SEL SULARINDA BOĞULMAK YAZGI MI?



Son günlerde ülkemizin birçok kentinde şiddetli yağmurlar yağdı. Neredeyse her yerde yağmur damlaları sele dönüştü. Su baskını sonunda Bursa’da altı kişi, İstanbul’da bir kişi yaşamını yitirdi. Son anda boğulmaktan kurtaranlarını sayısını bilmiyoruz.
Yağmur berekettir, derdi atalarımız. Oysa şimdilerde öyle mi? Yağmur yağmaya başlayınca kentlerin yolları tıkanıyor. Taşıtlar bir adım öteye gidemiyor. Caddeler, sokaklar ırmağa; kent alanları ve alt geçitler göle dönüşüyor anında. Bu göl ve ırmakların iki eksiği var: Balık ve tekne…
Kent yollarının tıkanmasında kentlilerin kaygı ve korkusu var. Yağmur yağınca su baskınlarının olacağını bilmekteler. Bir an önce evine varıp kurtulma isteği, yollarda taşıt yoğunluğuna neden olmakta. Yağmura yakalanma korkusu, bilinçsiz bir ivediliğe yol açınca karmaşayı da getiriyor yanı sıra. Yolları işlemeyen kent, sel sularına teslim oluyor.
Kentlerimiz oluşturulurken yapılar ve taşıtlar düşünülmüş. İnsanlar ve diğer canlılar hiç hesaba katılmamış. Bu nedenle insanların yürüyüp hava alacakları yerler de betonlaştırılmış. Bitkilerin adı, liberal anlayışın oluşturduğu kentlerde yok ne yazık ki. Hayvanlar, kentlerde sığıntı durumunda. Bitki, hayvan ve insanların yok sayıldığı bir yere kent demekte kimileri.
Liberal kafaların oluşturduğu kentlerde yalnızca canlılar mı düşünülmemiş? Tabi ki hayır! Suların binlerce yıldır aktığı derelere bile yapılar yapılmış gözü doymaz açgözlülerce. Utanmadan kurutulmuş derenin üstüne yapılan sokağa da derenin adını vermiş. Özellikle İstanbul’da dere yatağı olan onlarca sokak ve cadde adı var: Büyükdere Caddesi; Dere, Kurudere, Turşucudere… sokakları gibi. Derelerin ismi kalmış cisimleri yok olmuş. Yağmur yağınca ne olacak? Kendi yolunda gidecek sular, tıpkı göçmen kuşlar gibi. Sen, kalkıp onun yolunu kapatırsan, çözüm bulup yeni yollar bulacak kendisine. Buralar da kentin yapılarının aralarındaki alçak alanlar olacak, yani yollar... Bu kadarcık yalın bir gerçeği bilmeyen insanın kentleri oluştururken usçu davrandığını söyleyebilir miyiz?
Kentler; dağını, taşını, deresini, ormanını, suyunu, deniz kıyısını, bağını, bahçesini, tarlasını paragözüyle gören bir arızalı anlayışa teslim edilmekteler. Bu arızalı anlayış, yalnızca insanlara değil; tüm canlılara kent yaşamını zehir etmekte. Yaşanan hiçbir felaketten zerre kadar ders alınmamakta.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra siyaset alanına egemen olan liberalizm, kentlerimizi de köylerimizi de yaşanmaz duruma getirdi. Burada parti ayrımı yapmadan söylemeliyim ki şu anda ülkemizde birkaç belediye yönetimi dışında doğru iş yaptığını söyleyebileceğimiz belediye yok! Hangi partiden olursa olsun insan sözde kalıyor. Varsa yoksa yandaşa, eş dostta, partiliye çıkar sağlamak üzerine kurulu bir anlayış egemen kentlerimize. Yağışlarda en büyük mal ve can yitiminin olduğu İstanbul’un Esenyurt ilçesini incelemek gerek. Yakın bir zamana dek bir köy büyüklüğündeki yer, kısa sürede İstanbul’un en kalabalık ilçesi nasıl oldu? Bu plansız büyüme, kimleri varsıllaştırdı? Kimler, bu kentin her santimini karış karış sattı? Son kırk yılda Esenyurt’ta belediye başkanlığı, meclis üyeliği yapanların kendileri ve yakınlarının mal varlıkları incelendi mi? Bu mal varlıklarının nasıl edinildiği araştırıldı mı? Esenyurt yağmalanırken zamanın büyükşehir belediye başkanları, meclis üyeleri hangi duygusal nedenlerle bu yağmaya göz yumdular? Bu yağmaya, cumhuriyet hükümetleri neden ses çıkarmadı?
Esenyurt özelinde neredeyse İstanbul’un tümünde ama az ama çok benzer yağmalar yaşandı. Aynı yağmaların olduğu Ankara, İzmir, Bursa, Antalya, Adana ve onlarca kentimizde neden her yağmur damlası sele neden olmakta?
Su baskınları, insanımızın yazgısı mıdır? Yazgısıysa bu yazgıyı kimler belirleyip yazdı? Sel sularında can veren insanlarımızın ölümünden hiç kimse sorumlu değil mi? Sorumlular olmadığında sorumsuzluk sürüp gider.
                                                                                               Adil Hacıömeroğlu
                                                                                               25 Haziran 2020



ÇOCUK NİMETTİR, YERE DÜŞMEZ



Dün eşim, ben ve Atacan(9) gezelim, dedik. Arabamıza atlayıp yola çıktık. “Kervan, yolda düzelir.” sözü gereğince yola çıktığımızda nereye gideceğimizi belirlememiştik. Eşim, Validebağ öğretmenevine gitmemizi önerdi. Biz de kabul ettik.
Valide Sultan Kasrı, padişah ailesinin malıyken 1927’de unutulmaz Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati tarafından Milli Eğitim’in malı olup öğretmenlere hizmet vermeye başlamıştır. Bu nedenle öğretmenler, Kurtuluş Savaşı’nın kahramanlarından da olan Mustafa Necati’ye ne denli minnet duysalar azdır. Büyük bir yeşil alan bir ailenin değil, öğretmenlerle birlikte halka hizmet etmeye başlamıştır.
Öğretmenevine vardığımızda vakit, öğleden sonraydı. Biraz oturduktan sonra öğlen yemeğimizi yemeye karar verdik. Eşim ve ben yemek söyledik, ancak Atacan tok olduğunu söyledi. Aslında tok değildi. Bahçede çok fazla kedi vardı. Kedilerle oynamayı yeğledi, yemek yemeye. Kedilerin çoğu yavrulamış. Anne kediler iyi süt versin diye uzun süre onları beslemeye çalıştı.
Kedilerin beslenmesi bitince ağaçlarla ilgilenmeye başladı. Çevredeki erik ağaçlarının yeşil meyvelerinden topladı epeyce. Onları, kâğıttan keselere koydu. Bir bölümünü yıkayarak yemeye başladı. Ona, eşim de eşlik etti. Ben, yemedim. Çünkü çocukluğumdan beri alışkanlığımdır ham meyveyi koparmam da yemem de…
Çocukken köy enstitülü babam, bize bazı yaşam ilkelerini öğretti. Bunlardan en önemlisi olgunlaşmamış meyveyi dalından koparmamak… Ham meyveyi, koparmak büyük zarar… O meyve dalında kalsa bir süre sonra olgunlaşıp tadına doyun olmayacak. Hem büyüklüğü artacak, hem de lezzeti… Babam, bu tavrıyla bize sabretmeyi öğretirdi. Sabreden meyvenin olgununu, lezzetlisini, tatlısını yer. Bu nedenle ivedi davranıp ham meyveyi koparmamalı dalından.
Akşam olmak üzereyken Validebağ öğretmenevinden ayrıldık. Eşim hafta sonu AYT ve TYT sınavlarında gözetmen olarak görevli. Görevli olduğu okul öğretmenevine yakın. Gidip görelim, dedik görev yerini. Kolayca bulduk okulu. Çamlıca yukarıdan bize bakmakta nazlı nazlı. Bu bakışı, görmezden gelmek olmaz. Çıktık Çamlıca’ya akşamın alacakaranlığında. Boğaz’ı, Marmara’yı, kiremit ve betondan oluşmuş mahalleri izledik uzun süre. Betonlaşan İstanbul’un yok oluşuna baktık üzüntüyle. Atacan’la annesi, meyveleri olgunlaşmakta olan bir karadut ağacının dallarından dut yediler bir süre. Sonrasında bir şeyler içmek için oturduk yeiçe (kafeteryaya).
Eşimle ben içeceklerimizi söyledik, Atacan da yiyeceği yemeği sipariş etti. Yemek ve içecekler geldi. Atacan, köfteyi yiyemedi. Çünkü pişmemişti. Ne yazık ki bu durumu, oradaki çalışanlara anlatamadık. Hesabı ödeyip kalktık.
Epey geç olmuştu. Atacan, biraz daha dolaşmak istedi. Onun isteğine boyun eğdik. Bu sırada yaramazlığı da tavan yaptı. Hiçbir uyarıyı dinlemiyordu. Ben ona birazcık kızdım. Benim kızgınlığımı görünce bana: Çocuk nimettir, yere düşmez.” dedi. Ona yiyecekleri döküp saçtığında “Yemek nimettir, yere atılmaz (düşmez).” derim sıkça. Bu sözü, akıllıca değiştirip çevirdi bana karşı. Böyle bir sözden sonra çocuğa kızmak da olmaz artık. Yapsın birazcık yaramazlık. Ne yapalım?
Eve gelinceye dek çocuğun nasıl bir nimet olduğunu anlattı bize. Böylece yoldaki taşıt sıkışıklığının farkına bile varmadık.
                                                                                               Adil Hacıömeroğlu
                                                                                               24 Haziran 2020

BAŞKASININ YANLIŞI, SENİN YANLIŞINI DOĞRU MU YAPAR?



Çocuklarda çok fazla görülen bir davranış biçimidir. Sanmayın ki dünyanın en günahsız varlıklarının bu davranışı, doğuştan gelir. Tabi ki hayır! Bu davranışı, büyüklerden öğrenirler. Çünkü çocuklar, davranışları ve edindikleri huyları büyüklerinden kopyalarlar. Çocuk, büyüklerinden göre göre öğrenir. O, gördüğü davranışları yansıtan bir aynadır aslında.
Bir çocuğa, yaşamın herhangi bir alanında yanlış yaptığı bir şeyle ilgili uyarıda bulunduğunuzda “Ama arkadaşım da yanlış yaptı.” diyerek yanlışının olağanlaştırıp savunmaya geçer. Oysa benzer bir yanlışı yapan arkadaşlarına da daha önce yanlışları söylenmiştir. Belki de onlara bu yanlışlar, daha sert tonla anlatılmıştır. Bunun hiçbir önemi yoktur o çocuk için. Çünkü onun anlayışına göre başkası yanlış yapınca kendisinin de yapması olağandır. Hatta bu anlayış, giderek “Başkasının yanlışı, senin yanlışını doğru yapar.” gibi saçma sapan bir noktaya getirir insanı.
Öğrenci ders dinlemez, sıkılır. Bu, olağandır. Çünkü bir kişinin bir derse ilgisini kırk dakika boyunca aynı düzeyde tutması beklenemez. Ancak bazı öğrencilerde bu ilgisizlik, süreklidir. “Dersle ilgilen çocuğum.” deyip uyardığınızda parmağıyla başka bir arkadaşını göstererek “Bak o da dinlemiyor.” diyerek kendini savunur. Başkasının dersi dinlememesi ona göre yanlışını doğru yapmıştır. Bu uyarı da yine ona göre haksızdır.
Birinin yaptığı yanlış iş, başkasının aynı yanlışı yapmasını gerektirmez. Birinin yaptığı yanlış, diğerine yanlış yapma hakkı tanımaz. Bunu kendinde hak görmek, doğrudan kaçmaktır.
Bir hırsız, yaptığı işi savunurken “Başkaları da hırsızlık yaptığı için ben de çaldım. Bunun neresi yanlış? Bak herkes çalıyor.” diyemez. Bu ve benzeri söylemler, hırsızlık özelinde yapılan kötü işleri olağanlaştırıp meşrulaştırır.
Çocuklarda böyle de büyüklerde farklı mı yanlışlar karşısındaki tutum? Tabi ki değil. Yazımın başında çocukların birçok davranışı, büyüklerinden öğrendiklerini söylemiştim. Siyaset dünyası; liberal esintiler esmeye başladığından beri bir çürüme, kokuşma yaşamakta. Siyasetin asıl amacı olan halka hizmetten, kendine çıkar sağlamaya doğru bir evrilme var. Bu da siyasetçiye güveni azaltmakta.
Ülkemizde partileri destekleme, son yıllarda futbol takımı taraftarlığına dönüştüğü için düşünceyi, savunulan siyaseti, partilerin görüşlerini, programlarını, seçim bildirgelerini sorgulama, öğrenme ortadan kalktı. Benin tuttuğum takım, pardon parti söylemişse gerçeği söylemiştir; yapmışsa doğru yapmıştır; anlayışı egemen destekçilerin büyük çoğunluğunda. Böyle olunca da partilerin yanlışları giderek çoğalmakta. Nasıl olsa kemikleşmiş bir taraftar kümesi var. Yanlışı da doğruyu da savunsa iyi de kötü de yapsa taraftarlar kaya gibi arkasında durmakta. Bu durum, ülkemiz düşünsel yaşamına da büyük zarar vermekte. Tartışma, araştırma, inceleme, sorgulama, öğrenme gibi insanın düşüncesini geliştirecek eylemlerden uzaklaşmakta yurttaşlarımız. Bu tutum kadar Türk düşünce yaşamına darbe vuran, ihanet eden başka bir şey olmasa gerek. Bu durum ülkemiz yurttaşlarını bilgisizleştirmekte.
Parti taraftarları, taraftarı oldukları partinin bir yanlışını söylediğinizde “Bizi eleştirme, karşıtımızı eleştir.” diye feryat etmekteler. “Kol kırılır, yen içinde kalır.” mantığıyla davranmaktalar. Hemen ardından eklemekteler: “Karşıtımız olan parti de aynı yanlışı yaptı, neden onu eleştirmiyorsunuz?” Oysa o karşıt parti daha çok eleştirilmiştir. Ancak taraftar tutuculuğu, öylesine gözleri görmez yapmıştır ki o eleştirileri görmesi olanaksızdır. Aslında görmeyen, göz değil; ustur. Bir tarikat ayinindeki müritler gibi sabahtan akşama dek hiç susmadan karşıtına aynı şeyleri yineleyerek ve küfrederek kendilerini tatmin etmekteler.
Hırsız, hırsızdır; kim çalarsa çalsın. Düşüncesi ne olursa olsun...
Yanlış, yanlıştır; kim yaparsa yapsın; ne adına yapılırsa yapılsın…
Bilgisizlik, bilgisizliktir; giderilmesi gereken toplumsal bir virüstür, kimde ve nerede bulunursa bulunsun…
Düşüncesizlik, toplumu kemiren bir faredir; kimde bulunursa bulunsun…
Bir partinin soygunculuğu, ona muhalefet eden partiye de aynı hakkı tanımaz. Tanırsa bu, soygunculuğu meşrulaştırır.
Bir partinin belediye başkanının yanlış uygulamaları, onun yerine gelen başka bir partinin belediye başkanına aynı yanlışları yapmayı hak kılmaz. Çünkü sen, onun yanlışlarını eleştirerek geldin, doğruları yapmak zorundasın.
Eğer bugün istemediğimiz kişilerce yönetilmekteysek; bilelim ki o kişilerin yönetime gelmesine, daha öncekilerin yaptıkları yanlışlar yol açtı. Yeni yollar açmamak, yeni nedenler üretmemek için doğruyu yapmak zorundayız. Halkın sorumluluk verdiği kişiler, halktan uzaklaştığında yanlışa düşerler. Bunun için sürekli yineliyoruz: Atatürk’ün halkçılık ilkesini yaşama uygulayalım, sözde kalmasın bu.
Eskilerin “Yanlışı babam yapsa söylerim, karşı çıkarım.” sözünü ne tez unuttuk? Özgür, sorgulayıcı yurttaşlıktan, tutucu taraftarlığı neden geçtik? Bu geçişimizi kimler istedi? Bizi; taraftar tutuculuğunun kör kuyusuna atanlar, hangi gerçekleri görmemiz istememekteler acaba?
Dün yanlışa karşı çıktım, bugün de karşı çıkıyorum, yarın da karşı çıkacağım. Ömrüm yettiğince doğruyu egemen kılmak için savaşacağım. Fikret’in dediği gibi, hak bellediğim yolda yalnız da kalsam yürüyeceğim.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           20 Haziran 2020



KALDIRIMDA NASIL YÜRÜNÜR?



Her gün çıkıp yürüdüğümüz, işimize gücümüze gittiğimiz, canımız sıkıldığında turladığımız, öğrencilerin okullarına gittikleri kaldırımlarda yürümenin bir kuralı var mıdır? Kaldırımlar düzensizliğin egemen olduğu bir yer midir? Kaldırımlar, insanların sınırsız özgürlüklerini kullandıkları yürüme alanları mıdır?
Öncelikle belirteyim ki kaldırımlar kimsenin sınırsız özgürlük alanı değil. Yurttaşların tümünün ortak kullanım alanı. Kamuya ait olan her yerde olduğu gibi kaldırımlarda da birtakım toplumsal ve aktöresel kurallar geçerli olmalı. Başkasının özgürlüğüne zarar vermeden özgürlüğümüzü kullanmaktır en iyisi.
Kentlerde kaldırımlarla ilgili en büyük sorun; kaldırımların işgal edilmesidir. Kaldırımların en büyük işgalcileri otomobiller… Kentlerde, park yerlerinin olmaması nedeniyle otomobillerin çoğu kaldırımlara park edince yayalara yürüyecek yer kalmamakta. İkinci bir işgalci küme de esnaflar… Çoğu esnaf, satacağı ürünleri, kaldırımlarda sergilemekte. Esnafların çoğu, dükkânın önünü kendisine aitmiş gibi sahiplenmekte. Bu nedenle eşyalarıyla işgal etmediği kaldırımları, kendi otoparkıymış gibi kullanmakta. Çoğu dükkânın önünden yürümek olanaklı olmuyor nedense.
Gelelim işgal edilmeyen kaldırımlara…
Kent düzenine alışmış, kentliliği içselleştirmiş kişiler; kaldırımın sağından yürürler. Ama ne yazık ki kentliliği içselleştiremeyenlerin böyle bir düzene uymaları söz konusu olmamakta. Bu kişiler, genellikle kaldırımı “babasının tarlası sandıkları” için sallana sallana, dura kalka, bir sağa bir sola yalpalanarak yürürler. Bu da karşıdan gelenleri olduğu gibi, bu kişilerin arkasından gelenleri de rahatsız edip yolda yürümelerini engeller. Bu söylediklerim, yaya geçitlerinden karşıdan karşıya geçerken daha belirgin ortaya çıkar.
Tam yeşil ışık yanar, siz sağdan yürürken karşınızdan biri gelir hızla. İkinizin de işi ivedidir. Burun buruna gelirsiniz, çarpışmamak için sola hamle yaparsınız, o da sizin gittiğiniz yana hamle yapar. Bu hamleler, birkaç kez yinelenir yolun orta yerinde. Sizin refleksiniz güçlü olduğundan çarpmayıp sağa, sola hamlelerle kurtulursunuz. Oysa birçok kişi aynı çizgiden yürüdüğünden çarpışır. Aynı şey, kaldırımlarda da sıkça yaşanır.
Köy yolunda herhangi bir düzen ve kural yoktur. Çünkü yolda çoğu zaman bir kişi yürür. Bu nedenle kişi, sekiz çizerek yürüyebilir. Sağa, sola istediği kadar bakabilir. Yolda dilediğince duraklayabilir. Çünkü çarpışabileceği, yürüyüşünü engelleyebileceği biri yoktur yanında yöresinde. Çoğu zaman yürüyen biri, zaman geçirerek yürür ki belki birine rastlayıp konuşurum diye. Aynı kişi, kente geldiğinde bu alışkanlığını sürdürünce sorun yaratıyor. Demek ki bulunduğumuz yerde edindiğimiz alışkanlıklar her yerde geçerli değil.
Kentler, uzlaşarak yaşamın yeridir. Komşularınızla, iş arkadaşlarınızla, sokakta yürüyenlerle, caddelerde taşıt kullananlarla, kamuya açık alanlarda zorunlu olarak birlikte olduklarınızla, alışveriş yaptığınız yerlerdekilerle, oturup dinlendiğiniz yerde bulunanlarla uzlaşmak zorundasınız. “Ben, özgür bir insanım; dilediğim gibi davranırım.” düşüncesi son derece yanlış.
Özellikle korona günlerinde kaldırımlarda ve yaya geçitlerinde sağdan yürümenin önemi gittikçe artmakta. Ters yönden yürüyenlerle yüz yüze gelip sosyal yalıtıma aykırı bir şey yapmamak için. Salgının bulaşmasını önlemenin bir yolu da kaldırım ve yaya geçitlerinde kurallara uygun yürümek. Tabi sağını, solunu bilmeyenlere sözüm yok! Sözüm duyarlı olanlara…
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       17 Haziran 2020



BUNCA EMEĞE YAZIK ETMEYİN



Yaklaşık üç ay halkımızın neredeyse tümü, kovid 19’dan korunmak için evlerine kapandı. Salgının yayılmaması için olağanüstü bir özveri, sabır, dayanıklılık, dayanışma, sorumluluk gösterdi her yaştan yurttaşımız. Bunun yanı sıra sağlık ordumuz, olağanüstü bir özverinin örneği oldu. Çoğu sağlık çalışanı, evlerine günlerce uğramadı. Birçok sağlık çalışanımız, korona ile savaşırken yaşamını yitirdi. Üç ay herkes yaşamı, bir biçimde erteledi.
Haziran ayının gelmesiyle normal yaşama dönmeye başladık. Geçici olarak kapatılan birçok işyeri açıldı. Ertelenen bazı etkinliklerin önündeki yasal engeller kalktı. Bahar havasının da kışkırtmasıyla insanlar parkları, ormanları, deniz kıyılarını doldurdu. Salgınının yayılmasına ortam hazırlayan, istenmeyen görüntüler ortaya çıktı.
Baharla düğün, nişan sezonu açıldı. Tüm uyarılara karşın topluca düğünler, nişanlar yapılmakta. Asker uğurlamaları iç içe… Cenaze törenlerine katılım, başsağlığı dilekleri eskisi gibi… Koronadan iyileşmiş komşulara topluca “Geçmiş olsun!” demeler başladı. Her bir araya gelişte onlarca kişiye bulaştı kovid 19.
Maske en büyük önlem… Yurttaşlarımızın yarıya yakını maske takmıyor. Takanların maskesi, ya çene altında ya elinde ya da cebinde. Kiminin burnu açıkta. Kimi maskesini gözlük gibi başının üstüne koymuş.
Minibüsler, otobüsler, diğer toplu taşım araçları sıkış tıkış… Sosyal ara ve sosyal yalıtım unutulup gitti.  Tokalaşmalar, öpüşüp koklaşmalar, sarılıp kucaklaşmalar…
Sanki bu kentlerimize, korona hiç uğramamış. Üç ay neden evlerden burnumuzu bile çıkaramadığımız kaygı ve korku dolu günler unutulup gitmiş. Bir görünmez güç, insanlarımızın belleğinden her şeyi silip götürmüş. Topluca kanat çırpma, yerini sınırsız bir bencilliğe bırakmış. Tehlike bir yere gitmedi. İnsanın ayak attığı her yerde gezinmekte.
Gerilediğini düşündüğümüz salgın, yeniden hortlamaya başladı. Son üç gündür bulaş sayısı arttı. Bu gidişe bakılırsa önümüzdeki günlerde daha da artacağa benzemekte.
Korona sayrılarında iyileşme sayısı düştü, bulaşlar artarken. Virüse karşı kazandığımız bir utkuyu, yıkıma döndürmek üzereyiz. Büyük utkular, büyük sorumluluklar, önlemler ister. Sorumsuzluk, bencillik yıkıma götürür bütün toplumu.
Her dönemin kendi koşulları vardır. Kimseye evlenme demiyoruz. Evlen, ama cümbür cemaat bir araya gelmeyin, istiyoruz. İnsanlar, cenazelerine gidemiyor. Birazcık sorumluluk, birazcık insaf…
Kimseye memleketine gitme, demiyoruz; diyemeyiz de... Ancak gittin memleketine, salgın kurallarına uyuver kardeşim. Kendini de yakınlarını da tehlikeye atma!
Koronadan ölenlerimiz oldu. Sayrıevlerinde günlerce işkence çeker gibi virüsle acımasız bir savaşı verenlerimiz var. İnsanlara bütün bu olanlar soyut bir kavram olarak görünmekte. İnsanoğlu, kendi yaşamayınca, başına gelmeyince bir şeyi anlamıyor. Bu nedenle koronavirüsten ölenlerin öyküleri anlatılmalı, virüsü yenenlerin iyileşme süreçleri anlattırılmalı televizyonlardan. Böylece salgın somutlaşır. Somutlaşınca da durumun kavranması kolaylaşır.
Salgına karşı bunca emek verdi halkımız. Yaşamında nice güzelliklerden, mutluluklardan vazgeçti. Salgını önlemek için ülkemizde ulusal, dinsel bayramlar kutlanmadı. Cuma namazları kılınmadı topluca. Dört duvar arasına hep birlikte hapsolduk. Evlerimiz, tutukevine döndü günlerce.
Yapmayın, kıymayın bu halkın emeğine, sağlığına! Bunca emeğe yazık edip halka ayıp etmeyin!
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       16 Haziran 2020











SON YILLARDA KENEDEN ÖLÜMLER NİYE ARTTI?


      
Kene, yüzlerce yıldır topraklarımızda yaşayagelir. Doğal yaşamı gereği olarak baharda ortaya çıkmaya başlar bu hayvanlar. Özellikle kırsal kesimdir yaşam alanları. Bir dişi kene, yılda iki binle yedi bin arası yumurta bırakır üremek için.
On, on beş yıl öncesine dek kene ısırığıyla oluşan KKKA’dan (Kırım Kongo Kanamalı Ateşi) ölen kişi neredeyse yokken neden son zamanlarda bu ölümcül sayrılık yüzünden birçok yurttaşımız yaşamını yitirmekte?
Doğanın bir dengesi var. Bu dengeyi yok ettiğinizde sorunlar ortaya çıkar. Yıllarca zararını görmediğiniz bir hayvan, başınıza bela olur. Aslında o bela hayvandan değil, doğanın dengesini bozanlardan gelmekte.
Korona salgını nedeniyle bu yıl, KKKA’dan ölen yurttaşlarımız, gözlerden kaçmakta. Dünyanın en pisipisine ölümlerindendir kene ısırığından ölmek. İnsanın neden olduğu bir ölüm de diyebiliriz buna. Doğada, keneyi yiyip yok eden ve insanlara büyük yararlılıkları olan hayvanları ortadan kaldırırsanız keneler çoğalır, her yana yayılır, önüne geleni ısırınca da KKKA’dan ölümler artar.
Bugün, dünyada insan yaşamına düşman ne kadar sayrılık varsa birçoğunun nedeni de yine insandır. Doğanın kurallarına aykırı bir yaşam biçimi, mikropların ve virüslerin oluşup yayılması için ortam hazırlamakta.
Kenelerin doğal düşmanlarının başında tavuk ve keklik gelir. Kuş gribi nedeniyle biraz da zamanın Maliye Bakanı Unakıtan’ın oğlunun likit yumurta pazarının genişlemesi için köylerde yok edilen tavuklar yüzünden hem köylümüzün önemli bir protein kaynağı ile geçim kapısı yok edildi hem de kene, akrep, yılan gibi zararlılarla savaşımın bir neferi ortadan kaldırıldı. Bu nedenle köy tavukçuluğunun canlandırılması için gerekli çalışmaların yapılması ve desteklerin verilmesi gerek.
Kenenin doğadaki en büyük düşmanlarından biri kekliktir. Bir keklik, bir yılda yaklaşık olarak bir milyona yakın kene ve süne yer. Süneden tarım ürünlerini, keneden de insanları korumuş olur böylece keklikler. İnsanoğluna bu denli yararlı olan bir kuşun bilinçsiz avcılık yüzünden topraklarımızdan yok edildiğini düşündükçe aklım başımdan çıkıp gitmekte. Orman Bakanlığı, her yıl binlerce keklik üreterek doğaya salmakta. Ancak ne yazık ki bu keklikler de bazı insanların keklik yeme sevdasına kurban gitmekteler. Bu nedenle özellikle keklik avcılığı konusunda sert önlemlerin, caydırıcı yaptırımların uygulanması gerek. 
 Üstüne onlarca türkü yakılan kekliklerimize kıymayalım, kıydırmayalım. Halkımız yüzlerce yıldır keklikleri çok fazla sevip korumasaydı, yararlarını bilip onlara türküler yakar mıydı?
Yapılan araştırmalarda kırmızı karıncaların keneleri yedikleri gözlemlenmiştir. Bu nedenle kırmızı karıncaların yaşadıkları doğal ortamların korunması gerek. Bu küçük, ama becerikli, yararlı hayvanların çoğalmaları için önlem alınmalı.
Her derdin bir çaresi kesinlikle vardır. Nerede mi? Doğada… Doğaya uyumlu, canlı yaşamına saygılı davranıldığında birçok belanın def edileceği kesindir. Birkaç kişinin canlı öldürme ilkelliği yüzünden insanlarımızı, doğamızı feda etmeyelim. Her canlının bulunduğu doğal ortamda var olmasını sağlamak bir insanlık görevidir. Bu insanlık görevini yerine getirmekten bizi alıkoyan ne var?
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       15 Haziran 2020

PKK’NIN ÖLDÜRDÜĞÜ EMEKÇİLER, KÜRT DEĞİL Mİ?



Ülkemizde, sözde demokrasi ve özgürlüğü savunan kimileri yanıp tutuşmaktalar HDP/PKK için. HDP’ye, bölücülük yaptığı söylenince ayaklanıyor bu Amerikancı demokratlar.
“Siz, demokrasiden yana değil misiniz? Bu parti altı milyon aldı.”
“HDP kapatılsın. Bölücülerin TBMM’de ne işi var?” dediğinizde yine özgürlük, demokrasi söylevleri başlıyor.
“Kürtlerin TBMM’de temsil edilmesini istemiyor musunuz? Kürtlerin oyu ne olacak?
Yukarıdaki yanıtları verenlerin çoğu okumuş, yazmış adamlar… Ettikleri büyük büyük sözlere bakınca konuştukları konunun uzmanı sanırsınız bu kişileri. Bizim anayasamız, seçim ve siyasal partiler yasalarımız etnik kökenlere göre oy vermeyi serbest kılıyor mu? Ya da oylar sayılırken sandıktan çıkan oyların üzerinde "Bu Kürt oyudur.” diye bir yazı var mı? Yok…
Peki, partilere verilen oyların hangi etnik kökenli yurttaşların verdikleri belli mi? Değil… Eğer belliyse seçimler, gizli oyla yapılmıyor demektir.
Yurttaşlarımız, kişisel eğilimleri gereği farklı siyasal partilere oy vermekteler. Genel seçimler öncesi özellikle bazı CHP’lilerin HDP’ye baraj aşırmak için “Her aileden bir oy HDP’ye.” söylemlerini sık sık işittik. Demek ki Kürt kökenli olmayan birçok kişinin HDP’ye oy verdiği herkesçe bilinmekte. Ayrıca Kürt kökenli yurttaşlarımızın büyük çoğunluğunun HDP’ye oy vermediği de bir gerçek. Ancak HDP’ye oy verenler Kürt sayılırken HDP’ye oy vermeyenler Kürt sayılmamakta. Bundan da anlaşılıyor ki ABD yapımı bazı özgürlükçü demokratlara göre Kürt olmanın koşulu HDP’ye oy, PKK’ya destek vermek. Özgürlükçülüğe, demokratlığa bakın!
Malum, korona günlerindeyiz. Ekmek aslanın ağzında… Karantina günlerinde birçok kişi işinden oldu. İşi olanlar çok şanslı… Virüs biraz gerileyince toplumda rahatlama oldu. Birçok kişi, çalışmaya başladı.
Van’ın Çatak İlçesinde yol işçileri de 9 Temmuz 2020 günü işbaşındaydılar. Bir tek amaçları vardı, evlerine ekmek götürmek… Evine ekmek götürmek için yol yapımında çalışan işçiler PKK’ca öldürüldü. Üstelik o yapılan yol kim için? Vanlılar, Çataklılar için… Onların uygarca yaşamaları için…
Peki, bu işçiler Kürt değil mi? Onların çalışma, evlerine ekmek götürme hakları yok mu? Olmaz mı hiç? Durum böyleyken bu işçilerin çalışmaları özgürlük ve demokrasinin alanına girmez mi? Çalışma özgürlüğü ne tez unutuldu?
Daha önce de Diyarbakır’da ormandan odun toplamaya giden köylüleri öldürmüştü PKK. Bölücü örgüt, eylemlerine başladığı günden itibaren hep Kürt emekçilerinin kanını döktü. İşçileri, köylüleri öldürdü. Kürt yurttaşlarımızın kanını akıttı hep. Buna karşın sözde özgürlükçü demokratlarımız PKK/HDP’yi Kürtlerin temsilcisi görmekteler. Kürtleri öldürüp yok eden bir Kürt temsilcisi...
Kürt emekçilerini öldüren PKK/HDP’ye karşı çıkmak, demokrasi ve özgürlüğü savunan her namuslu insanın görevidir.
Kürtlerin haklarını savunduklarını sanan aymazlara soruyorum. PKK’nın öldürdüğü Kürt emekçileri Kürt değil mi? Değilse neden?
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       10 Haziran 2020





AKP’NİN ÇOKBİLMİŞİ



Televizyonlara birden genç bir AKP yöneticisi çıktı. Adının Emre Cemil Ayvalı olduğunu öğrendik. Oturuşu, bakışı, duruşu, tartıştığı kişilerin sözünü kesmesi, elini yavaşça uzatırken kollarını dirsekten yukarıya doğru kaldırarak kendisini heybetli gösterme isteği... Avurtlarını şişirerek konuşması… Gözkapaklarını indirerek yüksekten bakıyormuş gibi davranması... Napolyon benzeri bir oturuşla daha boylu boslu görünme çabası… Bütün bunlardan anlaşılıyor ki çağımızın modasına uyup diksiyon ve beden dili dersi almışa benzemekteydi.
Konuşmalarında özgünlük yoktu. Türk sağının neredeyse gelenekselleşmiş kulaktan dolma, cumhuriyet karşıtı söylemlerini ezberlemiş ve onları, her konuşmasında yineleyip durmaktaydı. Önce İngilizlerin, sonra ABD’lilerin Atatürk ve dolayısıyla cumhuriyet karşıtı asılsız birtakım yalanları, özellikle Türk sağının İslamcılarına yaklaşık yüz yıldır ideoloji olarak belletildi. Onlar da bunları Atatürk’le savaşmakta kullandılar. Son zamanlarda ABD tarafından Türk solunun önemli bir bölümüne de bu ideolojiler “demokrasi, özgürlük” kılıfı altında benimsetildi.
İngiltere ve ABD’nin İslamcıların büyük bölümüne benimsettiği ithal ideolojinin temelini “dinsel özgürlükler” oluşturmakta. Buradan hareketle Atatürk ve cumhuriyeti din, özgürlük, demokrasi düşmanı; despot olarak görmekteler yıllardır. ABD’nin yaptırdığı darbeleri bile Kemalistlerin yaptığı düşüncesi, emperyalistlerce kafalarına sokulmuş. Düşünceyi benimsemede inanmayı, usçuluğun önüne koyunca sorgulama olmuyor. Bu nedenle de kulağına üflenen her şeyi, bir düşünsel inanç sanıp körü körüne inanıyor kişi. Başta yalan, uydurma olduğunu bilse bile bu düşüncelere sonradan inanıyor ve onları savunmak için elinden geleni yapıyor kişi. İşte, Ayvalı da böyle biri…
Ayvalı, AKP Tanıtım ve Medya Başkan Yardımcısı idi. Genç yaşında ağır bir sorumluluğun altındaydı. Ekranlarda sık sık boy göstermeye başlayınca özgüven patlaması yaşadı ve beni iyice şişti. Kendini, AKP’nin bütün düşünsel sistemini, stratejilerini belirleyen biri olarak görmeye başladı. Kimi zaman bilmediği, ancak bilir gibi yaptığı konulara daldı. Hiç bilinmeyen bomba bir haberi ya da düşünceyi açıklıyormuş gibi pozlar takındı. Görevinin ağırlığını taşıyamadı. Konuşmalarını her dinlediğimde her an büyük bir gaf yapabilir diye bekledim ve sonunda beklentim yerine geldi. Siyasal birikimsizliği, düşünsel sığlığı, siyasette hızlı yükselme esrikliği onun duvara toslamasına neden oldu. Kolayca çıkarıldığı yerden bir anda düşüverdi.
“Göreve geldikleri dönemde (AKP demek istemekte.) bir tarafta darbeci Kemalist gelenek vardı, bir tarafta FETÖ vardı ve bunları birbirine kırdırmak suretiyle yol almak mecburiyetinde kaldık 2010’a kadar.” demekte Ayvalı, bir televizyondaki tartışmada. Kemalizmi, emperyalistlerin öğrettiği gibi bilmekte. Kemalizmin tam bağımsızlık olduğundan haberi bile yok! Amerikancı FETÖ ile Türk tarihinin en büyük ulusal uyanışını bir tutmak, büyük bir aymazlık olduğu kadar büyük de bir ihanettir de. Bu kişileri, bu çizgiye getiren emperyalizmin bilinçaltlarına enjekte ettiği yalanlardır. Bu yalanlarla kendi ulusunun tarihini kötülemekteler, siyaset yapayım derken. Bu yalanları savunmanın, Kemalizme saldırmanın başta ABD olmak üzere emperyalizme hizmet etmek olduğunu bilmemekteler ne yazık ki.
Haziran ayıyla korona ile ilgili bir rahatlama oldu toplumumuzda. Bu rahatlama, Ayvalı’yı da etkiledi sanırım. FETÖ ile din üzerinden ideolojik bağlantı kurarak yıllarca kol kola yürüyenler, kendilerince gerekçeler bulmaktalar. Bu gerekçeler de onları gerçeklerden uzaklaştırmakta. Din üzerine ideoloji oluşturulmaz. Bu ideolojiyi zamanında oluşturtan İngilizler… Günümüzde bu işi, ABD devralmış durumda. Din üzerinde oluşturduğun siyasetle her şeye bakarsan ABD-FETÖ’nün gözlüğüyle görürüsün çevreni.
Kemalizmle savaşarak ve Atatürk karşıtı olarak Türkiye’ye hizmet edilmez. Edilse edilse ihanet edilir. Bunu FETÖ olayı açıkça göstermedi mi bizlere?
                                                                                   Adil Hacıömeroğlu
                                                                                   14 Haziran 2020



OKUMADAN BİLENLER


Ülkemizin en büyük sorunlarından biri, okumadan her şeyi bilme(!) alışkanlığıdır. Kulaktan dolma, söylentilerden oluşan bir bilgi kirliliğini; bilgi sanan insanlarımız ne yazık ki çok sayıda.

Yurdumuzun kurtarıcıları, Cumhuriyet’in kurucuları başta Atatürk olmak üzere hepsi çok kitap okuyan kişilerdi. Okumayı bir insanlık, yurttaşlık görevi olarak görmekteydiler. Özellikle Atatürk’ün savaş sırasında siperde bile kitap okuduğunu anımsatmalıyım. Atatürk’ün en çok örnek alacağımız yönü kitap ve okuma tutkusu olmalı bence. Çünkü devrimci olmak için öngörü, bilgi ve neden sonuç ilişkili düşünme en önemli koşul. Okumayan, bilgi sahibi olmayanların ülke yönetiminde olması kadar tehlikeli bir durum yok.

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, HDP’li iki vekilin vekilliğinin düşürülmesiyle ilgili açıklaması bilgisizliğin düzeysizliği açısından çok önemli. Hele de topluma, özellikle de çocuklara örnek olması gereken siyasetçilerin “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olması” ibretlik bir durum.

Kılıçdaroğlu, 9 Haziran 2020’de yapılan parti grup toplantısında: “… Ben diğer iki milletvekilinin dosyalarının içeriğini bilmiyorum ama yapılan o iki milletvekiline, HDP’li milletvekiline yapılan da haksızlık ve hukuksuzluktur. Anayasa’ya aykırıdır. (Anlatım bozukluklarını düzeltmedim, konuşma metninde olduğu gibidir.)” demekte. İçeriğini bilmediğin dosyaların, anayasaya aykırı olduğunu nereden biliyorsun? Doğaldır ki bilmek için okumak gerek. Okumadığın bir dosyanın içeriğinde haksızlık ve hukuksuzluğun olmadığını nasıl anladın?

Türkiye’nin en köklü partisinin genel başkanlık koltuğunu işgal eden birinin bir konuyu okuyup bilmeden toplumu yönlendirmesi, nasıl bir amaç taşır. Böyle bir yönlendirme dürüstlük mü? İnsanlara bilgisizliği, okumamayı, gerçeğe ulaşmamayı salık veren yukarıdaki açıklama, doğru bir kişinin tavrı olabilir mi?

Partinin genel başkanı okumadığı bir dosya hakkında yargıda bulunurken grup başkan vekili ne yapar?

CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel… Son zamanlarda çok konuşan bir parti sözcüsü… Sözcük dağarcığı oldukça kıt… Bekçilerle ilgili yasayı eleştiren bir basın toplantısı yapıyor TBMM’de (11 Haziran 2020). Bekçilere öğüt vermekten de geri durmuyor Sayın Özel. Onlara, Orhan Kemal’in Murtaza romanının başkahramanı Murtaza’yı örnek almalarını öğütlemekte.

“Bekçi kardeşlerime bir tek şey söylüyorum. Orhan Kemal’in Murtaza’sındaki gibi bir bekçi olun. Mahallenin bekçisi olun. Birileri bekçiyi tekçi yapmak istiyor. Tekçi olmayın! Olmayın ki bu milletin gönlündeki bekçinin yeri değişmesin.” demekte Özel. Bu sözlerden anlaşılıyor ki Özgür Özel, Murtaza’yı okumamış. Ayrıca sahneye konmuş bir roman. Murtaza’nın kitabını okumadığı gibi oyununu da izlememiş. Eğer kitabı okumuş, oyunu izlemişse ve basın toplantısında anlattığı gibi anlamışsa bu büyük bir facia Türk siyaseti için. Okuduğunu anlamayanların ülkemizin geleceğini belirlemesi, üzücü bir durum oluşturur.

Bence Özgür Özel, Murtaza’yı okumadı. Birilerinden dinledi. O birileri de okumadığı için yanlış anlattı. Örnek verdiği Murtaza, Türk yazının önemli bir olumsuz kahramanı. Örnek alınacak değil, eleştirilecek biri.

CHP’nin iki önemli, üst düzey yöneticisinden peş peşe gelen açıklamalar, üzüntü verici değil mi?. Bilgisizlik üzerine siyaset yapma çabası var. Bu tutum, ülkemizin geleceği için çok zararlı. Atatürk’ün kurduğu partinin kimlerin ellerinde, nerelere savrulduğunu anlamak için iki çarpıcı örnek verdik.

Türk Devrimi aydınlanmacıydı. Aydınlanma da bilgi ve kültürle olur. Okumadan, araştırmadan ne bilgi ve kültüre ne de doğruya ulaşılır. CHP’nin aydınlanmacı, Kemalist, antiemperyalist tabanı bu bilgisizlikle kurulan siyaset düzenine karşı çıkmalı. Yoksa gidiş, gidiş değil.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  12 Haziran 2020


AKP’DEKİ FETÖ SAVUNUCULARI


    
Korona salgını yaşadığımız günlerde siyasette bir uzlaşma olur, diye beklentim vardı. Çünkü salgına karşı ulusal bir savunma içindeydik. Halktaki bu uzlaşma, birlikte savaşma ruhunun siyasete de yansımasıydı dileğimiz. Ancak siyasetin kirli yüzü, bu salgın döneminde de ortaya çıktı. Kişisel çıkarları için siyaset yapmakta olan yeteneksiz, bilgisiz, becerisiz, toplum çıkarlarını düşünmeyen, bencil, bilgisiz olduğu için egosu şişkin, ülküsü olamayan kişiler ne yazık ki siyaset vitrininde çoğunlukta.
Yeteneksiz ve birikimsiz kişilerin siyasette tutunmasının yolu, lidere yakın durmak ya da görünmek. Her konuşmalarında, her yazılarında lidere yerli yersiz bir övgüye rastlanır. Bu kişilerin ortak özelliği, kraldan çok kralcı olmalarıdır. Kraldan çok kralcılık ve yerli yersiz övgülerin dozu, çoğu zaman ayarlanamıyor. Böyle olunca da söylenmesi istenmeyen gizli düşünceler dökülüyor dillerden.
Ergenekon ve Balyoz dönemlerinde yıldızı parlayan Şamil Tayyar adında bir gazeteci var. FETÖ kumpasları sırasında yurtseverlerin üstüne freni patlak kamyon gibi gidiyordu. Kumpaslar bitti. FETÖ yenildi. AKP’ye yanaştı geçmişi unutarak. Arada yarım ağız FETÖ’ye çakmalar başladı. Ancak bir gerçeği birçok kişi gibi o da anlayamadı. FETÖ demek, ABD demek… Soğuk Savaş döneminin ABD kodlarının oluşturduğu bilinçle FETÖ’ye karşı savaşım verilemezdi.
Ülkemizde ABD-FETÖ’ye karşı savaşımın en önemli kişisi Doğu Perinçek. Bu yüzden yaşamının en güzel zamanlarını tutukevlerinde geçerdi. Sayın Perinçek, FETÖ’ye dolayısıyla ABD emperyalizmine karşı bir ulusal cephe oluşturmaya çalıştı özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında. Bu nedenle de ABD, İsrail ve FETÖ ittifakı Perinçek’e karşı amansız bir savaş yürüttü. Bu savaş düşünsel alanda değildi. İstihbarat örgütlerinin yönlendirdiği bu savaşın asıl silahı asılsız karalama kampanyaları. Perinçek’in görüşleri halkta etkili olmaya başlayınca hemen bu karalama kampanyaları devreye girmekteydi. Oyu yüzde birin altında olan bir parti farklı siyasal görüşlerden olanlarca en çok saldırıya uğrayan siyasal oluşum.
Tayyar, sosyal medya hesabından paylaşımlarda bulundu. Aklınca AKP tabanını Perinçek’ten koruyarak kraldan çok kralcı kesilecek. Böylece de lidere yakın durmuş olacak kendince.
“Teröristbaşı Öcalan’a akıl hocalığı yapanlar.. FETÖ karşıtı gibi gözüküp örtülü iş tutanlar.. 27 Mayıs’ı kutlayıp idamları alkışlayanlar.. Türkiye sevdası Çin, Rusya, İran’dan sonra gelenler.. Karanlık odaklara maşalık yapanlar.. AK Parti’yle yol alamazsınız, hadi çöplüğünüze.. (Tayyar, iki nokta üstü üste yerine iki noktayı yan yana koyarak dilimize yeni bir kullanım getirdi.)” bu sözleri yazdı sosyal medyadaki sayfasına. Aslında bu söylemleriyle FETÖ’yü akladı. Bilinçaltından bir türlü silemediği ABD-FETÖ kodları harekete geçmişti.
“Cumhurbaşkanımıza ‘İslamcı Kemalist’ diye rol biçen, AK Partinin akıl danesiymiş gibi rol çalan Perinçek ve avanesini uyarayım. Sadece FETÖ karşıtlığı sizi değerli kılmaz, ilave meziyetler ihtiyaç var.” sözleriyle sürdürmüş paylaşımlarını 2 Haziran 2020 günü. Tayyar’ın anlamadığı en önemli bir şey şu: FETÖ’ye, yani ABD’ye karşı çıkmak ülkemiz siyaseti için her şey… Ülkemizde dökülen her damla kanın, çekilen her zerre acının, yağmalanan ulusal kaynaklarımızın, soyulan memleketimizin, yıkılan cumhuriyet kurumlarının sorumlusu ABD’dir. Yurtseverliğin ölçütü, ABD’ye karşı çıkıp ona karşı savaşmaktır.
“Her zaman papaz pilav yemez.” diye bir söz vardır dilimizde. Tayyar, her zaman yaptığını yaptı, kraldan çok kralcı kesilmeye kalktı. Bu kez bu yöntem tutmadı, duvara toslayıp AKP’deki görevinden ayrılmak zorunda kaldı. Ya da görevinden ayrılmak zorunda bırakıldı.     
ABD’ye karşı amansız savaşım içinde olan yurtseverlere sürekli saldırmanın FETÖ, PKK aracılığıyla sürdürülen bir Atlantik projesi olduğunu anımsatmak isterim.   
Bir kişinin gerçek yüzü, ama er ama geç kesinlikle ortaya çıkar. Bir gerçek sonsuza dek saklanamaz. Eğer kafanda az da olsa bir FETÖ bulaşığı varsa gün gelir kendini ele verirsin değil mi Sayın Tayyar?
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                                   9 Haziran 2020

ALTI MİLYON OY NE OLACAK?



Adolf Hitler… Almanya’da seçimle işbaşına gelen dünyanın en kanlı diktatörü… Yahudileri, Çingeneleri, komünistleri, kendisine karşı çıkan herkesi katleden; başlattığı II. Dünya Savaşı ile yaklaşık elli milyon insanın ölümüne, milyonlarca kişinin yaralanmasına, on binlercesinin işkence görmesine neden olan Nazi.
II. Dünya Savaşı ile Avrupa’da yakılıp yıkılmayan yer neredeyse kalmadı. Japonya yerle bir oldu atom bombalarıyla. Sovyetler Birliği’nin geniş coğrafyası kanla sulandı. “Irkçılık, soykırım” kavramları dünyanın gündemine oturdu ve bu kavramlar günümüze dek gündemden hiç düşmedi.
Peki, Hitler Almanya gibi dünyanın en ünlü bilim, sanat adamlarını yetiştiren bir ülkede iktidar nasıl geldi?
Öncelikle şunu belirtelim ki, Hitler darbe yapmadı iktidara gelmek için. Darbesi, seçimle geldiği iktidarını ömür boyu sürdürmek içindi.
Hitler, 13 Mart 1932’de katıldığı cumhurbaşkanlığı seçiminde 11.339.446 oyla oyların yüzde % 30.1’ini aldı. Anlayacağınız bizim “içeriksiz demokrasi” budalalarının söylediği gibi “Milli irade tecelli etti.” Almanya’da. Bu seçimde hiçbir aday cumhurbaşkanlığı için yeterli oyu elde edemedi ve seçimler yenilendi.
10 Nisan 1932’de cumhurbaşkanlığı seçimleri yenilendi. 13.418.547 oyla oyların yüzde 36.8’ini aldı Hitler. Bir aylık bir sürede oylarını artırdı Kanlı Diktatör. Bu oyla Hitler’in Nazi Partisi, Almanya’nın ikinci partisi oldu. Yani ana muhalefet…
31 Temmuz 1932’de, Almanya’da genel seçimler yapıldı. Hitler’in partisi, bu seçimde oyların yüzde 37’sini alarak parlamentoda en çok sandalyeyi kazandı.
Ocak 1933’te hükümeti kurma görevini alan Hitler, Almanya şansölyesi unvanını aldı.
Hitler, Almanya’yı 5 Mart 1933’te genel seçime götürdü. Tam da seçime giderken 27 Şubat 1933 akşamı, Reichstag yakıldı. Bu işte Hitler’in parmağı olduğu bilinmesine karşın, suç komünistlerin üzerine atıldı. Yapılan seçimlerde Hitler, yüzde 44 oy alıp iktidar oldu.
Neyse sözü uzatmayalım. Hitler Almanların oylarıyla iktidara yürüdü tıpkı Mussolini’nin İtalyanların oylarıyla yönetime geçmesi gibi. Şimdi biz ne diyelim bu işe? Alman ve İtalyan halkı, doğru karar verdi deyip saygı mı duyalım? Her iki ülkenin halkı da yanlış karar vermiştir. Bu yanlış kararlarıyla hem kendi ülkelerini hem de dünyayı ateşe atmışlardır.
Gelelim günümüze…
Dünya kovid 19 salgının pençesinde kıvranmakta. İki ülkenin devlet başkanlarının söylemleri, uygulamaları ilgi çekmekte. Biri ABD Başkanı Trump, diğeri Brezilya Cumhurbaşkanı Bolsonaro… İkisi de halklarının oylarıyla seçildiler. Ancak halklarının salgından can vermesi karşısında kılları bile kıpırdamıyor. Çoğu zaman salgına karşı alınan önlemlerle dalga geçerek halk sağlığını tehlikeye düşürmekteler. Demek ki ABD ve Brezilya halkları yanlış karar verdiler.
Gelelim ülkemize…
HDP’nin PKK terör örgütünün siyasal uzantısı olduğunu herkes bilmekte. Zaten HDP sözcüleri de bunu hiç saklamıyorlar. Terörist cenazelerinde tabuta omuz veriyorlar. Dağdaki teröristlere arabalarıyla silah ve yiyecek taşıdılar göz göre göre. Bölücü örgütle insanları tehdit ettiler çoğu zaman. Gençleri, çocukları kandırarak ya da zorla Kandil’e göndermekte bu parti.
Sözü uzatmayalım…
Elinde binlerce insanın kanı olan bir terör örgütünün partisi “Kapatılsın!” dendiğinde ya da eleştirildiğinde “Ama altı milyon oy aldı.” denmekte demokrasicilik oynayanlar kendilerince. Yani oy aldı diye her türlü terör etkinliğinde, yardımında bulunabilir öyle mi?
Altı milyon seçmen, tıpkı Hitler ve Musssolini’ye oy verenler gibi yanlış yapmışlardır. Onları bu yanlışlarından döndürmek de her sorumlu yurttaşın görevidir. Altı milyon seçmeni silahların gölgesinden, yalan propagandalardan kurtarıp özgürleştirmek için HDP kapatılmalıdır.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       8 Haziran 2020

AYNAYA BAK, KENDİNİ GÖR


Siyasette birisi gerçeği eğip bükmeden olduğu gibi mi söyledi… Hemen çamur atmalar başlar. “Bunu söylemek için kimden kaç para aldın?” Aslında kendini anlatmaktadır bu kişi. Çünkü çıkar sağlamadan bir iş yapmayı hiç düşünmemiştir yaşamı boyunca. Gerçek, onun için cebe giren para...

Söylediğiniz sözler, zülfü yâre mi dokundu… “Bu sözleri söylemekte bir maddi çıkarı vardır, yoksa niye söylesin?” İnsanların bir sözü söylemesi için para mı alması gerek?

Siyasal kalıpların içinden sıyrılıp yurdunuzun, ulusunuzun çıkarına gördüğünüz bir politik uygulamayı mı savundunuz… “Bunu savunmak için kesin olarak bir yerlerden, bir şeyler almıştır. Yoksa niye bunu savunsun ki…” Hazretin usuna gerçeği savunmanın bir erdem olduğu düşüncesi gelmez.

Aynı yolda yürüdüğünüzü düşündüğünüz bir dostunuzun uçuruma yuvarlandığını görüyosunuz ve siz kolundan tutup düz yola çekmeye mi çalışıyorsunuz onu… “Beni uçurumdan kurtardığına göre bu işten bir çıkarın vardır mutlaka.”

Arkadaşlarınız, çevreniz, halkınız, ulusunuz, yaşadığınız topraklar, hatta tüm dünya için karşılıksız bir özveride mi bulunuyorsunuz… “Çıkarı olmasa niye yapsın? Vardır bir bildiği…”

Ülkenizin bütünlüğü, ulusunuzun varlığı için gözünüzü karartıp canınızı mı ortaya koydunuz… “Bu gözü karalık boşuna değil. Bunun altından bakalım neler çıkar?” Çünkü karşılıksız vermenin nasıl da yüce bir insan davranışı olduğunu usuna hiç getirmez.

Bir partiniz var... Üyelerinizin ödenti ve bağışlarıyla halkınızın özverileriyle döndürür ekonomik çarkını. El emeği, göz nuru, düşünceye olan inanç birleşmiştir. “Yahu arkadaş, bir çıkarın yoksa neden parti kurup bunca emeği harcıyorsun?” Toplumsal çıkar için savaşmak yazmaz kitabında liberalizmin bataklığında para koklayan zavallının.

Basın yayın kurumları oluşturursunuz. Bir para babasının buyruğunda olmayan... İktidara, muhalefete yanaşmalık yapmayan… Halkın küçük bağışlarıyla ayakta durur bu kurumlar, gerçeğin sesi olur. Kimin yanlışı varsa yüzüne haykırır. Bu nedenle de reklam pastasından hak ettiği payı hiçbir zaman alamaz. “Yahu kardeşim, bu gazete, bu televizyon nasıl ayakta duruyor? Kesinlikle el altından para alıyorlar bir yerlerden.” Özalcı liberalizm genlerine öyle işlemiştir ki, kendi halkının en önemli geleneği imeceyi bile unutmuşlardır.

İktidar, arada bir doğru iş yapar, “Doğru!” dersiniz, aynı doğrultuda gitmesini istersiniz… “Gördün mü yandaş oldular, paralar gelir yakında.” derler utanıp sıkılmadan. Çünkü onların kafasında gerçeğin namusu değil, paranın kiri vardır.

İnsanoğlu aynadır, bakarsın aynaya kendini görürsün. Kendinin gösteremeyeceği özverileri, erdemleri başkasının gösterip yapmasına şaşırırsınız. Çünkü bilinçaltınızda hep ünlü olmak, yaptıklarınızı paraya çevirmek düşü yatar.

Toplumun çoğunluğunun liberalizm bataklığında debelendiği bir dönemde; yüreğinden, kesesinden, geleceğinden verenlerin özverisi, erdemli kişiliği anlaşılamaz çoğu kişi için.

Liberalizmin bilinçaltına yerleşmiş biçimini mi görmek istiyorsunuz? Eğer kişi, düşünceyi eleştirmeyip üzerinde bir tapusu ve bir banka hesabı olmayanın parasal durumunu didikliyorsa bilin ki kafasında dönüp duran para ülküsü içindir bu. Çünkü yaşamı boyunca hep bir şey, bir karşılık, bir ücret beklemiştir yaptığı işlerden.

Tevfik Fikret’in “Hak bellediğin yolda, yalnız da olsan yürüyeceksin.” sözü; ülküsünün ardından hiçbir maddi karşılık beklemeden, özveriyle gitmektir yurtseverlerin görevi.

Ey bilgiye dayalı düşünce üretmekten yoksun, dedikoduyla kendini tatmin ettiğini sanan şaşkın; hiçbir şey bilmiyorsan tarihine bak! Atatürk ve arkadaşlarını gör. Niye onca özveride bulundular? Halk imecesiyle yedi düveli yendiklerini görmedin mi?

Atatürk ve arkadaşları Sivas’tan Ankara’ya gelirken kuru ekmekle suda pişmiş yumurta yediler. Ancak bu özveriyi anlamayan mütareke basını, Atatürk ve arkadaşlarının banka soyduğundan söz ediyordu. Birçok rezil yalanlarla Kurtuluş Savaşı’mızı kötülediler. Çünkü onlar, işgalcilerin çanak yalayıcıları olduğu için özverinin, halk imecesinin ne olduğunu hiçbir zaman anlamadılar.

Dün olduğu gibi bugün de imeceyle yol alacaklar olacak. Dün olduğu gibi bugün de özveriden uzak kişisel çıkarlarını amaç edinenler de bulunacak toplumumuzda.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  7 Haziran 2020

 

 

65 YAŞ ÜSTÜNE ÖZGÜRLÜK(!) MÜ, ÖLÜM MÜ?



Koronavirüs salgını başlayınca Türkiye’de türlü önlemler alındı. Bu önlemlerden belki de en önemlisi, 22 Mart 2020’den itibaren altmış beş yaş üstü yurttaşlarımızın sokağa çıkmamasıydı. Bu kararın alınmasında ilk amaç, yaşulularımızın (yaşlılarımızın) salgından korunması.
Salgının sürdüğü birçok ülkede, koronadan en çok ölenlerin altmış beş yaş üstü insanlar olduğu açıklandı. Bu nedenle yaşulularımızı korumak devletimizin birinci önceliği oldu.
Altmış beş yaş üstü yurttaşlarımıza sokağa çıkma yasa uygulanmasının ikinci nedeni ise salgının daha çok kişiye bulaşmaması. Sokakta ne kadar az insan olursa virüsün yayılma hızı da o denli düşer. Bu nedenledir ki yirmi yaş altı yurttaşlarımıza da sokağa çıkma yasağı uygulandı. Böylece nüfusumuzun önemli bir bölümü evde oturduğundan virüsün yayılma hızı azaldı.
Altmış beş yaş üstü yurttaşlarımızın evlerinde oturmalarının getirdiği bedensel ve tinsel sorunların ortaya çıkması doğaldır. Ancak bu sorunların hiçbiri ölümden daha beter sorunlar değil. Öncelik, onları ölümden korumakta. 
Durum yaşulularımızın sağlığını korumak amaçlıyken ne yazık ki özellikle de kendilerini sol, Atatürkçü olarak gören kimi gazetelerimiz (Cumhuriyet, Sözcü…) ve bazı köşe yazıcılarımız (Yılmaz Özdil, Emin Çölaşan, Rahmi Turan, Ataol Behramoğlu, Meriç Velidedeoğlu…) iktidara muhalefet yapmak adına bu karara karşı geldiler. Neymiş efendim, yaşulularımıza özgürlükmüş. Ne özgürlüğü, ölme özgürlüğü mü?
Sözcü yazarı Özdil, 25 Mart 2020 tarihli yazısında birçok olumsuz ve az görülen örnekleri saydıktan sonra “Dünyanın en saçma kararı olduğu için, bütün dünyada sadece Türkiye’de uygulanıyor. Maalesef, bir de Azerbaycan’da.” demekte.
Özdil’in bütün dünya dediği ABD, Fransa, İngiltere, İtalya, İspanya, Hollanda, İsveç’te yaşuluların nasıl ölüme terk edildiklerini ibretle izledik televizyonlardan. Bakımevlerinde cesedi kokanları mı istersiniz, acillerden sokulmayanları mı, sayrıevlerinde ölüme terk edilenleri mi, ölüm döşeğindeyken solunum cihazı çıkarılanları mı? Ya da sürü bağışıklığını savunan İngiltere’nin sürübaşının söylediği gibi “Yaşuluları bir yere toplayalım, ölsünler; gençleri kurtaralım.” diyenleri mi?
Özdil’in “bütün dünya” dediği çürüye çürüye kokuşmuş emperyalist batı. Altmış beş yaş üstü yurttaşlarımız arasında bir sormaca yapıp sorsak onlara: “Özdil’in Batı’sında özgürlük içinde mi bu salgını geçirmek isterdiniz, yoksa ev hapsi olduğunuz Türkiye’de mi?” Bu sorunun yanıtını okurlara bırakıyorum.
Özdil’in sayıp döktüğü olumsuzluklara gelince… Ülkemizdeki ailelerin yüzde doksanı yaşulularını sever, sayar ve onların bakımlarını üslenir. Bakım işini de severek ve bir görev olarak benimseyip yapar. Bu nedenledir ki biz, büyüklerimize “yaşulu” demişiz.
Özdil’in kendi yaşuluları konusunda ne düşündüğünü bilemeyiz, ama kendisi gibi batıcı bazı kişilerin aile büyüklerini kapı dışarı ettiklerini görüp bilmekteyiz.
İktidara, muhalefet etmek bir haktır ve yapılmalıdır. Ancak bu muhalefet; devlete, ulusa, yaşuluların yaşamlarına, halk sağlığına olmamalı. Yurttaşın sağlığını tehlikeye atarak muhalefet olmaz.
Sol adına muhalefet yaptığını sanan bu gazeteler ve yazarları, aslında siyasal birikimsizliklerini halk sağlığını tehlikeye atarak belli etmekteler. İktidara seçenek oluştur, seçenek… Tabi, hem emperyalist batının hayranı olup hem de solcu olunmaz. Olursa böylesi seçeneksiz, halk sağlığını tehlikeye atan söylemleri muhalefet sanan anlayışlar ortaya çıkar. Bu durumda ülkemizi seçeneksiz bırakır sayelerinde.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       6 Haziran 2020