KONYA’DAN İZLENİMLER (Dinlence Yazıları 21)


Konya gezimiz kısıtlı zamana karşın dolu dolu geçmişti. Bundan ötürü mutlu olduk. Döner dönmez uygun bir zamanda, yeni bir yurt köşesini gezmek için izlenceler oluşturmaya başladık. Bakalım bu fırsatı ne zaman yakalayacağız?

İçimizi ferahlatan mutlu anılar edindik Konya’da. En önemlisi de dostlar… Yıllardır yurdumuzun farklı yerlerine yaptığımız gezilerde sürekli yeni dostlar edindim. Bu gezilerin en önemli yanı da öğretici olmaları. İnsan, öğrendikçe bildiklerinin ne denli az olduğunu anlamakta. Bu nedenle de sonu gelmez bir öğrenme isteği, sevisi, açlığı duymakta insan.

Konya’nın en ilgi çekici özelliği, kent merkezinde yüksek yapıların olmaması (Birkaç özel yapı dışında). Yapılar, genellikle bahçe içinde. Neredeyse her bahçede iklime uygun ağaçlar var. Bu da kentin betona, demire, griye teslim edilmediğini göstermekte. Yeni oluşturulan mahallelerin de bu düzene uyduğu gözlemlenmekte.

Kent merkezinde AVM’ye rastlamadık. Dış mahallerde birkaçını gördük. Bu da kent esnafının yüz yıllardır getirdiği ticari, sosyal geleneklerin sürmesini sağlamakta. Özellikle Bedesten ve çevresinde dolaşmak, insanın içini ısıtıp rahatlatmakta. Dükkânların bulunduğu sokaklarda dolaştıkça sanki Selçuklu dönemindeki lonca sisteminin bugün de yaşamakta olduğu izlenimini edinmekteyiz. Temiz, düzenli dükkânlar kişiye erinç vermekte. Esnafların güler yüzlü ve ilgili olmaları ilgi çekici.

Konya’nın en güzel yanlarında biri, çok fazla ayakyolunun olması. Her ayakyolu parasız ve temiz. İnsanların en önemli gereksinmelerinin parasız karşılanması çok güzel. Parasız olmasına karşın ayakyollarının temizliği övgüyü hak etmekte. Bu konuda Konya Büyükşehir, Karatay, Meram ve Selçuklu belediyelerinin ortak tavrı göze çarpmakta.

Konya’yı gezenlerin en çok ilgisi çekecek yerlerden biri bisiklet yolları. Arazinin düzlüğü ve kent yapılaşması bu konuda Konyalılara üstünlük sağlamakta. Çocukluğumuzda Cumhurbaşkanlığı Uluslararası Bisiklet Yarışlarını izlerdim. Ülkemizden dereceye giren sporcuların neredeyse hepsi Konya bölgesi sporcularıydı. Günümüzde Torku bu konuda çaba göstermekte. Ancak bu yeterli değil. Konya, bisiklet sporunda öncü olmalı ve dünya çapında sporcuların yetişmesine öncülük etmeli. Bu konuda da belediyelere büyük iş düşmekte.

Kentlerde ulaşımı sağlayan belediye otobüsü, dolmuş, taksi sürücülerine o kentin tarihsel, kültürel, doğal değerleri öğretilmeli. Bir kente giden yabancılar ilk önce bu kişilerle karşılaşmakta ve onların bilgisine başvurmakta. Bu konuda ülkemizin tümünde bir bilgisizlik söz konusu. Aynı şey, esnaflar için de söz konusu olmalı. 

İlk kez bir gezimizde, yanımıza aldığımız eşyalar bize yük ve sorun olmadı. Neredeyse her gezimizde eşim, adam başı tıka basa bir yüklük hazırlardı. Ayrıca bu yüklükleri tamamlayan torbalar ve çantalar da olurdu yanımızda. Taşıdığımız eşyaların yüzde seksenine gittiğimiz yerde el bile sürmez, kullanmazdık. Bu kez öyle olmadı. Diyeceksiniz ki “Yüklükleri niye eşin hazırlıyor?” Dinlencede ne zaman, ne giyeceğimize o karar vermekte. Bu konuda bize söz hakkı tanımaz. Sanki defileye çıkıyoruz. Gezilerimiz, eziyete dönüşür çoğu zaman taşıdığımız eşyalar yüzünden. Konya gezisinde böyle olmamasında arabamızla gitmememiz, benim ameliyatlı olduğum için ağırlıkları taşıyamayacağım da önemli etken. Yolculuktan önce trenlerin fazla yük almadığı konusunda eşimi sürekli uyardım. Belki, bunun da etkisi olmuştur.

Yanında çok eşya götürmeme konusunda asıl etkenin, ameliyatımdan çıkarılan dersin olduğu kanısındayım. Atalarımız: “Bir musibet, bin nasihattan yeğdir.” sözünü, boşuna söylememişler. Neyse sözü uzatmayıp ve başımızdan geçeni anlatayım.

1 Mayıs 2021 sabahı ameliyata alınacaktım. Korona salgını hız kesmeden sürmekte. Ayrıca on sekiz gün sokağa çıkma yasağı var. Sayrıevlerine yatacak kişilerin yanlarında kalacak kişilerden Kovid 19 testi istenmekte. Bu test, hastanın ziyaretçileri için de geçerli. Bu, çok güzel bir şey sağlık için…

1 Mayıs’a günler kala eşim alışveriş etmekte sürekli. Yeni alışverişlerle pijamalar, iç çamaşırları almakta benim için. Ben de bu alışverişlerin gereksiz olduğunu söylemekteyim sürekli. Bu konuda hiçbir eksiğimiz yok, üstelik fazlanın da olduğunu söyleyebilirim. Çok da karışmıyorum ona, morali bozulmasın diye.

30 Nisan günü yüklük (bavul) yerleştirmeye başladı. Neredeyse öğleden sonrayı tamamen bu işe ayırdı. Her şeyi ütüleyip koymakta. “Birinci gün bunları, ikinci gün şunları… terlersen bu yandakileri, kan ve ilaç lekesi olursa da elimdekileri giyersin.” diyerek kendince bir düzen oluşturmakta. Gece üçe dek bu iş sürüp gitti. Uykusuz kaldık, umurunda mı?

Sabahleyin erkenden uyandık. Saat yedi buçukta sayrıevinde olmalıyız. Ben kahvaltı yapmayacağım sağaltımcılarımın isteği üzerine. O, bir şeyler atıştırdı. O atıştırırken ben duş aldım. Giyindik, evden çıkmaya hazırız. Atacan’ı bir gün önce anneannesine bırakmışız. Hoppalaaa… O da ne? Eşim, bir şeyler ütülemekte. “Ne yapıyorsun? Geç kalacağız.” dedim.

O: “Geç kalmayız, ben seni yetiştiririm. Birkaç parça şey daha alayım yanımıza.” O da benimle kalacak ya…”

Ben, dokuz doğuruyorum sözümde duramıdığım için. İnsanlar, sabahın köründe benim için kalkıp gelmişler, ancak ben gidememeişim zamanında. İçim içimi yiyor. Ancak tatsızlık da çıkmasın istiyorum sabah sabah. Bir  parça, bir parça daha… En sonunda “Ben, taksiyle gideyim. Sen, işin bitince gelirsin.” dedim.

O: “Tamam, bitti. Ben, seni yetiştiririm.” diyerek yanıtladı beni. Yelkovan akrebi kovalıyor, zaman su gibi akıp gidiyor.

Neyse ki ütüleme işi bitti. Ütülenenleri, yerleştirme işine sıra geldi. O da biraz zaman aldı. Kocaman bir sırt çantası çıktı ortaya. Bir de küçük(!) bir el çantası… Girdik yola. Saat sekiz buçukta vardık sayrıevine. Ben üzgün ve utangacım. Eşim, korona testi yaptırmak için benden ayrıldı. Sağaltımcılardan özür diledim. Özrüm, içimdeki utancı örtememekte. Onların da bu işe bozuldıukları açıkça belli. Neyse apar topar ameliyata alındım.

 Ameliyatımız başarılı geçti. Beş gün yattıktan sonra iyileşmeye başlayınca eve geldik. O kadar eşyadan hepsini mi kullandık. Tabi ki hayır. Ben hep ameliyat gömleğiyle yattığımdan eve gelirken bir takım pijama giydim, o kadar… Eşim de bu süre içinde çok az giysi değiştirdi.

Taşıdığımız onca eşyanın hamallığını yapmış olduk. Ameliyata  geç kalmamız da cabası… Saatlerce yapılan ütüler… Üç beş kez yerleştirilip “Olmadı!” denerek boşaltılıp yeniden yerleştiren o koca sırt çantası… Günlerdir yapılan giyim planları… Hepsi gereksiz yere emek harcanmasına neden oldu. Bilmem, ama bu ders unutulur mu; yoksa yaşam boyu bellekte kalır mı?

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   20 Eylül 2021

KONYA’DAN İSTANBUL’A DÖNÜŞ (Dinlence Yazıları 20)


Yavaş yavaş yürüyerek gara geldik. Epeyce erkenciymişiz. Eşimle Atacan, buldukları bir yere çöktüler. Eşimin acısı çok, ancak belli etmemeye çalışmakta. Yüklük elimde, çantam sırtımda, biletler cebimde sıradayım. Tren yolcuları zaman geçtikçe birikiyor. Konyalılar demiryolunu benimsemişe benzemekte. Yolcular arasında her türden insan var. Çoğu, kulaklarında telefon birileriyle söyleşmekte.

Yolcular, içeriye alınmaya başladı. Biz de ivedilik göstermeden bindik trene. Yerlerimizi bulduk. Dörtlü bir oturma kümesinin üçünde biz oturacağız. Orta da bir de masa var. İki düz koltuğa eşimle Atacan oturdu, tek ters koltuğa da ben. Yanımdaki koltuk boş. Yolcuların binmesi bitince eşim, boş koltuğa topuğu yaralı ayağını uzattı. Basmaması gerek yaralı topuğun üstüne. Diliyoruz ki bu koltuk hiç dolmaz. Dileğimiz, ancak Selçuklu İstasyonuna dek geçerli oldu. Koltuk dolunca eşimle Atacan yer değiştirdiler ve ayağını benim oturduğum koltuğa uzatmaya başladı. Bunun içinde benim otururken biraz kaykılmam gerek. Yapacak bir şey yok, idare edeceğiz.

Yanıma gelip oturan kişi, yaşamımda çok seyrek iletişim kuramadığım bir genç. Oturdu yanıma. Onunla bir konuşmanın temelini atmak için “Hayırlı yolculuklar!” diledim. Yarım ağız teşekkür etti. Ortadaki masada yıkanmış meyvelerimizden ikram ettim almadı. Zaten oturur oturmaz. Önce birisiyle konuştu telefonla uzun uzun. Günün hesabını verdi karşısındakine. Sonra kulaklıkları takıp kendi âlemine çekildi. Otuz yaşına yakın bir delikanlı. Annesinin yönettiği yetişkinlerden… “Büyütülmeyen çocuklar” dediklerimizden olmalı. Dış dünyaya antenleri kapalı. Tamamen iç dünyasına kapanmış, korkuyla kabuğuna çekilmiş salyangoz gibi. Neyse Eskişehir’de indi delikanlı.

Tam yanımdaki koltuk boşaldı diye sevinirken çıtı pıtı, hanım hanımcık bir kız gelip oturdu yanıma. Oturur oturmaz söyleşmeye başladık. Anında eşimin rahatsızlığını fark edip üzüldü. Nasıl bir kaza sonunda yaralandığını anlattık. Sonra günlük yaşamla ilgili söyleşilerimiz başladı. Telefon numaralarımızı alıp verdik. Benim birkaç yazımı okudu yol boyunca. Adı, Zehra Abdülhakimoğulları… Bizimkinden uzun bir soyadı görünce Atacan sevindi. Yolculuğumuz söyleşerek sürerken Arifiye’ye yaklaşmaktaydı trenimiz. Zehra, iniş hazırlıklarına başladı. Tren durunca vedalaşıp indik. Konya gezimizde yirmiye yakın insan biriktirdik. En sonuncusu Zehra oldu. Belki bir gün yine bir yerde karşılaşıp söyleşiriz. Yaşamın karşımıza kimleri, ne zaman çıkaracağı belli mi?

Yolculuğumuz sırasında otoparkın sahibi İsmail Tengirşen arayıp eşimin durumunu sordu. İstanbul’a vardıktan sonra da birkaç kez telefon etti.

Konya’dan trene bindiğimizde hava aydınlıktı. Uzun süre dışarıyı izledim. Çıplak tepeler, çorak bozkır içimi yaka yaka gidiyor trenimiz. Devletin, belediyelerin önemli derecede parası gereksiz işlere, özellikle de yeteneksiz siyasetçilerin benlerini tatmin için çarçur edilirken Anadolu’nun uçsuz bucaksız bozkırı neden görülmez? Görülse de niçin unutulur? Memleketin uçsuz bucaksız toprakları sahipsizmiş gibi niye bomboş bırakılır? Bu toprakların yeşillendirilmesi için neden toplumsal bir seferberlik başlatılmaz? Bu çıplak tepelere tutunacak çalı, ağaç türleri yok mu? Elbette vardı. Peki, bunca bakan/ bakmayan neden bu konuda bir çalışma yapıp da bozkırın kara talihini değiştirmez? Bu boz rengi yeşile çevirmek çok mu zor?

Sorular başımın içinde dört dönmekte. Eskişehir’i geçtikten sonra bu boz tepelerde badem, ceviz, kestane, meşe, çam fidanlarını düşlemekteyim. Her fidanın günden güne boy attıklarını düşünüyorum bakışlarım gecenin karanlığına daldığı anlarda. Kara, boş gölgeleri orman olarak yerleştiriyorum belleğime. Her ağacın dalında onlarca türde kuş yuvaları gözümün önünden akıp gitmekte. Çalılar arasında dolaşan onlarca böcek, memeli hayvan, sürüngen takılıyor usuma. Çalı, ot ve ağaçların dallarında bal arılarını düşlemekteyim karanlığın içinde. Dünyanın en lezzetli bademlerini, cevizlerinin uzun kış gecelerinde evlerde şenlik olduğunu geçirmekteyim içimden.

Soruların da düşlemlerin de sonu yok! Ama benimkilerin hepsi bozkırın yazgısı üstüne bu tren yolculuğunda. Bozkırın yazgısı ne pahasına olursa olsun değişmeli. Yemyeşil tarım alanlarına, beton ve demirden oluşan devasa yapılar dikmek değildir kalkınma. Kalkınma, bozkırın yazgısını değiştirmektir. Kısaca vatanın her köşesini yaşanılır bir cennet yapmaktır. Beceri ve başarı, toprağının her santimini her türlü canlının yaşayabileceği duruma getirmek değil midir?

Arifiye’den sonra yerleşim alanlarına bakıyoruz. Her yer ışıl ışıl… Cumhuriyet kurulduğunda üç kentimizde (İstanbul, Zonguldak ve Tarsus’un küçük bölümlerinde genellikle aydınlanmak için) elektrik vardı. Oysa ülkemiz ışıklar içinde… İşte,a bu Cumhuriyet’imizin büyük başarısı. Demek ki istendiğinde karanlıklar aydınlık yapılabiliyormuş.

Birkaç durakta inenler, binenler oluyor. İnenler, binenlerden daha çok. Tren, iyice yavaş gitmekte. Bostancı’ya yaklaşırken toparlandık. Öteberimizi topladık. İvedilik göstermeden kapıya yanaştık. Tren durunca indik. Yavaşça evimize yollandık. Saat: 22.15’te evimizdeydik. Eşimin ezilip moraran yerlerine ilaç sürüp bir süre dinlendik. O sırada ben balkondaki çiçekleri, sebzeleri suladım.

Güzel bir gezi sonrasında İstanbul’un motor gürültüleri ve korna sesleriyle parçalanan gecesinde uykuya dalmak zamanı artık.

                                                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                                                               19 Ağustos 2021

KONYA’DA SON GÜN VE GÖRÜNMEZ KAZA (Dinlence Yazıları 19)


27 Ağustos 2021 günü… Erkenciyiz. Kahvaltımızı yaptıktan sonra odamızı topladık. Üç kişinin tek yüklüğünü doldurup kapattık. Bir de sırt çantamız var. Onu da hazırladık. Yüklüğümüzü ve çantamızı öğretmenevinin girişine indirip ilişiğimizi kestik. Eşyalarımızı aşağıda yer alan bir dolaba koyduk. Trenimiz saat 17.05’te kalkacak. Epey zamanımız var. Göremediğimiz birkaç yeri daha gezmeyi düşünmekteyiz. Kent merkezinden ayrılmayacağız. İzlencemizi oluşturup yola çıktık.

Gezimize, Atatürk Müzesine giderek başladık. Meram-Atatürk Caddesi, 4 numarada müze… Eski, iki katlı bir yapı… Bakımlı, temiz… Müze görevlisi Mehmet Emin Özcan, müzeye gelenleri bir ev sahibi titizliği, alçak gönüllülüğü ve ilgisiyle karşılayıp uğurlamakta. Burayı gezenleri, konuğu saymakta.

Yapı, 1912 Yılında yapılmış. 19 Temmuz 1928 günü, Konya halkı tarafından Atatürk adına tescil edilmiş ve tapusuna: “Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya Konyalıların hediyesidir.” kaydı konmuş. Kurtuluş Savaşı sonrasında birçok ilimizde benzer davranışı görüyoruz. Ne güzel, ne vefalı halkımız var! Bu armağanlarla Atatürk’e borcunun ufak da olsa bir kısmını ödemiş saymakta kendini. Tük halkının Atatürk’e en büyük vefası, onu yüreğinin başköşesine yerleştirmesidir. Konyalıların da gönül köşkünde Atatürk var. Halk, Atatürk’e şükranlarını sunmak üzere ona, evler armağan etmiş. Atatürk de bu evleri, ulusuna bırakmış.

Yapı, 1940’tan 1963’e dek Valilik Konağı olarak kullanıldı. 17 Aralık 1964’te Atatürk Evi Kültür Müzesi adıyla halkın gezip görmesi için açılıyor. 1981’de, Kültür ve Turizm Bakanlığınca onarıldı. 1982’de Atatürk Müzesi olarak açıldı. O günden beri halk müzeye yakın ilgisini eksik etmemiş.

Müzeyi, büyük bir ilgi ve sessizlik içinde gezdik. Her nesneyi inceledik. Yanındaki açıklamaları okuyup bilgilendik. Atatürk, Konya’ya tam on üç kez gelmiş. Bu, önemlidir. Ulu Önder’in Konya’ya ne denli önem verdiğini gösterir bu geziler.

Müzeyi gezdikten sonra Mehmet Emin Bey’in söylediği kestirme yoldan Etnografya Müzesine vardık. Burayı gezdikçe mutlandık. Yapıtların çoğu Konyalılarca armağan edilmiş müzeye. Konya’nın günlük yaşam tarihini burada görüp anlamak olanaklı. Ülkemizin her yerinde bu tür müzeler açılmalı. Açılmalı ki geçmişteki yaşam biçiminin izleri silinmesin. Kültür, kuşaklar boyunca yaşasın. Yerel kültürün ilden ile, ilçeden ilçeye, hatta köyden köye değişiklik gösterdiği ülkemizde Etnografya müzelerinin açılmasına büyük bir gereksinim var.

Etnografya Müzesinden çıkıp aynı yoldan (Abdül Mümin Sokaktan) geri dönmeye çalışmaktayız. Eşimle Atacan önden giderken ben de arkalarından yürümekteyim. Yolun solundayız. Sokak fazla işlek değil. Taşıt ve yaya geçişi çok seyrek. Atacan’ın annesini elinden çekerek sağa ve ileriye doğru telaşla kaçtığını gördüm. Önünden geçmekte olduğumuz otoparkın yaklaşık iki metre boyunda, altı metre genişliğinde olan kapısı eşimin üzerine devrildi. Bir ayağının topuğuna, diğer bacağının baldırına çarptı bu demir yığını. Koşarak eşimi kucakladım. Bu arada otopark çalışanları ve yoldan geçmekte olanlar, kapıyı kaldırdılar. Eşimi, otoparkın karşısında bulunan Piroğlu Kırtasiye dükkânı çalışanları, içeriye alıp bir sandalyeye oturttular. Onlar ve Atacan, eşimle ilgilenirken ben polise ve cankurtarana telefon ettim. Bir yandan da kızıyorum kapıyı düşürenlere.

Kırtasiye çalışanı, Şerife Duruş Hanım ve işletmenin sahibi olduğunu sandığımız Asım Piroğlu Bey, eşimle çok ilgilendiler. Su verip ayağına buz sağaltımı yaptılar. Onun sakinleşmesi için destek oldular. Birkaç kişi daha yardıma koştu, eşim acılar içinde... Bu arada kapıyı düşüren otopark çalışanları korku, şaşkınlık duygusuyla beni yatıştırmaya çalışmaktalar.

Az sonra gençten biri geldi. Otoparkın sahibiymiş. Önce özür diledi çalışanları adına. Yatıştırmaya çalışıyor beni. O da üzgün görünmekte. Benim öfkemi, soğukkanlılığıyla dindirmekte. Ben durulunca Atacan dalgalanmaya başladı. İkide bir “Koskoca kapıyı nasıl düşürürsünüz?” diyerek çıkışıyor oradakilere. Onun bu dalgalanması öğretmenevine gidinceye dek sürdü.  

Hemen sayrıevine gitmeyi öneriyor İsmail Bey. Bu arada çalışanların cuma namazına yetişmek için ivedilik gösterdiklerini söylüyor. Atalarımızın söylediği “Acele işe, şeytan karışır.” Sözü bu davranışla kanıtlanıyor bir kez daha. İlk önce karşı çıkıyorum, ancak önerisi mantıklı. Zaman aleyhimize işlemekte. Trenimizin kalkış saati 17.05… İş, polise yansırsa bizim dönüşümüz zorlaşacak. İstanbul’da da yapılacak işlerimiz var. Anlaşılacağı üzere durum, arapsaçı…  Otopark işleticisi İsmail Tengirşen’in önerisini kabul ettik. Epeyce geciken cankurtarana telefon edip gelmemesini söyledim. Özel bir sayrıevine gittik. Hemen film çekildi. Sağaltımcı moraran ve acıyan yerlere baktı. Filmde kırık görülmedi. Ancak çok acı çekti. Hemşire, eşimin ağrıyan yerlerine ilaç sürdü. Buradaki giderler, eşim memur olduğu için Emekli Sandığınca karşılandı.

İsmail Bey, yemek ısmarlamak istiyor ısrarla. Bizi gideceğimiz yere bırakmak için üsteliyor. Biz, bu önerilerini kabul etmiyoruz. Zaten sayrıevi, öğretmenevine çok yakın. Eşim, yürümek isteyince İsmail Bey’le vedalaşıp yürüdük yavaşça. Öğretmenevine varıp çay içip bir süre dinlendik. Çok geçmeden eşim, acıktığını söyleyince kalktık, yakınımızdaki bir aşevine gittik. Atacan, korkmuş gibi yaparak bizimle gelmedi. O, kazayı fırsata çevirerek öğretmenevinde telefonla oynamayı yeğledi.

Eşim, bana yaslanarak yürüdü. Yemeğimizi yedik. Atacan’a da yemek alıp götürdük. Bir süre daha oturduk öğretmenevinin bahçesine. Gezimiz yarım kaldı bu görünmez kaza yüzünden. Araba tutup Kilistra’ya gidecektik, ancak gidemedik. Böylece Konya’nın önemli bir tarihsel yerini görememiş olduk.

Saat 16.00’ya yaklaşırken gara gitmek için kalktık. Taksi tutma önerimi eşim reddetti. Yürümek istedi. Bundan da anlaşıldı ki Konya’yı çok sevmiş. Ağrılarını, sızılarını unutarak ve canını dişine takarak yürümeye başladı. Zaten tren yakın… Atacan, annesine omuz verdi. Ben, yükleri alıp birlikte yola koyulduk. Artık İstanbul’a dönme zamanı…

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   18 Eylül 2021

 

 

FIRIN KEBABI VE ARKEOLOJİ MÜZESİ (Dinlence Yazıları 18)


Eski garajlarda, Çumra otobüsünden indik. Yol arkadaşlarımızla vedalaştık. Vakit, ikindiye gelip dayandı. İyice acıkmışız. Ancak Çatalhöyük’ü gezmenin verdiği heyecan ve mutlulukla zamanı elimizden kaçırmış, açlığımızın ayırdına varmamışız. Demek ki insan, çok heyecanlı ve sevinçli olduğunda açlık usuna gelmiyor.

Elimizde yükümüz yok sayılır. Önümüze bir taksi durağı çıktı. Sürücüler, durağın önünde söyleşmekteler. “Esnafı, esnaf bilir.” sözü uyarınca selam verip hal hatır sordum. Ardından Konya’nın fırın kebabının en lezzetlisini nerede yiyebileceğimizi sordum. Gülerek “Kebap yerine kazık yemeyelim.” dedim. Sürücü de güldü. Hemen eliyle gösterdi nasıl gideceğimizi. “Ağabey gidip yiyin, memnun kalırsınız. Tam bir esnaf lokantasıdır.” dedi özgüvenle.

Taksi durağındaki sürücü arkadaşa içten bir “Sağol!” deyip yolun karşısına geçip Hançerli Sokağına girdik. Çok fazla yürümeden yolun sağında Ehil Kebap’ı gördük. Elimizle koymuş gibi bulduk kebapçıyı. Tipik bir esnaf lokantası. Görünüşü biraz salaş… Selam verip hayırlı işler dileyip içeri girdik. Güler yüzlü bir usta ve cana yakın bir garson tarafından buyur edildik. Köşede bir masaya yerleştik. Zaten masalar dolup boşalıyor durmadan. Burada yalnızca kebap var, yemek olarak. Bir de isteyenler için sütlaç…

Ehil Kebap’ın kuruluşu 1934… Şu an üçüncü kuşak işin başında. Böyle aile geleneğinin oluştuğu yerleri çok severim. Üç şubesi var. Biz, Meram şubesindeyiz.

Kebaplarımızı söyledik. Yanında ayran da var. Kebap, kokusu ve görünüşü ile iştah açıcı. Zaten biz de iyice acıkmışız. Keyifle yiyoruz eşimle. Ancak yegitlerde hamburger yemeye alışmış Atacan (10), biraz gönülsüz. Dil dökerek yedirmeye çalıştık. Garsonlar da dil dökmeye başladı. Zor da olsa yemeye başladı çocuk. Tabağını bitirdi bitirmesine de biz de bittik. Artık karnımız tok… Bir ağırlık çöktü üstümüze, ancak biz Konya’ya gezmeye geldik. Vakit nakittir, bizim için. Fırının önünde duran Şener Usta’ya “Sağol! Elinize sağlık!” dedikten sonra aşevinden çıktık. Kazık yemedik, kebap yedik.

Nereye gideceğimizi önceden belirlemedik. Sokaktan çıkıp bir caddeye girdik. Yol boyunca ivedilik göstermeden yürümekteyiz. Sahip Ata Cami ve Müzesi karşımıza çıkınca içeri girip müzeyi gezdik. Camiyi inceledik. Konya’da Selçuklu yapıtları gezilecek gibi değil o kadar çok ki… Konya’nın her yerinden tarih fışkırmakta.

Sahip Ata Caddesi boyunca yürüyüşümüzü sürdürdük. Az sonra karşımıza Arkeoloji Müzesi çıktı. Müze kapanmak üzere. Görevlilerden biri, müzeyi kapatmaktan yana. Bir diğeri, bizi buyur ediyor içeriye, gezebileceğimizi söylüyor. Zaman geç, çalışma süresi bitmek üzere. Bize gezmemizi söyleyen görevli diğer çalışana, kendisinin bekleyebileceğini söyledi. Biz de iyi niyetli, görevine ülkücü bir duyguyla bağlı çalışanı fazla bekletmemek için biraz ivedilik gösterdik.

Müze güzel... Görülmeye değer tarihsel yapıtlar var burada. Ancak görevliyi bekletmeme duygusu, gezimizi niteliksizleştirmekte. İvedi davranırken bazı yapıtları atladık. Bilgilenmemiz yeterince olmadı. Yaz mevsiminde kapalı ve açık hava müzelerinin geç saatlere dek açık olması gerek. Havalar sıcak ve aydınlık… İnsanlar gezmek istiyor. Memurların çalışma saatleri bu isteği kısıtlamakta. Bu nedenle yetkililer, bu konuda farklı bir çalışma biçimi oluşturmalı.

Arkeoloji Müzesinden çıkıp yine Sahip Ata Caddesi boyunca yürüdük. Karşımıza Etnografya Müzesi çıktı. Ancak kapanmakta. Neyse onu gezmeyi, yarına bırakalım.

Öğretmenevinin önünde bulduk kendimizi birden. Yolumuz üstündeki bir marketten su ve atıştırmalıklar almıştık. Onları odamıza bırakıp çıktık.

Japon Bahçesine gitmeye karar verdik. Uzun bir minibüs yolculuğundan sonra vardık Japonların düzenlediği bahçeye. Yemyeşil bir yer. Dolaştık az da olsa. Bir yeiç var girişte. Üst kata çıkıp gölgelik bir masaya oturduk. Bir şeyler içtik. Atacan istediği gibi bir yemek söyledi. Gece iyice bastırınca sessizliği, serinliği, dinlenmenin getirdiği erinci geride bırakıp minibüse binmek için çıktık. Kalabalığın içinde zorlu bir yolculuktan sonra öğretmenevine vardık.

Çatalhöyük’ü gezmenin iç rahatlığıyla geceyi iyi geçirebiliriz artık. Mutluluk sevinciyle yataklarımıza girdik. Yarın dönüş günü... Vakit dar, gezilecek yerler bitmedi daha.

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   17 Ekim 2021

 

ÇATALHÖYÜK (Dinlence Yazıları 17)

                  

Çatalhöyük’e gidiş gelişimizi bir önceki yazıda anlatmıştım. Bu yazıda biraz Çatalhöyük’ten söz edeceğim.

Çatalhöyük, yaklaşık dokuz bin yıl öncesine dayanan bir yerleşim yeri. İnsanın yerleşik tarihinin başlangıcı ve gelişimiyle ilgili bilgilenmek için vazgeçilmez bir yer. Dünyada tarımın başladığı ilk topraklardan biri. İnsanların tarıma başlaması, yerleşik yaşama geçmesiyle olabilir ancak. Bu da ateşin bulunmasından sonradır.

Çatalhöyük’te, doğu ve batı höyüğü olmak üzere iki kazı alanı var. Doğudaki yerleşim, Neolitik Çağ’da, batıdaki ise Kalkolitik Çağ’da yerleşim yeri olmuş. Kazılar, araştırmalar sürmekte. Burada kesintisiz olarak iki bin yıllık yerleşim var. Bu süre, birçok kişiye kısa gelebilir; ancak günümüz yerleşimleriyle karşılaştırdığımızda bu sürenin ne denli uzun olduğu anlaşılır.

Çatalhöyük’te yaklaşık sekiz bin kişinin yaşadığı düşünülmekte. O çağın ölçülerine ve o dönemde dünyadaki insan sayısına bakıldığında burası kalabalık bir kent sayılabilir. Böyle bir merkezi kentin varlığı, çevrede birçok köyün olma olasılığını güçlendirmekte.

Evler, birbirine bitişik yapılmış. Bu nedenle evleri ayıran duvarlar ortak. Bazı evlerin arasında sokak biçiminde boşluklar var. Buralar, genellikle çöp alanları olarak kullanılmış. Öyle sanıyorum ki dışkılar da buralara yapılmış. Evlerin girişleri çatıdan. Sabit olmayan bir merdivenle çatıya çıkılıp oradan yine bir merdivenle evin içine girilmekte. Çatıya çıkıldığında merdiven yukarı çekiliyor. Böylece hem can hem de mal güvenliği için önlem alınmış oluyor. Evlerin iç ve dış özelliklerinin bulunduğu örneklere bakıldığında ev içinde en önemli yeri kilerler tutmakta. Bundan da o dönemin insanlarının evlerindeki ambarlarda kış için yiyecek biriktirdikleri anlaşılmakta. Konutların bölümleri arasında geçişi sağlayan dikdörtgen ya da kare biçiminde kapılar var. Kapı dediysek açılır, kapanır türden değil. Yalnız insan geçişlerini sağlayan oyuklar bulunmakta.

Evcil hayvanlar (başta koyun olmak üzere), geceleyin çatıya çıkarılır. Orada güven içinde olur evin önemli geçim kaynağı olan koyunlar. Hem hırsızlardan hem de yırtıcı hayvanlardan onları korumanın yoludur bu.

Evlerin ortalama ayakta durma süresi seksen yıl kadar. Günümüze bakıldığında evlerin daha uzun ömürlü olması ilginç. Bu yapılarda ne demir ne de çimento var. Kerpiç evler, yıllara meydan okumakta. Demek ki o dönemde evlerin yapımında hile hurda yok!

Yeni konutlar, yıkılanların üzerine aynı planla yapılmış. Bu yolla yeni arsalar açılmayıp tarım alanları yapılarla işgal edilmemiş. Ayrıca yerleşim yerinin dokusu da böylece korunmuş olmakta. Doğu yerleşimde M.Ö. 7400-6200 yılları arasında var olduğu belirlenen on sekiz neolitik yerleşim katmanı kazılar sonunda ortaya çıkarılmış. Burada yapılan kazılarda bulunan çanak, çömlekler o günkü yaşamla ilgili bilgi sahibi olmamızı sağlamakta. Konutların iç ve dış duvarları, tavan ve taban beyaz.

Ev içindeki ocak ve oval biçimli fırınlar genellikle yapıların güney duvarlarına yapılmış. Fırın olduğuna göre demek ki bu dönemde yaşayanlar, ekmek yapmayı biliyorlarmış. Bu da önemli bir uygarlık göstergesi.

Kazılarda obsidiyen aynalar, topuz başları, taş boncuklar, eyer biçimli el değirmenleri, öğütme taşları, havanlar, havanelleri, açkı taşları, taş yüzükler, bilezikler, el baltaları, keserler, oval bardaklar, derin kaşıklar, kepçeler, iğneler, bizler, cilalanmış kemikten kemer kopçaları, kemik aletler gibi birçok küçük buluntular bulunmuş. Bunlarda anlıyoruz ki bu dönem insanları basit de olsa dikiş bilmekteler. Ayrıca birtakım ustalık aletleri de ilgi çekici… En ilginci de o dönemin kadınlarının da günümüzde olduğu gibi olanakları çerçevesinde süslenmekte olduğudur. Demek ki tarihin her döneminde kadın, güzel görünmek çabası içinde.

Çatalhöyük’te saray, konak, köşk, tapınak yok! Evlerin hepsi bir örnek neredeyse. Bu konuda eşitlikçilik söz konusu. Bu yerleşimden anlıyoruz ki sınıfsız bir toplum Çatalhöyük. Ayrıca yerleşim alanına baktığımızda burada, bir yöneticinin olmadığı anlaşılmakta. Bu da herkesin eşit söz hakkına sahip olduğunu göstermekte.

Kazı alanında edindiğimiz bilgilere göre bu büyükçe köyde dükkân, pazar yeri yok! Bundan da anlaşılıyor ki mal mülk edinme, biriktirme düşüncesi ortaya çıkmamış. Demek ki herkes ortak üretimden gereksinimince yararlanmakta. Bu da barışçıl bir toplumun oluşmasını sağlamakta. Üç kuruşluk bir mal için kavga gürültü olmuyor demek ki. 

Çatalhöyük, bizleri olağanüstü bir tarih yolculuğuna çıkardı. Ne aşırı sıcak ne de zaman zaman ortalığı kaplayan toz bulutu bizim bu uygarlık yolculuğumuzu etkilemedi. Ancak bizi bekleyen bir taşı ve onun sürücüsü var. İçimizden yeniden gelme söz vererek ayaklarımız geri geri giderek ayrılıyoruz bu uygarlık merkezinden.

Çumra’ya vardığımızda tek katlı kerpiç yapılı evlere daha dikkatli bakmaktayım. Birkaç değişiklik dışında Çatalhöyük’teki konutları ne denli çok benzemekteler. Yapı gereçleri üç aşağı beş yukarı aynı. Yapılış biçimlerinde çok farlılık yok!

Çumra’dan otobüse binip Konya’ya dönerken ve o gece başımı yastığa koyduğumda uzun süre İç Ege’den Doğu Anadolu’ya dek gezdiğim köy evleri gözümün önünden bir film şeridi gibi geçti. Çocukluğumda uyuma fırsatı bulduğum toprak damlı kerpiç evler belleğimde canlandı. Bunların Çatalhöyük evlerinden ne farkı var? Konya’nın ara sokaklarında tek tük kalmış kerpiç evler, Çatalhöyük uygarlığının günümüze uzanan kolları değil mi?

Çatalhöyük önemli bir uygarlık merkezi. Tarım uygarlığının ve insan yerleşiminin önemli bir merkezi. Yediden yetmişe herkesin gezip görmesi gereken bir yer. Özellikle öğrencilerin tarih dersleri buralarda anlatılmalı ki somutlaşsın bilgiler.

Anadolu, binlerce yılın uygarlığını, farklı yaşam biçimleri olan onlarca insan topluluğunun yaşadığı çok önemli yer. Üzerinde yaşadığımız toprağın değerini daha çok bilelim. Bilelim ki sonsuza dek vatan diyelim bu topraklara. Bu varsıllığı koruyalım ki sonsuza dek Anadolu’nun uygarlık güneşi, tüm dünyayı aydınlatıp yol göstersin.

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   16 Eylül 2021

 

 

 

 


UYGARLIĞIN BAŞLADIĞI YER (Dinlence Yazıları 16)

 

Bir önceki akşam geç saatlerde eski garajlara geldik tüm yorgunluğumuza karşın. Konya’nın ilçelerine, bazı beldelere buradan toplu taşım araçları var. Çumra’ya giden otobüs yazıhanesine gittik. Otobüslerin gün içinde hangi saatlerde kalktıklarını öğrendik. Çumra’dan Çatalhöyük’e minibüsler gittiğini söylediler. Orada bekleyen otobüs çalışanlarına da aynı şeyi sorduk. Onlar da Çumra otogarından Çatalhöyük’e ker zaman minibüs var, dediler kararlılıkla. Ayrıca gün içinde yaklaşık on kişiye daha sorduk, Çatalhöyük’e nasıl gidebileceğimizi; herkes aynı şeyi söyledi. Bu kadar kişiden benzer yanıtları alınca geceleyin rahatlıkla başımızı yastığa koyduk. Çünkü sabahleyin erken kalkıp Çatalhöyük’e, uygarlığın ilk başladığı yere (Yenisi bulununcaya dek) gideceğiz. Sevinçten doğan bir heyecan içindeyiz.

Sabahleyin mutlulukla uyandık. Çabucak hazırlanıp ivedi bir kahvaltıdan sonra çıktık yola. Eski garaja gelip kalkmakta olan Çumra otobüsüne üç bilet alıp bindik. Yol boyunca gidiyoruz uçsuz bucaksız Konya Ovasından. Her yanda bereket fışkırıyor. Toprağın neredeyse her karışı ekilip dikilmiş. Meyve bahçeleri az. Daha çok mısır, kabak, kavun, buğday, arpa… Arpa ve buğday biçilip kaldırılmış. Bazı tarlalar anızla kaplı. Mısırın bir kısmı silaj için. Bir bölümü de yağ ve tatlandırıcı için… Mısır, şeker pancarını kovmuş bu güzel topraklardan. Mısır yetişmesi için en gerekli şeylerden biri, su. Konya Ovası sulanabilir bir yer değil. Olasıdır ki üretici, artezyen kuyuları açarak yeraltı suları kullanıyor demek ki. Yeraltı sularının aşırı, düzensiz ve bilinçsiz kullanımı yüzünden toprakta çöküntülerle obrukların oluştuğunu basından öğrenmiştik. Neredeyse tarlaların yarısında mısır var. Bu da demek oluyor ki yeraltı sularının kullanımı sürmekte. Ayrıca Konya’nın çevresindeki doğal göllerin birçoğu ya kurumuş ya da kurumak üzere. Bu, kuraklık ve çölleşmenin yakınlaştığını göstermekte.

Kabak üretiminin asıl nedeni, çekirdeği. Çekirdek iyi para… Ayrıca çekirdeği alınan kabakların dışı silaja karıştırılmakta. Bu da hayvancılık için iyi oluyor. Silaj, turşu tadında hayvan yiyeceği. Yoksa hayvanlar kışı nasıl geçirir?

Kırk beş dakikalık yolculuğumuz süresince hep ovadaydı gözümüz.  Üretici, elinden geldiğince üretiyor. Olanakları çerçevesinde ülkemiz ekonomisine katkı yapmaya çalışmakta. Ancak üreten çiftçi eziliyor, emeğinin karşılığını alamıyor. Özelleştirmeler sonunda devlet fabrikaları satıldı ve büyük bir çoğunluğu üretim yapmamakta. Böyle olunca da çiftçinin ürünü değerini bulmuyor. Dışalıma bağlı ekonomik düzen; ulusal değerlerimizi, insanımızın emeğini boşa harcamakta. Vakit geçirmeksizin ülkemiz, bu ekonomik sistemden vazgeçmeli. Yoksa bu gidiş iyi değil.

Çumra’ya geldik. İlk bakışta kentin bakımsızlığı tenhalığı göze çarpmakta. Otobüsten inip Çatalhöyük minibüslerinin nereden kalktığını sorduk. Sorunca da büyük bir düş kırıklığı uğradık. Çumra’dan Çatalhöyük’e minibüs işlemiyormuş. Anlaşılacağı üzere Çatalhöyük’e ulaşım yok! Ancak özel taşıtlarla ya da taksi tutarak gidilebiliyormuş. Bu durum karşısında Çatalhöyük’ün nereye bağlı olduğunu sordum. Oradaki herkes: “Çumra’ya…” diye yanıtladılar beni. Ben de gidemediğin yer senin değildir, dedim. Sanırım burası başka bir ülkeye verilmiş, deyince eksikliklerini anladılar.

Taksi tutup gitmek bir çözüm; ama bu, sorunu çözmez. Belediyenin yerini sordum. Söylediler. Yaklaşık on dakika yürüyerek vardık belediyeye. Eşimle Atacan, serin bir ağaç gölgesinde oturdular beklemek için. Ben, önce halkla ilişkiler müdürlüğüne gittim. Çatalhöyük’ün nereye bağlı olduğunu sordum. Gülümseyip yanıtladılar. Derdimi anlatıp belediye başkanıyla görüşme isteğimi bildirdim. Gençten bir görevli beni alarak üst kata çıktık. Başkanın odasına girmeden önce bir masada oturun genç bir çalışana isteğimizi yineledik. O, adımı ve soyadımı öğrenip hemen başkanın yanına gitti. Kısa bir süre sonra döndü ve bizi içeri buyur etti.

Başkanın odasına girdik. Güler yüzle karşılandı beni. Gülerek “Çatalhöyük, nereye bağlı?” diye sordum. Asıl mesleği, savunmanlık. Ne söylemek istediğimi anında anladı. Gülümseyerek yanıtladı beni. Güzel bir söyleşimiz oldu kısa sürede. Sorunun farkında ve çözümleri de üç aşağı beş yukarı kafasında oluşmuş durumda. Zaten bir yıl önce bu koltuğa oturmuş. Bir önceki başkan Kovid 19’dan ölünce belediye meclis üyesiymiş. Meclis, onu başkan seçmiş. Ona altın madeninin üzerinde oturduklarını, söyledim. Altın madeni ne mi? Çatalhöyük ve kazılmayı bekleyen onlarca höyük.

Başkanın adı Recep Candan… Recep Bey, karşısındakini dinleyen ve önerilere açık biri. Eğer söylediklerini yaparsa Çumra’da fark yaratır. Görüşmemiz biraz uzadı sanırım. Eşim telefonumu çaldırmakta. Dışarıda sıkıldılar her halde. Başkandan izin istedim kalkmak için. O, özel kalemdeki çalışanı çağırarak belediyeye ait bir aracın bizi Çatalhöyük’e götürmesini söyledi. İçten bir “Sağolun” deyip vedalaşarak ayrıldık.

Arabaya bindik. Çatalhöyük on iki kilometre Çumra’ya. Bereketli tarların içinden geçmekteyiz. Başta tarla kuşları olmak üzere türlü türlü kuşlar uçuşmakta her yanımızda. Hepsi ekmeğinin peşinde. Gölgesiz bir ovada, güneş kavurmakta her şeyi. Yolda toz dumana karışıyor. Bu denli tarihsel bir yerin yüz ağartıcı yolu da yok! Gerçi asfalt, ama bakımsız…

Çatalhöyük’e ulaştık. Tam girişin önünde bir yeiç var. Yanında otopark… Kapıdan girince gölgede oturan iki kişi ayağa kalkıp bizi karşıladı. Selam verip selam aldık. Bizimle ilgilenen kişi arkeologmuş. Kısaca bilgi verdi bize. Önce oluşturulmakta olan müzeyi gezdik. Ardından altı bin yıl önce buradaki insanların evlerinin ve yaşam biçimlerinin canlandırıldığı alana girdik. Evlerin içine gezdik tek tek. O yıllarda yaşayan insanların yaşam biçimiyle ilgili bilgilendik. Ardından asıl Çatalhöyük’e evlerin olduğu yere yürüdük. Kazı henüz bitmemiş, sürmekte. Bir yanda Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nin kazı ekibi, diğer yanda ise Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesinin yenileme ekibi. Kazı alanının üzeri örtülü. Buna karşın bunaltıcı bir sıcak var. Sıcağa aldırmadan çalışmakta genç görevliler. Toprağın altından bir tarihi gün yüzüne çıkarmak için alınteri akıtmaktalar. Çalışanlara selam verip “Kolay gelsin!” dedik. Onlara başarı dilemeyi de unutmadık. Bir arkeolog, Konya Ovasında beş yüzü aşkın höyüğün olduğunu söyleyerek bizi şaşırttı. Demek ki altın madeni her yana yayılmış. Bunu bulup çıkarmak gerek. Bu arada kazı çalışanları da düzenli ulaşımın olmamasından yakındılar. Çünkü onların da günlük gereksinmeleri var.

Konya, dünyada uygarlığın ilk geliştiği yerlerden… Buğdayın belki de tarlaya ilk atıldığı bir alan. İlk insanın ilk ekmek hamurunu yoğurup onu pişirdiği bir uygarlık beşiği. Kısacası, insanoğlunun ilk kez üretim ekonomisine geçtiği yerdir diyebiliriz. İleride daha eski yerleşim yerleri bulununca (Göbeklitepe, Karahantepe… gibi) Çatalhöyük’ün bu öncülüğü gider, ancak tarihsel değeri azalmaz.

Her yanı iyice gezip inceledikten sonra geri döndük. Aslında Boncukluhöyük’ü de gezmeyi düşünüyorduk. Ancak belediye çalışanını fazla bekletmeyelim diyerek bu gezimizi başka bir zaman erteledik. Otogara geldik. Görevliye “Sağol!” dedik. Konya’ya dönüş biletlerimizi aldıktan sonra Recep Candan Bey’i arayıp teşekkür ettik. Birkaç bardak çay içince yol yorgunluğumuz geçti. Artık otobüse binebiliriz.

Otobüste iki kişiyle dost olduk Telefon numaralarımızı aldık verdik. Yanımda oturan meraklı ve öğrenmeye hevesli imam hatipli genç Ahmet Alanlı ve önümde oturan Neslihan Arıkan Hanım’a yol arkadaşlığımız için teşekkür ederim.

Çatalhöyük, Konya gezimiz içinde çok özel bir yere sahip. Konya, Anadolu Selçukluların başkentliğini yaptığı gibi ilk uygarlıkların da merkezi. Bu nedenle Konya ili, üzerine örtülen Mevlana örtüsünü biraz aralayıp tarihsel, kültürel, sanatsal değerlerini tanıtmak zorunda. Bu denli çok tarihsel özelliği, değeri bağrında taşıyan bu kentimiz, bozkırın ortasında güneş gibi parlama ve tüm dünyaya aydınlık saçama şansına kavuşmalı, kavuşturulmalı. Yurttaşlarımızın ekonomik sıkıntılar içinde yaşadığı ülkemizde yeni iş kapıları böylece açılır.

Çatalhöyük’e hem Konya’dan hem de Çumra’dan düzenli ulaşım sağlanmalı. Böyle bir yerin burada olması büyük bir şans ve bunu iyi değerlendirmek gerek. Ayrıca Çatalhöyük’ün tanıtılması için özel çabalar harcanmalı. Toprağın altında yatan diğer höyüklerin de açılması için seferberlik yapılmalı. Özellikle üniversitelerimize bu konuda çok iş düşmekte. Unutmayalım ki Konya da bir üniversite kenti.

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   15 Eylül 2021

 

 

 

İSTİKLAL HARBİ ŞEHİTLER ABİDESİ (Dinlence Yazıları 15)


Konya’da bizi en çok duygulandıran yerdir İstiklal Harbi Şehitler Abidesi. Mevlana’dan sonra yürüyerek gittik buraya. Çok yakın zaten… Bizi en çok duygulandıran yer oldu burası. İnsanın kanını durduran, soluğunu kesen bir yer.

Girişte iki tarihsel top, yolun iki yanında durmakta. Sol yanda on altı Türk devletinin bayrakları var kuruluş sıralarına göre. Sağ yanda ise on altı Türk bayrağı… Otuz iki bayrak özgürce dalgalanmakta. Bayraklı yoldan sonra Karşılama Kubbesi yer almakta. Bu taş yapı, tarihsel bir yolculuğa başlayacağınızın bir ulağı sanki. Burayı geçtikten sonra Selçuklu Ana Giriş Kapısına geldik. Taş işçiliği olağanüstü... Doğayla uyumlu bir anıtın içindeyiz. Orta çapta bir toplanma alanı niteliğinde.

Avlu, sekizgen bir kubbenin altında. Sekizgen yapı tekniğiniz Orta Asya’daki göçebe Türk çadırlarından beri gelmekte ve Selçuklu mimarisinin de temelini belirlemekte. Burada dört ayrı cam mozaik tabloda Atatürk ve silah arkadaşları ile Türk Bayrağının doğuş kompozisyonu var. Kurtuluş Savaşı canlandırması etkileyici. Yanda Türkiye haritası… Şehit adlarının bulunduğu panolar buradan başlıyor sağ ve sol duvarda. Her şehidimizin kimlik bilgileri ve nerede şehit olduğu yazılı. Şehitleri birer birer okumaktayız. Okudukça boğazımda bir şeylerin düğümlendiğini duyumsamaktayım. Yurdumuzun bağımsızlık ve özgürlüğü için canını seve seve veren Mehmetçiklerin listesi uzayıp gitmekte.

Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ile İstiklal Marşı ayrı bir heyecan katmakta anıta.

Buradan yürüyünce Şehitlik Avlusuna geçiliyor. Şehit panolarını oku oku bitmiyor. Birinci Dünya Savaşında neredeyse her cephede şehitleri var Konya’nın. Kurtuluş Savaşında en çok şehit veren üç ilden biri Konya (Diğer ikisi Ankara ve Kastamonu). Her ilçeden onlarca şehit… Şehitlikleri gezmeli, gezdirmeli. Gezip gezdirmeli ki ülkemizin değerini bin kat daha iyi anlamalı herkes.

Şehitlerin adlarının yazılı olduğu panolardan sonra Müze Alanına geçtik. Genişçe bir alan... Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında Konya’da halkın durumunu, yaşayışını anlatan canlandırmalar var. Cepheye uğurlanan askerler, savaştan yaralı dönenlerin karşılanması sahneleri yer almakta. Ayrıca cepheye yardım götürenler… En sonunda da halk topluca kurtuluşun bayramını kutluyor.

Sunum salonu ise izleyicilere slayt gösterisi yapmaya uygun planlanmış. Böyle güzel bir anıtı Konya’ya kazandıran Büyükşehir Belediyesine ne denli teşekkür etsek azdır. Bu tür yapıtlar çoğalmalı ki toplumumuz tarihini öğrenip köklerinden kopmasın.

Sabahtan beri neredeyse hep ayaktayız. Yeniden Mevlana’ya etli ekmek yemek için yürüdük. Bir aşevine girdik. Yemek yerine biraz kazık yedik. Buradaki etli ekmek İstanbul’a göre epey pahalı. Ayrıca sunumunda da eksiklikler var. Yanında sebze vermiyorlar. Sebze istersen salata parası vermek zorundasın. Beğenmediğimizi, kazıklandığımızı davranışlarımızdan belli ediyoruz. Çok oturmadan hemen kalktık aşevinden. Armağan satan dükkânlardan bir iki tane anmalık aldık.

Öncelikle Selimiye camisini gezdik. Buradan cadde boyunca yürürken Atacan’ın gözlüğünün camlarını silen eşim, gözlüğü kırdı. Atacan öfkelendi. “Sağlam gözlük isterim.” diye tutturdu. Hem de gözlüğünün bire bir aynısını istemekte. Aynı renk ve biçimde olacak gözlük. Annesiyle kavga etmeye başladı. “Yapma, etme! Birkaç gün sonra İstanbul’a gideceğiz, o zaman yaptırırız.” dediysek de söz dinlemiyor. Sanırım, yorgunluğu öfkesini artırmakta. Öfkesinin doruğa çıktı anda eşim yolun sağında “Gözlükçüler Çarşısı” yazısını okuyor ve biz dalıyoruz içeriye. Her yan gözlükçü dolu. Kırık gözlük elimizde sırayla dükkânlara uğruyoruz. En sonunda bulduk aradığımız gözlüğü. Hemen eski camlarımız yeni gözlüğe takılınca ödemeyi yapıp çıktık. Böylece iç barışımız sağlandı. Artık gezebiliriz.

Önce Şerafettin Camisini, ardından Şerafettin Türbesini gezdik. Daha sonra çok yakında bulunan Şemsi Tebrizi Camisi ve Türbesine uğradık. Akşam olmak üzereyken İplikçi camisini gördük alaca karanlıkta.

Öğretmenevine doğru yürümeye başladık. Farklı bir yoldan gidiyoruz kendimizce. Nasıl olduğunu anlayamadık birden kendimizi Millet Bahçesinde bulduk. Girdik içeri. On taneden fazla siyahlı, beyazlı kuğu yüzmekte havuzda. Aralarında tek tük ördekler var. Ördeklerin çoğu kümeslerine girmiş bile. Çok düzenli bir park... Her yan tertemiz... Çay bahçeleri, yeiçler oldukça şık… Her yan, türlü ağaçlarla bezenmiş. Yer yer çiçekler var. Ancak asıl ilgimizi çeken ağaçların düzeni ve bakımlı olmaları. Parkın her yanını neredeyse gezdik. Oturup birer bardak çay içip bu güzel havayı soluyalım dedik. Ancak saate bakınca vazgeçtik. Epeyce geç olmuş. Yorgunuz, dönmeliyiz.

Öğretmenevine nasıl gideceğimizi bilmiyoruz. İlk karşımıza çıkan kişiye “Anıt’a nasıl gideriz?” diye sorduk. O da söyledi. Cadde boyunca yürüyüp Anıt’ı bulduk. Bundan sonrası çok kolay. Yarın başka bir gün olacak.

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   14 Eylül 2021

 

MEVLANA (Dinlence Yazıları 14)


Mevlana Müzesinin önündeyiz. Zaman geçirmeden içeri girdik. Oldukça kalabalık… Bazı yerlerde onarımlar var. Burası, Mevlana’nın yüz yıllar önce yaşadığı yer aynı zamanda. Her kesimden yurttaş var. Seyrek de olsa yabancılar…

Çoğu kişi dinsel bir gerekliliği yerine getirmenin erinci içinde. Yüzlerde bunun mutluluğu... Gezenlerin çoğu dua ediyor sık sık. İki de bir eller göğe açılmakta. Atacan da çoğunluğa uyup arada sırada dua okuyor. Mevlana’nın kültürel değeri, tasavvufi görüşlerini anlamaya çalışanlar çok az. Birçok kişi, Mevlana’yı bir din ulusu olarak anlayıp görmekte. İnsanların gezdikleri yer ile ilgili bilgilerinin yeterli olduğuna inanmıyorum.

Önce bahçeyi gezdik. Gömütlerdeki kişilerin kim olduklarını öğrendik. Yapının düzenine, mimarı özelliklerine baktık. İçeri girdik ki ana baba günü. Müzede sergilenenleri, sırayla tek tek incelemekteyiz. Olağanüstü el yazmaları var. Hele el yazması Kuran’lara bayıldım.

Mevlana’nın filozofik görüşlerini, çalışmaları ile ilgili açıklamaları, anlatımları teker teker okumaya çalıştım. Okuyup düşünerek bilgimi çoğaltmak istiyorum.

En çok ilgimi çeken ise ortada duran bir camekânın içindeki sakal-ı şerifin koklanması. Söylenene göre tarih boyunca kokusu hiç değişmemiş. Hep güzel kokarmış. Arada sırada sakal-ı şerifi öpenler de var. Bazı kişiler, kokladıktan sonra cama dudaklarını dayayıp öpüyorlar camı. Korana salgını tüm hızıyla sürmekte. Böyle bir dönemde birçok kişinin aynı yeri koklaması, bazılarının da camı öpmesi ne derece doğru. İşin dinsel yönüne girmek istemiyorum. Ancak böyle bir şeyin İslam dininin kuralları içinde olmadığını biliyorum. Bu eylemin ne olduğunu adlandırma işi de ilahiyatçıların işi.

Aslında daha ayrıntılı gezmek istiyoruz. Daha çok fotoğraf çekmek arzusundayız. Ancak kalabalık düzensizliği, bizi korkutuyor. Ne de olsa büyük bir küresel salgınla karşı karşıyayız. Dışarı çıkıp karşıdaki küçük yapıyı inceledik. Gerekli bilgileri edinip çıktık.

Dışarıdan bakıldığında Konya demek, Mevlana demek gibi bir algı yaratılmış. Burada Mevlana’nın Konya için önemini vurgulamalıyım. Ancak Konya, büyük bir tarihin üstünde oturmakta. Taş çağından başlayarak Frig, Hitit, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin yapıtlarıyla varsıllaşmış bir ilimiz. Dünyanın hiçbir yerinde bu denli tarihsel varsıllığı olan bir kente rastlayamazsınız. Mevlana’yı öne çıkararak çok önemli tarih, ne yazık ki gölgelenmekte. Birçok kişinin Konya’nın tarihsel varsıllığından haberdar olmaması bundan. Bu nedenle Konya’nın tarihsel algısı değişmeli. İnsanlığın ilk uygarlıkları kurduğu bu ilimiz, hak ettiği ilgiyi her alanda görmeli.

Zaman içinde siyasetçiler, iktidar oyunları için dinsel değerleri öne çıkarmışlar. Yaşamın, tarihin yalnızca dinsel değerlerden ibaret olduğunu düşünmüş ve düşündürmüşler. Tamam, Mevlana önemli… Ancak yukarıda saydığım uygarlıklarla ilgili onlarca yapıt önemsiz mi?

Konya, her türlü uygarlığı yansıtan, ayrıca belediyelerin oluşturdukları kültürel, bilimsel, sanatsal yapıları tanıtmalı.

Konya, yıllarca Selçuklunun başkenti olduğunu her an anımsamalı. Selçuklunun yüzlerce yapıtı var topraklarında. Bize Anadolu’yu yurt edindiren bir devletin başkenti olmak tarihimiz açısından çok önemli. Bu tarihsel özellik ve önem yalnızca Türkiye’ye değil, tüm dünyaya anlatılmalı. Selçukluların sosyal, kültürel, sanatsal, ekonomik alanlardaki olağanüstü çalışmaları anlatılmalı. Bu konuda Ankara, Konya’daki yerel yönetimler ve üniversitelerle işbirliği yaparak her yıl Selçuklularla ilgili anmalar, bilimsel toplantılar yapmalı. Selçuklular, yediden yetmişe herkese anlatılmalı. Anadolu’nun Türkleşip İslamlaşmasında Konya’nın başkent olmasının önemi, değeri bilinmeli herkesçe.

Konya, yalnızca bir tarım ve sanayi kenti değil; aynı zamanda bir tarih kenti. Tarihsel değerlere sahip olması açısından bu ilimiz, bir altın madeninin üstünde oturmakta. Ne yazık ki birçok yönetici bunun farkında değil.

                                                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                                                               14 Eylül 2021

MERAM VE 80 BİNDE DEVR-İ ÂLEM (Dinlence Yazıları 13)


Sabahleyin yine erkenciyiz. Boşa harcayacak zamanımız yok! Üçüncü günümüz Konya’da ve zaman hızla akıp gitmekte. Zamanı iyi kullanmak zorundayız. Günü dolu dolu geçirmeli.

Meram bağlarına gideceğiz. Minibüse binmemiz kolay oldu. Yol uzun, sürücü konuşkan birisi. Ancak arka koltukta bir arkadaşı var. Konuları, sağlık… Sürücümüz yaşulu birisi. Bir sağlık sorunu yaşamış. Arkadaşı da ona ilaçlar getirmiş. Sağaltımcıya gitmiş gitmesine… İlaçlarını otacıdan da almış. Ancak bu yeterli değil onun için. Daha çok da arkadaşı için yetersiz gelmekte ilaçlar. İşin aslı arkadaşına iyilik yapmak istiyor. Onun iyileşmesinde pay sahibi olmayı arzulamakta.

Meram’a yaklaşınca arkadaşı indi. Neyse ki engelsiz bir söyleşimiz oldu kısa sürede. Gezi izlencemizin oluşmasında bize yardımcı oldu.

İniş yerimize geldik. Son durakmış zaten. Yukarı doğru yürüdük mis kokulu çamların arasından. Yukarı çıktıkça Konya’nın görünümü daha güzel. Sağımızda solumuzda gömütlükler var. İlgimizi çeken şu ki, gömütlerde taş yok,  türbe de… Gömütlükler çok eski olabilir. Bu konuda bilgisine başvuracağımız birini bulamadık. Kendi aramızda tartıştık ve bu gömütlüklerde şehitlerin yattığına karar verdik. Keşke bilgilendirici tabelalar olsa…

Tepeye çıktıkça yelin esişi çoğalıyor, ancak güneş de ona koşut olarak yükseliyor. Terliyoruz durmadan. Terledikçe de su içmekteyiz.

Tek tük taşıtlar geçmekte. Sanırım taşıtların içindekilerin çoğu tepelere kartal yuvası gibi konmuş yeiçlere erkenciler kahvaltıya, geç kalanlar ise kuşluğa gitmekteler. Son yıllarda kahvaltıyı yapmayıp kahvaltıyla öğlen yemeğini kuşlukta birleştirenler var. Böylece günde iki öğünle günü geçirmekte bazıları: Bu da son yılların modası…

İyice dolaştık her yeri. Hem sabah yürüyüşü yapmış olduk hem de temiz hava alıp ormanın güzelliklerini gördük. Meram, bozkırın ortasında bir cennet köşe. Öğlen olmadan gezimiz bitti ve geri döndük. Aşağılarda iş makineleri çalışmakta.

İndiğimiz yerden yeniden minibüse bindik. Seksen Binde Devr-i Alem’e gideceğiz. Dinozor heykelleri varmış. Atacan(10), can atmakta buraya gitmek için. Başımızın etini yemekte bir an önce gidelim diye. Neyse ki hemen minibüs geldi, atlayıp gittik. Burası aynı zamanda millet bahçesi…

İçeri girdik. Önce dinozorların olduğu bölümü gezdik. Canlandırmalar güzel. Dinozorların yanına geldiğinizde hareket edip ses çıkarmaktalar. Önlerinde sensörler var. İnsanları algıladığında heykele gerekli komutları veriyor. Bu da çocukların ilgisini çekmekte. Böylece dinozorların gerçek dünyası belleklerde canlanmakta. Burası epeyce zamanımızı aldı. Biz büyükler, belki de çocuklardan daha çok ilgilenmekteyiz dinozor heykelleriyle. Dinozorların önündeki kitabelerdeki bilgilendirmeler güzel. Hem tarih hem de biyoloji öğreniyoruz böylece. Atacan, bunların çoğunu tanıyor ve yanlarına gitmeden başlıyor anlatmaya. Etçil mi, otçul mu, büyüklükleri ne kadar, hangi çağda yaşadılar… Böylece elli tane hareketli dinozoru tek tek inceledik.

Hava sıcak… Biz hem açık havadayız hem de sürekli devinim durumundayız. Sularımız bitti. Gittik su aldık. Çantamızdaki böreklerden birer dilim yedik. Hazır oturmuşken birer bardak da çay içtik. Bu kadarı yeter… Dinlendik sayılır. Dinozorlar bitti. Şimdi sırada Cihan-ı Türk Parkı var.

Nedense belediye, Osmanlıca yazılışları yeğlemiş. Dilde amaç, anlaşmaktır. Yazıda amaç, yazılanın okuyan tarafından kolayca anlaşılmasıdır. “Cihan-ı Türk” yerine, “Türk dünyası” denseydi daha kolay anlaşılmaz mıydı anlatılmak istenen? Hele de Karamanoğlu Mehmet Bey’in topraklarındaysanız bu konuya çok özen göstermelisiniz.

Neyse biz gezimize dönelim. Türk Dünyası Parkı’nda Adriyatik’ten Çin’e dek Türklerin yaşadığı topraklarda oluşturdukları uygarlıkların simgeleri var. Her yapının maketi yapılmış. Maketler ilgi çekici… Ancak benzerlerini İstanbul ve Eskişehir’de gördük. Bu bölümü biraz hızlı geziyoruz. Yine de atlamıyoruz maketlerden hiçbirini. Yüz yirmi maketi inceledik. Altı dilde sesli bilgi veren makineler var burada.

Gezimizin yönlendiricisi Atacan. Dinlenmeden, ara vermeden “Pamuk Şekeri” bölümüne geçtik. İlk önce ülkemizde yapılmış en büyük ahşap kadırga, özgün gemiyi aratmayacak biçimde yapılmış, onu gezdik. Bu tür yapıtlar iyi oluyor, tarihsel bir yolculuğa çıkarıyor insanları. Biz de kadırgayla tarihin derinliklerine kürek çektik.

Çevremiz masal kahramanlarıyla dolu. Teker teker hepsini gezdik. Bolca fotoğraf çektirdik. Kahramanların bildiğimiz özelliklerini konuştuk. Bilmediklerimizi internetten öğrenip birbirimizle paylaştık. Ünlü komedyenlerin görselleri var.

En ilgi çekeni on üç Türk büyüğünün büstleri. En önde Atatürk. Bir yanında Bilge Kağan, diğer yanında Fatih Sultan Mehmet… Ne güzel… Türk tarihine yön veren üç kahraman yan yana. Türk büyüklerinin karşısında bulunan yeiç’e girdik çay keyfi yapalım diye. Övünç duyulacak bir park yaptığı için Meram Belediyesine övgülerimizi yürekten gönderdik. Artık gitme zamanı…

Anayola çıktık. Belediye otobüsü durağında otobüs, minibüs bekledik bir süre. Nedense takside geçmiyor. Küçük bir gölgedeyiz. Sıcakta bekliyoruz ha geldi, ha gelecek diye. Karşımızdaki köpeklerin mama kulübesi ilgimizi çekti, beğendik. Kente gideceğimiz bir taşıt yok. Minibüslere ait bir telefon bulduk. Çaldırıyoruz, ama açan yok! En sonunda otostop yapmaya karar verdik. Çıktım yola el ediyorum. Yüzlerce otomobilden duran yok! Yürümeye karar verdik. Hem yürüyoruz hem de ben geriye bakıp arabaları durdurmaya çalışıyorum. Birkaç yüz metre yürüdük. Yeniden geri dönüp el ettim ardımızdaki arabalara. En sonunda bir araba sinyal verip sağa yanaştı. Bindik. Güler yüzlü bir adam. Sıcak bir söyleşiye kaptırdık kendimiz. Nereden gelip nereye gitmekte olduğumuzu anlattık. Gideceği yere en yakın bir merkezde inebileceğimizi söyledim. “Olmaz.” dedi “Konuklarımızı ortada bırakmam. Gidecekleri yere götüreyim ki yaptığımız iş tamam olsun.” diyerek sözlerini sürdürdü bahçe sulamadan gelen güleç adam. Mevlana’ya gidecektik, bizi orada indirdi. Adını sorduk: “Abdullah Güleç, ama siz sanayide Boyacı Abdullah deyin herkes bilir.” dedi. Eee, atalarımız: “Yiğit lakabıyla anılır.” sözünü boşuna söylememiş. Telefonunu da verdi Abdullah Bey.

Konya’da kaldığımız süre boyunca Boyacı Abdullah, her akşam bizi yemeğe çağırdı. Ama biz gece geç vakit bitirdiğimiz için gezilerimizi bu çağrılara olumlu yanıt veremedik. Seyrek de olsa telefonlaşıyoruz. Bir gün, bir yerde yine yollarımız kesişirse yemek de yeriz, derin söyleşiler de yaparız.

Burada özellikle Konya Büyükşehir Belediyesine bir çift sözüm olacak. Böyle güzel bir parka ulaşım, neden saatte bir olur? Ulaşım ne denli kolay olursa insanlar o denli burayı gezer. Amaç gezdirmekse böyle güzel ve eğitici bir yeri, o zaman ulaşımı kâr-zarar hesabı yapmadan sağlayacaksınız.

                                                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                                                               13 Eylül 2021

 

 


BİNLERCE KELEBEK (Dinlence Yazıları 12)


Sille’den minibüse bindik büyük bir tarihsel varsıllığı ardımızda bırakarak. Atacan Tropikal Kelebek Bahçesine gitmek için can atmakta. Önce çocukların istekleri yapılmalı. Çocuk, “dur”dan anlamaz. Onun için kelebekler çok önemli. Aslında biz de merak ediyoruz orayı.

Minibüs sürücüsüne selam verip “hayırlı işler!” diledik. Ardından da kelebekler bahçesine en kısa zamanda hangi yolla gidebileceğimizi sordum. Söyledi. Bizi yolda indirecek. Yüz metre yürüdükten sonra oraya giden minibüse bineceğiz. Çok güzel. Kırk yıllık dost gibi söyleşiyoruz onunla. Bu arada yoldan yolcular binmekte sürekli. Elinde ekmek bir kişi bindi. Ekmeklerin sıcak olduğu tutuşundan ve ekmeklerin kokusundan belli. Ekmekleri koltuğun üzerine bıraktı. Ekmekler kâğıda sarılı. Az sonra sürücümüzle yer değiştirdi. Meğer ekmekleri getiren kişi, aracın ikinci sürücüsüymüş. Az sonra taşıt durdu ve asıl sürücü Ali Rıza Baykuş indi. İnerken ekmeğin birini bana verdi. Almayınca ısrar etti. Ben de “Sağol!” dedim ona. Helallik aldım. Ekmek tandır ekmeğiymiş. Özel bir fırında pişmekteymiş. Arada sırada sürücü değişiminde getirirmiş patronuna bu ekmekten ikinci sürücü. (Bu arada ekmeği getirenin Ali Rıza Baykuş’un kardeşi olduğunu daha sonra öğrendim.)

İnmemiz gereken yerde durdu araba. Sürücü nereden binip gideceğimizi gösterdi. Vedalaşıp yola girdik. Minibüs uzaklaştıktan sonra ekmeği bölüştük. Bir de tereyağı ve tulumpeyniri olsa lezzetine doyum olmayacak. Neşeli bir biçimde yürürken Atacan’ın ayağı yine takıldı ve dümdüz yolda düştü. Sabah yaralanan diz yine kanadı. Bu kez başka çizikler, yaralar oluştu. İçten bir ağlama tutturdu. O ağlarken ben, ona: “Düz yolda düşmeyi nasıl başardın? Söyle, ben de düşeyim.” deyince kesti ağlamayı. Bulutlardan akan yağmur dindi. Gözlerini ve yanaklarını benim çamurlu tişörtüme sürerek kuruladı. Ekmeği de yere düşmüştü. Aldık ekmeği yerden ve bahçeli evlerden birinin duvarının üstüne koyduk.

O: “Demek ki bu ekmek kuşların hakkıymış.” dedi. Elimdekini bölüp verdim ona, almadı. Ben de kâğıda sarıp sırt çantama koydum ekmek parçasını. Bu arada minibüse bineceğimiz yere geldik. Az sonra bindik taşıta ki tıklım tıklım. Yolda yeni kişiler de binince soluklanmak için yer yok. Eşim, bindiğimizde oturmuştu. Biz ayaktayız. Atacan, bana sarılarak kendince koronadan korunmakta. Annesinin tüm ısrarlarına karşın onun kucağına da gitmedi. Ayakta durunca kendini büyümüş sayıyor. Şu minibüslerde koronaya yakalanmasak kolay kolay yakalanmayız sanırım.

Neyse sözü uzatmayalım. Tropikal Kelebek Bahçesine geldik. İndik ki çok kalabalık… İçeri girenler, içerden çıkanlar… Öndeki alan, çocuk deryası… Sıraya girdik. Hızlı ilerliyor sıra. Az sonra biletlerimizi alıp içeri girdik. Her yan kelebek kaynamakta. Bugüne dek görmediğimiz bitkiler var. İçerisi kalabalık. Neredeyse tek sıra olarak ilerlemekte herkes. Daracık yoldan ilerliyoruz. Kelebekler zaman zaman üzerimize konmaktalar. Atacan ve diğer çocukların aklı başından gidiyor. Hangi kelebeğe bakacaklarını şaşırıyorlar. Büyükler de çocukların sevincine katılıyor. İnsanlar, fotoğraf çekme yarışındalar neredeyse.

Bir saate yakın içerdeyiz. İçerideki nem ve sıcaklık beni bunalttı. Ancak belli etmiyorum ki Atacan rahatça gezsin, benim için kaygılanmasın. Bu sırada sol yanımızda camlı kutular var. İçi bölüm bölüm. Birden fark ettik ki bir larvanın içinden kelebek çıkıyor. Uzun süre bekledik başında. Yarısı çıktı. Neredeyse kırk dakikadır başındayız. Diğer kişilere de gösterdik olağanüstü doğa olayını. Onlar da ilgiyle izlediler. Fotoğraflar çekildi. Genç biri, elinde kamera kelebek belgeseli çekiyormuş. Ona da gösterdim yarı kelebeği. Sevindi, çekmeye başladı. Zar zor ayrıldık oradan. İvedilik göstermeden her kelebeğin, her bitkinin tadını çıkardık. Avrupa’nın en büyük kelebek uçuş alanı burası. Bu nedenle çok mutluyuz. Dışarıya çıkmadan bir dükkân var, anı eşyalar satmakta. Uğradık. Fotoğraf da çektirdik. Atacan, kendisi için bazı anmalıklar aldı.

Öğrenciler için olağanüstü bir eğitim yeri. Bu konuda Konya’daki okullar şanslı. Selçuklu Belediyesi büyük bir iş başardı. Darısı diğer belediyelerin başına. Böyle, topluma yararlı işler yapmak dururken boş işlerle uğraşan belediyeler ders almalı buradan.

Hem Sille’de hem de Kelebekler bahçesinde saatlerce yürüdük. Ayaklarımıza karasular indi. Yorgunluk ve açlık belirtisi yok! Çıktık biraz çevrede dolaşıp kent merkezine dönmek için otobüs durağına gittik. Ne gelirse bineceğiz. Belediye otobüsüne bindik çok geçmeden. Kent merkezine girdik. Karatay Medresesine yakın bir durakta indik. Müze ha kapandı ha kapanacak, ucu ucuna yetiştik. İçeri girdik. Müze çalışanları anlayışlı. Müzeleri gezilsin istiyorlar. İvedi davranmadan gezdik müzeyi.

Sabahtan beri doğru dürüst bir şey yememişiz. Bulduğumuz bir yerde karnımızı doyurduk. Güneş, gecenin koynuna girdi. Biz kalkıp Alaaddin Tepesine yürüdük. Çay söyledik demlikte. İçtik. Ancak demlikteki çayı beğenmedik. Çay, masaya gelen demlikte demlenmiyor. Çay ocağındaki büyük demlikten masaya gelen küçük demliklere, demli çayı koyarak getiriyorlar. Bu işletme, belediyenin… Bu konuda iş yükleri artacak, ama Konyalılara ve gelen konuklara ağız tadıyla çay içirsinler kolaya kaçmadan.

Saat iyice ilerledi. Kalktık öğretmenevine gitmek için ancak ayaklarımız tutuldu sanki. Yorulduğumuzu, oturup çay içince anladık. Yürüyüp gittik. Odamıza çekildik. Yarın erken kalkmalıyız.

                                                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                                                               12 Eylül 2021