yüksek ahlaktır. İtiraf etmeye mecburum ki, bugünkü gördüklerimin ve hissettiklerimin bu kıymetli memleket ve bu muhterem halk hakkında bende hasıl ettiği fikirleri, kanaatleri, bugüne kadar hiçbir vasıta bu derecede temin edememişti. Emin olabilirsiniz ki, Trabzon’u ve Trabzonluları ziyaret etmek, senelerden beri bende hâkim olan büyük bir arzu ve derin bir özlem halinde idi. Beni bu saadetten bugüne kadar mahrum eden, malumunuz olan ahval ve şartlar idi. Bugün çok mesudum; çünkü, beni, sevdiklerimi görmekten men eden o uğursuz şartlar, tamamen bertaraf edilmişti. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt:16, Kaynak Yayınları, Birinci Basım: Mayıs 2005, s. 303)” Görüldüğü gibi Trabzonluların Atatürk’e ilgi ve sevgisi çok büyük. Atatürk’ün halka yatığı konuşmanın yüreğinden kopan sözlerden oluştuğunu söylemeliyim.   

Atatürk, konuşmasını şöyle sürdürür: “Arkadaşlar, beş sene evvel ilk defa Samsun’a ayak bastığım zaman, bana kalp kuvveti veren vatandaşlarımın ilk safında kahraman Trabzonluların bulunduğunu asla unutmayacağım. Büyük kanlı Sakarya Muharebesi’ne 3. Fırka ile yetişen Trabzon evlatlarının muharebe meydanında gösterdikleri fedakarlıkların kıymetli hatırası daima beynimde nakşolmuş kalacaktır. Bu vatanperver halka, o kahraman evlatlara sahip olan bu kıymetli memleketimizi, bir Ermenistan kapısı veya hayal edilen Pontos Krallığı ülkesi yapmak talep ve tehditleri, ne uğursuz idi. Şüphesi o kabuslar, ilelebet hayal olmuştur. (Aynı yapıt, s. 304)”

Atatürk, Trabzonluları savaş alanlarında tanıdı. Trablusgarp savaşıyla (1911) başlayan ve Büyük Taarruz’la sona eren on bir yıllık savaşların içinde bu güzel kentin evlatlarıyla omuz omuza çarpıştı. Yurt savunmasında onlarla ulusun var olma yazgısını paylaştı. 19 Mayıs 1919’da Samsun’da Atatürk’ü karşılayan Trabzonluların olması övüncümüz.

“Efendiler, vatanın birliğini, hürriyet ve bağımsızlığını temin eden, milletimizi Cumhuriyet idaresine kavuşturan inkılabımız, iktisadi refah ve saadetimizi, medeniyet aleminde layık olduğumuz mevkii de temin edecektir. Bu verimli, ahalisi zeki, müteşebbis, çalışkan olan Trabzon’umuzu, az zamanda dahile şimendiferle bağlanmış, güzel rıhtım ve limanla donatılmış görmek, en büyük emelimdir.

Trabzon, Türk camiasında Cumhuriyet’in, zengin, kuvvetli, hassas, pek mühim dayanak kaynaklarından biridir. Böyle bir Cumhuriyet şehri, elbette lüzumlu gördüğü bütün ümran ve ilerleme vasıtalarına sahip olacaktır. (Aynı yapıt, s. 304)” Atatürk’ün Trabzon’a demiryolu yapılması düşüncesi, ne yazık ki kendisinden sonra ülkemizi yönetenlerce gerçekleştirilmemiştir. Atatürk’ün bu amacını, vasiyetini gerçekleştirmeyen tüm siyasetçileri burada kınıyorum.

Atatürk, 27 Kasım 1930’da yanında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve Başyaver Rasuhi Bey’le Trabzon’a ikici kez geldi. Halkın ilgisi yine çok fazlaydı.

         28 Kasım 1930’da Trabzon Cumhuriyet Halk Fırkası üyelerine şöyle selendi Büyük Önder. “Karşımızda birçok fırkalar varmış gibi her gün daha büyük bir faaliyetle çalışmak, fikirlerimizi halk kitlelerinin içine yaymak ve köylere kadar götürmek mecburiyetindeyiz. Her an tarihe karşı, cihana karşı hareketlerimizin hesabını verebilecek bir vaziyette bulunmak lazımdır. Tasavvur ve faaliyetlerimizde bu kadar hassas ve uyanık bulunmak suretiyle muhalifsiz bir fırkanın sakıncalarını bertaraf etmiş oluruz. (ATABE, Cilt: 24, s. 354)” Atatürk bu konuşmasında tarihe ve dünyaya hesap vermekten söz etmekte. Partiler ve onların yöneticileri, hangi koşulda olursa olsun hesap verme düşüncesini yitirdiklerinde diktatörleşirler, böylece halkına zarar verirler.

         Atatürk, Trabzon’a üçüncü gelişi 10 Haziran 1937’de oldu. 11 Haziran günü Trabzon Valisi Yahya Sezai Bey’e “Uzay” soyadını verdi Gazi Paşa. Çalışmalarını, ona armağan edilen Atatürk Köşkü’nde yürüttü.

         11 Haziran 1937 günü “Mal ve mülk bana ağırlık veriyor. Bunları milletime vermekte ferahlık duyuyorum. İnsanın serveti kendi manevi şahsiyetinde olmalıdır. Ben büyük millete daha neler vermek istiyorum. (ATABE, Cilt: 29, s. 262)” diyerek vasiyetini yazmış ve tüm mal varlığını kurduğu devlete, dolayısıyla ulusuna bağışlamıştır. Keşke günümüzde de “insanın servetini, kendi manevi şahsiyetinde” düşünen siyasetçilerimiz olsa. Torbalar dolusu emlak tapuları, banka cüzdanları ortalığa saçılmasa. Manevi şahsiyeti yoksul olan siyasetçi, mal mülk varsılı olmakta.

         Atatürk, görüldüğü gibi Trabzon’da önemli kararlar aldı. Bu kente, yaşamı boyunca güvendi.

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            27 Mart 2024


TRABZON VE ERZURUM KONGRESİ


Trabzon kenti, Mondros Anlaşması’ndan sonra ülkemizin başına gelecekleri fark etmiş ve geri dönülmez felaketlere uğramamak için büyük bir öngörüyle emperyalistlere direnmek için hızla örgütlenmeye başlamıştır.  Bu örgütlenmenin komşu illere yayılması için de büyük çaba göstermiştir Trabzonlular. Türkiye’nin Mondros sonrası düştüğü kötü durumu görüp zaman geçirmeksizin ayağa kalkarak olası işgalleri durdurmak için örgütlenen Trabzon kenti, Kurtuluş Savaşı’na giden yolda ilk ışığı yakan yerlerin başında gelmekte.

“Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti çok hızlı ve esaslı bir gelişme içinde idi. Cemiyet idarecileri, tüzüklerindeki esasların dışına çıkmamış görünmeye gayret etmekle beraber, bir yandan çalışma ve propagandalarını vilayet sınırlarının dışına taşırarak komşuları Erzurumluları da teşkilatlanmaya kışkırtıyorlardı. Hele, 26 Şubat 1919’da Ermenilerin Paris Barış Konferansı’nda verdikleri muhtıra açıklanıp da Maraş, Kilikya, Doğu illeri ile Trabzon’un bir kısmını istedikleri anlaşılınca Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti mensuplarının heyecan ve gayretleri bir kat daha arttı. İngilizlerin Kars’a girişleri ise, doğu bölgesindeki kuşku ve heyecanı son haddine vardırdı. Gerek bu olayların, gerekse Trabzonluların devamlı teşvikleri sonucu, Erzurumlular, milli mücadele amacı ile teşkilatlanmaya karar verdiler. (Mahmut Goloğlu, Milli Mücadele Tarihi I Erzurum Kongresi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Baskı: Nisan 2011, s. 21)” Burada görüldüğü gibi Erzurumluları, ulusal kurtuluş için örgütlenmek için yüreklendiren Trabzonlular.

Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti Erzurum’da kurulur. 6 Mart 1919 günü ilk toplantısını Esad Paşa mahallesindeki Asar-ı Terakki Okulu’nda yapar.

“Ne var ki Erzurum şubesi bir türlü istenen ve umulan hızla çalışıp gelişemiyordu. Bir şeyler yapmak lazımdı. Yönetim Kurulu’nun genç üyeleri çırpınıyorlardı ama çoğunluk yaşlılarda idi. Hacı Fehim Efendi başkanlığı Hoca Rauf Efendi’ye bırakmıştı. Albayrak gazetesi heyecanlı yazılarla cemiyetin fikirlerini yayıyordu. Bu sırada Erzurumluların çok iyi tanıdığı Jandarma Binbaşısı Küçük Kâzım da Erzurum’a gelmişti. Cesur ve atılgan bir asker, aynı zamanda becerikli bir komitacı idi. Emekliye ayrılmıştı. Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye teşkilatının övünülecek çalışmalarını ve gelişimini anlattı. Bunun üzerine, Erzurum’da da bütün şehir ileri gelenlerinin bir araya toplanması, cemiyetle ilgilerinin sağlanması zarureti ortaya çıktı. Ve bu yapıldı; Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi’ne yeni bir yönetim kurulu seçildi. (Aynı yapıt, s. 22-23)”

Başkanlığa Hoca Raif Efendi getirildi. Binbaşı Küçük Kazım da yönetimde yerini aldı. Gençleşen yönetim kuruluna canlılık geldi. Sivas’ta derneğin bir şubesini açma düşüncesi oluştu. Hemen kollar sıvanıp işe başlandı. Bir ay sonra Sivas şubesi, Müftü Abdurrahman Efendi başkanlığında kuruldu. Trabzon’da yakılan kurtuluş ateşi dalga dalga Anadolu içlerine doğru yayıldı.

“Tehlikeler büyüyüp yaklaştıkça, her bölgenin kendi başına hareketinin yeterli olamayacağı gerçeği açıkça meydana çıkıyor, her bölgedeki sivil-asker işbirliği gibi türlü bölgelerdeki gayretlerin de birleştirilerek milli birliğe doğru gidilmesi zorunluğu kendini kuvvetle hissettiriyordu. Esasen Trabzonlular, milli mücadele bayrağını açtıkları ilk günden beri bu zorunluluğu duymakta ve ilk aşama olarak doğu illeriyle hareket birliği sağlamaya çalışmakta ve bu konuda özellikle Erzurumlu komşularına başvurmakta idiler. (Aynı yapıt, s. 57)” Trabzonlular, milli mücadele için yurdun her yanıyla birleşmenin zorunlu olduğuna inanmışlardı ve bunun için her türlü çalışmayı yapmaktaydılar.

Erzurum Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti’nden Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti’ne çekilen telgraftaki şu iki tümce belleklere kazınmalı. “Trabzon, vilayetlerimizin nefes borusu ve gözü; ve buralar Trabzon’un bel kemiğidir. Trabzon’un bizlersiz, biz iç vilayetlerimizin de Trabzon’suz yaşaması imkansızdır. (Aynı yapıt, s. 58)” Bir insanın soluk borusu olmazsa soluklanıp yaşayamaz. Gözü olmasa göremez. Bel kemiği sağlam olmazsa kişi ayakta duramaz. Trabzon kurtuluş mücadelesinin soluk borusu ve gözü oldu. Erzurum ve çevre iller de bel kemiği.

Erzurum’la Trabzon arasında yazışmalar sürer. Erzurum’da bir kongrenin toplanmasına karar verilir. Bu karar çevre illere duyurulur. Sonunda 23 Temmuz 1919’da Erzurum Kongresi toplandı. Bu kongrenin toplanmasına ön ayak olan Trabzonluların öngörüleri övgüye değer.

Şimdi birileri kalkmış bir futbol maçındaki olayları bahane ederek Trabzon kentine asılsız suçlamalarda bulunmaktalar. Öyle ki ülkemizin neredeyse her yerinde, her düzeydeki futbol maçlarında benzer olaylar olmakta. Olayların olmaması en büyük dileğimiz. Ulusal birliğimizi tehlikeye düşürecek bu söylemlerin sorumsuzca yapıldığını belirteyim. PKK’nın etnik bölücülüğünden bile tehlikeli söylemler, karalamalar bunlar. Böyle olunca da düşünmeden edemiyorum: Acaba birileri, emperyalizm adına, Trabzon’dan Erzurum Kongresi’nin intikamını mı almak istiyor?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  26 Mart 2024

TRABZON’A KİMLER, NEDEN DÜŞMAN?


Trabzon ülkemizin en eski kentlerinden biri. Türlü uygarlıkların filizlenip boy attığı bir yer. Taşlara, kayalara, bir avuç toprağa yaşam veren arı gibi insanların yaşadığı bir kıyı kenti. Denizi yurt bilen insanların dünyanın dört bir yanına dağıldığı bir yerleşim yerinin adıdır Trabzon.

1916 Yılının ilkbaharında Rus işgaline uğradı Trabzon. Düşman tutsaklığının zorlukları altında ayakta durmaya, yaşama tutunmaya çalıştı halk. Halkın bir bölümüne tutsaklık zor geldiğinden ülkemizin batı bölgelerine göç ettiler daha özgür yaşamak için. 1917’de Bolşevik Devrimi olunca Rusya ülkemizde işgal ettiği yerleri terk etti. Trabzon’un toprağından muhacir olanlar açlık ve yoksulluk içinde geri döndüler. Halk, kendi yaralarını kendi sarmaya başladı zaman geçirmeden.

“Trabzon ve yöresi Birinci Dünya Savaşı galiplerinin Türkiye’yi bölme ve parçalama girişimlerine karşı ilk direniş hareketlerinin başladığı, Milli Kurtuluş Hareketi’nin temel taşları olan ilk bölgesel cemiyetlerin kurulduğu yerlerden biri olmuştur. Gerçekte aynı gelişmeler Türk milletinin tarihinden gelen hasletlerine uygun olarak yurdun hemen her köşesinde baş göstermiştir. Ancak Trabzon ve yöresindeki halkın bu canlılığı, ölüm kalım mücadelesi verdiği iki yıllık bir esaret ve muhaceret hayatından sonra gösterdiği düşünülürse daha anlamlıydı. (Sabahattin Özel, Milli Mücadele’de Trabzon, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, I. Baskı: Ocak 2012, s. 79)”

Trabzonlular, işgalle geçen zor yıllardan olumlu dersler çıkarıp yeni işgallerin olmaması için uyanık davranmaktaydı. Bu Karadeniz kenti, Osmanlının son döneminde filizlenip gelişen İttihat ve Terakki’nin Anadolu’da en güçlü olduğu yerlerden biriydi. Bu siyasal birikim ve örgütlenme kolayca harekete geçti zor yıllarda.

“Yörenin Türk ve Müslüman halkı canına ve malına karşı saldırıya geçen Rum ve Ermeni çetelerinin neler yapabileceğini iki yıl kadar süren Rus işgali sırasındaki acı tecrübelerinden bilmekteydi. (Aynı yapıt, s. 80)”

Emperyalistlerin Trabzon’u Büyük Ermenistan’ın denize çıkışı olarak düşünmeleri, yine başka bir planlamayla bu topraklarda Pontus devletini kurma girişimi, halkı bir yok oluşla karşı karşıya getirmişti. Bu da Trabzonluları işgallere karşı ayağa kalkamaya zorlamaktaydı.

“Ayrıca Trabzon ticari fonksiyonu itibarıyla dışa açık bir şehir olduğundan burada birçoğu yüksek öğrenim görmüş, yurt ve dünya olaylarını izleyen ve değerlendirebilen aydın bir zümre mevcuttu. (Aynı yapıt, s. 80)” Liman kenti olan Trabzon suyun taşıyıcılığından yararlanarak farklı ülke ve bölgelerle ilişki kurmaktaydı. Bu nedenle eğitimli ve yurt ülküsü olan yurttaşlara sahipti. Bu da halkın öngörüsünü artırmaktaydı.

30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros anlaşmasından sonra İtilaf devleri, yurdumuzun farklı bölgelerine asker çıkarıp işgallere başladılar. 18 Kasım 1918’de, İstanbul’da toplanan Mebuslar Meclisi’nde Trabzon Mebusu Hafız Mehmed Bey şunları söylüyordu: “… Birçok yerler işgal olunuyor ve Dışişleri Bakanı henüz nerelerin işgal edildiğini bile bilmiyor. Bu pek garip bir gerçektir. Mütareke’nin bugünkü gibi uygulanması halinde memleketin askeri işgal altına girmekte olduğunu görmüyorlar ve bunu tetkik edip gerekli teşebbüslerde bulunmuyorlar. … Mütarekename’nin uygulanmasında bu kadar müsamaha gösteren bir hükümet, yarın barış masasında acaba ne dereceye kadar haklarımızı koruyabilecektir? … Hükümetler mağlup olurlar, fakat vatanın müdafaası sonunda bir millet ölse bile namusu ile, şerefi ile ölür. (Mahmut Goloğlu, Milli Mücadele Tarihi I Erzurum Kongresi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Basım: Nisan 2011, s. 7)” Görüldüğü gibi işgal altındaki İstanbul’da toplanan Meclis- Mebusan’da yurdumuzun yok etmek isteyen emperyalistlere ve buna göz yuman İstanbul Hükümetine karşı ilk karşı çıkışta bulunan mebuslardan önde gelenlerden biri Trabzon temsilcisi. O yıllarda Ordu, Giresun, Gümüşhane ve Giresun da Trabzon’a bağlıydı.

Ulusal kurtuluşun sesi olacak olan İstikbal gazetesi, 10 Aralık 1918’de yayımlanmaya başlandı. Bu gazeteyi, Barutçuzade Faik Ahmet Bey ile arkadaşı Mehmet Salih (Ongan) çıkarıyordu.

Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti 10 Şubat 1919’da, Barutçuzade Ahmet Efendi başkanlığında kentin ileri gelenlerince kuruldu. Kısa zamanda Giresun, Ordu, Rize, Of, Sürmene’de şubeler açıldı. Ülkemizdeki ilk ulusal örgütlenmelerin başında gelir Trabzon’daki bu dernek.

Tarihimizi, coğrafyamızı, kültürümüzü bilmeyen kimileri Trabzon kentiyle ilgili olarak ileri geri konuşmakta. Bu bilgisizlik, ülkemizin bütünlüğüne, ulusumuzun birliğine zarar vermekte. Bu durum, yeni bir bölücülük biçimi.

Ülkemizin kurtuluşu için en önde yürüyen Trabzonlulara ve onların kentine olur olmaz sözlerle saldıranların emperyalizme gönüllü hizmet ettiklerini söylemeliyim. Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkanların izinden gidenler, Trabzon kentini toptan karalama yarışına girdiler. Trabzon’un Kurtuluş Savaşı için gösterdiği özverenin intikamını çıkarmak içindir bu saldırılar. Ne acı, değil mi?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  25 Mart 2024

BU DEĞİRMENİN SUYU NEREDEN GELİYOR?


Güzel, aydınlık, ışıl ışıl, güneşli bir pazar sabahı… İlkbaharın şarkısını söylemekte kuşlar. Dallar, tomurcuklanmış. Birkaç güne varmaz yeşerir ağaçlar kurşuni betona bürünmüş kentin avuç içi kadar toprağında. Börtü böcek, kış uykusundan kalkar güneşi bedenlerinde duyumsadıkça. Kent, pazar ve ramazan sessizliğinde…

Yerel seçimlere bir hafta kaldı. Bu nedenle pazar sabahı sessizliği uzun sürmez gibi. Az sonra partilerin şarkıları, duyuruları çınlatır her yanı. Bize yaşanabilir bir kent için söz verenler, kenti gürültü kirliliğine boğmaktalar her gün. Bu durumlarıyla “Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir.” sözünü doğrulamaktalar. İyisi mi ben bu sessizliğin değerini bilip tadını çıkarayım.

Özellikle bazı partilerin, bunların başında AKP ve CHP geliyor, sayılamayacak kadar çok sesli, müzikli, duyuru ve tanıtım yapan araba dolaştırmaktalar mahalle aralarında. Özellikle hazine yardımı alan partilerin arabaları çokça görülmekte her yanda. Bu arabalar; bildiriler, seçmene armağanlar da dağıtıyorlar bir yandan. Armağanlarda yok, yok! Bez çantalar, kolonya, kalem, çakmak, tepsi, şemsiye, çay, kahve, seccade, imsakiye, kıbleyi gösteren pusula…

Seçmene armağan verme yarışı var partiler arasında. Armağanların bazıları çarşı pazarda elden, seçim bürolarından, parti bayraklarıyla donatılmış gürültücü minibüs ya da otobüslerden dağıtılırken bir bölümü de evlere gidilerek verilmekte. Böylece partilerin bazıları, hizmeti yurttaşın ayağına götürmekteler. Yurttaşlarımızın çoğu bu armağan işinden yararlanma peşinde. Bez çantalar, armağanlarla dopdolu.

Cuma günleri Kozyatağı pazarına gidiyoruz. Pazarın girişleri, bazı partilerce tutulmuş. Torbalarla armağanlar, tanıtım bildirileri dağıtılmakta. Alanlar, bir torbayla yetinmiyor. Beş on tane alan var. Partiler torba dağıtmakta çok cömertler.

Seçim bürolarında onlarca insan çalışmakta. Çalışmakta, dedim; çoğu orada oturmakta. Ortam sıcak… Soğuk ve yağıştan etkilenmiyor buralar. Çay sürekli demlenmekte. Oturup çay içilmekte akşama dek. Arada yemekte var. Adaylara görüntü verme yarışı var seçim bürolarında. “Bak, senin için günlerce çalıştım.” diyecek bizim uyanık, parti bağı olan yurttaşımız. Sürekli dolaşan arabalarda en az iki kişi... Pankart asanlar, caddeleri üstten aşağı kaplayan adayların bezdeki fotoğraflarını vinçlerle elektrik direklerine bağlayanlar bu işleri aç susuz yapmıyorlar. Bu kişilerin yemesi içmesi var, hepsi para.

Beş parti hazine yardımı almakta milyonlarca lira. Ancak bu denli savurganlık, ortalığa para saçma hazine yardımının sınırlarını aşmakta. Seçimi kazanmak için kullanılan her şey para. Hem de ucuz değil bu ortalığa saçılanlar. Seçimlerde yapılan harcamaları denetleyen bir sistem ne yazık ki yok uygulamada. Seçimlerde partilerin hazine yardımı dışındaki gelirlerinin denetimi söz konusu bile değil. Partilerin seçim bağışlarının ve harcamalarının denetlenemediği bir seçimin ne derece adil olacağı şüpheli.

Belediye başkanlarının alacağı aylık belli. Ancak bir belediye başkanı beş yıllık görevi süresince alacağı aylığın onlarca katı parayı niye harcar? Bu sorunun yanıtı verilmeli. Yurttaş, bu soruyu sormalı ve yanıtı üzerinde düşünmeli.

Caddelere, sokaklara para akmakta seçim için. Öyle bir savurganlıkla yapılıyor ki bu iş, anlaşılır gibi değil. Harcanan paraya mı, kirlenen kentlere mi, gürültüye boğulan mahallere mi, görüntüyü bozan otuz ki dişini gösteren başkan adaylarının bezden tanıtımlarına mı; yoksa yarın soyulacak yurttaşa mı yanayım, bilmiyorum.

         Seçmenlerin çoğu parti ayrımı yapmaksızın armağanları kapışırken bunların bedelini kendinin ödeyeceğini düşünüyor mu acaba? Yurttaşın yaşadığı kente ya da kasabaya hizmet etmek için aday olanlar bunca masrafı niye yapar? Ortalığa hesapsızca saçılan bu paraların yurttaşın alacağı hizmetler yapılmayarak birilerinin kesesine gireceği çok belli.

         Seçmenlerin hepsi “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” sorusunu sormalı. Önce kendi kendine, sonra çevresindekilere ve adaylara, partilere.

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            24 Mart 2024

ATATÜRK VE KADIN GİYİMİ


Türkiye’de uzun zamandır kadınların giyimi konusunda tartışmalar yapılmakta. Bu tartışmalarla toplumumuz iki cepheye bölünmüş durumda. Özellikle kendilerini “Atatürkçü, cumhuriyetçi” olarak gören kesim, dindar görünen kadınlara karşı itici, dışlayıcı bir dil kullanmakta. Bu da karşıt görüşler arasındaki uçurumu derinleştirirken uzlaşma ve birbirinden etkilenme olasılığını ortadan kaldırmak. Kurtuluş Savaşı’mızın ve Cumhuriyet Devrimi’mizin öncüsü Atatürk, bu konuda nasıl düşünüyordu acaba? O, günümüzde kendini Atatürkçü görenlerle aynı düşüncede miydi?

Atatürk, 21 Mart 1923’te Konya Hilali Ahmer Kadınlar Şubesinde tarihe geçecek bir konuşma yaptı. Bu konuşmada Atatürk’ün öngörüsüne şapka çıkarmak gerek.

“Fakat muhterem hanımlar ve muhterem beyler, hepinizce malumdur ki kadınlarımızın bu kadar fedakârlığına, kadınlarımızın bu kadar hizmetine, erkeklerden hiçbir yerde geri kalmayan bu kadar ehliyetlerine rağmen, düşmanlarımız ve Türk kadınının ruhunu bilmeyen yüzeysel bakışlar kadınlarımıza bazı isnatlarda bulunmaktadırlar. Kadınlarımızın hayatta atılane yaşadıklarını, ilim ile, irfan ile münasebetleri bulunmadığını, medeni hayat ve toplumsal hayat ile alakadar olmadıklarını, kadınlarımızın her şeyden mahrum kaldıklarını, onların Türk erkekleri tarafından hayattan, dünyadan, insanlıktan, işten güçten uzak tutulduğunu söyleyenler vardır. Fakat halin hakikati böyle midir? Şüphesiz ki Türk kadınını bu suretle görmek, Türk kadınını görmemektir. Yabancıların ve bizi düşman gözüyle görenlerin tarif ve tasvir ettikleri kadınlar, bu vatanın asıl kadını, Anadolu’nun asıl Türk kadını değildir. Öyle kadınlar bizim asıl hayatımızda ve asıl memleketimizde yoktur. Türk kadınını yanlış görüp yanlış anlatanlar, bilhassa büyük şehirlerimizde, ileri, medeni zannedilen yerlerde bazı Türk hanımlarının harici manzaralarına bakarak aldanıyorlar. O kadınların harici manzaralarını aleyhimizdeki kötü yorumlara müsait bir zemin olarak alıyorlar. Milletin genel hayatına nispetle pek sınırlı ve ehemmiyetsiz olan o kadınları, onların harici manzaralarından çıkardıkları manayı bütün Türk kadınlığına yayıyorlar. İşte ilk düzeltilecek hata ve ilk ilan edilecek hakikat buradadır. Harici manzaralarıyla düşmanlarımıza ve bilhassa içimizdeki bedbahtlara bilerek ve daha ziyade bilmeyerek haklı bir yalan dolan sermayesi veren manzaralara, hepiniz biliyorsunuz ve herkes biliyor ki, en ziyade memleketimizin en büyük şehri olan, asırlarca devletin payitahtı ve hilafet merkezi bulunan İstanbul’da tesadüf ediliyor. Düşmanlarımız bu manzaradaki kadınlardan aldıkları intibalar ile acı hükümler veriyor ve diyorlar ki: Türkiya medeni bir millet olamaz, çünkü Türkiya halkı iki parçadan meydana gelmektedir; kadın ve erkek iki kısma ayrılmıştır. Halbuki bir toplum aynı gayeye bütün kadınları ve erkekleriyle beraber yürümezse ilerlemesine ve medenileşmesine fenni imkân ve ilmi ihtimal yoktur. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15, Kaynak Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2005, s. 245-246)”

Atatürk’ün yukarıdaki saptaması olağanüstü ve öngörülüdür. İstanbul’da kadınların tamamını temsil etmeyen küçük bir azınlığın kara çarşaflı ve peçeli sokağa çıkmasını batılı düşmanlarımız ülkemizin uygar olamayacağı doğrultusunda yorumlamaktalar. Günümüzde aynı şey olmuyor mu? Sokaklarımızda gezen bazı kadınların kıyafetleri üstünden ileri geri yorumlar yapanların o günün batılı düşmanlarından ne farkı var?

“Muhterem hanımlar, düşmanlarımızı aldatan bu harici manzara bilhassa kadınlarımızın şeklinden, giyinme tarzından ve kapanma suretinden doğuyor. Onların aldatmalarına saik olan diğer bir nokta da yabancılarla temas edebilecek mevkide bulunan kadınlarımızın tavırlarının ve hareketlerinin milli tavırlarımızın ve hareketlerimizin timsali olmayıp, belki Avrupa tavırlarının ve hareketlerinin taklidi olarak görülmesidir. Hakikaten memleketimizin bazı yerlerinde, en ziyade büyük şehirlerinde, giyinme tarzımız, kıyafetimiz bizim olmaktan çıkmıştır. Şehirlerdeki kadınlarımızın giyinme ve kapanma tarzında iki şekil tecelli ediyor; ya bu yönde ya karşıt yönde aşırılık görülüyor. Yani ya ne olduğu bilinemeyen, çok kapalı, çok karanlık bir harici şekil gösteren bir kıyafet, veyahut Avrupa’nın en serbest balolarında bile harici kıyafet olarak arz edilemeyecek kadar açık bir giyim. Bunun her ikisi kötü tesirden, hayatımıza fenalık yapmaktan geri değildir. Bunun her ikisi de şeriatın tavsiyesi, dinin emri haricindedir. Bizim dinimiz kadını o aşırılıktan da tenzih eder.

O şekiller dinimizin gereği değil, muhalifidir. Dinimizin tavsiye ettiği tesettür, hem hayata, hem fazilete uygundur. Kadınlarımız şeriatın tavsiyesi, dinin emri icabınca tesettür etselerdi ne o kadar kapanacaklar, ne o kadar açılacaklardı. Şer’i tesettür kadınlar için müşkülata sebep olmayacak, kadınların toplum hayatında, iktisat hayatında, iş hayatında ve ilim hayatında erkeklerle işbirliği yapmasına mani bulunmayacak basit bir şekildedir. Bu basit şekil, toplumumuzun ahlak ve adabına aykırı değildir. (Aynı yapıt, s. 246)” Atatürk, giyimde her türlü aşırılığa karşı. Toplumun genel ahlak ve adabına aykırı olarak açık saçık giyinen kadınlara da halkımızın geleneklerine uygun olmayan aşırılıktaki kapalı giyime de karşı. Kadınlardaki her iki yöndeki aşırı giyimi, Türk ve İslam geleneğine aykırı bulmakta. Bu giyim biçimlerinin şeriata da uygun olmadığını söylemekte.

Günümüzde ne yazık ki Atatürk’ün yukarıdaki uyarılarına uyum neredeyse yok! Her iki kesim de giyimde aşırılıkta sınır tanımamaktalar. Bu da birbirlerine karşı nefrete dönüşmekte. Sokaklarda “Kahrolsun şeriat!” diye bağıranların Atatürk’ün şeriatı nasıl algıladığını anlamaları gerek. Atatürkçülüğü, batıcılık sananların yukarıdaki konuşmada anlatılanları anlamaları çok zor.

“Giyinme tarzımızı ifrata vardıranlar, kıyafetlerinde aynen Avrupa kadınını taklit edenler düşünmelidir ki, her milletin kendine mahsus ananesi, kendine mahsus adetleri, kendine göre milli hususiyetleri vardır. Hiçbir millet aynen diğer bir milletin taklitçisi olmamalıdır. Çünkü böyle bir millet ne taklit ettiği milletin aynı olabilir, ne kendi milliyeti dahilinde kalabilir. Bunun neticesi şüphesiz bir hüsrandır. (Aynı yapıt, s. 247)” Bu sözlerden anlaşılıyor ki Atatürk, Türk ulusuna Avrupalı gibi olmayı, onlar gibi yaşamayı önermiyor. Kadın giyiminde Avrupa’yı taklit etmenin ne denli yanlış bir davranış olduğunu özellikle vurgulamakta.

Kadın giyimini temel alarak gericilik, ilericilik tanımı yapanlar; bu tanım üzerinden toplumu bölenlerin Atatürk’e karşı olduklarını kolaylıkla söyleyebiliriz. Bu yapay ayrımların toplumuzda yaygınlaşması, tamamen bir emperyalist proje. Emperyalizmin kışkırtması, bakış açısıyla toplumu bölmenin ülkemize hiçbir yararı yok! Bu yapay bölünmenin Amerikancı darbe dönemlerinde körüklendiğini ne tez unuttuk? Üzülerek söyleyeyim ki laiklik adına açık saçık giyinenlerle İslam kurallarına uyma adına yüzyıllardır olmayan kadın kıyafetleri icat edenler de aynı merkezlerden yönetilip kışkırtılmakta. Amaç, ulus devletimizi bölüp parçalayarak yok etmek. Ne adına olursa olsun bilerek ya da bilmeyerek bu kışkırtmalara kapılanların ülkemize zarar verdikleri çok açık.

Atatürk, dün olduğu gibi bugün de bize kılavuz olmakta, yarın da düşüncelerinin ışığıyla bizi aydınlatacağı kesin. Devletimizi sonsuza dek birlik, dirlik içinde yaşatacak olan Atatürk’ün yolundan gitmemiz. Başka yolların sonu karanlık. Bu nedenle Atatürk’ü iyi anlamanın zamanı artık.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  22 Mart 2024

ATATÜRK, NİYE “EFENDİLER” DİYE SESLENİYOR?


Atatürk, kadın ya da erkek olsun onu dinleyenlere “Efendiler!” diye seslenirdi. Niye mi? Bunu kendi sözleriyle anlatalım.

“Efendiler, affedersiniz, bir noktayı izah için biraz duracağım. ‘Efendiler’ dediğim zaman hanımefendiler ve beyefendiler demektir. Kolaylık için ve hanımlarla efendilerin tam birliğini ifade etmek için bu hitap tarzını münasip gördüm. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15, Kaynak Yayınları, Birinci Basım: Şube 2005, s. 69)” Atatürk, burada görüldüğü gibi yurttaşlarımız arasında cinsiyet ayrımı yapmıyor, kadını ve erkeği eşit görüyor. Kadınla erkeğin yan yana yürüdüğünü söylemekte. Onları eşdeğer bir seslenişle eşitlemekte. Kadına değer vermek, onu her alanda erkekle eşitlemekten geçer.

Daima öne sürülen bir şey vardır ki, o da din engellemesidir. Bilhassa Batılılar, bilhassa bu milleti mahvetmek isteyen o koyu düşmanlar, bizi daima her işimizi dinin tesiri altında yapmış olmakla ve böyle yapışların da mutlaka neticesiz hedeflere varacağını iddia etmekle itham etmektedirler. (Aynı yapıt, s.69)” Atatürk’e göre bizim gelişmemizi İslamiyet’in engellediğini kimler öne sürmekte? Batılılar… Yani emperyalistler, ulusumuzun ve yurdumuzun düşmanları… Bu görüşü savunanların emperyalizme hizmet ettiklerini açıkça söylersek yanlış olmaz sanırım. Burada görüldüğü gibi Atatürk batıcı değil; tersine batıyla sürekli savaşım içinde olan bir devrimci. Birçoklarının (Sahte Atatürkçülerin, liberallerin, ABD-İngiliz yapımı İslamcıların) sandığı gibi Atatürk, din karşıtı biri değil.

“Halbuki arkadaşlar, bunda büyük bir hata vardır. Çünkü bizim dinimiz hiçbir vakit böyle bir şey talep etmez. Tabii içimizde bulunan hoca efendiler çok iyi bilirler ki, Allah’ın emrettiği emri, Müslim ve Müslimenin -evli kadınlarda beraber olarak- her türlü ilim ve irfanı kazanmasıdır. Dinin emrettiği budur. Yine hepimiz biliriz ki, bu ilim ve irfanı aramaya mecburuz. Nerede bulunursa bulunsan oraya gitmek, onu bulmak, almak, donanmak dini mecburiyetindeyiz. Daha evvel derim ki, Allah’ın emri, Müslimin ve Müslimenin aynı derecede ilmen, fazileten ve her bakımdan olgunlaşmasıdır. İkinci şey, yani Kur’an ile hatırlatmak istiyorum ki, bu nerde ise oraya kadar gidecektir. Kim? Hepsi gidecektir, kadın da gidecektir, erkek de gidecektir. Dolayısıyla dinin böyle bir engellemesi yoktur. (Aynı yapıt, s. 69)” Gidilecek yer neresidir Atatürk’e göre? Bilimin olduğu her yer… Burada Atatürk, Hz. Muhammet’in “İlim Çin’de de olsa alınız.” sözüne atıfta bulunmakta. Din deyince öcü gömüş gibi davranan sözde Atatürkçülere, sahte solculara, düşüncesi batılı emperyalistlerce kodlanmış gösterişçi tutsak aydınlara Atatürk’ün bu sözleri ne denli etkili olur bilinmez.

“Sonra tarihin başından, din tarihimizin, milli tarihimizin başlangıcından bugüne kadar bütün safhalarını incelersek, görürüz ki, ne İslam ne de Türk tarihinde bugün nazarı dikkati çeken ve bugün bertaraf etmek için bin türlü kayıtlarla bağlı olduğumuzu zannettiğimiz şeyler yoktu. Diğer bir yerde de bu konuda söz söylerken arz etmiştim ki, Türk toplumsal hayatında daima ilmen, irfanen, fazileten ve fiilen erkeklerden bir zerre geriye kalmamıştır. Belki daha ileri gitmişlerdir. İleriye gidenler pek çoktur. Ve din tarihimizde de görürüz ki, aynıdır. Kadınlar daima erkeklerle beraber çalışmışlar, beraber yürümüşlerdir. Beraber muvaffak olmuşlar veyahut beraber muvaffakiyetsizliğe uğramışlardır. Bugün baştan nihayete kadar memleketi ve milleti inceleyelim. Nasıldır? Milli tarihimizin, dini hadiselerimizin ve ilahi emirlerin emrettiği, caiz gördüğü tarzda mıdır? Yoksa başka bir şekilde midir? Ben zannediyorum ki, bu genel manzara üzerinde gözlerimizi gezdirdiğimiz zaman açıkça görülen iki safha vardır. Birincisi, tarlalarda sabanına yapışmış olan kadınlar, çocuğunu merkebine bindirmiş arkasından takip eden ve pazara giden kadınlardır. Ve pazarda hepiniz ve ben de gözümle gördüm ki, kızı, anası, babası, çocuğu ve kocası oturmuştur, pazar meydanında terazi elinde olarak anasının, babasının getirdiği şeyi satar. Ve ben öylesine tesadüf ettim ki, kocasından daha güzel hesap yapar. Satıyor, aldığı parayı çocuğu ve babası hesap edemez de o köylü kadın parmağıyla o neticeyi daha güzel bulur. (Aynı yapıt, s. 69-70)”

Yukarıda da anlatıldığı gibi Türk kadını bilgisiz olmadı hiç. Kırsal kesimdeki kadın, üretime katıldı. Çoğu zaman sosyal ve ekonomik yaşamın yönlendiricisi oldu. Erkeğiyle yan yana yürüyen, omuz omuza çalışıp üreten, olumlu ya da olumsuz yazgıyı paylaşan, ürününü pazarlayıp satan Türk kadınını köle olarak görmek, onu ikinci sınıf saymaktır asıl bilgisizlik. Oysa üreten kişi, ürettikçe özgürleşir. Ne yazık ki sözde aydınlar kendi insanını, toprağını tanımıyor; kendi tarihini, kültürünü, geleneklerini bilmiyor. Bu bilgisizlik, onun içinde yaşadığı toplum hakkında uçuk kaçık çözümlemeler yapmasına neden olmakta.

Batıya hayran, kendi halkından tiksinen bir aydın zümresiyle karşı karşıyayız. Her fırsatta kendi halkını suçlayan, küçümseyen, hatta aşağılayan bir aydın sınıfının toplumumuza kazandıracağı hiçbir şey yok!

Balık, suda yaşar. Sudan çıkan balık ölür. Giderek çürür ölü balık. Bir aydının suyu, halkıdır. Halkından kopan, kendini ondan ayrıştıran, içinde yaşadığı topluma yabancılaşan aydın giderek çürür. Her çürüyen nesne de kokuşur. Bu çürüyüp kokuşmaya neden olan emperyalist batıya düşünsel olarak tutsak olmaktır.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  21 Mart 2024

 

 

 


ATATÜRK VE GELECEĞİ DÜŞÜNMEK


Atatürk, geçmiş saplanıp kalan biri değil. O, toplumun geleceğini düşünen bir yurtsever. Gözü ve usu hep ufkun arkasında olan bir büyük adam. Bu nedenle yapılacak işler, toplumu daha ileri bir düzeye taşımalı ona göre. Gönençli, erinç ve mutluluk içinde yaşayan bir toplum oluşturmaktır amacı. Bunun için de geleceğe bakmalı.

“Bana asıl büyük emniyeti veren, yapılmış olan şeyler değildir; yapılması lazım olan şeylerdir ve o şeyleri yapacağımıza olan emniyetimdir. Efendiler, biliyorsunuz ki, her yeni şey, iyi şey karşısında mutlaka fena bir şey çıkar. İnsanlık hayatının hususi tecellisidir bu. Akis vardır ve ona dahi karşı akis vardır; tesir vardır, akis vardır. Bu itibarla tereddüde sebep olan noktayı beraber ifade edelim. Fakat ona karşı yapacağımız şeyleri bir defa burada tekrar edelim. Hiç şüphe yok ki, milletimizin hakimiyetini bir şahısta veyahut çok sınırlı sayıdaki şahısların elinde tutmaktan menfaat bekleyen insanlar veyahut cahil ve gafil insanlar vardır. Zira hükümdarlar kendilerini mutlaka vehmedilmiş bir kuvvetin temsilcisi tanırlar. Bundan, böyle tanınmaktan zevk alırlar. Fakat bir adamın kendi kendini böyle tanıması hiçbir kuvvete, hiçbir tesire sahip değildir. Ancak etrafında bulunan menfaatperestler bu ifadeyi, bu arzuyu terennüm ederler, zevkle terennüm ederler. Ve bilhassa din kisvesine büründürerek ortaya atarlar, atmışlardır daima. İşte bu yaygın terennümlere karşı istibdat altında bulunan, tahakküm altında bulunan milletin kulakları da hep bu terennümlerle dolar. Oraya başka bir ses girmez ve giremez. Ve neticede öyle bir hal olur ki,  herkes, toplumun her ferdi, o padişahın, o hükümdarın ve etrafındakilerin telaffuz ve ifade ettiklerini hakikatin ta kendisi kabul eder, din icabı kabul eder, mevcudiyetin icabı kabul eder. İşte bu anlayış devam ettikçe hakikaten başka bir şey yapmanın imkânı güç bulunabilir. Fakat bir defa o imkân hasıl olduktan sonra, denilemez ki bu imkânı elde eden çoğunluğun içinde memnun olmayanlar yoktur. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15, Kaynak Yayınları, Birinci Basım: Şubat 2005, s. 75)”

Atatürk’e göre toplumun geleceğini belirleyecek olan şey, gelecekte yapılacak doğru işlerdir. Yukarıdaki sözlerde Atatürk, her zaman yapılan bir işe karşı çıkacakların olacağından söz etmekte. Yani doğada, toplumda her şey karşıtıyla var. Karşıtın biri olmazsa diğeri de olmaz.

Atatürk, yukarıdaki konuşmasında tek kişinin ya da bir zümrenin iktidarını doğru bulmuyor. Halkın denetiminden uzak böyle bir iktidarın çevresini hemen çıkar kümeleri sarmakta. Bunların hepsi de dini siyasal, ekonomik ve günlük çıkarları için kullanan kişiler. Ne yazık dünyanın neresinde, hangi dinden olursa olsun bazı çıkarcı kimseler, dini kendi yanlış işlerini örtmek için kalkan olarak kullanmaktalar. Atatürk de konuşmasında bu gerçek konusunda hem kendini dinleyenleri hem de ulusumuzu uyarmakta.

“Daima bu güzel şeylerden kendi fenalığı itibariyle faydalanamayacağını düşünenler mutlaka hoşlanmazlar. Ve işte böyleleri birtakım teşebbüslerde bulunabilirler. Bu gibilere -malum- mürteci derler. Ve hareketlerine de irtica derler. Fakat çok yakın tarihi safhalarımızı da düşünürsek -ki bunu düşünmek faydalıdır; zira en ücra köşede bulunan bir köylümüz dahi bu vakalara el ile temas etmiştir- birçok misallere tesadüf ederiz. Fakat buna bütün cihan kani olmalıdır ki, milletimizi bu gibi telkinlerle saptırmanın ve aldatmanın imkânı kalmamıştır. Yakın felaketlerin sebepleri nedir? Ve bu tahlil olunmuştur ki bugünkü netice hasıl olmuştur. Buna nazaran kabul etmek lazımdır ki, bundan sonra bu milleti fetva ile yahut şu ya da bu tefsir ile irticaya sevk edecek insanların bu millet içinde yeri yoktur; vardır, fakat o da ancak zindanlardır. Ben korkmadan ve çekinmeden ve tam bir katiyetle ifade ediyorum ki, milli hakimiyetin değiştirilmesi ve yorumlanması bir kelimesinin, bir noktasının bile şöyle veya böyle olmasını talep edenler, benim gözümde en koyu mürtecidir. Ve böyle adamlara karşı yapılacak şey, -bu hakimiyeti almak için bu milletin yaptığı fedakarlığın icabıdır- bunları parça parça etmektir.

Efendiler, artık yetişir, bu milletin çektiği felaketler çoktur. Bu millete acımak lazımdır. Bu milleti şunun veya bunun menfaatı için şu ve şu istikametlere, karanlıklara sevk etmek ayıptır, rezalettir, günahtır. Bunu artık yaptıramayacağız. (Aynı yapıt, s. 75)” Atatürk, bu konuşmasıyla halkın sırtından geçinen çıkar odaklarına savaş açtı. Onların hem devlet hem de toplum içinden sökülüp atılmasından yana. Yurttaşın emeğini, dini ve birtakım duyarlı konuları kullanarak çalan asalakları sistemin dışına itme çabası içindedir Büyük Önder.

Yüzlerce yıldır toplum olarak yaşadığımız felaketlerin, yoksulluğun, gelişmemişliğin, çağı yakalayamamanın nedeni din kisvesi altında ulusu aldatanlardır. Onların kişisel çıkar peşinde koşmaları ve toplumun geleceğini hiçe saymaları yüzünden koca imparatorluk paramparça oldu. Ulus egemenliği yerine kişisel saltanatın olması halkın, toplumun çıkarlarının göz ardı edilmesine neden oldu. Bu da devleti ve toplumu yıkıma götürdü. Cumhuriyet ve ulusal egemenlik geçmişte yaşanan olumsuz deneyimlerin sonunda ortaya çıktı.

Bin bir emek, binlerce şehitle kurtardığımız yurt toprağında ulusun egemenliğini sağlayarak sonsuza dek yaşamanın biricik yoludur cumhuriyet. Bir ülkenin geleceği, yazgısı bir kişiye ya da bir azınlığa bırakılamaz. Çünkü bir ulusun ortak aklı, bir kişinin ya da zümrenin aklından daha değerli ve büyüktür. Bu nedenle ulusun ortak aklı ve egemenliğiyle bir ülke korunur. Böylece geleceğe emin adımlarla yürünür.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  20 Mart 2024

 

ATATÜRK VE SALTANAT


“Efendiler, sizi ve bütün milleti tebrik derim ki, hakiki insanların, hakiki vicdanların, yüksek zekâların arayıp henüz bulamadığı şekil ve mahiyeti bu millet bulmuştur. Bu son sözü izah için devletimizin Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun bazı maddelerini hep beraber gözden geçirelim. Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun birinci maddesi hatırımdadır, söyleyeceğim, fakat hepimizin hatırında olmalıdır. Çünkü bu devleti kuran bir kanundur ve bu milleti Cenabı Hakkın izniyle mutlaka saadete ulaştıracak olan bir kanundur. Bunun için bütün millet fertlerimizin bu kanunu baştan sona kadar Kur’an ayetleri gibi bilmesi lazımdır. Bu kanunun maddeleri yalnız bizler için değil yeni okuyup yazmaya başlayan çocuklarımızın dahi alfabeyi öğrenmeden evvel beyinlerine işlenecek bir kanundur. Çünkü bizim kurtuluşumuzu temin eden bir kanundur; bir düsturdur. Bu kanununun birinci maddesi, iki fıkradan meydana gelmektedir. Birincisi, hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.

Arkadaşlar, hakimiyet kayıtsız şartsız daima ve daima milletin uhdesinde kalacaktır. Milletin hakimiyeti asırlarca devam eden felaketlerden, facialardan, rezaletlerden sonra başı sonsuz darbeler altında ezile ezile hurdahaş olduktan sonra idrak ettiği benliğini kullanarak, fakat çok müşkülatla elde edilebilmiştir. Bu kadar fedakârlıkla ve bilhassa bu kadar büyük teyakkuz ve uyanıştan sonra eline geçirmiş olduğu bu milli hakimiyettir ki, demin bir arkadaşımızın sorduğu saltanatı yıkmıştır, saltanatı yıkmıştır arkadaşlar. Saltanatın yıkıldığına bu milletin hiçbir ferdinin artık şüphe etmemesi lazımdır. Çünkü arkadaşlar, bunu telaffuz ettiğimiz bu dakikada pekâlâ biliyoruz ki, saltanatı yıkmış olan yalnız bu kitabın yaprakları değildir. Bu söylediğimiz şeyler bu kitabın içinde yazı halinde vücuda gelmeden evvel milletin vicdanında, ruhunda ve azminde tecelli etmiştir. Ve millet, hakiki olan ihtiyacının bunu elde etmekte olduğunu anladıktan sonra, buna da muvaffak olabilmek için, ne olursa olsun, başında baykuş gibi daima duran bir mevcudiyeti esasından, bütün temelleriyle, bütün asırların yerin dibine soktuğu temellerin son taşını çıkarıp havaya atmak suretiyle yapmıştır. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15, Kaynak Yayınları, Birinci Basım: Şubat 2005, s. 74)”

Atatürk’ün yukarıda “bu kitap” dediği anayasamızdır. “Milli hâkimiyet” ancak tam bağımsızlıkla olur. Önce millet; yaşadığı topraklar üzerinde hâkimiyet sağlayacak, sonra da o topraklarda kurduğu devleti üzerinde. Tam bağımsızlık yok olup emperyalizme bağımlı duruma gelince yöneticiler, milletin hâkimiyetini sağlayamaz ve onlar, emperyalizmin buyruklarını uygulayan aletlere dönüşür. Yalnızca seçim yapıp sandığa gitmek, milli hâkimiyetin bir göstergesi sayılamaz.

“Dolayısıyla artık bundan sonra saltanat yıkılmış mıdır, yıkılacak mıdır gibi birtakım tereddütlü kafalar var mıdır diye tereddüt ve şüphe içinde bulunan kafalar bu milletin üç dört seneden beri bir düstura, bu hâkimiyet düsturuna dayanarak yapmış olduğu bütün fedakârlık safhalarını bir an için gözünün önünden geçirirse emin olur, müsterih olur. Ben de bundan eminim. (Aynı yapıt, s. 74)”

Saltanatı kaldırıp cumhuriyeti kuran bir tek kişinin iradesi değil; bu devrim, milletin tümünün emperyalizmin Türk’ü yok etme işgaline, saltanatın işgalcilerle uzlaşmasına karşı savaşımla oldu. Bazıları, cumhuriyet düşüncesinin 28 Ekim 1923 gecesi birden Atatürk’ün usunda belirdiğini düşünerek, var sayarak hem Atatürk’e hem de millete haksızlık yapıp zarar vermekteler. Cumhuriyet emperyalizme ve onun işbirlikçisi saltanata karşı milletçe verilen bir savaşın doruğu.

Atatürk’ün dediği gibi bundan sonra saltanatın varlığını tartışmak boş bir çaba. Saltanat ölüdür ve bir daha dirilemez. Tek kişinin egemenliği yerine, milletin egemenliğinin kurulmasından daha güzel bir şey var mı?

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         19 Mart 2024

18 MART ÇANAKKALE ZAFERİ


Osmanlı Devleti’ni savaş dışı bırakmak için İtilaf Devletleri İstanbul’u işgal etmek için kolları sıvadılar. Bunun için de Çanakkale’den deniz yoluyla geçip İstanbul’a varmaktı amaçları. Bu amaca ulaşmak için İngiliz ve Fransız donanmaları Çanakkale önüne geldi.

Osmanlı Genelkurmay’ı İtlaf Devletlerinin Çanakkale’yi geçmek için saldırı düzenleyeceğini öngördüğünden Boğaz’daki savunma hatları güçlendirildi. Tabyalar düzenlendi. Buralara toplar yerleştirilip askerlerimiz için sığınaklar yapıldı.

İtilaf donanması, Türk savunma hatlarına ilk saldırısını 19 Şubat 1915 Cuma günü yaptı. Sabah saat 06.30’da düşman gemileri, Boğaz’a yaklaştılar. Tabyalara 17 kilometre kala ateş düzeni alıp Amiral Gemisi Queen Elizabeth’in işaretiyle top saldırısı başladı. İlk ateşi, Cornwallis zırhlısı yaptı. Bu sırada saatler 09.50’yi göstermekteydi. Böylece Çanakkale Savaşı başlamış oldu. Ağır topları ateşi aralıksız saat 13.00’e dek sürdü. Bu sırada gözcülerin dışındaki Türk askerleri sığınaklara girdiler. Çünkü gemiler, Türk topçusunun menzili dışındaydı.

Türk topçusu, yaklaşık üç saat süren bombardımana karşılık vermeyince düşman gemileri daha yakına gelip ateş etmeye başladı. Saat: 14.00’tü. Türk topçusu, menziline giren gemilere tabyalardan karşılık vermeye başladı. Türk topçusunun savuma atışlarıyla düşman gemilerinin bazıları isabet aldı. Topçumuzn kullandığı mermiler zırh delici olmadığından bu gemiler ucuz kurtulmuştu. Düşman gemilerinden bazıları yara almıştı. Bu saldırılarda 4 şehit, 11 yaralı verdik. İki topumuzda kullanılmaz duruma gelmişti. Düşman gemileri havanın kararmasıyla saat 17.30’da geri çekildi.

Ateşin kesilmesiyle Türk askerleri sığınaklardan çıkıp topları temizlediler. Gerekli önlemler alındı. Şehitler, toprağa verildi. Yaralılar, Alçıtepe köyüne götürüldü.

Hava bozdu beş gün boyunca şiddetli lodos esmeye başladı. Bu nedenle düşman, saldırılarına ara vermek zorunda kaldı.

25 Şubat 1915 Perşembe sabahı, lodos kesilince düşman saldırısı kaldğ yerden sürdü. Saat 10.15’te Queen Elizabeth büyük toplarıyla Seddülbahir tabyasını bombaladı. Düşman gemilerinin diğerleri de tabyalarımızı vurmaya başladı. Topraklarımıza ateş kusan gemiler, kıyılarımıza 3 kilometreye dek yaklaştılar. Ertuğrul tabyasındaki Türk topçuları ölüme meydan okuyarak silah başı yaptılar. Türk topçusu, düşman gemilerini ateş altına aldı. Agamemnon zırhlısı on dakikada yedi isabet aldı. Üç düşman askeri öldü, beşi de yaralandı. Dublin kruvazörü, Türk topçusunun ateşi karşısında geri çekildi. Fransız Gaulois zırhlısı Türk toplarına hedef oldu, 9 Fransız askeri öldü. Gaulois kaçmak zorunda kaldı.

Seddülbahir ve Anadolu yakasındaki Yeniköy yanıyordu. Bazı tabyalarımızda ağır hasar vardı. Devre dışı kalan topların yerine dört top yerleştirildi. 13 şehidimiz toprağa verildi alacakaranlıkta. 19 yaralımız, Alçıtepe’ye götürüldü sağaltım için.

Düşman saldırıları, lodoslu günlerde durdu. Lodos dindiğinde saldırılar yeniden başladı. İngilizlere ait Ark Royal uçak gemisinden kalkan uçaklar alçaktan uçarak keşif uçuşları yaptı.

Nusret Mayın Gemisi, Boğaz’ın en dar yeri olan Kilitbahir ve Çanakkale kent merkezi arasındaki alana mayın döşedi. Topçu tabyaları da hazırdı.

Derken… 18 Mart Perşembe gününe gelindi. Gün doğmak üzereydi. Hava açıktı. Lodos az da olsa duyumsanıyordu. Önce düşman uçakları havalanıp bölgeyi gözetlediler. Her şeyi kendileri için uygun buldular.

Düşman zırhlıları üç bölüme ayrılmıştı. İlk bölümde İngiliz gemileri vardı: Queen Elizabeth, Agamemnon, Lord Nelson, Inflexible.

İkinci grupta ise Fransız gemileri bulunmaktaydı: Gaulois, Charlemagne, Suffren ve Bouvet. Bu iki grubun sağında ve solunda Prince George ve Triumph vardı.

Üçüncü grupta sekiz İngiliz zırhlısı bulunuyordu: Majestic, Ocean, Vengeance, Irresistible, Albion, Swiftsure, Cornwallis, Canopus.

Saatler 10.30’u gösterdiğinde başta mayın arama gemileri olmak üzere birçok küçük savaş gemisi Boğaz’a girdi. Ardından zırhlılar göründü uzaktan. Bunlar Çanakkale’ye 16 kilometre kala savaş düzeni aldı.

Saat 11.15’te Triump zırhlısı ilk ateşi açtı. İntepe’deki bataryamız anında karşılık verdi. Böylece dünya tarihinin önemli bir sayfası olacak olan Çanakkale Deniz Savaşı başladı. Boğaz, cehenneme döndü bir anda. Düşman, tüm hedefleri yok etmek için durmaksızın saldırdı. Türk topçusu, düşman gemileri menzile girinceye dek suskun kaldı. Bundan yüreklenen düşman zırhlıları, Boğaz’a iyice girince Türk askeri ölümü hiçe sayarak yüklendi toplara. Şimdi cehennemi yaşama sırası düşmandaydı.

Çanakkale ve Kilitbahir alevler içinde kaldı.

İlk ateşlerle Fransız zırhlısı Bouvet’te yangın çıktı. Suffren, Gaulois, Charlemagne önemli yaralar aldı. Tam da bu sırada Seyit Onbaşı ortaya çıktı yokluğa, yoksulluğa yetersizliklere meydan okuyarak. Yüklendiği top mermisi Bouvet’i Boğaz’a gömdü.

Düşman zırhlıları ilerledikçe mayınlara çarpmaya başladılar. Ağır kayıplar verip geri çekildiler. Bu sırada saatler 18.00’i göstermekteydi. (Yararlanılan kaynak: Turgut Özakman, Diriliş Çanakkale 1915)

İngiliz ve Fransızlar geri çekilirken beş yüze yakın ölü bıraktılar Boğaz’ın serin sularına. Biz ise 28’i Alman olmak üzere 58 şehit verdik bu zafer gününde.

Çanakkale Deniz Zaferi’nin mimarı, Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Çobanlı Paşa idi. Çanakkale’yi denizden geçemeyeceğini anlayan İtilaf devletleri bir ay sonra kara savaşlarını başlatmak zorunda kaldı. Burada da karşılarında Mustafa Kemal’i bulacaklardı. Bu büyük zafer ulusumuza kutlu olsun. Çanakkale’nin eşsiz komutanlarını, yürekli Mehmetçiklerimizi saygıyla anıyorum.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  18 Mart 2024

 

İZLEDİĞİM İLK TRABZONSPOR MAÇI (Pazar Yazıları)


Çocukluğumda futbol maçlarını radyodan dinlerdim. Ayrıca evimize birden çok gazete girdiğinden spor sayfalarından bilgilenirdim futbol takımlarıyla ilgili. Birinci Lig’de oynayan takımların bazılarının ilk on birlerini ezbere sayardım. Bununla kalmaz. Batı Almanya, İtalya, Hollanda, Brezilya gibi dünya futbol devlerinin kadrolarını da ezberlemiştim.

Foto Maç diye haftalık bir futbol dergisi çıkardı. Onun neredeyse her sayısını alıp okurdum. En ilgi duyduğum ise “George Best Futbol Öğretiyor” sayfasıydı. Kendimce oradan futbol öğrenirdim. Öğrendiklerimi de arkadaşlarıma öğretmeye çalışırdım kendimce.

Çocukluğum, yazın köyümüz Gülderen’de; okullar başladığında ise Hayrat’ta geçti. Doğru düzgün top oynayacak yer yoktu ne yazık ki. Çünkü arazi düz değil. Boş bulduğumuz her yerde top oynardık. Takımlardan biri yokuş yukarı, diğeri yokuş aşağı oynardı. Yokuş yukarıya doğru hücum etmek zorunda kalan takım, diğerine gör iki kat fazla yorulurdu. Saate karşı oynanmazdı maçlar. Devre ve maç bitimleri gol sayısına göre belirlenirdi. Örneğin, beşte haftayım, onda maç biterdi. Kimi zaman gol olmazdı uzun süre. Böyle bir durumda maç saatlerce sürerdi. Açlık duymazdık. Susuzluğumuzu ise mahalle çeşmelerinden ya da oynadığımız yere, dereye yakınsa çakıl taşlarını yalayıp geçen berrak sudan karşılardık. Su içerken elimizi, yüzümüzü, boynumuzu yıkamayı unutmazdık.

Genellikle okul kıyafetlerimizle oynardık futbolu. O dönemde kösele ayakkabı giyen azdı. Bunlar, topa vurdukça patlardı sağından solundan. Eve gidince anneler, babalar çıkışırdı bu duruma. Bu konuda kara lastik giyenler şanslıydı. Üstelik okul kıyafetleri de çamur içinde kalırdı. Zaten bir tane takım elbisemiz ya da önlüğümüz vardı. O da çamur içinde kalınca ertesi gün okula neyle gidecektik? Çamaşır makinesi yok, yıkama işi elle yapılmakta. Evlerde sobalı, ısıtaç (kalorifer) henüz yaşamımıza girmemiş. Diyelim ki yıkandı giysi, nasıl kuruyacak sabaha dek.

Her şeyde olduğu gibi çözümü annelerimiz bulurdu. Babalarımızın kızmasını önlemek için çabucak giysimizi yıkar, sobanın önündeki bir sandalyeye ya da soba borularına çamaşır kurutmak için takılan metal çubuklara asardı ıslak giysiyi. Sabaha dek kururdu giysimiz.

Ortaokulun birinci sınıfındaydım. Kurban Bayramı yaklaşmaktaydı. Kurbanımızı köyümüzde keserdik. Çünkü ninem (babaannem) ve amcamın ailesi köyde yaşardı. Ayrıca orada geçmişimiz vardı. Dedemin, amcalarımın, amca çoklarımın, küçük yaşta yitirdiğimiz kız kardeşim Sevil’in gömütlüğü bulunmaktaydı. 14 Şubat 1970 Cumartesi günü öğlende okullar dağıldı. 1973’e dek cumartesileri okullara gidilirdi. 1973’te çalışma günleri, cumartesinin dinlence olmasıyla beş güne indi. Annem, babam ve biz dört kardeş yola dizildik köye gitmek için. O günlerde araba zor bulunur bir şeydi. Yürüyerek giderdik neredeyse her yere. Hepimizin elinde, sırtında yükler vardı. Yüklerimiz; bayramlık giysilerimiz, yedek çamaşırlar ve köydekilere götürdüğümüz ufak tefek armağanlardan oluşmaktaydı. Dimdik yokuşu çıktık. Bir saat olmadan köyümüze geldik.

Babam, hemen kurbanlık ineğine yedinci ortak olarak girdiğimiz komşumuzu bulmak için Caminin Yanı’na gitti. Yanında ben de vardım. Hoşbeşten sonra kurban parasını ödedi. Köy kahvesindeki gençler arasında bir devinim vardı. Gençlerden biri, babama: “Hocam, sizde gelmek ister misiniz maça?” diye sorunca babam düşünmeden “Evet!” dedi. Ertesi gün Trabzonspor- Karşıyaka maçına gideceğiz. Yenersek Birinci Lig’e yükselme şansımız artacak. Çünkü bulunduğumuz kümenin lideri Karşıyaka.

15 Şubat Pazar sabahı erkenden kalktık. Sıkıca kahvaltımızı yaptık. Benim heyecanım dorukta, ilk kez maça gideceğim. Neredeyse herkes toplanmıştı. Dolmuşa bindik. Ben küçük olduğumdan babamın kucağına oturdum. Dolmuş on beş kişilik… Önceki gün kararsız olanlardan birkaçı da gelince sayımız çoğaldı. Dolmuş, on beş kişilik. Sıkış tıkış bindik. Önce ilçe merkezimiz Of’a uğradık. Böylece yolun on yedi kilometresi bitti. Geri kaldı elli iki kilometre. Zaman geçirmeden yola koyulduk. Yol boyunca konumuz Trabzonspor’du. Birinci Lig’e yükseleceğimize inananlar çoktu. İşimizin zor olduğunu söyleyenler de vardı içimizde. Dolmuşta en yaşlı kişi babamdı. Ayrıca okumuş biriydi. Anlaşmazlıklarda ona soruyorlardı. O da bildiği kadar yorum yapıyordu. Dolmuştaki bazıları bana, Trabzonspor’un hangi on birle sahaya çıkacağını soruyorlar. Ben de ezberimdeki takımı bir çırpıda sayıyorum. Eğlence olsun diye Ankaragücü, Altay, Beşiktaş, Bursaspor, Eskişehirspor, Fenerbahçe, Galatasaray ve Göztepe’nin ilk on birlerini saydırıyorlar bana. Ben de keyifle söylüyorum bu takımların as oyuncularını.

Söyleşerek, tartışarak stadyumun yakınına geldik. Dolmuştan inip biletlerimizi aldık. Bana bilet almadı babam. Yaşıma göre zayıf ve çelimsizim. Babamla birlikte girdim açık tribünlere. Köylülerimizle bir aradayız. Erkenci olduğumuz için tribünün ortasında bir yerdeyiz. Görüş açımız çok iyi. Maçın başlama saati: 14.00… O dönemde gece maçları yok henüz.

Hüseyin Avni Aker, benim için o anda kutsal bir yer. İlk kez takımımızı izleyeceğim. Zaman geçmek bilmiyor. Beklerken tribünlerin her yanı doldu. Neredeyse boş yer yok! Maç saati yaklaştıkça heyecan artmakta ve izleyicilerin sesleri gökyüzünü kaplamakta. Derken ısınmak için takımımız çıktı alana. Yer gök inledi birden. Ben, neredeyse sevinçten ağlayacağım. Adlarını ezberlediğim futbolcularımız, önümde ısınmaktalar sağa sola koşarak. Kimi zaman da birtakım hareketler yapmaktalar. İzleyicilerin sevinç gösterilerine kendilerince yanıt verdiler sık sık.

Karşıyaka takımı da çıktı sahaya. Onlara “Yuh!” çekildi. Doğrusunu söylemek gerekirse bu bağırışa ben katılmadım. Ne de olsa konuğumuz onlar. Köylülerimiz, Karşıyaka’nın on birini soruyorlar bana. Stadyumun sesbüyütücüsünden takım kadroları duyuruldu. İyi dinleyince birkaç as oyuncusunun olmadığını söyledim yanımdakilere. Derken saatler 14.00’ü gösterdiğinde maçın hakemi Nevzat Tansuk, düdüğünü öttürdü ve maç başladı. Yerimde duramıyorum. Takımımız ileriye gidince bende gidiyorum onlarla. Savunmadayken ben de savunmadayım. Derken maçın 13. dakikasında oyuncularımızdan Ahmet Ziya Genç ilk golümüzü attı. Oyuncularımız orta yuvarlakta, bizler tribünlerde sarmaş dolaşız. Takımımız çok iyi, kazanmak için sürekli gol arıyor. Oyun, Karşıyaka’nın yarı sahasında. 20. Dakikada Ahmet Tanrıkulu, ikinci golümüzü attı. Sevincimiz bin kat çoğaldı.

Devre arası oldu. Kemençe eşliğinde sevinçli yorumlar sürdü on beş dakika boyunca. Oyun başladı. Maçın 65. dakikasında Ahmet Tanrıkulu, üçüncü golümüzü filelere gönderdi. Çok sayıda gol kaçırdık. Ancak üzülmedik buna. Maç bitince arabamıza yürüdük. Herkes oturunca yerine, yola çıktık. Çok sevinçliyiz. Takımımıza duyduğumuz güven üst düzeyde. Birinci Lig’e yükseleceğimize inanç tam. Dönüşte ilçe merkezimize uğramadık. Dolmuşumuz Eskipazar’da, Baltacı Deresi kıyısındaki fırının önünde durdu. Herkes indi ekmek almak için. Babam çokça ekmek aldı bayram nedeniyle. Sıcak ekmeklerin bir bölümü dolmuşta yendi iştahla.

Akşamleyin eve vardık. 16 Şubat, bayramın öngünü. 17 Şubat 1970 Salı günü Kurban Bayramı. Çifte bayram yaptık o gün Trabzonspor sayesinde.

Ne yazık ki 1969-70 futbol sezonunda Trabzonspor Birinci Lig’e yükselemedi. Üç sıfır yendiğimiz Karşıyaka çıktı o yıl birinci lige. Düşlerimizi gerçekleştirmek için daha çok zamana ve sabra gereksinmemiz vardı. Sonunda 1973-74 sezonunda şampiyon olarak 1. Lig’e yükseldik. Bundan sonra Türk futbolunda yeni bir tarih yazılamaya başlandı. Bu tarih, futbolumuzdaki Anadolu devriminin tarihiydi

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         17 Mart 2024

 


CUMHURİYETİN AYAK SESLERİ


Ülkemizin cumhuriyetle yönetilmesi düşüncesi, Atatürk’ün kafasında gençlik yıllarından beri vardı. Bu düşüncesini, zaman zaman arkadaş çevresiyle paylaşmıştır. Bazı arkadaşları onun bu düşüncesini gerçeğe aykırı buldular. Ancak o, bu ülküsünden hiç geri adım atmadı. Tersine her geçen gün bu düşüncesi olgunlaştı kafasında.

Amasya Genelgesi’nde yer alan “Milletin istiklalini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” maddesi, aslında ulus egemenliğine giden yolun, yani cumhuriyet yönetimine geçileceğinin bir belirtisi sayılabilir.

Erzurum ve Sivas kongreleri, ulus egemenliğinin yapı taşlarıdır. Ardından Ankara’da toplanan TBMM, cumhuriyete geçileceğinin habercisi. Atatürk’ün 2 Şubat 1923’te, İzmir’de halka verdiği söylevde Türkiye’nin yönetim biçiminin ne olacağı konusunu aydınlatmakta.

“Arkadaşlar, yeni Türkiya devletini idare eden Türkiya Büyük Millet Meclisi hükümetini bence artık izaha hacet kalmamıştır. Ancak milletimizin belki ifade edemediği ve fakat böyle el ele temas ederekten tuttuğu ve sahip olduğu hükümetimizin mahiyetini henüz tanımayan düşmanlar vardır veyahut tanımamak isteyen düşmanlar vardır. Onun için biz de düşmanlarımızı dahil olduğumuz bu mesut ve çok şey vaat eden istikametteki isabete ikna edebilmek için çok söylemeyi, bundan çok bahsetmeyi, genel milli vazife olarak görmeliyiz. Şimdiye kadar mevcut kitapları okuyanlar bilirler ki ve okumayanlar dahi fiilen tanımakla bilirler ki, insanlar birtakım hükümetler teşkil etmişlerdir ve teşkil ederler. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15, Birinci Basım: Şubat 2005, s. 72)” Büyük Kurtarıcı, burada TBMM hükümetini tanımayan, anlamayan düşmanlardan söz etmekte. Peki, bu düşmanlar kimlerdir? Baştan beri Ankara’da kurulan hükümetlere, yurdun ve ulusun kurtarılması için gecesini gündüzüne katan Gazi Paşa ve arkadaşlarına düşmanlık yapan emperyalistlerle onların işbirlikçileridir. Ne yazık ki emperyalistler, bazı saf yurttaşlarımızı da kandırmaktaydı.

“Efendiler, hükümet teşkil etmekten maksat, bir toplumun mevcudiyetini muhafaza etmek ve o toplumu manen ve maddeten müreffeh ve mesut etmektir. Toplumda insanlar bu iki şey için hükümet teşkil etmek zarureti karşısındadırlar. Hükümet toplumsal bir ihtiyacın zaruretidir. Ve onun gerektirdiği bir şey vardır. Muhtelif şekil ve mahiyette birtakım hükümetler vardır. Bildiklerimizi beraber hatırlayalım: mutlakiyet hükümeti vardır, meşrutiyet hükümeti vardır, cumhuriyet hükümeti vardır. Bugün dünya üzerinde gördüğümüz şekillerdir. Fakat bütün bu isimleri iki sınıf ile ifade edebiliriz. Şahsi saltanat vardır veyahut meşruti saltanat vardır. Ben bu ifade tarzımla cumhuriyetle meşruti saltanat arasında çok ufak bir fark gördüm. Bence saltanat, cumhuriyet şeklinde belirli zaman için değişmez salahiyetlere sahip geçici bir sultan vardır. Diğerinde ise ömrü oldukça sultanlık eden ve öldükten sonra da evladına veyahut akraba ve yakınlarına miras olarak kalan sultanlık vardır. Ve ister meşruti saltanat olsun, ister cumhuriyet olsun, bunların dayandığı mahiyet, biliyoruz ki, parlamenter denilen bir şeydir. Yani kuvvetler dengesi esaslarına dayalı bir şekildir. Veyahut kuvvetler ayrılığıdır. Diğeri ise malumdur. Bir adamın, bütün bir millete hâkimlik etmesi, müstebitlik etmesi, bütün bir memleketi malikâne kabul etmesi ve milleti de kendi emrine kayıtsız şartsız tabi bir köle sürüsü olarak görmesidir.

Efendiler, Türkiya Büyük Millet Meclisi hükümeti bu saydığımızı hükümet şekillerinden hiçbirisine benzemez. Çünkü arz ettiğim gibi, onların dayandığı esas, kuvvetler ayrılığı, kuvvetler dengesidir. Halbuki bizim hükümetimiz kuvvetler birliği esasına göre kurulmuş bir hükümettir. Bu şekil ve mahiyette hükümet, denilebilir ki, bugün mevcut değildir. Ancak mevcut olmayan bir şey, hiç vücut bulmamış bir şey de yapmış değiliz. İnsanlık tarihi incelenirse görülür ki, aynı mahiyette kurulmuş ve faaliyette bulunmuş hükümet vardır. Ancak arada tamamen farksızdır denilemez. Kuvvetler birliği esasına göre kurulmuş olan hükümetimizin menfaatlarını ve faydalarını izah için, arzu ederseniz hep beraber, kuvvetler dengesi esasına göre yapılmış ve mevcut olan hükümetlerle ufak bir mukayese yapayım. Biliyorsunuz ki, bu kuvvetler dengesi teorisi esasen Monteskiyö tarafından ortaya konulmuş bir teoridir. Monteskiyö bu teorisini yaparken dünyada mevcut modellerden birisini aramıştır ve onu İngiltere’de bulmuştur. İngiltere’de ve her yerde krallar vardı. Krallar herkesçe malum olduğu üzere, aynı zamanda Allah tarafından dahi kuvvetlere sahip tasavvur olunurdu. Kralların, hükümdarların, imparatorların şahıslarında mevcut tasavvur edilen icra kuvvetinin geri alınmasına zihinler bile meyledemeyecek kadar kökleşmiş bir halde bulunuyordu. O zamanın bütün filozofları, bütün kanun koyucu insanları, bütün zekâları, insanlığın selamet ve saadeti için teoriler düşündükleri zaman, usul düşündükleri zaman, değişmez ve değiştirilemez gibi gördükleri noktalara taarruz etmekten korkuyorlardı. Dolayısıyla Monteskiyö değişmez, sabit bir karar kabul etmişti. Bu esas noktadan yürüyerek şimdi bu kralın idare ettiği, kendi hüküm ve istibdadı altında idare ettiği milleti hakiki saadete sevk edebilmek için ne yapmak imkânı vardı. Fakat bunu düşünürken Monteskiyö dahi biliyordu ki, bu ancak ve ancak milletin hakimiyetini millete vermekle mümkün olur. Fakat buna imkân tasavvur edemediğinden dolayı, bu milli hakimiyet -ki kralın elindedir- bunun hiç olmazsa bir parçasını millete verelim; kısımlara ayıralım, kral istediği gibi hareket edemesin. Az çok milletin arzu, emel ve hakimiyeti de kralın hareketleri üzerinde tesirli olsun ve bu surette zarar yarıya insin. İşte kuvvetler dengesi teorisinin esasını koyan Monteskiyö’nün zihniyeti bu idi arkadaşlar.

Bu teori ile bir icra heyeti -ki reisi hükümdardır- ve bir mebuslar meclisi -ki vazifesi kanun yapmaktır- sonra Fransız milleti, insanlığını, benliğini temin edebilmek için yaptığı genel mücadelesinde muvaffak olduğunu zannetti. Ve bu muvaffakiyetini muhafaza etmek ve devam ettirebilmek için Monteskiyö teorisine kendi millet ve memleketinde tatbik mahalli aradı. Yalnız orada kuvvetin ikiye ayrılması kâfi görülmedi. Bir bağımsız kuvvet daha icat olundu: Adli kuvvet… (Aynı yapıt, s. 72-73)”

Atatürk, yukarıdaki anlatımından anlaşılacağı üzere Fransız Devriminin bir kopyacısı değil. Türk Devrimi, bize özgü bir devrim. Fransız Devrimi, kuvvetler ayrımını savunup uygularken, Gazi Paşa kuvvetler birliğinden yanadır.

Atatürk, yukarıdaki konuşmasında kişisel saltanatla cumhuriyet arasındaki farkı çok açık anlatmıştır. Kişisel saltanat bir aileye, cumhuriyetteki saltanat (yanı yönetim) ise halka aittir. Bu nedenle cumhuriyet yönetimi, halka dayandığı için meşrudur.

Mustafa Kemal Paşa, düşünceleri ve uygulamalarıyla yalnızca bize değil; tüm dünya uluslarına yol göstermekte. Dünyanın kan gölüne döndüğü günümüzde onun düşünceleri daha da önem kazanmakta. Onun gösterdiği yolda ilerlemek Türk ulusunun vazgeçilmez görevi. Atatürk, dünyanın her yanındaki ezilenlerin güneşi. Yeter ki ezilen uluslar, güneşin ışığını kesmeye çalışan kara bulutları dağıtsın.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  15 Mart 2024