KİME AF?


                                                           
MHP, af önerisini TBMM’ye sundu. Devlet Bahçeli, seçim öncesi hükümlülerin affı konusunu gündeme getirmişti. Cumhurbaşkanlığı seçiminin önemi nedeniyle RTE ve AKP yöneticileri seçim sürecinde af önerisini görmezden geldiler. Bu konuyu gündemden düşürmeye çalıştılar. Çünkü AKP yöneticileri, suçluların affedilmesinin seçimlerde aleyhlerine döneceğinin farkındalardı.
Seçim bitti. Bahçeli ve MHP’nin bazı yöneticileri affı yine gündeme getirdiler ve ısrarla da gündemde tuttular. En sonunda TBMM’ye “kanun teklifi” vererek af için yasal süreci başlatmış oldular.
MHP’nin af önerisinde “Cinayet, cinsel, kadın ve çocuklara yönelik suçlar” kapsam dışı bırakılmakta. Uyuşturucu kaçakçıları, yolsuzluktan hüküm giyenler/giyecekler, rüşvet alanlar, resmi evrakta sahtecilik yapanlar, devleti soyanlar ve soyduranlar, hırsılar, yankesiciler, dolandırıcılar, mafya üyeleri… af kapsamı içinde. Şu an tutukevinde yatmakta olan mahkûmların cezalarından beş yıl düşülecek. Böylece çok sayıda suçlu dışarı çıkıp topluma karışacak.
MHP’nin af gerekçeleri arasında tutukevlerinde, çok sayıda mahkûmun olması ve mahkûmlara yatacak yer bulunamaması. Bu gerekçede de görüldüğü üzere ülkemizde suç oranlarından önemli bir artış var. Demek ki sosyo-ekonomik, kültürel yapımız gittikçe bozulmakta. Kültürel çürüme, toplumsal çözülmeyi artırmakta. Ekonomik sıkıntılar, suç ortamının oluşmasında önemli yer tutmakta. Şunu özellikle belirtmeliyiz ki topluma sunulan rol modellerin de suç oranının artmasında önemli bir payı var. Peki, böyle bir durum karşısında yapılacak olan nedir? Bizce yapılacak olan şey, toplumda adalet duygusunun güçlendirilmesi. Sosyo-ekonomik bozuklukların ortadan kaldırılarak kültürel yozlaşmanın önüne geçilmesi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “devlete karşı işlenen suçların affedilebileceğini, kişilere karşı işlenen suçların affedilemeyeceği” görüşünü açıkladı. Devlete karşı işlenen suçlar nelerdir? Kişi, siyasal iktidarı da arkasına alarak devletin parasını cebe indirmekte. Bu parada seksen bir milyon insanın hakkı yok mudur? “Fakir fukara, garip gurebanın” hakkı ne olacak? Devleti soyanlar yoksulun, yetimin, dulun, engellinin, yaşlını, doğmamış çocukların, ömrü boyunca çalışıp didinenlerin, yasalara uyarak yaşamını sürdürenlerin, namusuyla ekmeğini kazananların… hakkını, emeğini çalmış olmuyorlar mı? Devlet denen şey, sahipsiz bir yapı mıdır?
MHP’nin af önerisi devleti soyanları affetmekte. AKP döneminin yolsuzluklarını, yolsuzlarını yargının elinden kurtarmakta. MHP, AKP dönemini aklamak, devleti soyanları kollamak için kolları sıvamış. Devletinin soyulmasına, halkının hakkının yenmesine neden olanları affeden bir anlayışla milliyetçilik bağdaşır mı?
Siyaset kurumunun görevi suçluları affetmek değil, suçluları yaratan toplumsal koşulları ortadan kaldırmaktır. Yozlaşan, millilikten, bilimsellikten uzaklaşan eğitimin suç oranının artmasındaki etkisi yadsınamaz.
Gittikçe muhafazakârlaşan toplumsal yapı, buna koşut olarak daha çok suça eğilim göstermekte. Cumhuriyet değerlerinin aşınıp yok olması suç için uygun ortam oluşturmakta. Bu durum karşısında her siyasal parti oturup düşünmeli nerede hata yapıldığını.
Afla salıverilecek uyuşturucu kaçakçıları, hırsızlar, gaspçılar, yağmacılar… nasıl ıslah edilecek? Bu kişiler sabah sekiz, akşam beş mesaisi mi yapacaklar? Yoksa tarlada mı çalışacaklar? Suçlunun ıslahı zor ve uzun süreli emek ister. Devlet kurumlarının bu yolda bir çalışması var mı?
MHP’nin af önerisi, toplumdaki adalet duygusunu zayıflatır. Suçluyu koruyup mağduru cezalandırır, vicdanları yaralar. Türkiye’nin hiçbir sorununa çözüm getiremeyenler, toplum vicdanını kanatarak sorunların daha da çoğalmasına neden olmakta. Toplumun affa değil; işini, aşını büyütmeye gereksinimi vardır. Partiler suçlunun değil, halkın hakkını korumak için çalışmalı.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       25 Eylül 2018



TAHRAN ZİRVESİ


                                               
Bugün Tahran’da Cumhurbaşkanı Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Putin ve İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin katılacağı “Suriye” konulu görüşme yapılacak. Tahran zirvesi, Suriye’nin geleceği açısından çok önemlidir. Suriye’nin esenliği, Batı Asya’nın esenliği demek. Bu bakımdan tüm Batı Asya ülkelerinin geleceğini ilgilendirmekte bu zirve.
Rusya ve İran yöneticilerinin Suriye özelinde Batı Asya konusunda kafaları açık. Sorun, Erdoğan ve AKP yönetiminde. Suriye’nin yanında açıkça yer alamıyorlar. Hem batı Asya ittifakını hem de ABD’yi idare etmeye çalışmakta Erdoğan ve ekibi. Bu durum, Rusya ve İran’a güven vermiyor. Erdoğan, Putin ve Ruhani’niyle tokalaşırken bir yandan da ABD’ye göz kırpıp gülümsemekte. Bu da Türkiye’nin diplomatik alanını daraltıp elini zayıflatmakta. Erdoğan’ın kararsızlıkları, ABD ile Batı Asya ittifakı arasındaki gelgitleri Suriye sorununun çözümünü zorlaştırırken Türkiye’nin güvenliğini de tehlikeye atıyor.
Erdoğan, BOP eşbaşkanlığı döneminde Irak, Libya ve Suriye konusunda ABD ile işbirliği yaptı. Cihatçı militanların neredeyse hepsi Türkiye topraklarından Suriye’ye geçti. Şam Emevi Camii’nde cuma namazı kılma düşüyle ABD-İsrail politikalarının aleti oldu AKP. Münafık Kardeşleri desteklemeyi İslami bir görev saydı Erdoğan. Oysa ABD-İsrail de Münafık Kardeşlerle yürümekteydi yıllardır. Amaçları, Arap dünyasındaki İsrail karşıtı yönetimleri yıkmaktı. İsrail karşıtı Arap yönetimlerinin hemen hepsi çağdaşlaşma, laiklik konusunda gelişme içindeydiler. İslamcılığı bayrak edinen Arap yönetimleri ve örgütleri ise oldum olası emperyalizmin güdümündeler ve İsrail’e dostlar. Bu nedenle bu ülke ve gruplarla Arap dünyası, Batı Asya ülkeleri lehine yararlı tavırlar beklemek boşunadır.
Erdoğan, Tahran’da kararlı bir duruş göstermeli. Esat yönetimiyle uğraşmayı bırakıp Suriye’nin toprak bütünlüğü konusunda sağlam durmalı. Türkiye’nin güvenliğini, çıkarlarını Esat takıntısına feda etmemeli.
Erdoğan İdlib konusunda ABD tezlerini savunmamalı. İdlib’in Suriye toprağı olduğunu bir an bile olsun unutmamalı. İdlib’deki teröristlerin avukatlığı Türk siyasetçilerinin görevi değil. Türk siyasetçisinin görevi, başta Türkiye olmak üzere tüm komşularının güvenliğini ve çıkarlarını savunmaktır. Bu nedenle de Tahran zirvesini fırsata dönüştürerek Esat’la en kısa sürede el sıkışmalıdır RTE. Esat’la el sıkışma geciktikçe bundan Türkiye zarar görmekte. Bu nedenle cumhurbaşkanlığı orununda bulunan biri, Türkiye’nin çıkarlarının peşinde olmalı, kendi nefsinin değil.
Tahran’da kararsız bir Erdoğan, Rusya ve İran’ın güvenini iyice yitirir. Bu durum Türkiye’yi Atlantik sistemine döndürür. Bu durum Türkiye için acıklı sonuçlara yol açar. Seçeneksiz kalıp ABD’in kucağına düşmüş bir Türk hükümeti, emperyalizmin tüm hain emellerine teslim olur. Ayrıca ABD ile yeniden dost olan Erdoğan, koltuğunu koruyamaz. Çünkü bundan sonra ülkemizde Amerika’ya dayalı partilerin, kişilerin iktidar olma olasılığı kalmamıştır.
Erdoğan’a önerimiz şudur: Ya Esat’la el sıkışıp Türkiye’nin yanında yer alacaksın ya da Esat düşmanlığıyla ABD-İsrail’e hizmet edeceksin. Üçüncü bir yol yok!
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       7 Eylül 2018

KAFAYA BAK, KAFAYA


                                   
AKP hükümetinin Suriye konusunda kafası açık değil. Suriye’de, Türkiye’nin çıkarlarının nasıl korunacağı konusunda karmaşa yaşıyor AKP. Ayağı, bedeni Batı Asya’da; gözü İngiliz-Amerikan yapımı Münafık Kardeşlerde. Oysa Türkiye’nin çıkarlarını korumak için ABD-İsrail politikalarına karşıt bir konumda olmalı tüm gücüyle.
ABD askeri, ekonomik, siyasal bir savaşı sürdürmekte Türkiye’ye ve Batı Asya ülkelerine karşı. Yanına İsrail, Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri ve bilumum terör örgütlerini almış. Karşısında Rusya, Suriye, Irak ve İran var. Türkiye’nin yer alacağı cephe çok açık, kararsızlığa yer bırakmıyor. Batı Asya’daki savaşı, ABD’nin yitirmekte olduğu da çok belirgin. Bu durum karşısında kararsızlık göstererek “Eset” takıntısıyla ve İhvan aşkıyla Türkiye’nin geleceğini harcamak akıl işi değil.
İçinde yaşadığımız koşullar, ülkemizi Batı Asya ülkeleriyle birlikte davranmaya zorlamakta. Tarihin akışı bize, emperyalizme karşı savaşımın öncüsü yapmak olmak için fırsat tanımakta. Türkiye’yi yöneten AKP ise bilgisizliğinden ve ideolojik saplantıları yüzünden bu fırsatı değerlendirmede ayak sürümede. Ne yazık ki AKP yöneticilerinin Türkiye gibi büyük ve tarihsel kökleri derinlerde olan bir ülkeyi yönetecek bilgi birikimleri çok az. Bu nedenle olayları, olguları algılama; bunlar arasında ilişki kurma, siyasal gelişmeleri Türkiye lehine değerlendirme anlayışları çok zayıf.  AKP yöneticilerinin en yetersiz oldukları konu da olayları, olguları neden-sonuç ilişkisiyle değerlendirme yeteneklerinin yetersizliğidir.
Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu, Alman orundaşıyla görüşmesinden sonra yaptığı açıklamalar ilginçtir. “Rejimin İdlib’e saldırmak isteği ve burayı ele geçirmek isteği açıktır.” demekte Çavuşoğlu. Sanki İdlib başka bir ülkenin toprağı. Türkiye’nin öteden beri savunduğu Suriye’nin toprak bütünlüğü değil mi? Bu gerçeği unutmuşa beziyor Sayın Çavuşoğlu. İdlib, Suriye’nin toprağıdır ve burayı işgal etmiş teröristleri temizlemek de Esat yönetiminin hakkı ve görevidir. İdlib’den teröristlerin temizlenmesi Suriye’den sonra en çok da Türkiye’nin çıkarlarına uygundur. Bu durumdan ancak ABD-İsrail rahatsız olur.
Çavuşoğlu’nun açıklaması çok talihsizdir. Talihsiz olduğu kadar da bilgisizcedir. Türkiye’nin dışişleri bakanı İhvan’ın değil, Türkiye’nin çıkarlarını savunup korumak zorundadır. İslamcı terör örgütlerinin geleceğini düşünmek Türk yöneticilerinin görevi değil.
Türkiye nasıl hendek savaşıyla kentlerimizde yuvalanan PKK’lı teröristleri temizlediyse Suriye yönetimi de aynı biçimde ve halkla İdlib’den teröristleri temizleyecek. Ne var bunda? AKP kafasıyla bu işler yürümüyor. Bir iktidar, seksen bir milyon halkın isteğine göre değil de İhvancı bir kafayla düşünürsen Türkiye’yi düzlüğe çıkaramazsın. Bu kafayla bu gemi kayalıklara çarpar.
Önündeki çukuru bile göremeyenlerden ufkun gerisini görmeyi beklemekteyiz. Bu kafayla bu olur mu?
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       6 Eylül 2018

ÇÖZÜMSÜZLÜK, BOŞVERMİŞLİK


                                    
Şarköy, emekli turizminin önemli bir durağı. Sessizlik, dinginlik, doğayla baş başa kalmak isteyenlerin uğrak noktası. Yazın amansız sıcağında neredeyse sürekli esen poyraz, insanları serinletip soluklandırmakta. Bu nedenle emekliliğini sağlıklı, erinç içinde geçirmek isteyen kişiler Şarköy ve çevresini yeğlemekteler yaz dinlencelerinde. Az da olsa bazı emekliler, kışın da burada kalmaktalar.
Şarköy ve köyleri zeytin ve üzüm cenneti. Sofralık zeytinleri ve zeytinyağı harika. Zeytinden yapılan doğal sabunları ilgi odağı.
Üzüme gelince… Sofralık üzümleri dillere destan. Ancak Türk şarapçılığının önemli merkezi olan Mürefte’de sorunlar çığ gibi. İrili ufaklı şarap üretim merkezlerinin yüzde doksanı kapalı. Önemli bir dışsatım ürünü olan şarap, AKP hükümetlerinin yanlış politikaları, tekel durumundaki fabrikaların üreticiyi ezen tavırları nedeniyle üretilemez durumda. Başta şarapçılık olmak üzere tüm alanlarda üretici kooperatifleri kurmak, ivedilik göstermekte. Üreticilerimizde güçlerini birleştirerek örgütlenip kooperatifleşme alışkanlığı yok denecek kadar az. Oysa üreticinin kurtuluşu bu örgütlenmede.
Bolluk ve bereketin taştan, topraktan fışkırdığı Şarköy, dar gelirli aileleri yaz dinlencelerinde çekiyor kendine. Yaşam, güney illerimize göre daha ucuz. Köylü pazarları, dar gelirliler için umut.
Yapsatçılar, Şarköy’e tadanmış durumda. Yazlık ev üretimi tam gaz sürmekte. Ne yazık ki yazlık evler, zeytinliklere yapılmakta. Bu da zeytinlerin katledilmesine neden olmakta. Dünyanın en bereketli ve uzun ömürlü ağaçlarından olan zeytin, yapsatçılığa feda edilmekte. Tarım alanlarını betonlaştırma anlayışı, AKP hükümetleriyle doruğa çıktı. Ama nedense muhalefet partilerine bağlı bazı belediyeler de bu konuda AKP’den farklı davranmamaktalar. Halkın çıkarı yerine yapsatçıların kârlarını koyarsanız tarım alanlarını yok edersiniz.
Neyse biz, asıl konumuza gelelim...
İşletmecilik, önemli bir sanat… Yaratıcılık, üretkenlik, sorunlara hızla çözüm bulma yeteneği ister. Hele küçük bir yerin işletmecisi iseniz daha da özenli olmanız gerek ayakta kalmak, çarkı döndürmek için. Bir işletmeyi ayakta tutan şey, müşteri memnuniyeti olduğunu herkes bilir.
Şarköy’ün meydanına bitişik bir çay bahçesi var. Konumu olağanüstü... Çanakkale Boğazı’nın girişinde… Karşıda, Biga Yarımadası… Boğaz’dan geçen irili ufaklı gemiler günün her saatinde karşınızdan süzülerek geçmekte. Mavi sular, insana dinginlik vermekte. Gündüzü de gecesi de ayrı güzelliktedir.
Gündüz, güneşin yakıcılığından neredeyse parkın her yanını kaplamış ağaçların gölgelerine sığınarak kurtulursunuz. Ağaç gölgeleri, sıcaktan bunalmış bedenleri serinletir. Henüz insan seli başlamadığından çevre sessizdir. Kafanızı dinlemek, bedeninizde erke biriktirmek için güzel bir yer. Çayınızı ya da kahvenizi yudumlarken kitap ve gazete okuyabilirsiniz. Eğer dostlarınızla birlikteyseniz derin söyleşilerin yeridir burası.
Geceleyin adeta büyülenirsiniz bu çay bahçesinde. Deniz ışıl ışıldır. Meydan’a döndüğünüzde ardı arkası kesilmeyen bir ırmak akar önünüzden. Mutlu, güleryüzlü insanlardan oluşan bu ırmak, görenlere yaşam kaynağı olur; izleyenlerin geleceğe olan umudunu artırır.
Aileler, akşam yemeğini yedikten sonra kendilerini sokağa atarlar. Deniz kıyısı tıklım tıklım olur. Dondurmacılar, pastane önleri, parklar, caddeler, sokaklar… insan akınına uğrar. Bu insan kalabalığından bu çay bahçesi de nasibini alır. Saat yirmi bire gelince oturacak sandalye bulmak güçleşir.
Çay bahçesi özensizdir. Ağaç dipleri, saksı altları çöple doludur. Yerler, sık süpürülmediğinden kirlidir. Buraya ilk gittiğimizde Şarköy’de sular kesikti. Çay istedik. Garson, sular kesik olduğundan bardakları yıkayamadıklarını, ancak karton bardakla içmek istersek çay getirebileceğini söyledi.
Ben: “Bir damacana su alıp bardakları yıkayın.” dediğimde bunun olanaksız olduğu yanıtını verdi. Fazla üstelemedim.
Birkaç gün sonra akşamüstü yine aynı çay bahçesine gittik. Çünkü buranın konumu insanı çekmekte. Çay istedik. Garson: “Bardak yok!” dedi. “Neden?” diye sordum. “Kalabalık olduğu için bardaklar yetişmiyor.” yanıtını aldım. “Bak arkadaşım, bardak dediğin ucuz bir şey. Bir çay parasına bir bardak alabilirisiniz.” dedim sakince. Karşımdaki genç adam, kafasını sallayıp gitti.
Şarköy’de bulunan bu çay bahçesine iki kez gittik. İkisinde de çözümü kolay iki sorunla karşılaştık. Oysa bu çay bahçesinin iş yapabileceği üç ayı var. Müşteri yazın yoğun. Kışın ne yapsın insanlar açık havada? Çözümü bu kadar kolay iki sorunu bile çözemeyen birinden işletmeci olur mu? Bu işletmeci çeşme akarken testi elinde ağaç gölgesinde dinlenenlerden. Bu sorun çözememe tavrının altında büyük bir boşvermişlik var.
Şarköy, Mürefte ve Hoşköy’deki çay bahçelerinde ilgimi çeken bir konu da kuş yuvası gibi biçimsiz küçük bardakların kullanılması. İnce belli ışıl ışıl bardaklarda çay içmek olanaksız. Belki gelecek yaza bu durum değişir. Belediye yöneticileri, konuyla yakından ilgilenir de insanlar doğanın, denizin ve Şarköy’ün tadını doya doya çıkarırlar.
İşletmecilik, çok önemli. Dünyanın her yerinde ufak tefek sorunlar vardır. Önemli olan sorunları kalıcı kılmak değil, onları çözmektir. Sorun çözen işletmeci, akıllı iş yapar; kalıcı olur. “İş yok!” diye ağlaşmak yerine, sorun çözücü olmalı. Her alanda bu böyle değil mi?
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       5 Eylül 2018


ATACAN’IN CİVCİVLERİ



Ağustos başında Mürefte’deydik. Sessiz, doğası fazla bozulmamış, güzel insanların yaşadığı bu belde, insana erinç vermekte. Kaldığımız evin küçük bir bahçesi var. Bahçede yirmiye yakın zeytin ağacı. Gündüz ve gece denizin dalga sesleri, bir müzik toyu vermekte. Kırlangıçların iskele çevresinde dönerek avlanmalarını izlemek doyumsuz bir görüntü. Zeytin dallarında meyveler yemyeşil. Daldan dala sıçrayan serçeleri, isketeleri izlemekten çoğu zaman yoruluyorum, çünkü bakışlarım onların hızlarına yetişememekte.
Hava, çok sıcak… Deniz buhar kazanı gibi… Karşı kıyılar ve Marmara adaları sisli bir camın arkasından görünmekteler sanki. Asırlık zeytin ağaçlarının gölgesinde esen poyrazın serinliğinde mutluyuz. Çoğu zaman kitap okumaktayım bu serinlikte.
Atacan’ın doğa sevgisi üst düzeyde… Her türlü böceğin, kuşun, bitkinin adını ve özelliklerini sormakta. Ona yanıt verebilmek için öğrenciliğimde bile yapmadığım ölçüde ders çalışıyorum. Birlikte öğreniyoruz…
Gece olunca konumuz değişiyor. Uzay, yıldızlar, gezegenler, kara delikler, Ay, göktaşları, uydular konusunda ardı arkası gelmeyen sorular… Çatıdaki terastan, balkondan, ışıksız arka bahçeden yıldızları ve Ay’ı izliyoruz. Ay’ın gökyüzünde yükselişi ve evreleri çocuğun ilgi alanında.
Sabahleyin güneşin doğuşunu izlemek için erkenden uyanıyor. Ben, çocukluğumdan kalma bir alışkanlığım nedeniyle erkenden kalkmış, çoktan balkondaki yerimi almışımdır. Güneşin ilk ışıklarıyla aydınlanan balkonda denize karşı hem kitap okuyor hem de bu doğa olayını doyasıya izlemekteyim. Sabah, bana hep temiz ve umut yüklü gelir. Sabahleyin kimseler uyanmadan tertemiz havayı içime doldurmak, günün ilk ışıklarıyla gönlümü varsıllaştırmak, sessizlikle yüreğimi arındırmak, sabahın erkenci kuşlarıyla usumu dinginleştirmek; kızıldan turuncuya, turuncudan sarıya, sarıdan göz kamaştırıcı parlak bir beyaza dönüşen güneşin yaşam veren yüzüne içten gülümsemek için erken kalkmayı yeğlerim. Birçok kişi şaşıracak, ama bugüne dek sabahleyin öğrenciliğimde okula, çalışma yaşamımda işe gitmek için çalar saatle uyandığım gün sayısı bir elin parmakları kadardır belki de. Güneşten önce dünyayı teslim almak isterim. Yıllardır güneşle yarışırım, hem de bir gün bu yarışı yitireceğimi bile bile. Olsun, şimdilik ben kazanıyorum ya…
Atacan, güneşin doğuşunu izlemek için annesini uyandırma ve sabahı paylaşma konusunda yalnızca bir gün başarılı olabildi. Eşim, sabah uykusunu çok sever. Bu nedenle Atacan’la ben denize kuşbakışı bakan, güney cepheli balkonda güneşin doğuşunu neredeyse birlikte izledik yaz boyu. Sorular birbirini kovaladı her sabah. Ben de yanıtlamaya çalıştım bu meraklı afacanı.
Yaz dinlencesinin başından beri civciv almamı istedi benden. Ağustosun ilk haftasının cuma günü Şarköy’de kurulan pazara gittik. Alışverişimizi bitirmek üzereyken civcivlerin nerede satıldığını öğrendik. İkimiz, kan ter içinde civciv satıcısına ulaştık. Atacan’ın beğendiği beş civcivi satın aldık. Civcivler açlık, susuzluk ve sıcakta sıkış tıkış bir arada olmaktan bitkin düşmüşlerdi satıcının koyduğu kutunun içinde.
Karnımızı doyurmak için bir aşevine gittik. Hemen civcivlerin bulunduğu kutuyu açtık. Şişe kapağına su koyduk öncelikle. Hayvanlar, doyasıya su içtiler kana kana. Ardından kutunun içine bolca yem… Biz yemeğimizi yerken onlar yemlendiler.
Civcivleri eve getirip bahçeye saldık. Önce ürkek, korkak, çekingen hareketlerle birbirlerinden ayrılmadan kuytu köşelerde dolaştılar. Zaman geçtikçe günler ilerledikçe komşu bahçeleri de keşfe çıktılar.
Atacan, ilk günlerde civcivlere elleyemiyordu. Giderek alıştı onlara. Son zamanlarda neredeyse gün boyu onlarla birlikte oldu. Güneşin doğuşunu izler izlemez onları, bahçeye çıkarıp birlikte yemliyoruz. Civcivler çoğu zaman Atacan’ın kucağında, elinde, hatta başının üzerinde uzun saçları arasında eşelenmekteler.
Civcivleri aldığımız ilk gün, daha eve gelmeden onlara ad koyuyoruz: Böğürtlen, Karadut, Limon, Kayısı ve Şeftali… Bu adları vermemizde onların renkleri, duruşları etkili oluyor. Bol yem ve geniş bahçede akşama dek türlü böcek, karınca, solucan yiyen civcivler bir ayda hızla büyüdüler. Kanatları, kuyrukları, renkleri belirginleşti giderek.
Limon’u bir kaza sonucu kaybettik. Atacan günlerce kendine gelemedi, üzüntüden kahroldu.
Karadut, baştan beri arkadaşlarından ayrı dolaşmaktaydı. Dinlencemizin sonuna doğru ne yazık ki bir kedi, onu kapıp götürdü. Bu da Atacan’ı çok üzdü.
Dinlencemiz bitmek üzere… En büyük sorun, civcivleri ne yapacağımız… Araba ile İstanbul’a getirdik, diyelim. Nerede bakıp besleyeceğiz? Balkonda bu iş olmaz. Zaten kanatlanan hayvanları orada saklamak çok zor. Mürefte’de tanıdığımız biri var: Sami Bey… Evinin bahçesini balık ağlarıyla çevirmiş, orada tavuk besliyor. Çalışkan bir adam, ekmeğini taştan çıkarmakta. Onu aradım, civcivlere bakıp bakamayacağını sordum. Memnuniyetle kabul etti önerimi. İstanbul’a döneceğimiz günün kuşluk vakti, büyüleyici kuşlarımızı genişçe bir kutuya koyduk. Ben, bir dükkâna girip civcivler için en azından birkaç aylık yem alayım dedim. Bu arada eşim de bir şeyler almak için başka bir dükkâna uğradı.
Atacan, arabada civcivleriyle baş başa. Arabanın kapıları açık. Elimde yem paketleriyle döndüm ki ne göreyim. Atacan’ın iki gözü iki çeşme… Şeftali, başının üstünde eşelenmeden boynunu kısmış, durmakta. Böğürtlen, göbeğinin üstünde şaşkınca gözlerini kısmış öylece bakmakta. Kayısı, kolunun üzerinde bir atmaca duruşunda…
Atacan, sırayla alıp teker teker öpüp kokluyor onları. Gözlüğünü yukarı doğru kaldırmış, gözyaşlarının özgürce akmasını sağlamış durumda. İki elinde birer civciv, gözyaşlarını onların tüyleriyle silmekte. Dakikalarca sürdü bu durum. Eşim geldi bu arada. Çocuğun durumunu görünce o da duygulandı. Ne yapacağımızı şaşırdık. Ben, dil dökmeye başladım. İçinde bulunduğumuz gerçekleri anlattım. Birazcık ikna oldu. Civcivlerin bulunduğu kutu elimizde. Ağır adımlarla yürüyoruz. Atacan’ın ağlaması biraz azaldı. Kısacık yol, uzadıkça uzuyor. Sami Bey, bizi evin kapısında karşılıyor. Geç kalmamız karşısında meraklanıyor. Özür dileyip kısaca neden geç kaldığımızı anlatıyorum. Onun da gözleri doluyor.
Atacan, tavukların bulunduğu bahçeyi dolaşıyor, civcivlere ayrılmış bölümü geziyor. İyice araştırıyor her yanı. Bahçede birkaç tane kümes var. Hepsinin içini, dışını kontrol ediyor. Kedilerin girebileceği yerin olup olmadığına bakıyor. Yiyecek ve içecek kaplarını iyiden iyiye inceliyor. Horoz ve tavukların civcivlere zarar verip vermeyeceğini, onları koruyup korumayacağını sorup öğreniyor. Sami Bey’in ve benim ikna edici açıklamalarımız onu yatıştırıyor. Ağlaması bitti, gözyaşları kesildi.
Civcivlerin bulunduğu kutunun başına gitti. Önce Kayısı’yı aldı. Öptü, kokladı, bağrına bastı. Uzun uzun bir şeyler anlattı ona, sonra yere bıraktı. Kayısı, kendisinden birazcık büyük bir civcivin yanına gitti. Birlikte yemleri gagalamaya başladılar. Arkasından Böğürtlen göründü Atacan’ın minik ellerinde. Onu da öptü, kokladı, uzun bir vedalaşma oldu. En sonunda duygusal bağını en güçlü olduğu Şeftali’yi aldı. Uzun uzun öptü onu. Ona, bir ay sonra gelip kendilerini göreceğini söyledi. Yüzüne, gözüne sürdü yumuşak tüylerini. Usulca yere bıraktı. O, koşarak arkadaşlarının yanına gitti.
Atacan, Şeftali’ye karşı neden daha çok ilgili? Onu diğerlerinden farklı kılan neydi? Beş civcivi aldığımızda içlerinde en küçüğü, en bitkini Şeftali idi. Biz, Şeftali’ye “prematüre” dedik. Atacan da prematüre olduğundan ona ayrı bir sevgi ve yakınlık duydu. Şeftali, geçen zaman içinde yaşama dört elle sarıldı, çok geçmeden diğerlerine yetişti.  
Atacan, civcivlerin adlarını Sami Bey’e söyledi. Onları, adlarıyla çağırması gerektiğini öğütledi bilgiç bilgiç.
Atacan, civcivlerle her gün söyleşirdi. Dışardan bakan biri: “Bu çocuk kimle konuşuyor?” diye kendi kendine sormadan edemez. Onları bir dost, arkadaş, can yoldaşı olarak gördü. Civcivleri aldığımız ilk gün, zaman yitirmeden onlara ad vermesi çok önemliydi. Ad vermek demek; karşısındaki varlığa bir kişilik, benlik yüklemektir.
Civcivleri yeni yaşam alanına bıraktıktan sonra bir süre daha kaldık orada. Sonrasına vedalaştık. Ayrıldık. İstanbul’a gelinceye dek konumuz civcivlerdi. Bir gün sonra Sami Bey’i arayıp civcivleri sordum. Atacan, her gün aramamı söylüyor. Anlaştık, iki günde bir arayayım, dedim.  Kabul etti. Neyse, zaman her şeyin ilacıdır. Bir süre sonra aramalarım seyrelir sanırım.
Doğayı sevmek, onun sırlarına ermek, canlılarla doğru ilişki kurmak yaşamı çok anlamlı kılmakta. Çocuklarımıza hayvanlarla, bitkilerle dostluğu öğretmeli. Doğadaki tüm varlıklarla uyumlu yaşamaya alıştırmalıyız onları. Doğaya saygı duymayan kişi; kendine, başkasına saygı duyabilir mi? Doğayı sevmeyen biri, insanları sevebilir mi? Hiç unutmayalım ki insan da doğanın bir parçası. Doğa olmazsa ne insan olur ne hayvan ne de bitki…
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       4 Eylül 2018