CENAZE EVİNDE ESKİ DOSTLARLA


Cenaze evinde sonsuz bir üzüntü var. Evin içinde kadınlar bulunmakta. Hısım akraba, konu komşu doluşmuş içeriye. Hava soğuk dışarıda kırk santimi aşkın kar var. Evin önünde çok sayıda sandalye. Ortada yarıdan kesilmiş bir varilde odunlar yanmakta. Çevresini almış gençler, yaşlılar... Yaşlılar geldikçe gençler yer veriyor onlara.

Gençlerin neredeyse hiçbirini tanımıyorum. Bazılarını benzeterek tanımaya çalışıyorum. Erkek çocuklar ya bedenen ya da davranış olarak babalarına çekiyorlar bir biçimde. Neredeyse yanılmıyorum tahminlerimin çoğunda. Orta yaşlı ve yaşlıların çoğunu tanıyorum. Akranlarım geliyor yas evine. Köy yerinde çoğu sakalı bıyığı koy vermişler. Bu nedenle olduklarından yaşlı görünmekteler. Benden büyüklerin çoğu bastonla ya da değnekle yürümekteler.

Ateşin başında yerimi aldım. Her yanımız kar. Kar erimekte. Özellikle de ateşe yakın yerlerde erime daha çok. Eriyen karların suyu ayak diplerimize doluşuyor. Ayağımı sıcak tutmalı, ıslatmamalıyım. Ayaklarım altına kalınca bir odun koydum. Artık onun üstündeyim. Rüzgâr estikçe duman yön değiştirmekte. Seyrek de olsa duman bana geliyor. Gözlerim yaşarıyor dumanla.

Tek tük kuşlara rastlıyorum havada uçuşan. Ağaçtan ağaca konmaktalar. Her yan karla kaplı. Buna karşın kuşlar, yiyecek bir şeyler aramaktalar. Dalların arasında karatavuk görmeye çalışıyorum. Çünkü yıllardır görmedim. Saatler sonra bu isteğime ulaştım. Bu nedenle mutluyum.

Doğa sessiz… Ne kalabalıkların homurtusu ne de motor gürültüsü var. Zaman zaman doğanın sessizliğini kadınların ağlama sesleriyle erkeklerin söyleşileri bozmakta. Arada sırada Rahmetli Fatma’nın oğulları Mahmut Can ile Süleyman Can ağlamaktalar. Bu delikanlıların ağlamaları ciğerimi delip geçiyor. Ben de onlarla üzülüyorum. Amcaoğlum Halim, çok üzgün. Ateşin başına çökmüş, ne yapacağını bilmez durumda. Yıllardır bir yastığa baş koyduğu yaşam arkadaşının uçup gitmesinin şaşkınlığı içinde. Üzüntüden yerinden kalkacak gücü yok! Ayrıca takma ayağı, hareketlerini kısıtlamakta. Ne üşüdüğünü duyumsamakta ne de ısındığını. Rahatlatıcı, yatıştırıcı söyleşiler yapmaktayız. Ancak onun ilgisini çekmiyor hiçbir şey. Acısı çok derinde.

Giden gelen çok… Yıllardır görmediklerimi görmekteyim. Bu nedenle mutluyum. Özgür, arada çevreyi dolaşmaya çıkmakta. Ben yerimden fazla kalkamıyorum. Ailenin burada bulunan erkeklerinin en yaşlısı benim. Çoğu kişi “Ağabey!” diyor bana. Ben de kendi kendime “Ne zaman bu kadar yaşlandın sen, Daha dün bu avluda koşup oynuyordun?” diye sormadan edemiyorum. Gençlerin çoğu beni tanımıyor. Ancak adımı işitmişler.

Bolca çay içiyoruz ateşin başında. Çay servisini gençler yapmakta karton bardaklarla. Gelenleri karşılamak için yerimden kalkıyorum. Birden koronayı unuttuk. Özlem, salgının önüne geçti. Maskem var, varmasına da neredeyse herkesle tokalaşmaktayım. Çoğu kişiyle sarılıp kucaklaşıyoruz. Yıllardır beni görmeyen dostlar, sarılıyor boynuma. Ben de sarılıyorum onlara özlemle. Çünkü onlar benim çocukluğum, gençliğim, komşuluğum, insanlarım, özlemim, yaşamım, memleketim.

Defin saati geldi. Hep birlikte kalktık. Yollar çamur batak… Gömütlükle ev arası yürüyerek beş dakikalık yol. Bu arada Doğu Karadeniz Bölgesi’nde köy gömütlüğü olan ender köylerden biriyiz. Bölgede ölüler, genellikle evlerin bahçelerine gömülür. Böyle olunca diriler, ölülerle yaşar ömürlerinin sonuna dek. Yöredeki insanların topraklarını kolay kolay yabancılara satmaması bundandır. Çünkü toprak satıldığında ailenin geçmişi de bahçede bulunan gömütlerle satılmış olmakta. Doğu Karadenizliler bunun içindir ki karda kışta, bayramda seyranda, her fırsatta memleketlerine giderler. Giderler ki gömütlüklerini görsünler. Onlara saygı ve sevgi sunmaktır bu. Göğe açılan eller, toprakta yatan yakınlarla kurulan bir ilişkidir.  

Tabutu bir kamyonete yerleştirdiler. Cenazeyi, ıslak yolda omuzda taşımak sorun yaratabilir, bu nedenle arabaya koydular onu. Merhume, evden çıkmadan önce komşumuz olan imam dua edip helallik istedi. Böylece dinsel görevin ilk ayağı tamamlandı. Önce Camininyanı’na (Köyümüzün merkezine verilen ad) vardık. Köy camisinin yanındaki musalla taşına tabut kondu. Bu sırada üzüntü daha da arttı. Eve gelemeyenlerin hepsi cenazeyi burada beklemekteydiler. Eve gelenlerin ve camide bekleyenlerin çoğu çevre köylerden. Çevre köylerden gelenlerin de birçoğu eski arkadaşlarım, dostlarım, tanıdıklarım.

Cenaze namazı kılındı. Gerekli dualar yapıldı. Gelinimizin bir ezanla namaz arasındaki ömrü bu namazla bitmiş oluyordu. Ezan, doğduğunda adının konması sırasında kulağına okunmuştu. Şimdi de o ezanın namazını kılmıştık. Ağır adımlarla tabut, bitişikteki gömütlüğe götürüldü. Önce babamın, dedemin, ninemin, amcalarımın, yaşını almadan bu dünyadan göçmüş minik kız kardeşim Sevil’in, amca çocuklarımın yattığı aile gömütlüğünün başında durdum. Ellerim havada. Dudaklarım titreye titreye okudum dualarımı. Yüreğim kızgın odlara düştü sanki. Kısacık sürede bir ömre sığan yaşamlar, anılar bir film şeridi gibi geçti gözümün önünden. O an, nasıl bir özlemle yanıp tutuştuğumu anladım. Durgunlaştım, üzüldüm.

Fatma’nın gömütü bir sıra yukarda kazılmış. Çünkü aşağıda yer yok! Yeni kazılan gömütün yanı yöresi boş. Mahmut ve Süleyman kazılan çukurun içine girdiler. Annelerini kendi elleriyle toprağa indirdiler. İlk bakışta çok acı da gelse bu durum, aslında acıya dayanmanın bir uygulamasıdır bu. Doğal olan ölüm olayını kabulleniştir. Anneye yapılan son görevdir bu. Dokuz tahta da yerleştirildi ölünün üzerine. Toprak yavaş yavaş atılmaya başlandı. Ne olur olmaz incinir diye ölü, kürekler özenle işlemekte. Bu sırada imam dua okumakta sürekli. Kadınıyla erkeğiyle çocuğuyla herkesin elleri havada. Herkes bildiği duaları mırıldanmakta. Kimse soğuğa aldırmıyor. Namaza geç kalanlar, gömütün başına geliyor. Orada son görevlerini yapmaya çalışıyorlar.

Ölü, gömüldü. Dualar bir süre sürdü. Sonrasında insanlar dağılmaya başladı yeniden başsağlığı dileyip vedalaşarak. Bu arada saat 16.00’yı geçmekte. Sabahtan beri doğru düzgün bir şey yememişiz. Bir kısım dostla ayaküstü söyleştik bir süre. Sonrasında gömütün yanına akrabam Hamza Hacıömeroğlu geldi. “Ağabey yemek hazırladık, buyurun yiyelim.” dedi. İl dışından gelen akrabalarımızı topladı, evine götürdü. Biz de gittik. Ağabeyi Aydın da yanında. Kuzinenin yanına kurulan sofraya oturduk. Karnımızı doyurduk. Tam çayımı içerken arkadaşım Osman Nuri Saral aradı. Köye gelmiş beni bekliyormuş merkezde. Zaten konuk olduğumuz ev, oraya çok yakın. Özgür’le izin isteyip kalktık. Osman ve onun arkadaşı Ahmet’le Halim’in evine gittik. Dostluk böyle günlerde belli oluyor. Osman da lise yıllarından beri can arkadaşım.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       31 Mart 2022

 

 

HAVAALANINDAN GÜLDEREN’E

 

Gülderen, doğup büyüdüğüm köy. Şimdilerde mahalle olmuş. Kırsal kesimde tarımla geçinen bir yerin köy olmaktan çıkarılması ilginç. Bir yere “Kent!” deyince kent olmuyor. Ne üretim ilişkileri ne de yaşam biçimi değişiyor. Anlaşılacağı üzere eski tas, eski hamam…

Havaalanından ayrılan otobüsümüz, doğuya doğru ağır ağır yol almakta. Artvin’e dek gidecek. Yol boyunca il ve ilçelerde inecek yolcuları taşımakta. Yolculardan bazıları cep telefonlarıyla sahil yolu boyunca çekim yapıp yakınlarına geçtikleri yerleri canlı anında anlatmaktalar görüntülerle. Bir başka deyişle yakınlarını da yolculuklarına, gördükleri güzelliklere ortak etmekteler. Bu sırada sesini işittirmek için biraz fazla bağıranlar da var.

Ben, dalmışım denizin maviliğine. Çoğu zaman sesleri işitmiyorum bile. Çarpık yapılaşma, Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi Trabzon’un da sorunu. Ne yazık ki yörelere, doğaya uygun bir mimari oluşturamamışız. Neredeyse ülkemizin her yöresinde, kentinde, kasabasında, hatta köyünde benzer yapıları görmekteyiz. Bu da göz zevkimizi olağanüstü bozmakta. Ayrıca doğaya uygun yapılaşmamak, insanların doğal afetlerden korunmasını zorlaştırmakta. En kötüsü de bu tür yapılaşma en büyük zararı, doğaya vermekte.

Yomra sahili boyunca uzanan palmiye ağaçlarını görünce içim sızladı. Çok yağışlı, az güneşli bir iklimi olan bir yere sıcak ve yağışsız bir iklimin ağaçlarını dikmek nasıl bir kafa? Zaten ağaçlar, keyifsiz. Doğru düzgün dal budak salamamışlar. Sayrılanmışlar gibi durmaktalar. Bölge, bin bir türde ağacın anayurdu. Böyle bir yerde dışalımla getirilen ağaçlar, ülke bütçesine de zarar vermekte. Böyle bir anlayış, savurganlığa yol açmakta. Kentlerimizin simgesi olan doğu çınarı varken palmiye dikmek niye?

Otobüsümüz Arsin’i geçti Falkoz’a yaklaştı. Tam da bu sırada Trabzon’da oturan arkadaşım Osman Nuri Saral aradı. Osman, sabah uykusunu sever. Bu nedenle bir gün önceki telefon konuşmamızda bizi havaalanından almayı önerdi. Ben kabul etmedim. “Biz, çok erken ineceğiz. Senin sabah uykuna kıyamam. Gelme, sonra görüşürüz.” dedim. O, havaalanında olduğumuzu düşünerek bizi almak için haber veriyor. Yolda olduğumuzu söyledim. “Bak, tam Falkoz camisinin önünden geçiyoruz.” deyince neşelendi.

Falkoz camisi, Trabzon-Rize karayolunun üzerinde. Biz, lisede okurken yapımına başlanmıştı. Bu yapım işi yıllarca sürdü. Trabzon-Rize arasında işleyen midibüsler, yolcu indirip bindirmek için önünde durduğunda birisi elinde kumbaraya benzer bir küçük sandıkla aracın içine dalıp “Falkoz camisine yardım!” diyerek para toplardı. Bu para toplama işi de insanların ilgisini çekti yıllarca. Paralar her gün toplanıyor, ancak yapı bir türlü bitmiyordu. Bu konu, bölgede bir esprinin doğmasına neden oldu. Anlaşılacağı üzere Osman’ın gülmesinin nedeni bu. Şu anda caminin yapımı bitmiş durumda. Buna da memnun olduk. Artık “Falkoz camisine yardım.” diyerek yardım toplama işi yok!

Yolda giderken Özgür: “Ağabey, hemen köye çıkmayalım. Oturup birer çorba içelim Of’ta.” önerisini getirdi. Kabul ettim. Çamburnu’ndan geçerken Karadeniz insanının tansığına tanık olduk. Belki yüzyıllardır süren bir gemi yapımı var burada. Dededen toruna, ustadan çırağa uzayan bir tarihsel ustalık. Teknolojinin gelişmediği dönemde Karadeniz’in azgın dalgalarına karşı duran, meydan okuyan tekneleri yapan bir yerden geçmekteyiz. Sarıçamın deniz kıyısında doğal ortamda yetiştiği ender yerlerden biri burası. Her geçişimde içim coşar, sevinirim.

Of’a gelince otobüsten indik. Tam Özgür’ün isteğini yerine getirecekken Amcamın torunlarından Umutcan aradı. Meğer bizi bekliyormuş. Anında önümüzde durdu arabasıyla. Babaannesi (Benim de yengem) arabada. Biz de bindik. Arkada koltuğun üstünde taze Trabzon simitleri var bir torbada. Birini bölüşüp yedik Özgür’le. Yarım simit Özgür’ü kesmemiş olacak ki bir bütün daha yedi. “Aslında yiyeceğim yoktu; ama memleketimin simidi, yemesem ayıp olur.” diyerek kendine gerekçe de yarattı.

Yola koyulduk. Köyümüz yolları eskiye göre düzgün. Her yan kar. Sahilde kar yok! Biraz içeriye girince kar deryası başlıyor. Ne toprak görünüyor ne de yeşillik. Yolların karı kürenmiş. Söyleşerek gitmekteyiz. Eskiye göre yol, bana daha kısa geldi. Köyler, vadiler, tepeler geçip köyümüze vardık. Evin önünde durduk. Benim doğup büyüdüğüm dede eviyle Halim’in yeni yaptırdığı ev yan yana sayılır. Evden ağlama sesleri gelmekte. Çocukluğumdan beri ağlamaya dayanamam. Ağlayan birilerini işitsem benim de ağlayasım gelir. Bu nedenle çevremde sulu göz olarak bilinirim. Ben şimdi bu feryatlara nasıl dayanacağım? Yüreğim, ne denli sağlam durabilir böylesi bir ağlayışlara karşı?

Evin bahçesine girince gözüme ilk çarpan şey, koşup oynadığım avlunun tarumarlığı. Meyve ağaçlarıyla dolu, çim kaplı avlu arabaların durması için değişikliğe uğrayınca meyveler de çimler de unutulmuş. Bir zevksizlik alıp götürmüş her şeyi.

İçime en çok oturan ise dedemin diktiği ve birkaç kuşağın yazın gölgesinde serinlediği, çocukken koca dalına ip asıp salıncak kurduğumuz, meyvesini altındaki tertemiz çimenlere silktiğimiz dut ağacını görememek oldu. Bir yakınımı yitirmiş gibi oldum. Sanki aile tarihimle arama birisi bir balta vurmuş gibi yüreğim burkuldu, acıdı, paramparça oldu. Anılarım, uçuştu havalarda. Çocuk sesiyle çınlayan o avlu, bir daha eski durumuna hiç gelmeyecek. Zaten o avluyu çınlatacak çocuk da yok şimdi. Dallara salıncak kuran mutlu, şen çocuklara ne oldu?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       30 Mart 2022

 

 

İSTANBUL’DAN TRABZON’A UÇAK YOLCULUĞU


22 Mart gece… Sabahın olmasına çok var. Dörde çeyrek kala uyandım. Önce kahvaltı hazırladım kendime. İvedilikle kahvaltımı yaptım. Sakal tıraşı olup duş aldım. Giyindim. Tam çıkacağım sırada eşim kalkıp beni yolcu etti. Hızlı adımlarla sahile yürüdüm. Hava soğuk. Ayaz, keskin bir bıçak gibi… Biraz bekledim. Ayaza karşı korunmak için sürekli kısa yürüyüşler yapmaktayım. Çift biletle binilip Sabiha Gökçen Havaalanına giden otobüs geldi. Kendimi attım otobüsün içine. İlk durak burası. Benden başka bir hanımefendi var sarınıp sarmalanmış soğuğa karşı.

Otobüse bindim binmesine de İstanbul kartım yok yanımda. Sanırım evde unuttum iverken. Sürücü yol gösterdi bana! “Yolculardan birinden kartını al ve bas.” dedi. Zaten bir yolcu var. İstedim kartını, verdi. Bastık kartı. Ödememi yaptım hanımefendiye, sağolsun. Sürücüyle sabah sabah gereksiz bir tartışmadan kurtardı beni. Emekli öğretmenmiş Ayşe Karayel Hanım. Söyleştik biraz. Telefon numaramı aldı, kendi telefonunu yazdırdı. Ne güzel! Unuttuğum kart yüzünden bir dost kazandım.

Havaalanına gittik. Öğretmen Hanım’ın yüklüklerini taşımak için yardım ettim. Vedalaştık. Ben, hemen sıraya girip güvenlik kontrolünden geçtim. Her yan tıklım tıklım insan kaynamakta. Çoğu kişi uykulu gözlerle sırada. Küçük bir çantam var. Bu nedenle rahatım.

Daha önce uçak kaçırmıştım. Binememiştim ve çok üzülmüştüm. Bu nedenle ivecenlik göstermekteyim. Kardeşim Özgür, havaalanına girdi. Beni aradı. Onu bile beklemedim. İşlerimi halledip koştum uçağa. Uçağa neredeyse ilk binen benim. Özgür son anda gelip yanıma oturdu. Takılıyor bana. O demeden ben diyorum: “Bir daha uçak kaçırmam. İkide bir yüzüme vurma!” Kaçırdığım uçağa o binmiş, tek başına gitmişti o zaman.

İvedilikten oturmam gereken yeri bile belirleyemedim. Uçakta cam kıyısında oturup dışarıyı izlemek isterim. Cam kıyısında otuz yaşlarında biri var. Sabahın körü… Genç adama, uyuyup uyumayacağını sordum tüm inceliğim ve güler yüzlülüğümle. “Uyuyacaksanız, yer değişelim.” dedim. Uyumayacağını söyledi. Ne yazık ki bir saat kırk beş dakika süren yolculuğun bir saatten fazlasını uyudu genç arkadaş.

Olsun… İnat ettim, dışarıyı izleyeceğim. Sabaha yoldaşlık edeceğim. Elimdeki kitabı çantama koydum. Gözüm camda. Saat 07.05’te uçağımız havalandı. Kalkışla gökyüzüne ve altımızdaki kente, doğaya, gözümü diktim. Hava bulutlu. Kalkar kalkmaz bir duman kütlesinin içindeyiz. Dumanlar, rüzgârla dağılıp toparlanmakta. Bir kısmı doğuya doğru gitmekte. Sanırım aynı yöne giden uçağımıza eşlik edip bizi yolculamak istemekteler. Nemden oluşmuş dumanla yükseldik, bulut denizinin içine girdik. Altımız apak bulut denizi, üstümüz masmavi gökyüzü. Güneş parlak ışıklarını bulutlarının üstüne üstüne yaymakta. Güneş yükseldikçe bulutların apak parlaklığı artmakta. Bulutlar, deniz gibi dalgalı. Apak, top top, küme küme, sonu gelmez yükseltiler var. Arada pamuktan minik vadiler. Bazı vadilerde belli belirsiz gölgeler. Gölgelerin oluştuğu küçük vadiler, açık duman rengi. Kendimi başka bir dünyada sanıyorum. Dalmışım apak yere, masmavi göğe. Sanki dünya iki renkten ve bunların farklı tonlarından oluşmuş. Burada başka bir renge yer yok!

Uçağımız Samsun’u geçtikten sonra karadan deniz üzerine geçti. Pilotumuz duyurusunda uçağın Trabzon’a iniş için alçalacağını söyledi. Kıyılar görünmeye başladı. Karadeniz, lacivert bir çarşaf. Arada yırtıklar var. Bunlar dalgalar olmalı. Kıyı kesimi yeşil. Birazcık içeriye doğru baktığınızda karla kaplanmış bir toprak. Yükseltiler arttıkça kar çoğalıyor. Tepeler aka kesmiş. Aklık, bir temizliğin de göstergesi. Sağ yanımızda apak tepeler, yeşil kıyılar, lacivert deniz uzanmakta. Sol yanımızı çok iyi göremiyorum, ama orada seyrek bulutlar ve arada göz kırpan güneş. Güneş çoğu zaman benim oturduğum yana geçmekte. Sanki oyun oynamakta. Saklambaç ustası. Kıyıda yerleşim yerleri tespih taneleri gibi dizilmiş irili ufaklı. Her yerde insanın izi, emeği, gönlü var.

Uçağımız epey alçaldı. Aşağıdaki yerleşim yerleri daha belirgin görünmekte. Kar kütlelerinin kapladığı yükseltiler, bize eşlik etmekte sıra sıra, boy boy, gururla. Akyazı Stadyumu göründü utkulara susamış biçimde. Ardından Avni Aker’in bomboş görünen arsası, bir tarihi içine gömmüş, sessiz, dokunsan ağlayacak. Kentin üstünden yol alırken anılarım kanatlanıp uçmakta gökyüzüne doğru.

Uçağımız havaalanına iyice yaklaştı. Alçaldı. Yolcular tetikte. Tekerlekler yere değdi. Çoğu kişi: “Oh şükür…” diyor. Bazıları başladıkları duaları bitiriyor hızla. Ben izlemekteyim havaalanı boyunca uzanan denizi, Karadeniz’i. Pistin sonunda uçak durdu. Herkeste bir ivcenlik. Bagajım yok. Yalnızca kabanım ve küçük çantam var.

Özgür’le yerimizden kalkıp çıktık uçaktan. Yürüdük havaalanının dışına. Bekleyen otobüse bindik. Trabzon’uma kavuştum. Şimdi Of’uma kavuşmak için yola çıkacağız. Her metresinde anılarım olan bir yoldan gideceğiz. Kimi zaman üzülüp kimi zaman da mutlanacağım anılarımla.

Otobüs sürücüsü arabayı çalıştırıp yavaşça gaza bastı. Yola çıktık. Cam kıyısında, deniz tarafında oturmaktayım. Türlü imgelemlerle koşuyorum Of’uma.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       29 Mart 2022


GECE YARISI GELEN ACI HABER


20 Mart günü mutluydum. Çünkü kış sona erecek, bahar başlayacaktı bir gün sonra. Gün boyu kitap okudum. Akşam eşim ve oğlumla söyleştik biraz. Eşim dizi izlemek için çekildi bir odaya, oğlum da tabletinde oyun oynamak için bir köşeye büzüştü. Ben, yine kitaplarımla baş başa kaldım.

20 Mart, 21 Mart’a devrilirken yataklarımızdaydık uyumak için. Bir saat kadar uyuduktan sonra uyandım. Sonrasında ne yaptıysam uyuyamadım. İçimde bir sıkıntı. Eşim fark etti uyuyamadığımı. Onun söyledikleri işe yaramadı. Kalkıp salona geçtim televizyon izleyeyim diye. Tat vermedi yinelenen izlenceler. Ayrıca gece ayaz, üşüdüm. Yeniden yatağıma girdim. Sağa sola dönmekteyim sürekli. Yastık değiştirdim, çaresi yok! Pijamalarımı çıkarıp yenilerine giydim, olmadı. Uykum gelmiyor, gelmiyor, gelmiyor. Kendi kendime “Hayırdır inşallah!” dedim. Mırıldanmam biraz sesli oldu ki eşim: “Hayır, Hayır! Hadi uyu!” dedi. Uykum kaçıp gitti bedenimden. Ortalıklarda yok!

21 Mart… Sabahın üç buçuğu… Telefonum çaldı. Ekrana baktım, amcaoğlum Halim arıyor. “Hayırdır!” dedim. İçim titredi birden. Bir kara haber var demek ki. Yoksa bu saatte niye arasın beni. İkinci çalışta açtım telefonu eşim de kulak kesildi. Halim, bağırarak ağlamakta. Ağlayan sesiyle “Adalet Ağabey, Fatma’yı kaybettik!” dedi. Başsağlığı dileyip onu sakinleştirmeye çalıştıysam da olmadı. Yarası taze ve sıcak… Halim’in gözyaşlarıyla ıslanan telefonumu kapattım. Elimden bırakamadım onu bir süre.

Yaşamdan kopup ayrılan dört çocuğunun annesiydi. Çaresizdi Halim. Çok üzgündü. Kırk yılı aşkın bir süredir evliydiler. Evlendiklerinde ikisi de küçük sayılırlardı. Küçük yaşta, ağır sorumlulukların altına girdiler. Yaşamın zorluklarının altından kimi zaman ezilerek kimi zaman da başararak kalktılar. Yaşam savaşımını kazanmak için omuz omuza bir yaşam sürdüler. Birlikte büyüyüp olgunlaştılar diyebilirim. Çocuklarını büyüttüler. Kimileri evlenip çocuk sahibi oldu. Tabi genç yaşta Halim’le Fatma da torunlarını dizlerine oturttular.

Halim, bu haberle bana bir görev de vermiş oldu. Bu kara haberden sonra uyumak çok zordu. Kalktım sıcak yatağımdan, attım kendimi soğuk salona. Ölüm söz konusu olduğunda nedense hep geçmişi düşünürüm. Ölen kişiyle geçen zamanlarımızı. Acı, tatlı günler geçer gözümün önünden. Bu düşünüşte bir pişmanlık da vardır. “Neden zamanında ölen yakınlarıma daha çok zaman ayıramadım. Şu anda acı çeken akrabalarımın yanında niye daha çok bulunamadım.” diyerek hayıflanırım.

Neyse zor da olsa sabahı ettim. Ölüm haberini sosyal medyada paylaştım eş dost, hısım akraba duysun diye. Arkasından yakın akrabalarıma haber verdim acı olayı. Bir acı haberi duyurmaktan daha zor bir şey var mı bilmiyorum. Bu zorluğu yaşamak bana düştü. Daha önce de defalarca acı haberleri duyurmak zorunda kalmıştım.

Fatma, amcamlarla ortak kullandığımız evimize gelin geldiğinde on dört, Halim de on beş yaşındaydı. Yıl 1978’di. Her ikisinin çocukluklarına, olgunluklarına, dede ve anneanne olmalarına tanık oldum. Çocukları amca dediler bana. Ben, onları yeğenim bildim.

Seyrek de olsa telefonda görüşürdük. Telefonda olsun yüz yüze olsun görüşmelerimizde gözlerinin içi gülerek “Adalet abiii!” deyişi kulaklarımda çınlamakta. “Abi” derken “i”leri uzatması bir yakınlık göstergesiydi. Çok küçük yaşta babasını yitirmişti. Yetim büyümenin acısı hep sezilirdi yüzünde. Şimdi çok sevdiği belki de yüzünü, sesini anımsamadığı babasına kavuştu.

Eşim, gidiş-dönüş uçak biletimi aldı internet üzerinden. Uçağımız erken kalkacak. Ölümler olmasa gurbetten sılaya dönemeyeceğiz. Gurbette yaşayanlar ikili bir yaşamın girdabındadır. Bir yanda sıla, bir yanda gurbet… Her ikisi de insanı bağlar kendine. İkisi de vazgeçilmezdir bizim için. Bizi, sılaya bağlayan nedense yaşadığımız acı olaylar. Son yıllarda gidişlerim hep cenazeler yüzünden olmakta. Her cenazede bir dalımın kuruduğunu, bir kökümün koptuğunu duyumsamaktayım. Çocukluğumun ve gençliğimin tatlı, coşkulu, mutlu anlarını yaşadığım ata topraklarına acılar yüzünden dönmek ise başka bir acı vermekte. Yüreğim her defasında kavrulmakta.

Karadeniz Bölgesi’nin güzel sesi, Türkücü İbrahim Can (Aynı zamanda iyi bir derlemeci ve besteci) aradı. Buluşup söyleşmek istediğiniz söyledi. Bostancı’da oturduğumuz apartmanın altındaki yeiçte buluştuk. Az sonra Bülent Baş katıldı bize. Bülent, iyi bir yapımcı, belgeselcidir. Derin bilgisi, ondan yararlanmayı gerektirir.  Tarih, müzik, kültür ağırlıklı bir söyleşimiz oldu demli çayların eşliğinde. Bir süre sonra Bülent, izin alıp gitti Kadıköy’e. Önceden arkadaşlarıyla buluşum ayarlamışlar. Biz İbrahim’le sürdürdük söyleşimizi. Eski dostlarla söyleşi bir başka oluyor. Tadı damağımızda kalan bir görüşme oldu bu. Onunla bir kitapçı dükkânına gittik. Epey kitap aldı. Bu yazı geçirir bu kitaplarla. Sonrasında vedalaştık.

Ben, yürüyüş yaptım bir süre. Günün olağan işleri içinde akşam oldu. Yarın, 22 Mart sabahı kocaman bir kuşun kanadına konup sılama uçacağım. Köyümü göreceğim için mutluyum. Ancak genç birini toprağa vereceğimiz içinse acı içindeyim.

                                                       Adil Adalet Hacıömeroğlu

                                                       28 Mart 2022

 

ÇAYKOVSKİ’NİN TÜRKİYE HAYRANLIĞI


Rusya’nın Ukrayna’daki Nazilere, ABD işbirlikçilerine karşı düzenlediği özel operasyon sürmekte. NATO ve ABD güdümündeki AB var güçleriyle Ukrayna’nın başındaki Zelenski ve yandaşlarına destek vermekte. Rusya’ya karşı ekonomik yaptırımlar art arda gelmekte.

ABD önderliğindeki ülkelerin Rusya’ya karşı ekonomik, siyasal, askersel alanlardaki yaptırımları her geçen gün artarken sanat alanındaki yaptırımları ise dünyanın birçok yerinde şaşkınlık yarattı. Dünyaca ünlü Rus yazarlar, ressamlar, besteciler, müzisyenler ve birçok sanat dalında kendini kabul ettirmiş kişilere karşı ABD ve AB’de süren yaptırımlar ibretle izlenmekte. Bu sanatçılar arasında ikisi var ki insanlardaki şaşkınlığı artırmakta: ünlü Rus yazar Dostoyevski ile büyük besteci Çaykovski…

ABD ve AB’de Rus sanatçılara uygulanan yasaklamalar, Hitler dönemini anımsattı birçok kişiye. Demek ki Hitler ve Nazizm birçok ülkede yaşamakta. Yer ve zamanı uygun olduğunda ortaya çıkmakta, yani hortlamakta.

Elimde birkaç ay önce okuduğum bir kitap var. Yazarı Emre Aracı… Kitabın adı Çaykovski İstanbul’da… Ünlü besteci deniz yoluyla Avrupa gezisi yaparken 1886 ve 1889’da iki kez İstanbul’a uğruyor. Gemi, Boğaz’da demirlerken Çaykovski, kendini bu tarihsel kentin sokaklarına atıyor. Birçok tarihsel yeri geziyor. Bunlar arasında Beyoğlu, Galata Köprüsü, Ayasofya, Yerebatan Sarayı bulunmakta. Galata Köprüsünde denize bakan bir kahveye oturup mehtabı izliyor. Kim bilir bu mehtap keyfi, ünlü besteciye ne denli esin kaynağı olmuştur acaba?

Çaykovski, Paris’e gitmek için 11 Mayıs 1886’da Tiflis’ten trenle Batum’a hareket ediyor. Gece 23.00’te Batum’a varıyor. Yol boyunca günlüğüne notlar alıyor gördüğü yerlerle ilgili.

Çaykovski ve Alyoşa (Asıl adı Aleksey Sofronov olan uşağı), Avrupa gezisine çıkmak için Batum’dan gemiyle hareket ettiler 12 Mayıs akşamı. Deniz yolculuğu sırasında günlük tutmanın yanı sıra yakınlarına izlenimlerini, yaşadıklarını da anlatan mektuplar yazmakta besteci. Bu arada gemide bulunan bazı yolcularla da dostluklar geliştirmekte.

Ülkemizde uğradığı ilk liman Trabzon. Çaykovski’nin deyimiyle “muhteşem bir sabah güneşiyle” kente vardılar. Çok güzel gördüğü Trabzon’u “rüya diyarı” olarak tanımlamakta mektubunda. Kentin sokaklarını dolaştı bir süre. Kent insanının çekiciliği ona Şark masallarını anımsatmış.

Günlüğüne, Trabzon’la ilgili şunları yazmış ünlü besteci:

“Trabzon’a yaklaşıyoruz. Çok güzel. Türk konsolos, insanlar balık tutuyorlar. Tiflis’ten gelen neşeli Fransız’a, konsolos oldukça serzenişte bulundu. Doyurucu bir yemekten sonra (kaptanın gayretlerine rağmen İtalyan rahibe ve arkadaşı hiç ağızlarını açmadıkları için masamız oldukça sıkıcı, konuşma çok zayıf) Alyoşa ile birlikte kayıkla şehre çıktık. Yakışıklı kürekçi aynı zamanda rehberliğimizi yaptı. Şehirde turistik gezinti. Şehrin ve sokaklarının -ama bilhassa yaşayanlarının- çekiciliği. Nedense bütün bunlar bana Şark’ın masallarını hatırlatıyor. Hotel Europe. Beni tanıyan bazı Ruslar table d’hote’tan sonra odama geldiler. At sırtında Rum manastırına ziyaret. Geri dönüş. Kahve ve nargile. Rusça konuşan çekici bir yerli. Vapura dönüş. (Çaykovski İstanbul’da, Emre Aracı, sf. 38-40, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 4. Basım)”

Çaykovski’nin günlüğünde “Rum Manastırı” diye sözünü ettiği yer, Trabzon’un Maçka ilçesindeki “Sümela Manastırı”dır. Ünlü besteci buraya at sırtında gidiyor.

Yolculuk, Giresun ve Samsun limanlarına uğrayarak sürer. Buralarda kısa molalar verilir. Ama yine de besteci, günlüğünde ve mektuplarında yer verir bu kentlerimize. İkizi Modest’e yazdığı mektupta Samsun için “Gün batımını görebilmiş olsaydın herhalde zevkten çıldırırdın. (Aynı yapıt, sf. 42)” tümcesini kurmakta.

İstanbul’a yaklaştıkça heyecanı artar. Güvertede yürüyüş yapıp kitap okur. Beste yapmayı da ihmal etmez. Kıyıların ve denizin güzelliği, onu büyülemişti. Güzelliğe daldıkça sorunlarından uzaklaşmaktaydı.

Tarih 16 Mayıs 1886 Pazar gününü gösterdiğinde Armenie vapuru, İstanbul Boğazı açıklarına yaklaşmaktaydı. Çaykovski anı defterine: “… Öğlen yemeğinden sonra neredeyse hiç durmadan elimde dürbünle Boğaziçi’ni göreceğim umuduyla baktım durdum. (Aynı yapıt, sf. 44)” sözlerini yazmıştı. Bu tümceden Çaykovski’nin İstanbul’u görmek için ne denli sabırsızlandığını anlamaktayız.

Çaykovski: “Öğle saatlerinde harika bir havada Boğaziçi’ne vardık.  Harikulade bir güzellikte ve ilerledikçe daha da güzelleşiyor. (Aynı yapıt, sf. 45)” diyerek anlatıyor Boğaz’dan geçişini. Bu sırada Abazyalı bir Gürcü, ona Boğaz’ın her iki yakasındaki yapıları ve yerleri tanıtıyordu.

Öğleden sonra üç sıralarında Galata limanına vardılar. Kaptan burada 24 saat kalacaklarını söyledi. Burada sözü Çaykovski’ye verelim:

“Bizi Karşılamaya kayıklarla geldiler; aralarında o şirin İtalyan ailenin ahbapları da vardı. Gözyaşları. Şehrin yerlileri gemiyi terk ederken epey coşkulu gürültü. Saat dört sularında biz de indik. Biz derken ben, Alyoşa, Tiflis’ten gelen Fransız ve şişko Saşa, Venedik’e okumaya giden Ermeni. Galata. Bir Türk memur bize çok yardımcı oldu. At arabası. Hotel Luxembourg. Hiç oda yok. (Aynı yapıt, sf. 48)” Görüldüğü gibi İstanbul’la ilgili ilk izlenimleri olumlu bestecinin. Ancak tüm çabalara karşın kalacak otel bulamıyor. Oteller dolu. Pansiyona benzer bir evin bir odasında gecelerler. İstanbul’daki tek gecelerini “böcek kaynayan bu küçük pis oda”da geçirmek zorunda kalırlar. Buna karşı yanındakilerle İstanbul’u gezmeyi sürdürdü.

Çaykovski, gece Tepebaşı’nda bir senfoni orkestrası konserini dinledi. Biletini alıp izleyicilerle birlikte. Ancak onun ünlü bir besteci olduğunu kimse bilmiyor. Yirmi dört saatlik süre dolunca gemiye dönüyorlar ve yolculukları Avrupa’ya doğru sürüyor. 1889’da bu kez Avrupa’dan Batum’a giderken İstanbul’a uğruyor.

İstanbul, Çaykovski gibi birçok Rus sanatçısını büyüledi. Burada birkaçından söz edelim.

Rus edebiyatının köşe taşlarından sayılan Puşkin’in dedesi Arap İbrahim’in İstanbullu olduğunu biliriz. Daha sonra Rusya’ya yerleşir Arap İbrahim.

Tolstoy’un dedesi Pyotr Tolstoy’un Rusya’nın İstanbul’daki ilk daimi büyükelçisi (1701-1714) olduğunu yazın meraklılarından bilmeyen yoktur sanırım. Tolstoy’un Türkçe öğrenme isteği bilinmekte. Yaşamı boyunca Türklere hep ilgi duydu. Ünlü yazarın torunu Vladimir Tolstoy, Putin’in kültür danışmanlığını yapmakta.

Rus yazarlardan Maksim Gorki’nin de İstanbul’a geldiğini ve bu tarihsel kente hayran olduğunu belirtelim.

Neyse sözü fazla uzatmayalım. Sanat evrenseldir denmekte. Bugün dünyaya mal olmuş nice sanatçılar ve bilimadamları var. Bu kişiler, tüm insanlığa ışık tutmaktalar etnik köken ve dinsel inanç farkı gözetmeksizin. Sanatçıya yasak, kültüre yasaktır. Bu da kültürsüzleştirmeyi getirir. İşte, Avrupa’da Hitleri hortlatarak kültürsüzleşmenin yolu açılır. Avrupa engizisyondan çok çekti. Yeniden Ortaçağ’ın engizisyonunu yaşamak ABD’ye de Avrupa’ya da tüm insanlığa da zarar verir.

Rus sanatçıları kendini bilmez bazı siyasetçiler yasaklasa da dünya insanlığının yüreğinde onların yapıtları hep yaşar. Dünya ulusları emperyalizmin boyunduruğuna nasıl karşı koyuyorsa onun insanlığı kültürsüzleştirmesine de karşı koyacaktır.

Not: 28 Mart 2022 tarihli Aydınlık gazetesinde yayımlanmıştır.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       16 Mart 2022

 

 

 


ÇİFTÇİNİN ÜRETİM ARACI ELİNDEN ALINIR MI?


1936 yılının sonbaharıydı. Eylülün son günleri. Atatürk, Nuri Conker’in ustalığıyla Florya Köşkünden çevre gezisi için çıkarılır. Nöbetçiler, durumu fark etmiştir, ama iş işten geçmiştir. Bindikleri otomobil Çekmece’ye doğru gitmekte. İki arkadaş, ılık sonbaharın tadını çıkarmaktalar. Atatürk’ün gözleri birden akşam güneşi altında çift süren yaşlı bir köylüye takılır. Sabanın bir yanında öküz, diğer yanında eşek olduğundan bir dengesizlik oluşmuştu. Bu nedenle saban yalpalıyor, yaşlı adam zorlanıyordu tarlayı sürerken.

Atatürk, yaşlı çiftçiyi görünce neşesi yitti, birden arabanın durmasını istedi. İnip tarlaya doğru yürümeye başladılar. Bu arada Atatürk, sigara tabakasından bir sigara alıp köylüye seslendi:

—Kolay gelsin Ağa!

Köylü başını çevirmeden yanıtladı onu:

—Eyvallah, eyvallah…

—Ateşin var mı, ateşin?

Çiftçi, Atatürk’e dönünce o, elindeki yanmamış sigarayı gösteriyordu.

—Tiryakisin bey galiba? Tiryaki, tiryakinin halinden anlamalı.

—Eh, kibriti unutmuşuz da…

Atatürk, bir sigara da köylüye uzattı. Sigaraları yaktılar.

—İşler nasıl Ağa? Bu yıl üründen yüzünüz güldü mü?

Köylü isteksiz isteksiz konuşarak yanıtladı onu.

—Tanrı’nın gücüne gitmesin ama Bey, bu yıl yufkaydı ürün. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarıda(Gökyüzünü göstererek). Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi, böyle işte…

—Bakıyorum sabanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?

—Var olmasına var ya, hıdırellezde vergi memurları sattılar.

—Hiç vergi memuru köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey! Muhtara şikâyet etseydin…

Köylü güldü:

—Muhtar, başında deel miydi memurun a Bey?

—Sen de Kaymakam’a gitseydin!

—Sen de benle gönül mü eyleyon beyim, Kaymakam’ın habarı olmadan bizim buralarda kuş bile uçmaz. Geçti o eski devirler. Şimcik Atatürk’ümüz var başımızda.

—E peki, İstanbul şuracıkta… Gideydin Vali’ye anlataydın derdini… Onun işi bu değil mi?

Köylü, Atatürk’ü biraz da saf sanarak sözünü gülerek sürdürdü.

—Bırak şu sağarı allasen, biz onun buralardan çok gelip geçtiğini gördük. Yakasına yapışsak, acep derdimizi duyurabilir miyiz?

—Adın ne senin Ağa?

—Halil… Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler…

—Demek varlıklısınız? Ağa dediklerine göre…

—Acık çiftimiz çubuğumuz varken adımız Ağa’ya çıkmış. Halil Ağa aşağı, Halil Ağa yukarı; derken bizim çift çubuk gitti, ama ağalık kalmasın mı? Hala bizim delikanlılar “Halil Ağa” deyip peşimden seyirtip dururlar.

—Peki, Halil Ağa bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun. Hadi, kaymakam şöyle, vali böyle diyelim; e peki bir Başvekil İsmet Paşa var bilir misin?

—Bilmez olunur mu beyim!

—Öyleyse tamam, hemen her hafta İstanbul’a geliyor, Florya köşküne iniyor. Köşk de şuracıkta… Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Herhalde çaresini bulurdu.

—Sen, benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun galim. Ama bak şinci, tutalım gidip vardım; beni o kapıya komazlar ya… Tutalım kodular, koskoca İsmet Paşa’yı göstermezler ya! Tut ki gösterdiler, ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı, hiç işitmez canım.

—E peki, bu dediğime ne bulacaksın? Demin Atatürk’ümüz var başımızda dedin ya… O da koca yaz şuracıkta oturup duruyor. Gitseydin, çıksaydın önüne; anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya…

—Sen ne diyon Bey? Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için peygamber gücü gerek. Demin dedik ya tut ki gördük, yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzümüzün arkasından mı seyirtecek? Sen gönlünü rahat tut Bey, bizim kocaoğlan, işimizi görür de öteye geçer bile. Tasa etme!

—Senden hoşlandım Halil Ağa. Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma, ara!”

—Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. Devlet borcudur ödenecek. Ekime geç davranmışın, gök rahmetini esirgemiş, dinler mi devlet baba? Helal olsun!

Atatürk, öğreneceğini öğrendi. Vedalaşıp ayrıldılar. Nuri Conker’e:

“Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin.” dedi. Atatürk suskun, üzgün, düşünceli, sigara üzerine sigara yakmakta. Conker’e dönerek:

—Yahu çocuk, şu Halil Ağa’nın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor; hala da “Devlet Baba” diyor. Ne mübarek millet, bu millet!

Köşke döndüklerinde nöbetçiler şaşkınlıkla karışık bir sevinçle karşıladılar Atatürk’le Conker’i.

Atatürk, yavere: “İstanbul’da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın! Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile Başvekil İsmet Paşa’yı bul, onlara da haber ver.” dedi. Nuri Conker’i de Halil Ağa’ya gönderdi, onu akşamki yemeğe çağırmak için.

Akşam sofrada İsmet Paşa, bakanlar, bazı milletvekilleri ve vali yerlerini almışlardı. Ancak sofranın asıl konuğu henüz gelmemişti. O da Halil Ağa’ydı. Atatürk sofradakilere: “Bu akşam soframıza efendimiz gelecek. Kendisine nasıl davranacağınızı görmek isterim.” dedi. Herkes “Efendi”nin kim olduğunu merak etmekteydi. Tam bu sırada başyaver Atatürk’ün kulağına bir şey söyledi. Büyük Önder: “Buyursun!” dedi.

Halil Ağa, sofraya gelmemek için direnmekteydi. Baltayı taşa vurduğunu düşünmekteydi. Büyük pişmanlık içindeydi. Conker’le başyaver kollarına girip salona getirdiler onu. Dizlerinin bağı çözülen Ağa, salona girince Atatürk ayağa kalktı. Onun kalktığını gören herkes ayaklandı Efendi’yi karşılamak için.

Atatürk: “Hoş geldin Halil Ağa!” dedi. Sonra masadakilere dönerek: “İşte, beklediğimiz Efendi’miz.”

Conker, Halil Ağa’yı Atatürk’ün sağ yanına oturttu. Atatürk, gün içinde yaşadıklarını sofradakilere anlattı. Halil Ağa ile nasıl tanıştıklarını açıkladı. Sonra Halil Ağa ile olan konuşmalarının nasıl geliştiğini soru-yanıt biçiminde sofradakilere anlatmaya başladılar. Halil Ağa, tarlada söylediklerini zor da olsa yineledi huzurda. Sofradakilerin alı al, moru mor. Özellikle İsmet Paşa için söylediklerini söylememek için ayak diredi Ağa. Atatürk ısrar edince söyledi.

Atatürk’le ilgili söylediklerini tüm ısrarlara karşın “Ağzıma ateş doldursanız da söylemem.” dedi Ağa. Bu sırada gözleri yaşardı. Burada sözü Atatürk aldı:

“Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri demeye getirdin ya, fazla üstelemeyelim. Şimdi bak, beni dinle Halil Ağa! Seni bu kadar üzüşümün nedeni, şunu anlatmak içindi.

Şu gördüğün altı bay, hükümet… Yani biri başbakan, ötekiler de bakan… Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makamlara getirilmişler. Bir kanun gerekti mi bu baylar hemen sıvanırlar, İsviçre’den mi olur, İtalya’dan mı olur, Fransa’dan mı, velhasıl neredense bir yerden buluştururlar. Türkçeye çevirtirler, sonra basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisi’ne…

Büyük Millet Meclisi dediğin de şu alt baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun gelir bunlara, bunlar da ‘Hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok!’ diye kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun… Ama sonra bir vergi memuru gelir, Halil Ağa’nın öküzünü çekip satar vergi borcundan; Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, diğer yanda öküz ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış, kimin umurunda?

Sonra ben bunları görürüm içim kan ağlar, işitirim tasalanırım. E hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa, sen benim yerimde olsan efkâr dağıtmak için bunları bu beylerle oturup konuşmak için içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar sana sarhoş der.”

Halil Ağa’nın dili çözülmüştü:

—Diyen yok, haşa! Dinden çıkmak gibidir… Buldu mu bunu hacısı da içer hocası da!

Atatürk sordu:

—Sen de içer misin?

—Heç bulunur da içilmez olur mu Paşam! İçeriz ki şerbet gibi…

Atatürk, hizmet edenlere işaret etti, kadehler doldu. Uzattı kadehini Halil Ağa’ya:

—Hadi bakalım Halil Ağa sağlığına içelim.

—Koca Allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün Paşam, sağlık düşürsün!

Halil Ağa, edeple başını yana çevirip kadehi bir yudumda boşaltıverdi. Yüzü kızarmış, gözleri parlıyordu. Ellerini dizlerinin üzerine koyarak Atatürk’e döndü:

—Yonan’ı denize döktün Paşam, bayrağımızı başucumuza diktin! Benim gibi bir köylü parçasını sofrana alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez ki… Nideyim ben? Bırak ki Paşam ayağını öpeyim.

Atatürk yağını öptürmez. Halil Ağa, evden merak edildiğini öne sürüp izin ister gitmek için. Paşa izin verir. Conker’e işaret eder, o Halil Ağa’yı evine bırakmak için kalkar. Nuri Conker, Atatürk’ün hesabından Halil Ağa’ya bir öküzün parasını verir.

Halil Ağa çıkıp kapı kapandıktan sonra Atatürk sofraya döndü:

—Efendimizin halini gördünüz beyler… Devlet size böyle davransa ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet! Şimdi onun karşısında “Adam olmak” bize düşüyor.

Sofra sessizlik içindeydi, gözler Atatürk’te:

—Halil Ağa’nın öküzünü satıp üretimi aksatan kanunu ya biz yanlış yaptık ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağa’nın öküzünü satıyor. İkisi de bence bir… Böyle bir kanun yaptıysak memleket çıkarlarına aykırıdır, nasıl yaparız? Eğer yaptığımız kanun böyle yorumlanıyorsa hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay İstanbul’da geçiyor. Bunun Van’ı var, Bitlis’i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!

Atatürk susunca kısa bir sessizlikten sonra İnönü, konuşmaya başladı:

——Haklısınız Paşa’m. Bunun yanlış bir uygulama sonucu olduğunu sanıyorum. Önemle araştıracağım. Hükümet olarak elimizde insan kapasitesi yeterli değil, bunu biliyoruz. Ama görevimiz, buyurduğunuz gibi çarkı iyi döndürmektir, döndüreceğiz!

Atatürk de sofradakiler de yemeyi, içmeyi bırakmışlardı. Atatürk, İsmete Paşa’ya:

—Bugüne kadar böyle bir olay size intikal etti mi?

—Hayır, Paşam! Etseydi elbette ilgilenirdim!

—Ben de parmağımı buraya bastırıyorum. Biz, Cumhuriyet’i süs olsun diye yapmadık; halktan yana bir idare kurmak için yaptık. Hükümetin müfettişleri var, valileri var, kaymakamları var, bunlar Halil Ağa’nın öküzünü vergi borcundan satıyorlar. Yaptıklarının ne demek olduğunu elbette bilmeleri gerekli. Bunlar size hiç bir şey söylemiyor, Halil Ağa’nın öküzünü satıp vergi gelirini şişkin göstermeye çalışıyorlar. Hadi bunları bırakalım, milletvekili arkadaşlarımız var. Yolluk alıyorlar, halkla konuşuyorlar, bunlar da size bir şey söylemiyor. Bir parti örgütümüz var, halkın içinde dirsek dirseğe yaşamaları gerekli, onlar da memleketin zararına olan böyle bir uygulamadan söz etmiyorlar. Ne demektir bu? Bizim halkla beraber ve halk için değil, halka rağmen bir sistem kurduğumuzu sanmaktadır. Asıl üzüldüğüm, parmak bastığım yer burası! Biz, Cumhuriyet’i anlatamamışız beyler; bundan bu çıkıyor!

Herkes suskundur, Atatürk konuşmasını sürdürür

—Cumhuriyet’in ne olduğunu anlatmak zorundayız, hükümetin ve partinin görevi budur. Siz ikisinin de başındasınız Başvekil Paşa! İnsan kapasitesi mazeretini de kesinlikle kabul etmiyorum. Cumhuriyet’ten bu yana on üç yıl geçti. O gün okula başlayanlar bugün üniversitelerde okuyor. Ortaokullarda olanlar bugün ya devlet kadrosundalar ya da parti teşkilatımızın bünyesi içinde. Bunlar, Cumhuriyet’in her tehlikeye karşı savunucusu değiller mi? Peki neredeler? Ya bunlara Cumhuriyet’i anlatamadık ya da daha kötüsü, bunlar da eyyamcı oldular. Yaptığımız devrimlerin yaşaması, bilinçli bir Cumhuriyet ve devrim kuşağının yetiştirilmesine bağlıdır. Halil Ağaların başına gelenler, hükümete ve Büyük Meclis’e ulaşmıyorsa tehlike var demektir.

Atatürk, İsmet İnönü’nün yüzüne baktı. İnönü konuşmaya davranıyordu ki onu eliyle susturdu:

—Ne söyleyeceğinizi biliyorum. Sofradaki arkadaşlarımızı da bir hayli yorduk ve yemekten alıkoyduk. Hadi beyler –kadehini sofradakilere uzatıp- görevimizi daha sıkı kavramamız ve başarmak için daha çok çalışmamızın onuruna!

Atatürk, sofradaki havayı dağıtmak için Kılıç Ali ile Salih Bozok’a takılmaya başladı. Yemek sürdü. (Atatürk’ün Fikir Sofrası, İsmet Bozdağ, Tekin Yayınları)

Atatürk’le ilgili bu anı çok önemli. Her devlet görevlisi bunu usuna yazmalı.

Gazetelerden, televizyonlardan sıkça işitmekteyiz günümüzde. Vergisini, elektrik ve banka borcunu ödeyemeyen köylünün traktörüne ya da arazisine el konuyor. Üretin aracı elinden alınan köylü ne üretebiliyor ne de borcunu ödeyebiliyor. Borcunu ödeyebilmesi için üretmesi gerek. Bir üreticinin üretim aracı elinden alınır mı? Alındığında ekonomide sürdürüldüğü söylenen Kurtuluş Savaşı başarıya ulaşır mı? Hele ki dışarıya bağımlılıktan kurtulabilir miyiz? Atatürk’ten ders almalıyız ki yanlış yapmayalım.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       17 Mart 2022

 

 

 

 

 

 


RUSYA’YA AMBARGO


ABD ve kuyrukçuları, Rusya-Ukrayna anlaşmazlığı karşısında en önemli silahı olan ambargoyu kullandı. Ukrayna’ya silah verip Rusya’ya karşı kışkırtan Atlantik, sıcak savaş başlayınca neredeyse olanlara sırtını döndü. Batılı emperyalistler, Ukrayna’yı ateşe attı. Ateş çoğaldıkça ellerini ovuşturarak ısınmaktalar. Bu ısınmanın içten içe bir üşümeye, giderek donmaya varacağını fark etmemekteler.

ABD, kendi emperyalist çıkarları için başta AB olmak üzere birçok ülkeyi harcama yoluna gitmekte. Avrupa ülkelerinin ezici çoğunluğu Rus erkesine bağımlı. Özellikle Rusya’dan gelen doğalgaz olmasa Avrupa’nın büyük sanayi ülkelerinde çarklar dönmez. Halk ağır geçen kış ayazında dayanma gücünü yitirir.

Sözümüzün başında Avrupa’nın 1945’ten beri ABD’nin egemenliğinde olduğunu belirtelim. Batı Avrupa; ekonomik, siyasal, ekinsel yönden ABD’nin işgali altında. Almanya ise bunların yanı sıra askersel açıdan da ABD işgalinde. Günümüzde Almanya’nın farklı kentlerinde elli bine yakın ABD askeri dolaşmakta. II. Dünya Savaşından beri kesintisiz süren bir askersel varlık bu.

ABD’nin Rusya’ya ambargosuna başta Fransa ve Almanya olmak üzere bazı Avrupa ülkeleri gönülsüz katılmakta. Çünkü Rusya’ya uygulanacak ambargoların en büyük zararının kendilerine olacağını bilmekteler. ABD de bunun farkında. Bu nedenle AB ülkelerini ateşe sürmekte. Avrupa’yı güçsüzleştirmek isteyen ABD, bu yolla Avrupa üzerindeki egemenliğini sürekli kılmak istemekte. Öte yandan da kendi topraklarını savaşın etkilerinden kurtarmaya çalışmakta Amerika. Savaşın tüm faturasını Avrupa’ya ve Rusya’ya yıkma çabası içinde eli kanlı emperyalist.

En ilginç olanı ise orta ve doğu Avrupa ülkelerinin durumu. Daha önce Sovyetler Birliği ile dost olan bu ülkeler, Sorosçu vakıfların ve ABD merkezli düşünce kuruluşlarının at oynattığı yerler durumunda. Birçoğu NATO üyesi. Bu ülkeler, kraldan çok kralcı, ABD’den çok Amerikancı kesilmekteler. ABD cephesinin kurşun askeri olmak için can atan bu ülkelerin yöneticileri, kendilerini nasıl bir felakete sürüklediklerinin farkında bile değiller. ABD, daha işin başında Zelenski’yi sattı. Ukrayna’yı ateşe atıp izlemekle yetinmekte Biden ve ortakları. Washington yönetiminin tarihi, ateşe sürüp sırtını döndüğü ülkelerle ve yöneticilerle dolu. Satılanların bir eksik ya da bir fazla olması çok da önemli değil onlar için.

Eski Sovyet sisteminden ayrılıp Atlantik eksenine giren ve kendi varlıklarını NATO’ya bağlayan orta Avrupa ülkeleri, bu tutumlarıyla devlet olamadıklarını göstermekteler. Bir devlet, kendi gücüyle ayakta durur. Başkalarının desteğine, gücüne güvenerek başkasının çöplüğünde ötmez. Bu ülkelerin yöneticilerine “Ağaca dayanma kurur, adama dayanma ölür.” Türk atasözünü anımsatmak isterim.

Batı Avrupa’nın Rusya’ya erke bağımlılığı olduğunu söylemiştim az önce. Özellikle Almanya gibi ekonomisinin neredeyse tamamı endüstriye dayalı ülkeler var. Bu ülkelerin fabrikalarının çalışması için Rus doğalgazına gereksinmeleri yaşamsal. Fabrikalarda üretilen endüstri ürünlerinin satabilecekleri pazarlar gerekli. Özellikle Almanya, ürettiği otomobillerin önemli bir kısmını Rusya’ya satmakta. Rusya’ya uygulanacak bir ambargo, hem ABD’nin erke kaynaklarını kesecek hem de ürettiği mallar elinde kalacak. Alman ekonomisinin böyle bir duruma uzun süre dayanamayacağı çok açık. Bu durumda bu ambargodan en büyük darbeyi Almanya yiyecek. Ardından da Fransa ve Hollanda gelecek.

Ambargo, düşünülenin tersine Rusya’yı güçlendirecek. Çünkü Rusya uçsuz bucaksız varsıl bir coğrafya. Birçok ülke, Rus tarım ürünlerine yaşamsal olarak bağımlı. Dünyanın birçok ülkesi yalnızca Rus erkesine değil, hammaddelerine de çok gereksinim duymakta. Birçok madenin kaynağı Rusya. Bu nedenle ambargo, Rusya’dan alınacak doğal ürünlerin ve madenlerin parasal değerini artıracak.

ABD’nin başını çektiği ambargo, dolara darbe vuracak. Epey zamandır düşünülen ulusal paralarla ticaret yapma düşüncesi bu bunalım döneminde devreye sokulabilir. Ulusal paralarla ya da mal değiş tokuşuyla yapılacak bir ticaret, ABD’nin diğer ülke ekonomileri üzerindeki etkisini azaltır. Böylece dolar saltanatı da sona erer. Ulusal paralarla ticaretin, mal değiş tokuşuyla alışverişin mucitlerinin Atatürk ve Lenin olduğunu vurgulayalım. Bu iki devrimci, böyle yaparak İngiliz emperyalizminin ticari egemenliğinin dışına çıkmışlardı.

Putin, Ukrayna harekâtına başlamadan önce Çin ve Hindistan devlet başkanlarıyla konuştu. Bu görüşmeler, Rusya’ya desteğin onanması bu ülkeler adına. Çin ve Hint devlet başkanlarının Putin’in yapacağı askersel harekâttan habersiz olduklarını düşünmek saflıktır. Pakistan’ın da ABD’den uzaklaşarak Asya’daki onurlu yerini almaya başladığını özellikle belirtelim. Tabi İran’ı da unutmamak gerek bu denklemin içinde. Bu dört ülkenin toplam nüfusları neredeyse dünyanın yarısına yakın. Burada Çin ve Rusya’nın iyi ilişkiler içinde olduğu Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerini de unutmamak gerek.

Dünya, Atlantik’ten ibaret değil; unutulmaya…

                                                               Adil Hacıömeroğlu

11 Mart 2022

RÜŞVETİN BELGESİ OLUR MU?

 

ANAP döneminin parlak işadamı Selim Edes, yine aynı dönemin prenslerinden Emlak Bankası Genel Müdürü Engin Civan’a, Civangate duruşması sırasında söylediği “Rüşvetin belgesi mi olur pezevenk?” sözü, kulaklarımızda yer etmişti o dönem. Bu sözü hala unutmadık.

Gerçekten rüşvetin belgesi olmaz mı?

Çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra rüşvet, giderek devlet içine yer edindi. Anlı şanlı birçok işadamı, siyasetçi ve bürokrat ikilisinin koruması altında varsıllaşmıştır. Doğaldır ki siyasetçiler ve bürokratlar, birilerine babasının hayrına ekonomik olanaklar sağlamaz. Neredeyse her ihalenin, her kiralamanın bir bedeli vardır. Bu bedeller, verilen işin büyüklüğüne göre değişir. Rüşvetin varlığını, toplumumuzun tüm kesimleri bilir. Çoğunun tanıkları da var. Ancak nedense rüşvet mikrobunun devlet çarkından temizlenmesi için bir savaşım olmaz.

12 Eylül 1982 darbesiyle Özallı yıllar başladı. Sistem, liberalizme evrildi. Köşe dönücülük modası başladı. Yolsuzluk, çığ gibi devlet kurumlarının üzerine düştü. Zamanla kanıksandı bu çürümüşlük. Yılgınlaşan farklı düşünceden birçok kişi, liberal rüzgârlarla savruldu. Emeksiz yemenin albenisiyle kamunun sırtından geçinme kuyrukları oluştu. Merkezi yönetim kurumlarının yanı sıra yerel yönetimlerde de rüşvet yaygınlaştı. Siyasette düşünsel ülküler yok olmaya, yerini ise bireysel kurtuluş çareleri aldı.

Ne yazık ki kırk yıldır kamu kurumlarında yaygın bir rüşvet olmasına karşın, bu konuda yargıya taşınan olay çok az. Yargıya gidenlerin de birçoğu aklanmakta(!). Çünkü mahkeme yazılı belge ister. Rüşveti alıp verenler aralarında yazılı belge düzenlemiyorlar. Halkın deyişiyle arada senet sepet yok! Her şey kılıfına uydurulmakta. İşin ilginç yanı, yargılamaları yapan mahkemeler de rüşvetin yaygınlığı konusunda halkla aydı kanıdalar. Ancak var olan yasal durum, rüşvetçilerin yargılanmasına olanak sağlamıyor.

Halkımız, rüşveti vereni de alanı da bilir. Nasıl mı? Rüşvet pisliğine bulaşan kişiler, uzayda yaşamıyor. Halkın içinde yaşamaktalar. Yıllarca aynı mahallerde oturanlar var. Komşuluklar gelişmiş. Komşular üç aşağı beş yukarı birbirlerinin ne yiyip içtiğini, ekonomik varlıklarını bilirler. Zaten yaşanan semtler, oturulan evler bu konuda ipucu verir.

Üç kuruşa muhtaç birinin birden ekonomik durumu değişiyor. Harcamalar çoğalıyor. Evler değişiyor. Arabalar en pahalısından alınıyor. Mülkler üst üste biriktiriliyor. Doğaldır ki bu ekonomik değişim hemen çevrenin ilgisini çekmekte.

Rüşvet alıp veren bazı kişiler ise yaptıkları işin bir beceri ve yetenek olduğunu düşünerek hısım akrabaya, eşe dosta yaptıkları rezaleti anlatmaktalar. Sır gibi duran bu ayıplı iş, kulaktan kulağa yayılmakta. Böylece sağır sultan da bunu işitmekte. O zaman diyeceksiniz ki “Sağır sultanın bildiğini, devlet yöneticileri neden bilmez?” En can alıcı sorudur bu aslında. Bir kurumun başındaki kişi istemezse ve ilkeli davranırsa o kurumda rüşvetin “r”si bile olmaz. Ne yazık ki kamu yöneticileri eşe dosta, hısım akrabaya, partililere, yandaşlara, çıkarcı yerdeşlerine birtakım olanaklar sağlamayı siyaset yapmak olarak anlamışlar. Kamu olanaklarını dağıtmanın bir yönetim becerisi olduğunu düşünmekte çoğu yönetici.

Kısa sürede varsıllaşanlara, bu işin nasıl olduğunu soran yok!

Memur aylığıyla milyonluk evler, katlar, arabalar alanlara bu değirmenin suyunun nereden geldiğini merak edip soran yok!

Müdür aylığıyla gelirinin birkaç katı bir lüks katta kira ile oturmanın nasıl olanaklı olduğunu düşünen bir denetleyici kurum ya da yasa nedense yok!

İşçilikten bir anda holding patronluğuna yükselen kişinin bu tansığı nasıl gerçekleştirdiğini araştıran ne yazık ki yok!

Beç parasız yandaşların kurduğu paravan firmalar için dışsatım ve dışalım için kısa süreli yapılan yasal değişiklikleri gözlemleyenler ne yazık ki bulunmuyor. Bu yandaşların kısa bir sürede ülkenin büyük varsılları olduğunu gördüğümüzde çoğu kişi şaşırmıyor bile.

Aslında her şey kayıtlıdır belgelerde. Yeter ki rüşvetin üstüne gidecek kararlılık olsun kamu yöneticilerinde. “Nerden buldun?” yasasını çıkarıp uygulamak çok mu zor? Hiç de zor değil. Zor olan, halkın hakkını savunma yürekliliğini göstermek. Yani halktan, ülkeden yana olmak gerekmekte. Halkı soyarak varsıllaşmak istemekte birçok kişi. Bunu da siyasetçiye dayanarak yapmaktalar.

Rüşveti önlemenin yolu, çürümüş sistemin değişmesi. Sistem içinde çözüm bulmak zor. Çürümüş sistem, kokuşmuş yöneticiler üretmekte. Kokuşmayı önlemek için devrimci çözümler gerek. Buna hazır mıyız?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       10 Mart 2022

 

 

 

ARKA


Karadeniz’de evler, genellikle güneye bakar. Doğaldır ki deniz kıyısında yer alanlarsa denizi görür. Evlerin kuzey yanlarında genellikle pencere olmaz. Aşhananın ocak kısmı bu bölümde yapılır.

Karadeniz Bölgesi çok yağış alır. Hava nemlidir. Karadeniz Bölgesinin her mevsimde yağan yağmuru, kışın toprağa düşen karı, delişmen soğuk rüzgârları genellikle kuzeybatıdan gelir. Karayel, bu topraklara hem bereket hem de birçok sorun getirir.

Poyraz kışın ayaz, yazınsa serinlik getirir. Poyraz, kuzeydoğudan gelir. Sibirya’nın soğuğunu taşır ülkemize. Her iki rüzgâr da kuzeylidir. Evleri sıcak tutmak için kuzey yanda kapı ve pencere yapılmaz bu nedenle. Bu mimari özellik, evlerdeki nemi az da olsa azaltıp doğal bir sıcaklık sağlar.

Evlerin güney, doğu ve batı yanları pencerelerle donatılır. Evin ve ahırın giriş kapıları, güneşe açılır. Tam da “Güneş girmeyen eve doktor girer.” atasözünün uygulamasıdır evlerde kapı ve pencerelerin yapıya yerleştirilmesi. Güneş olabildiğince evi ısıtmalı. Ahşap yapıların nemini almalı. Evlerde, eşyalarda, kilerlerde bekleyen yiyeceklerde, giysilerde küflenmeyi ve çürümeyi önlemeli güneş ışınları. İnsanlara musallat olan romatizma belasının organlara verdiği ağrı, sızıyı azaltmalı. Güneşli havalarda kapı önlerinde iskemlelerde oturan insanları gördüğümde usuma hep romatizma gelir. Güneşlenerek hem D vitamini alınır hem de romatizmalar iyileştirilmeye çalışılır.

Evlerin kuzey yanında bulunan ve evlerin sahiplerine ait arazilere “arka” adı verilir. Çünkü onlar, evlerin arkasındadır, kuzey yandadır. Bu araziler, kuzeye eğimliyse az güneş aldığı için verimi düşüktür. Bu nedenle çayın egemenliği olmadan önce buraların bir kısmı, ailelerin kışlık odun gereksinmelerini karşılamak için fidanlık olarak ayrılırdı. Diğer kısmı da fındıklık olurdu. Buralarda sebze ve meyve pek bulunmazdı. Tabi arazileri tamamen kuzeye dönük olanlar için böyle bir seçenek yok! Meyvelerin ve sebzelerin birazcık geç olgunlaşmasına uyum sağlar bu kişilerin yaşamları.

Halkımızın Türkçeyi doğru ve yerinde kullanmasına hayranlık duymamak olanaksız. Adlandırmaları, sözcüklerin anlamlarına uygun yapmaları ne güzel! Ayrıca bu adlandırmalarla sözcüklere yeni yan anlamlar kazandırmaktalar. İşte, dilimiz böyle varsıllaşıyor, gelişiyor. Halk var olduğu sürece dil de var olur. Dil varsıllaştıkça anlatım, iletişim, anlaşma kolaylaşır.

Çocukluğumda, çocuklarına: “İnekleri arkaya götürüp otlatın.” diyen anneler, babalar, dedeler ve ninelerin sesleri çınlamakta kulaklarımda. Bu sesler, yaşamımın erişilmez bir ezgisi olarak hep kulaklarımda kalacak.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               7 Mart 2022