TARİHTEN DERS ÇIKARMAYANLAR

       

Ermenistan, Sovyetler Birliği dağılınca bağımsızlığını kazandı 1990'da. Bağımsızlığını kazanır kazanmaz komşusu Azerbaycan'a saldırıp Dağlık Karabağ'ı işgal etti. 26 Şubat 1992'de Hocalı'da seksen üçü çocuk, yüz altısı kadın, altı yüz on üç Azerbaycan Türk'ünü katletti. Bu katliam, uygar(!) dünyanın gözünün önünde yapıldı. 

Ermenistan, birçok ülkenin, Birleşmiş Milletler Örgütünün karşı çıkmasına karşın Karabağ'daki işgalini sürdürdü. Fırsat buldukça komşusu Azerbaycan'a saldırdı. 

  Azerbaycan, zamanla ordusunu kurdu. Yeraltı ve yerüstü kaynaklarını değerlendirerek varsıllaştı. Bu varsıllaşma, ordusunun oluşmasına, eğitimine de yansıdı. Barışçı yollarla kurtarılması olanaksız olan Karabağ, ancak silahla kurtarılabilirdi. Bunun için yıllardır hazırlandı Bakü yönetimi. 

Ermenistan, son yıllarda özellikle ABD ve Fransa'da yaşayan Ermenilerin kışkırtmalarıyla Avrasya'ya karşıt bir konumlanmayı yeğledi. Atlantik eksenine girmesiyle Kafkasya'da bazı kışkırtmalar uygun duruma geldi. Böylece komşularından giderek soyutlandı. Verimsiz topraklar üzerindeki bu devletin halkı gittikçe yoksullaştı. Birçok Ermeni, ülkelerini terk ederek ülkemizde kaçak işçi oldu. Emperyalist projelerden rol kapmaya çalışan ülke yöneticileri, yurttaşlarının yoksullaşmasına çözüm bulamadı. 

Azerbaycan ve Türkiye ile düşman olan bir Ermenistan'ın bu coğrafyada yaşaması çok zor. Oysa emperyalizmin kendilerine dayattığı komşulara saldırma görevini reddetse hem barış içinde yaşayacak hem de halkına iş, aş bulacak. 

Temmuz 2020’de Ermenistan, Azerbaycan'a saldırdı. Bu saldırının Tovuz’a yapılması ilginçtir. Çünkü bu bölge petrol ve doğalgaz boru hatlarının geçtiği yerdir. Sınır çatışmaları çıktı. Her iki taraftan yaşamını yitirenler oldu. Ermeniler, 27 Eylül 2020 sabahı yeniden saldırdı Azerbaycan köylerine. Bu kez Azeri Türkleri, önce saldırıyı savuşturup sonrasında saldırıya geçti. Öyle görülüyor ki bu çatışmalar Karabağ kurtarılana dek sürecek. 

Ermenistan'ın durup dururken Kafkasya'da kışkırtmaya girmesinin nedeni Türkiye'ye yeni bir cephe açarak emperyalist kuşatmayı genişletmek. Azerbaycan, Rusya, Türkiye'nin oluşturduğu enerji hatlarını engellemek. Kim adına? ABD ve büyük emperyalist tekeller adına... 

Peki, Azeri-Ermeni çatışmasında Rusya'nın tavrı ne olacak? Ermenistan'ın bu saldırısı Rusya'nın ekonomik çıkarlarına yönelik olduğu için Ermenilerin destek görmesi olanaksız. Azerbaycan'ın Karabağ'ı kurtarma saldırısında Rusya'nın yeşil ışığının payı kesinlikle vardır. 

I.Dünya Savaşı sırasında Ermeniler Osmanlıyı emperyalistlerin kışkırtmalarıyla arkadan vurdu. Tanımlanamaz acılar yaşandı. Bir süre sonra emperyalistler, Ermenileri ortada bıraktı. Bu kışkırtmadan en büyük zararı Ermeniler ve Türkler gördü. Bu tarihsel dersi iyi anlamamış olacaklar ki yüz yıl sonra emperyalizmin aynı tuzağına düştüler yine. Yine onları kışkırtan emperyalistler, onları yüz üstü bırakacak. 

Keşke Ermenistan, tarihten gerekli dersleri alsaydı da emperyalist kışkırtmalara kanmasaydı. Yüz yıl önceki acıları yeniden yaşanmasının nedeni, tarihin verdiği dersleri anlamamaktır.

Adil Hacıömeroğlu

28 Eylül 2020

TÜRK ULUSUNUN BİRİNCİ GÖREVİ NE?

        Türkiye'nin dört bir yandan çevrelenip kuşatıldığı, toprak bütünlüğünün ortadan kaldırılmaya çalışıldığı, birliğinin tehlikeye düşürüldüğü, Mavi Vatandaki çıkarlarının yok sayılmaya çalışıldığı bir dönemde ulusumuzun önündeki öncelikle  çözülmesi gereken sorun nedir?

Ülkemiz gerçeğini gören ve ulusal duyarlılık sahibi herkesin yukarıdaki soruya vereceği yanıt şudur: Öncelikle Türkiye, emperyalist kuşatmayı yarıp ülkesinin bütünlüğünü korumaktır. 

Peki, ülkemizdeki muhalefet, Türkiye'nin emperyalistlerce kuşatması karşısında kendilerine birinci görev olarak neyi seçmekteler? Demokrasi mücadelesini...

Türkiye'nin öncelikli olarak demokrasiye gereksinimi olduğunu yıllardır sürekli söyleyenler kimler? AB ve ABD sözcüleri... Bir de batı emperyalizmin piyonları PKK ve FETÖ...

Peki, AB ve ABD'nin daha önce demokrasi savaşımını öncelediği ülkeler hangileri? Irak, Libya, Afganistan, Yemen, Suriye... Buralara getirilmeye çalışılan sözde demokrasi milyonlarca insanın kanının akmasına neden oldu. Emperyalistlerin akıttığı kan, hala oluk oluk akmakta. Üstelik bu ülkelere demokrasi(!) adına getirilen bölünme, parçalanma, yoksulluk ve göç...

Dört bir yandan kuşatıldığımız koşullarda utku kazanmak için gereksinimimiz olan en önemli şey; iç cephenin sağlamlığı, halkımızın birliği... Böyle bir dönemde muhalefetin AB ve ABD'nin demokrasi sorununu, ülkemizin ivedi sorunuymuş gibi öne çekmesi çok ilginç. Bunu derken Türkiye'de demokrasimizin dört dörtlük olduğunu savlamıyoruz. Ancak emperyalistlerin de dediği gibi ülkemizde bir faşist diktatörlük de yok! Önce yurt bütünlüğümüzü koruyalım, sonrasında demokrasimizle ilgili sorunları tartışıp çözüme kavuştururuz. Unutmayalım ki Türk demokrasisinin kökleşip yerleşmesinin önündeki en büyük engel, emperyalizme bağımlılıktır. Emperyalizmin etkisinden kurtulmakta olan Türkiye buna koşut olarak demokrasisini de istenen düzeye getirecektir. 

Atatürk, 1927'de "Gençliğe Hitabe" ile Türk Gençliğine, dolayısıyla tüm ulusumuza birincil görevini söyledi. Atatürk'ün bu görevlendirmesi, bugün de geçerli. Kendine Atatürkçü diyen herkesi bu görevin gereğini yapmaya çağırıyorum.

"Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir." demekte Atatürk. Koruyup savunmak zorunda olduğumuz ne Atatürk'e göre? Bağımsızlık ve cumhuriyet... 

Kime karşı savunacağız bağımsızlığımızı ve cumhuriyetimizi? Bunları yok etmek isteyen emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı... İşte, bunu yaptığımızda istediğimiz demokratik koşullara kavuşuruz. 

Ey Türk Gençliği! Atatürk'ün sana verdiği görev için işbaşına! Gençliğe Hitabeyi sözcük sözcük okuyup uygulama zamanıdır. Yurdumuzun bütünlüğü, geleceği için topyekün savaşım zamanıdır. 

Adil Hacıömeroğlu

27 Eylül 2020

SALGININ KİRLETTİĞİ TÜRKÇE


        Korona ile bazı yabancı kökenli sözcükler çok kullanılır oldu. Yabancı kökenli bir sözcüğün Türkçesi varsa yabancısını kullanmak niye? Bir sözcüğün Türkçesini kullanarak hem dilimizi yabancıların etkisinden kurtarırız hem de kullandığımız sözcüklerin anlamlarını daha iyi kavrarız. Ayrıca Türkçenin ezgisel güzelliğinden yararlanırız. 

    “Ara(mesafe-Arapça), dokunuş/değinti(temas-Arapça), doruğa çıkmak(pik yapmak-İngilizce), ilgi(alaka-Arapça), olay(vaka-Arapça), olumlu(pozitif-Fransızca), olumsuz(negatif-Fransızca),  önlem(tedbir-Arapça) salgın(pandemi-Yunanca), sorun(problem-Fransızca), yalıtım(izolasyon-Fransızca)…” Bunlar son günlerde sıkça kullanılan sözcükler. Ancak Türkçe olanlarını değil de ayraç içinde yazdığım yabancı kökenli olanlarını kullanmak niye? Böyle günlerde insanların gözü, kulağı uzmanlarda olur. Küçücük çocuklar bile uzmanlara kulak vermekteler. Başta çocuklar olmak üzere halkımızın konuştuğu Türkçeye özen göstermek hangi görevde, meslekte olursa olsun herkesin görevi. Çocuklarımızın anne sütü saflığındaki kulaklarını yabancı sözcüklerle kirletmenin ne anlamı var?

        Birtakım dostlarımız, Türkçenin yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılarak özleşmesini neden bu kadar çok isteyip savunduğumuzu sormaktalar. Anlatalım...

        Öğretmenlik yaşamımda hem öğrencilerimde hem velilerimde hem de arkadaşlarımızda yazı ya da konuşma dilindeki yanlış okunup yazılan sözcüklerin yüzde yüze yakınının yabancı kökenli sözcükler olduğunu saptadım. Örnekleyelim… “İmtihan, inkılap, muvaffakiyet” sözcükleri Türkçe değil. Bu sözcükleri, birçok kişi yanlış söyler. Yanlış yazanların oranı ise daha da çok. “İmtihan” sözcüğünü, çoğu kişi “imtaan, imtiyan. imtian, imtahan, imtean…” biçiminde yazmakta. Diğerlerinde de durum üç aşağı beş yukarı aynıdır. Burada özellikle “inkılap (devrim)” sözcüğünün “inkilap (köpekleşmek)” biçiminde söylendiğini belirtelim. Atatürk, “inkılap” sözcüğünün yanlış söylenmesi nedeniyledir ki bu sözcüğü pek kullanmamış, bunun yerine “ihtilal”i kullanmıştır. Oysa bu sözcüklerin Türkçesi olan “sınav, devrim, başarı”yı kimse yanlış da söylemez, yanlış da yazmaz. Demek ki öğrencilerimizin yazım yanlışı yapmasını önlemek için öncelikle Türkçe sözcükleri kullanmalarında yarar var. 

        Türkçeleşmenin zorunluluğunu gerektiren ikinci nedene gelelim… Burada “sorun (problem)” sözcüğünü ele alalım. “Problem” sözcüğü, Fransızcadır. Bu sözcüğü, söylediğimizde yapısal olarak dilimizdeki başka bir sözcükle çağrışım yapmakta mıdır? Bence hayır! 

        “Sorun” dediğimizde yapısal olarak “sor-“ kökünden geldiğini anlar ve kök anlamını bildiğimizden sözcüğün anlamı da kafamızda canlanır. Yalnızca bu kadarla kalmaz, aynı kökten gelen onlarca sözcük de usumuzdan bir anda geçiverir hem yazılışları hem de anlamları: “Sor-, soru, sorum, sorumluluk, sorunsal, sorgu, sorgucu, sorumlu, soruştur-, sorunlu, sorgulanış…” Bu sözcüklerin hiçbirinin anlamını, hiçbir yurttaşımızın sözlüğe bakmasına gerek yok. Çünkü her sözcük, kökteki anlamla bir biçimde ilişkilidir. Bu demektir ki Türkçe sözcükleri kullandığımızda anlamca yanlışlık yapmayız. Ancak yabancı kökenli sözcükleri kullandığımızda çoğu kez bu sözcüklerin anlamlarını sözlükten bakmamız gerekir. Bunun içindir Türkçe ısrarımız. Bundandır yabancı kökenli sözcüklere karşı olmamız. Ayrıca Atatürk’ün “Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.24, Kaynak Yayınları 2015, s.262)” sözünü de hep usumuzda tutmaktayız.

        Salgınla bedenlere virüs bulaşırken dilimize de yabancı kökenli sözcükler bulaşmakta. Böylece dilimiz kirlenip bozulmakta. Salgından bir biçimde kurtulacağız. Ancak dilimizdeki kirlenmeyi nasıl önleyeceğiz. Bu konuda özellikle bilim adamlarına, basın yayın çalışanlarına büyük görev düşmekte. Anadilimiz güzel Türkçemizde karşılığı olan sözcüklerin yerine yabanlarını kullanmayın. Güzel Türkçemizi yabancı sözcüklerle kirletmeyin. 

        Unutulmasın ki dil olmasa ulus da olmaz. Ulusumuzun varlığı Türkçemizin varlığına bağlı. 

Adil Haciömeroğlu

18 Eylül 2020

Not: 22 Eylül 2020 tarihli Aydınlık gazetesinde yayımlanmıştır.

UZAKTAN EĞİTİM VE BİLGİSAYAR SATIŞLARI

 

19 ve 20 Eylül günleri bilgisayarım bozulduğu için Kadıköy'deydim. Bilgisayar satıcı ve onarıcılarının bulunduğu caddede nerdeyse tüm işyerlerinin içi dopdoluydu. Bazı işyerlerinin kapısında kısa da olsa müşteri kuyrukları oluşmuştu. 

Önceden tanıyıp bildiğim ve çalışanlarıyla tanıştığım bir dükkana girdim. Selamlaşma, hal hatır sormadan sonra derdimi anlattım. Bilgisayarımı verdim ustaya. O, bilgisayardaki sorunun nedenini araştırtırırken ben de diğer müşterilere kulak misafiri oldum. 

Dükkan ikinci el bilgisayar satmakta çoğunlukla. Yeni bilgisayarlar da var kutularda. Gelenlerin çoğu ikinci el bilgisayarları sormaktalar. Anne, baba ve çocuk birlikte gelmişler. Bazı babalar tek başına. İkinci el bilgisayarların özellikleri ve ederleri konusunda bilgilenmekteler. 

Alıcılar, çocuklarının uzaktan eğitimi için böyle bir gereksinim duyduklarını belirtmekteler. Alacakları aletin işlerini görüp görmeyeceklerini merak etmekteler. En çok sorulan da ikinci el ürünün garantisinin ne kadar olduğu. Olumlu yanıtlar alınca hemen pazarlık yapılıp bilgisayar alınıyor. Nakit ödeme neredeyse yok! Ödemeler genellikle kredi kartlarından yapıldı. Olabildiğince taksitlendirildi ödemeler. 

Aileler, çocuklarının eğitiminin aksamaması için çırpınmakta. Olmayan olanaklarını zorlayarak çocuklarının geleceği için harcamaktalar ceplerinde olmayan son kuruşlarını kredi kartlarından. Ülkemizde çalışanların üçte birinin asgari ücretle çalıştığını ve çok sayıda kişinin işsiz olduğunu düşünürsek aile bütçelerine binen yeni maddi yükün büyüklüğünü anlayabiliriz. 

İnsanlar, çocukları için olmayan paralarını harcamaktalar. Anlaşılacağı üzere borçlanmaktalar. Atalarımız: "Borç yiğidin kamçısıdır." deseler de ortada ne yğitlik ne de kamçı var. Bilgisayarını kucaklayan çocuklar mutlu olsa da anne ve babaların yüzlerinde kaygı, korku, mutsuzluk var. Asık yüzlerdeki bu görüntü, borcun nasıl ödeneceğinin düşüncesi. 

Bilgisayarım onarılırken caddedeki diğer dükkanlara baktım. İşhanlarına girdim. Her yer kalabalık... Çoluk çocuk gelenlerle dolu her yan... Aileler, boğazlarından kesecekleri son kuruşu da çocuklarının eğitimi için harcamak için ikinci el bilgisayar satan dükkanlarda sırtları terlemekte.

İnsanlar, korona günlerinin getirdiği zorluklar ve ekonomik bunalımın yarattığı işsizlik, düşük gelirle yaşama döneminde ekonomik alanda son soluklarını alıyormuş gibiler. 

Bilgisayarım, cumartesi onarılamadı, ertesi güne kaldı iş. Ben de pazar günü ikindi vakti gittim yeniden Kadıköy'e. Normal zamanlarda pazar günü kapalı olan dükkanlar açık. Bilişim konusunda ünlü pasaj kapalı yalnızca. Dükkanların pazar günü açık olmasının nedeni, satışların çok olması. Yine cadde boyunca dükkanlara baktım. Raflarda ikinci el bilgisayar neredeyse kalmamıştı. Aylarca rafları işgal eden ürünler iki günde uçup gitti. Neden mi? Uzaktan eğitim için...

Koronayla bazı iş alanları sönümlenirken kimi iş alanları da altın devrini yaşamakta. 

Yurttaşlarımızın en öncelikli gereksinmelerinden biri eğitim. Bu nedenle MEB yöneticilerinin sorumlulukları çok fazla. Ey Sayın Bakan ve yöneticiler, alacağınız anlık, bilimsel olmayan, popülist kararlarla çocuklarımıza da velilere de öğretmenlerimize de yurttaşlarımızın emeğine de ülkemizin geleceğine de yazık etmeyin! Unutmayın ki her çocuk bir dünyadır.

Adil Hacıömeroğlu

21 Eylül 2020

MEHMET NURİ KILIÇ


İlkokula başladığım yıllardaydı tanışıklığımız. Aynı köylüydük. Ancak iki farklı mahallede yaşamaktaydık. Köy çocuklarının ortak oyun alanı genellikle ilkokulun bahçesiydi. Okul bahçesinin dışında çocukların sıkça karşılaştıkları alanlar; caminin yanı dediğimiz köy merkezi, Of ve Hayrat’la bağlantımızı sağlayan şose ile yazın yüzülen dere idi. 

İşte, Mehmet’le tanıştığımız ve arkadaşlığımızın filizlendiği yer, okulun bahçesiydi. Yaz dinlencesiydi. Biz de yaşadığımız Hayrat Bucağı'ndan köye gelmiştik. Bahçede büyük çocuklar, çoğu zaman da delikanlılar futbol oynardı. Biz küçükler de onları izlerdik. Köyümüzün gençleri iki takıma ayrılırdı: Fenerliler, Galatasaraylılar… O yıllarda Trabzonspor, 2. Lige yeni çıkmıştı. Bazı maçlarda köyümüzün delikanlıları, yaşlılar ve gençler olarak ayrılırdı kendi aralarında. Yaşlılar dedikleri de diğerlerinden taş çatlasa beş altı yaş büyüktü. 

Seyirciler arasında sarışın bir çocuk vardı. Kendi akraba çocuklarıyla gelmişti okulun bahçesine. Büyük ağabeyi Cengiz, maçta oynayanlar arasındaydı. Ben, o maçlarda Galatasaraylıları desteklerdim. Gençlerle yaşlıların yaptığı maçlarda da gençlerin yanındaydım. Maçlar, kıran kırana geçerdi. Saha biraz bayırdı. Bayırın aşağısındaki yarı sahada olan takım, kan ter içinde kalırdı. Çünkü sürekli bayır yukarı koşmak zorundaydılar. Devre olup yukarıdaki yarı sahaya geçtiklerinde o yorgun durumlarıyla aşağıya doğru uçarcasına koşarlardı. Mehmet’le aynı takımı desteklediğimizden yakınlaştık. Benden bir yaş küçüktü. Sürekli gülen bir yüzü, heyecanlı bir sesi vardı. İlk göze çarpan yanı, içtenliğiydi. 

Babalarımız arkadaş, dedelerimiz yoldaştı. Bu durum da aramızda bir yakınlığı doğurmaktaydı. 

Aynı ilkokulda okumadık. Ancak yaz dinlencelerinde buluşurduk köyde. Benimle oynamak için evimize gelir, eğer bir iş yapıyorsam bana yardım ederdi, işi bir an önce bitireyim de oynamaya, söyleşmeye vakit kalsın diye. Ortaokula başladığında aynı okuldaydık. Benden bir sınıf gerideydi. Kimi zaman ben köye yürürdüm Hayrat’tan onunla söyleşerek gelirdik köyümüze. Aynı lisede okuduk. Bu sırada aydı ülküyü, aynı düşünceleri benimsedik. 

Yıllar geçti. Ben öğretmen olarak Samsun-Çarşamba’ya atandım. O ise babasının çalıştığı Almanya’ya gitti. Bazı yaz dinlencelerinde köyümüzde kısa da olsa bir araya gelirdik. Söyleşilerimiz bitmek bilmezdi. Yıllar sonra İstanbul’da buluştuk. O Pendik’teydi, ben de Bakırköy’de. İkimizin de işi yoğundu. Seyrek aralıklarla da olsa buluşurduk. Sonradan ben Bostancı’ya taşınınca yakınlaştı yollarımız. Sık sık bir araya gelir, saatlerce söyleşirdik. Telefon konuşmalarımız çok uzun sürerdi. Belki de ayrı kaldığımız yılların acısını çıkarıyorduk. 

Pendik’e onun taksi durağına gideceğim zaman telefon ederdim, durakta mı diye. O, geleceğimi işittiğinde heyecanlanır, hazırlıklar yapar, “Sen, metrodan in, ben seni gelip alırım.” derdi. Amacı yolda da olsa birkaç tümcelik söyleşmek, özlem gidermekti. Duraktaki arkadaşlarına uzun uzun benimle ilgili bilgiler verirdi. Ben, durağa varınca oradakiler, bir tanıdıkla karşılaşmış olurlardı. Önce yemek yerdik. Hesap ödeme konusunda hep tartışırdık. Belki de yaşamımızdaki tek tartışmamız buydu. Ardından durağa gider saatlerce söyleşirdik. Dursun Kılıç’ın demlediği olağanüstü lezzetteki çayı içip de söyleşmemek olur muydu? 

Yazları ben Mürefte’ye giderdim, o da Biga’da olurdu. Marmara’nın iki yakasında neredeyse günaşırı telefonlaşırdık. Bu yaz Biga’ya uğradım, fakat Mehmet’i aramadım. Arasam bırakmazdı bizi. Ben de onu rahatsız etmemek ve bizim kısıtlı gezi zamanımızı iyi değerlendirmek adına haber vermedim ona. Gezimiz bitti İstanbul’a döndük. 

Ben, ona hep birinci adıyla seslenirdim. O ise bana ikinci adım “Adalet” derdi seyrek de olsa. Ancak genellikle “emiceoğlu, dayıoğlu, halaoğlu” diye seslenirdi. Bu seslenişte bir içtenlik, birbirimize yakın olduğumuzu belirtme düşüncesi vardı. Bu tavrından hoşlanırdım. 

Dinlence sonrası yaşadıklarımı, gördüklerimi yazıya döktüm. Biga’ya uğradığımı okuyunca telefona sarıldı. “Biga’ya geldin, bana uğramadın, oldu mu dayıoğlu?” dedi. Yazlığının Biga merkeze uzak olduğunu, zamanımızın az ve gideceğimiz yerlerin çokluğundan söz ettim. İkna oldu, helalleştik.

Aramızdan sonsuzluğa göç etmesinden on gün önce aradı beni. “Köye gidiyorum, bir isteğin var mı?” dedi. “Bana salatalık ve biber tohumu getir.” dedim. Israrla köye gelmemi istedi. “Fırsat bulursam gelirim.” dedim ona. 

İnsan ilişkilerinde içtendi. Sevdiği kişileri katıksız severdi. İnsanlara, özellikle arkadaşlarına olağanüstü değer verirdi. Alçakgönüllü bir adamdı. Yıllar önce ilk tanıdığımda yüzünde var olan çocuk gülüşü hiç gitmedi. Olduğu gibi, doğal bir insandı. Yanlışa yanlış, doğruya doğru derdi. İnsanlara karşı sevecen, saygılı ve iyimserdi. Hoşgörüsü yüksekti. Atatürk’e ve Türk devrimine yürekten bağlı, katıksız bir yurtseverdi. 

Son yıllarda köyde çaylık yapmak için uğraşıyordu. Her yaz bir aya yakın köyde kalır, bedenen çalışıp çaylık yapardı. Altmış yaşına gelmiş bir kişinin bedenen çalışıp çaylık yapması, onun yaşama nasıl umutla baktığının bir göstergesi. Arı gibiydi. Yeri gelir gece direksiyona çıkar taksicilik yapardı. Yeri gelir durakta telefonlara bakardı. En yoğun olduğu zamanlarda bile dostlarına ayıracak vakti hep vardı. Onun için dostluk, arkadaşlık her şeyin önündeydi. 

İyi, sevgi dolu bir aile babasıydı. En büyük kaygısı, çocuklarının geleceğiydi. 

Köye gitti. Çok geçmeden ölüm haberini aldım. Önce inanamadım. Sonra acı gerçekle karşılaştım. Gözleriyle gülen Mehmet, her anı fotoğraflayıp sosyal medyada paylaşan güzel adamın gülüşü, neşesi, mutluluğu, yaşama bağlılığı, sevgi dolu yüreği fotoğraflarda kaldı artık. Belki de her anın fotoğrafını çekmesi erken gideceğinin bir belirtisiydi. 

Erken denecek bir yaşta göçüp gittin uçmağa. Oldu mu Mehmet? “Oldu mu dayıoğlu?”

Adil Hacıömeroğlu

18 Eylül 2020


OKULLAR AÇILSIN MI?


Medyada neredeyse her gün tartışılmakta okulların açılıp açılmaması. Özellikle televizyonlarda konuşanların çoğu özel okulcular. Onların kaygısı, kendi sektörlerini ayakta tutmak. Bu nedenle okulların açılmasını heyecanla savunmaktalar.

Özel okul sahiplerinin dışında okulların açılmasını isteyen ikinci kesimse çalışan anne ve babalar. Çünkü çocuklarını bırakacakları yer yok! İş yaşamlarını sürdürmek için çocuklarını bırakacakları güvenilir yerler gerek. Bu da okullar…

Okulların açılmasını savunanlar, genellikle düşüncelerine dayanak olarak bazı batı ülkelerinden okulların açık olduğunu göstermekteler. Öncelikle söyleyelim ki bir ülkenin ekonomik, toplumsal ilişkileri, sağlık ve eğitimle ilgili koşulları diğerine uymaz. Her ülkenin kendine özgü yaşama koşulları var. Ayrıca salgının yayılımı, her ülkede aynı değil. İşin en belirleyici yanı ise salgına karşın savaşan sağlık kuruluşlarının durumudur. Bu da ülkelere göre değişiklik göstermekte.

Ülkelerin eğitim biçimleri aynı değil. Eğitim koşulları her ülkede farklılık göstermekte. Sınıflarda bulunan öğrenci sayısı, okul bahçelerinin genişliği, okul yapılarının biçimi, sınıf mevcutları gibi birçok etmen her ülkede farklı. Bazı ülkelerde hem büyükler hem de küçüklerin kurallara uyumu üst düzeydedir. Disipline uyum, bazı ülkelerde, vazgeçilmez bir yaşam biçimidir özellikle Doğu Asya ülkelerinde.

Bizim gibi bizim gibi Akdeniz ülkelerinde insanlar birbirine yakındır. Söyleşmek, bir arada olmak vazgeçilmezdir. Ayrıca okulların açılması düşünülürken ve başka ülkeler örnek gösterilirken ülkemiz ve o ülkelerde öğrenci sayısının genel nüfusa oranı göz önüne alınmalı. Türkiye, genç nüfusu çok olan bir ülke.

ABD’de anaokulları açıldı. Kovid 19’un çocuklara bulaşma oranı birden beş kat arttığı belirlenmiş. Her çocuğun bir ailesi var. Çocukların virüsü ailelerine bulaştırdığını da düşünürsek salgına nasıl bir yayılma alanı oluşturulduğu anlaşılır.

Fransa’da okullar açık. Her gün on bin civarında virüsün bulaştığı kişi belirlenmekte. Ülkenin nüfusu göz önüne alındığında bu oranın ne kadar çok olduğu ortaya çıkar.

Ülkemizde salgın, şu anda kontrol altında değil. Koronaya karşı önlemler, ne yazık ki toplumun önemli bir kesimince uygulanmamakta. Bu da kovid 19’a yayılma fırsatı tanımakta.

Salgının yayılmasını durdurmak için daha sıkı önlemlere gereksinim var. Sıkı önlemler alınmazsa öncelikle sağlık sistemi ve çalışanları zor durumda kalır. Salgın önlenemediğinde okullar açılamaz. Bu da ülkemize ağır bir eğitim eksikliği faturası çıkarır. Türkiye’nin gözbebeği ve toplumsal yaşamın sürekliliği için zorunlu iki alanda zor durumda kalırız. Sağlık ve eğitim çok önemli… Bu alanlar; bazı sorumsuz kişilerin savrukluğu, kuralsızlığı, bencilliği yüzünden tehlikeye düşürülemez.

Okulların açılması için tarih vermek yerine, günlük koronavirüs tablosu göz önünde bulundurularak bulaş sayısının belli bir düzeye inmesi esas alınmalı.

Unutulmasın ki önce insan sağlığı… Çocuklar sağlıklı olursa okula gidebilirler. Çocukları, her türlü tehlikeden korumak hem devletin hem de velilerin görevidir.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       18 Eylül 2020

 

TÜRKİYE, GERİLİMİ NASIL BİTİRİR?


Türkiye; Doğu Akdeniz’den, Ege’den, İsrail koridoruyla güneyden kuşatılmakta. Ülkemiz, bu kuşatmayı yarmak ve Mavi Vatan’daki haklarına sahip çıkmak için direniyor. Emperyalizmin ve kullandığı piyonların tehditlerine karşı duruyor haklarını korumak için. Türkiye’nin karada ve denizde haklarını koruması en doğal hakkıdır.

Türkiye, 2.İsrail’in kurulmasını engelledi askeri gücüyle. Şimdi sıra Mavi Vatan’daki kuşatmayı sona erdirmesinde… Türkiye, denizlerdeki haklarına sahip çıktıkça karşısında emperyalist bir blok oluşmakta. ABD, Fransa, Yunanistan, Güney Kıbrıs, BAE ve İsrail ülkemizin haklarını gasp etmek için ellerinden geleni yapmakta.

Ankara, çok haklı bir davada ülkesinin çıkarları uğruna emperyalist ittifaka karşı durmakta. Onların her türlü yıkıcılığına karşı meşru bir savunma yapmakta. Uluslararası hukuka uygun bir biçimde davranmakta. Hukukun kendisine tanıdığı haklarını almak için uğraşmakta. Bunu da askeri gücüne dayanarak yapmakta.

Bir ülkenin kendi denizlerinde petrol, doğalgaz araması kadar doğal olan ne var ki? Bir hükümetin Mavi Vatan’ını sahiplenmesi olağan bir davranış değil mi? Ankara’nın kendi varlıklarını yağmalamaya gelen emperyalistlere ve onların piyonlarına karşı çıkmasında bir yanlışlık olabilir mi?

Öncelikle şu soruya yanıt vermeli: Doğu Akdeniz ve Ege’de uluslararası deniz hukukundan doğan haklarına sahip çıkmaya çalışan Türkiye mi gerginlik çıkarmakta, yoksa ülkemizin haklarını gasp etmeye çalışan deniz korsanları mı?

Bir konuda söz söylemek için öncelikle konu hakkında bilgi sahibi olmalı. Kavga eden taraflardan birinin yanında yer almak ya da barış istemek için haklıyla haksızı birbirinden ayırt etmek gerek. Haklıyla haksızı eşdeğerde gören bir anlayışın barış isteği göstermeliktir. Böyle bir anlayış ya da kişi, haklının hakkını teslim etmediği için haksızın yanında yer alır.

Ne yazık ki ülkemizde birtakım kişiler, bazı medya organları ve kimi siyasetçiler “Türkiye, Doğu Akdeniz’deki gerginliği sona erdirmeli.” demekte. Elbette ki gerginlik, savaş güzel bir şey değil. Ancak Doğu Akdeniz’deki gerginliğin nedeni Türkiye’mi?

Dünyanın bir ucundan buraya gelip ortalığı karıştıran ABD’ye bir çift sözünüz yok mu?

Doğu Akdeniz’e kıyısı bulunmayan Fransa’ya gerginlik artırıcı, savaş kışkırtıcı, bölgenin kaynaklarını gasp edici davranışından ötürü hiçbir şey söylemeyecek misiniz?

Küçücük bir Meis Adası nedeniyle Türkiye’yi karaya hapsetmek isteyen Yunanistan’ın bu tavrını görmezden mi geleceksiniz?

Doğu Akdeniz’i yağmalamaya gelen ABD ve Fransa’ya karşı çıkma, emperyalist amaçlarına hiçbir şey deme, ondan sonra gel Türkiye gerginliği yaratan tarafmış gibi sözler söyle! Bu, nasıl bir kafadır? Bu, kime hizmettir?

Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk ve arkadaşlarını savaş çıkarmakla suçlayan Damat Feritlerin torunları bu kişiler. İşgale uğramış bir halkın meşru savunmasını, savaş çıkarmak olarak gören ihanet çetelerinin emperyalizme hizmeti bu. Bugün de aynı şey yapılmakta. Gerginliği yapan, kışkırtıcılıkla savaş çıkarmaya çalışan, bir devletin denizlerini yağmalamak isteyen emperyalistler karşısında sus. Kalk hakkını savunmaya çalışanı suçla.

Emperyalizm adına yola çıkmış sözde barışseverlerin Türkiye düşmanlıkları çok açık. Bunlar, emperyalizme hizmette sınır tanımıyorlar. Her şeye karşın ulusumuz bozgunculara fırsat tanımayarak haklarını sonuna dek savunacaktır.

Unutulmasın bu topraklarda Mustafa Kemaller yenilmez!

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       15 Eylül 2020

 

ATATÜRK KİMDİR?


 “Atatürk” soyadı, Mustafa Kemal’e TBMM tarafından 24 Kasım 1934’te oybirliğiyle verildi. 17 Aralık 1934’te çıkarılan bir yasa ile “Atatürk soyadının diğer kişilerce kullanılması yasaklandı. Bunun içindir ki Atatürk’ün kız kardeşi Makbule, “Atadan” soyadını almıştır. Demek ki Mustafa Kemal’e “Atatürk” soyadını veren Türk Milleti.

Atatürk kimdir? Yalnızca bir faninin adı mıdır, yoksa bir faninin adından öte midir?

Atatürk adı, bir faniden öte bir şeydir Türkler için. Bir bedene sığmayan, sonsuza dek süren bir yaşamın, ülkünün, bağımsızlık tutkusunun, arasız devrimler düşüncesinin, yurttaşlara halkçı bir bakışın, insanca yaşamın, karanlıklara ışık olmanın adıdır.

Atatürk, geri hizmette görevli oldu halde vatan toprağına düşman askeri çıktığında ölümü göze alarak işgalcinin üzerine yürümektir.

Atatürk, Conkbayır’ında düşman top ve tüfeğine süngüyle saldırıp utku kazanmaktır.

Atatürk, Anafartalar’da sömürgecilere karşı destan yazmaktır.

Atatürk, Mehmetçiğe: “Savaşmayı değil, ölmeyi emreden” vatanseverliğin doruğa çıkmış örneğidir.

Atatürk; Mehmetçiğe Arap çöllerinin gece ayazında güneş, gündüz sıcağında kuzeyden esen serin memleket rüzgârıdır.

Atatürk, doğu cephesinde Rusları yenip Muş ve Bitlis’i kurtaran kahramandır.

Atatürk, Mondros’un öngördüğü işgale ilk kılıç çeken komutandır.

Atatürk, ülkemiz emperyalistlerce parça parça edildiğinde, düşman çizmesi altına girmeye başladığında ölüme meydan okuyarak Bandırma Vapuru ile Anadolu’ya halkına koşan adamdır.

Atatürk; Samsun, Havza, Amasya, Erzurum ve Sivas’ta Türk Milletinin kararlı sesidir.

Atatürk, 23 Nisan’da Ankara’da Yedi Düvele karşı milletiyle devlet kuran öncüdür.

Atatürk, emperyalizme karşı ülkemizin dört bir yanında yanan tam bağımsızlık ateşidir.

Atatürk; İnönü’de başkaldırı, Sakarya’da direnç, Dumlupınar’da düşmana pençe, İzmir’de utkudur.

Atatürk, Ortaçağ karanlığını yok eden tüm ezilen ulusların güneşidir.

Atatürk, kimsenin usuna sığmayacak bir sanayileşmenin, kalkınmanın, ileri gitmenin, ulusça uygarlığa koşmanın adıdır.

Atatürk, okuryazar olmaktır.

Atatürk, tarımda üretimin doruklarına ulaşmaktır.

Atatürk, “İstikbal göklerdedir.” dedikten sonra gökyüzünde Türk yapımı uçakların uçmasıdır.

Atatürk, ülkemizin her yanında fabrika bacalarının tütmesidir.

Atatürk, karasabandan traktöre geçiştir.

Atatürk, kimsenin düşünde görmeyeceği bir biçimde okullaşmadır.

Atatürk, dünyanın dört bir yanında emperyalizme karşı bağımsızlık, özgürlük ve var olma savaşı veren kocaman yürekli insanlardır.

Atatürk; diline, tarihine, toprağına, halkına, geleceğine sahip çıkmaktır.

Atatürk, kabotaj hakkıdır.

Atatürk; sokakta gezen insan, tarlayı süren çiftçi, fabrikada çalışan işçi, okula giden öğrenci, sınıfta ders veren öğretmen, iş yaşamındaki kadın, evine ekmek getiren baba, çocuğunu büyüten anne, yarına umutla bakan yurttaştır.

Atatürk; seksen bir il, kırk bin köy, sayısız dağ, ova, vadi, ağaç; üç yandan yurdumuzu çevreleyen denizlerimiz, ülkemizin gözleri olan göllerimiz, gürül gürül akan akarsularımızdır.

Atatürk; aldığımız soluk, attığımız adım, yediğimiz ekmek, içtiğimiz su, okuduğumuz kitaptır.

Atatürk sözcüğü, bir insanın yapıtlarıyla nasıl ölümsüzlüğe ulaştığının adıdır.

Atatürk, emperyalizme işbirlikçi olmak değil; başkaldırının adıdır.

Atatürk vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığıdır.

Atatürk, Altıok’tur. Altıok da cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, devrimcilik ve laikliktir.

Atatürk; sevgi, saygı, güven, umut ve vatan toprağına işlenmiş sevdadır.

Atatürk, Türk Ulusunun yüreğine yerleştirdiği unutulmaz, yok edilemez bir aşktır.

Kısacası, Atatürk Türkiye’dir.

Bazıları türlü gerekçelerle Atatürk adını söylemekten geri duruyormuş, varsın dursunlar. Suda yüzen balığın suyu fark etmemesi gibi bir şey bu. Sen, içine düşen emperyalizmin kurduna teslim olursun da içinde yüzdüğün Atatürk deryasını niçin fark etmezsin?

Sana dil, orun, saygınlık, meslek kazandıran Atatürk’ü ağzına almaman ne değiştirir ki eğer sen bunları anlamayacak kadar aymazlık çukuruna düşmüşsen. Sen, Türkiye olmak istemiyorsan kimin umurunda?

Atatürk sevdası milyonlarca canın gönlüne kazınmış, canan bilmese ne olur?

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       15 Eylül 2020

 


AMERİKAN OĞLANLARININ DARBESİ, 12 EYLÜL


12 Eylül darbesi yapıldığı gün ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Danışmanı Paul Henze, ABD başkanı Jimmy Carter’e: “Bizim oğlanlar başardı.” diyerek Amerikancı darbeyi muştulamıştı. Paul Henze’nin bu sevinci göstermektedir ki Washington yönetimi, darbenin olacağından daha önceden haberdardır.

12 Eylül darbesi, Kemalist devletin tasfiyesine yönelik bir karşı devrim girişimidir. 12 Eylül’le başlayan süreçte Kemalist kurumlar tek tek ortadan kaldırılmaya başlandı. Devlet ekonomiden el çektirildi ABD’nin dayattığı liberal politikaların uygulaması için. Darbenin liderleri Evren ve Özal, Atlantik sistemine göbeğinden bağlandı. Kemalizm içerde tasfiye edilirken dış politikada Türkiye’nin yaşamsal çıkarlarından inanılmaz ödünler verilmekteydi. Rogers planı gibi ülkemiz başta Yunanistan olmak üzere dışarıya karşı güçsüz bırakacak siyasal dayatmalar, darbecilerce gözü kapalı olarak kabul edilmekteydi. Türkiye’nin çıkarlarından ABD uğruna vazgeçildi.

Kemalizmi halka taşıyan devletçilik ve halkçılık ilkeleri, uygulamalarıyla rafa kaldırıldı. Üretim ve tüketim kooperatifleri kapatıldı. Üretici örgütleri yok edildi. Böylece üreticimiz, açgözlü kapitalizmin çarkları arasında un ufak edildi. Tarım üretimimiz hızla düştü. Köyden kente göç desteklenerek kentlerde işsiz, örgütsüz yığınların oluşmasına yol açıldı. Süreç ilerleyip liberal politikalar yaygınlaşıp yerleştikçe ülkemiz toprakları ekilmemeye başlandı. Dışalımın önündeki engeller kalktıkça Türk köylüsü üretemez oldu. Zaten destekleme alımları çoktan bitmişti.

Hayvancılık can çekişti, liberalizmin üretenleri korumayan siyasetleri içinde. Özelleştirmelerle et kombinaları kapatıldı. İthal et vurgunları arttıkça Türk hayvancılığı yok olmaya başladı.

Özelleştirmeler kapsamında fabrika bacaları tütmez oldu. Tarıma dayalı sanayinin yok olmasıyla hem tarım hem de sanayi alanında milyonlar işsiz, aşsız, umarsız kaldı. İşsizliğin artması; yobaz, bölücü ve yıkıcı örgütlerin palazlanmasına yol açtı. Özellikle bölücü örgüt PKK ve ABD Gladyosu FETÖ işsizliğin girdabında ezilen halk çocuklarını kandırarak militan olarak devşirdi. Zaten bu iki örgütün güçlenmesi, bir ABD siyasetiydi, 12 Eylülcüler de bu siyasetin uygulanması için ortam ve koşulları hazırladılar.

İş güvencesi, örgütlenme, işçinin yanında sendikacılık yapma, dernekler de örgütlenme rafa kalktı. Emperyalizme karşı ve sınıf temelinde savaşım veren kitlelerin altından bu zemin kaydırıldı. Halk bölünebildiği kadar bölünerek savaşımını etnisite, mezhep ve cinsiyet üzerinden yapmaya başladı. Dün kol kola emperyalizme karşı duran kitleler, 12 Eylül’le birbiriyle savaşır oldu. Dün “Kahrolsun ABD emperyalizmi!” diye bağıranların önemli bir bölümü, Amerikan demokrasisini (!) övmeye; hatta ondan dertlerine çare bulmaya başladı. Emek savaşımı ülküsü, AB’ye girme ülküsüne dönüştürüldü.

Örgütsüz kitlelerin önüne toplumsal kurtuluş yerine bireysel kurtuluş amacı kondu. Ne de olsa “ABD’nin bizim oğlanları” oluşturuyordu yeni liberal düzeni. Bu nedenle ABD sistemi içinde toplumsal kurtuluş olamazdı. Devir “Kır şişeyi, dön köşeyi.” devriydi. “Sen kendini bireysel olarak kurtar, altta kalanın canı çıksın.” düşüncesi egemen olmuştu kitlelere. Örgütlenme toplumsal temelde değil, ancak küçük dar kümeler arasında olabilirdi. Bu dar kümelerin yıkması gereken de Kemalist devletin gücüydü. Bu nedenle darbe öncesi “demokratik kitle örgütlerinde” örgütlenen ve halkçı bir savaşım veren kitleler, darbeden sonra “sivil toplum örgütlerinde” örgütlendiler. Tarikat, cemaat, etnik ve mezhepsel örgütlenmeler de sivil toplum örgütü sayıldılar. Demokrasi adına, demokratik örgütlenmeler ortadan kaldırıldı.

Yurtseverler yok edildi bir bir. Çocuk yaşta insanlar, darağaçlarına gönderildi. Yurtseverlik, toplumculuk cezalandırılıp liberallik, emperyalizm yardakçılığı, bireycilik ödüllendirildi. Doğrudan katılımcı demokrasi yerine, parti liderlerinin egemenliğinde ucube bir demokrasi kuruldu. Toplumun aleyhine olan her şey bu sözde demokrasi içinde tartışılıp konuşulurken halk, bu sistemin dışına itildi. Amerikancı 12 Eylül faşizmiyle ülkemizin namuslu insan birikimi yok edilerek sakız gibi her girdiği ağzın biçimine uyan liboş tipler ortalığa saçıldı.

Liberalizmin bireyciliği; yorgun demokratların, yılgın solcuların, NATO’cu milliyetçilerin, bireysel fırsat arayıcılarının, halka kızgınların, sömürgen olmak isteyenlerin, güce tapınanların çok hoşuna gitti. İşbilir liberaller, bazı sol söylemleri liberalizmin içine harmanlayarak yeni bir ideolojiyi pazarladılar. Dünün emperyalizm karşıtları, işçi sınıfı dostları darbecilerle liberalizme evrildiler. Yıllardır da 12 Eylül’ün kafalarına soktuğu liberalizmi sol sanmaktalar.

12 Eylül’e karşı çıkmak, onun toplumu dönüştürmek için dayattığı düşüncelere, kurumlara, toplumsal dayatmalara, bireyciliğe, siyasal parti düzenine, seçim yasasına, sivil toplumcu Kemalizm düşmanlığına, Atlantikçiliğe ve onun yarattığı PKK ve FETÖ’ye karşı çıkmakla olur. Bugün bu iki örgütü ve 12 Eylül’ün kurduğu liberal sistemi savunmakla ABD darbesine karşı çıkılamaz. 12 Eylül’ün toplumumuz üzerindeki izleri yok etmek için antiemperyalist temelde bir karşı çıkış gerekmekte. 12 Eylül’e karşı Kemalizmi savunmak gerek. Kemalizmin olmadığı bir düzende, Evren ve Özal sistemi çalışır.

12 Eylülcülerin son darbe kalkışması, 15 Temmuz’dur. Bu Amerikancı saldırıyı yapanları her ne adına olursa olsun savunanlar, 12 Eylül faşizmine karşı çıkamazlar. Çünkü düşmanı tanımayan, düşmana karşı savaşamaz. Düşman, ABD emperyalizmi ve onun işbirlikçileridir. Savaş, dün olduğu gibi bugün de ABD iledir.

                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           12 Eylül 2020

 

 

KORONA KORKUSU


31 Ağustos Pazartesi sabahı uyandığımda ağrımayan yerim yoktu. Bedenim tel tel dökülmekteydi. Tam da kahvaltı hazırlarken midemde dayanılmaz bir bulantı. Mutfaktan ayakyoluna zorla gittim. Kıl payı yerlerin kirlenmesini önledim. Öyle bir kusma ki anlatılamaz. Kusma bitince onu sürgün izledi. Gün boyunca kusma ve sürgün, bana aman vermedi. Tam saymadım ama her ikisi de otuza yakın olmuştur.

Kusma ve sürgün, çoğaldıkça bedenim gücünü yitirmekteydi git gide. Ne bir şeyler yiyebiliyor ne de bir bardak su içebiliyordum. Bedenimdeki aşırı su yitimi, bedensel gücümü tüketti. Beden ısım, otuz dokuzdan aşağı düşmedi hiç. Bütün bunlar, eşimi ve Atacan’ı oldukça kaygılandırdı. İkindi vakti oturduğum koltuğun üzerinde sızmışım. Bu uyku değil, bedensel tükenmişlik sonunda sızma.

Üçlü koltuğun üstünde ne kadar sızmış olarak uyuduğumu bilmiyorum. Salonda sesler işittim. Yüzüm cama, sırtım salona dönüktü uyurken. Arkamdaki seslerin ne olduğunu anlamak için yerimde yavaşça döndüm. Ayakta eşim, Atacan, maskeli iki erkekle bir kadın vardı. Erkeklerden birinin elinde sedye bulunmaktaydı. Ben şaşkın bir biçimde onlara bakarken sonradan hemşire olduğunu anladığım kadın, bana bir maske verip takmamı istedi. Artık yatmıyor, koltukta oturuyordum. Hemşire Hanım, yanıma şefkatle yanaşıp kolumu elledi ve damarımı buldu. Hemen bir iğne ucunu oraya takıp bantladı. “Özür dilerim! Kolunuz biraz acımış, canınız yanmış olabilir.” diyor. “Kolum acımadı, canım yanmadı, sağolun!” diye yanıtladım onu. Doktor olduğunu anladığım beyefendi, yürüyüp yürüyemeyeceğimi sordu. Yürürüm, dedim. Birlikte merdivenlerden birlikte yürüyerek indik zor da olsa.

Korona şüphesiyle cankurtarana bindik, sayrıevine gideceğiz. . Hemşire Hanım, beni sedyeye bağladı. “Normal koşullarda benim sizin yanınızda oturmam gerekirdi. Ancak virüs nedeniyle öne geçeceğim. Kusura bakmayın!” dedi. Şu inceliğe bakın! Bu ulusun, güzel halkımızın içinden yok etmediği öze, inceliğe bakın! Yedi düvelin birleşerek yok etmeye, kapitalizmin içimizden söküp atmaya çalıştığı insan özümüze tüm dikkatinizle bakın! Sedyedeyim, korona şüphesiyle sayrıevine gideceğim, kimin nerede oturacağını düşünecek durumum mu var? Zaten bitkinlikten ne yapacağımı bilmemekteyim.

Ben cankurtarana binerken sayrılığımın ne olduğuna aldırmadan çevreme doluşan komşularımın kaygılı gözlerini o bitkinlik ve şaşkınlık içinde görebilmem bana nasıl bir güç verdi, anlatamam…

Kapılar kapandı. Cankurtaran sirenini öttürerek hareket etti. Siren sesi işitilmediğinden sayrıevine geldiğimizi anladım. Siren sesinin kesilmesiyle kapının açılması bir oldu. Hemen beni yerimden alıp tekerlekli bir sandalyeye oturttular. Yüzünü görmediğim, adını bilmediğim bir görevli, beni uçarcasına acil servisteki kırmızı bölgeye götürdü. Sedye biçimindeki bir yatağın yanına vardık. Hemen yatağa yatırıldım. Bir sağaltımcı ile birkaç hemşire anında yanıma geldiler. Kimi serum taktı, kimi kan aldı. Biri tansiyonumu ve beden ısımı ölçtü. El parmaklarıma ve göğsüme birtakım şeyler bağlanıp yapıştırılarak EKG’ye bağladılar beni. Yürek atışım belirlenmeye çalışıldı. Diğer bir hemşire, damardan ilaç verdi bana. Tüm olanlara karşın sessizim, korkmuyorum, kaygılı hiç değilim. Ne ahlamam var ne de oflamam. Sayrıevi konusunda biraz deneyimliyim. Ne derlerse yapıyorum. Onların işlerini kolaylaştırmaya çalışmaktayım. Hemşeriler erkeleri tükenmeyen atom karıncalar. Naz niyaz yapan sayrılar da var. Kocaman adamların nazlarını çekmek ustalık işi. İşte, bu gencecik hemşirelerde bu ustalık var. Resmen kahır çekmekteler, büyük bir sabırla. Yalnız kalınca kendimden geçip uykuya daldım sık sık.

Sağaltımcı genç adam yanıma yaklaştı. “Beyefendi, koku ve tat alma duyularınız yerinde mi?” dedi. “Yerinde…” dedim. “Dişlerimi fırçalayamadığımdan ağzımda zehir tadı var. Ağzım ise kusmuk kokuyor.” Deyince gülümseyerek “Bu iyi…” dedi.

Bir süre sonra mide bulantım geçti. Zaten ne kusacak bir şey kalmış midemde ne de sürgünü sürdürecek dışkı var bağırsaklarımda. Ancak içim yanmakta. Susuzluk çekmekteyim. Yanımda bir tek kör kuruş yok, çünkü neredeyse don gömlek götürdüler beni hastaneye. Görevlilerden su isteyemiyorum. Birçok kişi, “Bir şişe ne ki?” diyebilirler. Ancak orada onlarca hasta var. Görevliden istesek cebinden alıp verir, ama ne gerek var? Telefonum çekmiyor bulunduğumuz yerde. Hemşire Hanım yanıma gelince “Telefonum çekmiyor, şu an eşimin numarasını çevirdim, dışarda konuşup gelmesini söyleyebilir misiniz?” dedim. Kendi telefonunu çıkarıp eşimin numarasını yazdı. Fatih Sultan Mehmet Hastanesi, zaten evimize yakın. Eşim kısa süre sonra yanıma geldi. Uyandırdı beni şefkatle. “İçim yanıyor, bana su alıp gel.” Dedim. Çantasından su şişesini çıkarıp bana verdi. Kana kana içitim. İçimin yangını geçince “Gidebilirsin. Buralarda durma!” dedim.

Eşime, Atacan’ı sordum. Onu, evimizin altında bulunan yeiçe bıraktığını söyledi. “Onu düşünme!” dedi. Bir anda yanımdan yitip gitti. Az sonra geldiğinde gülüyordu. Sağaltımcı ve hemşirelerle konuşmuş, durumumun fena olmadığını öğrenmiş. Görevliler ona sayrıevinde beklememesini, gidip üç saat sonra gelmesini söylediler. O da bu uyarıya uyup gitti. O gidince ben yine uykuya daldım. Bitkinlikten göz kapaklarım kapanmakta birden. Bir hemşire geldi ve iki şişe serumun bittiğini söyledi. Serumlar bittikten sonra bir görevli tekerlekli yatağımı tuttuğu gibi kesityazara (tomografiye) götürdü beni. Anında film çekildi ve yerime döndüm. Yeniden uyku… Az sonra eşim göründü yine. Demek ki üç saat geçmiş gidişinden. Elinde kâğıtlar… “Haydi, kalk gidiyoruz. Her şeyin tertemiz.” dedi sevinçle. “Ancak PCR testi yapacaklar sana. Onun için G bloka gitmemiz gerek.” sözlerini de ekledi tümcelerine. Acil çalışanlarıyla vedalaştım, onlara emekleri için “Sağolun” dedim tek tek. Tam çıkarken bir baktım Atacan kapının dışında iki görevliyle söyleşmekte. Onu da alıp arabamıza bindik ve G bloka vardık. Birkaç dakika sonra kardeşim Özgür de geldi.

PCR testi yaptıracak kişiler sırada. Sıradakiler maskeli ve sosyal araya özen göstermişler. Sıradakilerin çoğu genç. Çok beklemeden sıram geldi. İki tane kabin var test için. Aynı anda iki kişi, iki farklı kabinlere girmekte. Kabinler, bir odanın pencereleri önüne sonradan derme çatma yapılmış. Camda iki delik var. Deliklerde iki tane sabit duran plastik eldiven. Eldivenlerin altında bir aralık. O aralıktan barkodunuzu uzatıyorsunuz görevliye. Pencerenin önündeki masamsı yerin üstünde bir enjektör gövdesi. Yanında ucunda pamuk olan bir plastik çubuk. İçeri girdim. Barkodu görevliye uzattım. Görevli iki eldivenin içine ellerini soktu. Ucu pamuklu çubuğu alıp ağzımı açmamı söyledi ve çubuğu gırtlağıma dek soktu. Birden midem kalktı. Az da olsa öksürdüm çubuğun etkisiyle. Ağzımdan çıkan çubuğu burnuma sokup karıştırdı. Sonrasına çıkardı çubuğu enjektör kabının içine koydu. Böylece testimiz için örnek vermiş olduk.

            Hastanede yalnızca kabinleri sağlıklı bulmadım. İster istemez o küçücük yerde öksürüp aksırıyorsunuz. Eğer hastaysanız ağzınızdan çıkan damlacıklar havada kalıyor. Senden sonra giren bir kişi, ister istemez bu damlacıkları soluyor. Bunun dışında hastanede her aşamadaki sağaltım büyük bir ilgiyle yapılmakta. PCR’nin sonucunu internet üzerinden öğreneceğiz.

            Testten sonra ayaküstü Özgür’le bir çift söz ettik. Sonrasında vedalaştık. Arabamıza maskelerimiz takılı olarak bindik. Kısacık yolda duygusallaştım birden. İçimden “İnsanın ailesi gibisi yok!” dedim. Saat gecenin üçüydü. Eve girer girmez banyoya girip yıkandıkça yıkandım. Artık uyuma zamanı. Kendimi yalıttım diğerlerinden. Eşim ve Atacan’dan uzak bir yerde uykuya daldım.

Gece biz sayrıevinden ayrıldıktan sonra beni merak edip oraya gelen komşularıma içten bir saygı ve minnet duyduğumu belirtmeliyim.

            Sabah uyandığımda az da olsa iyiydim. Canım hiçbir şey yemek istemiyor, yalnızca su içiyordum. Su içtikçe de bedenimin canlandığını görüyordum. Eşimin tüm ısrarlarına karşın kahvaltıda ağzıma bir lokma koymadım. Çok sevdiğim çaydan bir yudum bile içmedim. Bu arada test sonucunu alana dek evde hepimizin maskeyle dolaştığımızı da eklemeliyim sözlerime.

            Öğlen olmuştu, ama ben yine uyuyakalmışım üçlü koltukta. Az sonra eşimin mutlu çığlığıyla uyandım. Elinde telefon ve ekranını gözüme sokarcasına “Bak sende korona çıkmadı, testin iyi, ben dememiş miydim sende korona yok, diye.” Ben de mutlu oldum tabi ki… “Ben uyurken cankurtaran çağırıp beni korona şüphesiyle apar topar hastaneye sen postalamadın mı?” dedim. Birlikte gülüştük. Yakınlarımıza haber verdik güzel haberi.

            Eşimden yoğurtlu, buğdaylı, naneli çorba istedim. Anında pişirdi. Bir tas çorba içince “Dünya varmış!” dedim sevinçle.

            Bir gece önce açık balkon kapısının önünde uyumuştum. Cereyanda kalmanın bedelini böylece ödedim.

            Sayrıevinde Atatürk’ün kurduğu halkçı-devletçi sağlık sisteminin ne güzel işlediğini gördüm. Sağaltım için ve sonrasında otamaevinden aldığım ilaçlar için bir kuruş ödemedim. Tüm liberal saldırılara karşı sistem tıkır tıkır işlemekte. Savaş alanında olduğu gibi sayrıevinde de kurtarıcımız Atatürk

                                                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                                                               4 Eylül 2020

 

 

OKULLAR AÇILACAKMIŞ ÖYLE Mİ?

 

Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, okulların 21 Eylül’de açılacağını söyledi. Söylemesine söyledi de kendisi inandı mı yaptığı bu açıklamaya?

Haziran başında inişe geçen korona salgını, yaşamın normale dönmesiyle hızla yayılmaya başladı. Düğünler, bayramlar, cenaze törenleri, Ayasofya’nın açılışı, turizmin canlanması, memleket gezileri, asker uğurlamaları, yaz gecelerinde komşularla buluşmalar, eş dost ve akraba konuklukları… Birçok etkinlik, insanlar arasındaki dokunuşlar, sosyalleşmeler virüsü ülkemizin her köşesine taşıdı.

Yurttaşlarımızın önemli bir bölümü salgına karşı alınan önlemlere uyarken bir bölümü ise önlemlere uymamakta. 23 Ağustos Pazar günü Sarıyer’e gittik. Boğaz boyunca yer alan yeme içme ve eğlence yerleri tıka basa doluydu. Buralarda oturan, eğlenen kişilerin ezici çoğunluğunda maske yoktu. Sosyal araya uyulmamıştı oturuşta. Birçok kişi dip dibeydi. Bundan anlaşılacağı üzere salgının yayılması için her türlü olanak yaratılmıştı.

Her geçen gün virüsün bulaştığı insan sayısı artmakta ülkemizde. Ölü sayısında da belirgin bir artış var. Önceden “entübe” denen ağır hasta sayısı artarken iyileşenler azalmakta. Salgın birçok genci pençesine almış durumda. Gençler, kendilerine bir şey olmayacağını düşünerek daha cüretkâr davranmaktalar. Virüsü, yaşadıkları evlerdeki büyüklerine taşımaktalar. Gençlerin cüretkârlığı, virüsün hızla yayılmasına neden olmakta. Bu tablo gösteriyor ki virüs, toplumun kılcal damarlarına doğru yayılmakta. Böyle bir ortamda okulların açılmasını düşünmek son derece yanlış. Çünkü okullar kalabalık bir ortam. Öğrencileri, öğretmenleri ve diğer çalışanları düşündüğümüzde neredeyse nüfusumuzun dörtte biri okullarda. Bu kişiler, ister istemez dar alanlarda bulunacaklar.

Öncelikle okullarımızın fiziksel ortamları seyreltilmiş sınıflara uygun değil. Birçok devlet okulunda sınıf mevcutları yaklaşık kırk kişi. Ders aralarındaki dinlencelerde öğrenciler koşup oynayacaklar. Okul bahçeleri tıkış tıkış olacak. İster istemez sosyal araya uyulmayacak. Hatta öğrenciler oyunlarında birbirlerine dokunacaklar. Sabahtan akşama dek sınıflarda aynı hava solunacak. Öğrenci ve öğretmenler istemeden de olsa öksürüp hapşıracaklar. Bir okulun bir sınıfında bir kişiye dahi kovid 19 bulaşmışsa bunun bütün bir okula yayılması bir gün bile almaz.

Okullarda öğrencilerin ders ve dinlencelerde maske takmaları oldukça olanaksız. İster istemez oyun sırasında maskeler düşecek. Bazı maskeler çekiştirilip yırtılacak. Koşarken hem hızlı soluma hem de terleme yüzünden maskeler ıslanacak. Islak maskeler, virüsün buralarda yuvalanmasına neden olacak. Aynı durum öğretmenler için de geçerli. Şöyle ki gün boyun ders anlatan öğretmenlerin maskeleri soluk alıp verme sırasında ıslanacak. Bu nedenle hem öğretmenler hem de öğrenciler nerdeyse her ders ve her dinlencede maskelerini değiştirmek zorunda kalacaklar. Öğretmen ve öğrencilerin böyle yüksek oranda olabilecek maske gereksinmesini karşılayacak bir hazırlığı var mı okulların?

Koronadan korunmanın üçüncü yolu temizlik. Ne yazık ki okullarımızın birçoğunda yeterli temizlik elemanı yok! Olanların önemli bölümü geçici çalışan. Öncelikle okullara her dört sınıfa bir hizmetli (Bu yönetmenlik gereğidir.) düşecek biçimde gerekli önlemlerin alınması şart. Bu hizmetliler, işçi kadrosunda olmalı. İşe başlamadan önce yapacakları işler konusunda eğitilmeliler. Özal’la başlayan liberalleşme döneminde kamuya işçi alımı ne yazık kısıtlanmış, alınanların çoğu ya geçici çalışmakta ya da taşeron konumundadır. Okullarda çalışan geçici görevlilerin neredeyse hepsinin aldıkları ücretler velilerce ödenmekte. Eğitimden kısıtlama yapılamaz. Çocuklarımız çok değerlidir. Onların sağlığı için okullarımızda her türlü hizmet sunulmalı.

 Okulların çoğunda ya musluklar akmaz ya da lavabolar kırıktır. Yine çoğunda lavabolarda sabun bulunmamakta. Bu nedenle öğrenciler ellerini yıkayamamaktalar. Ayakyollarında tuvalet kâğıdı neredeyse hiç yok! Bütün bunlar olsa dahi çocuklara ayakyolunda temizlenme, elleri düzgün bir biçimde yıkama dersi verilmeli. Okullarımız eğitim ve öğretim yuvası olduğuna göre öncelik eğitime verilmeli ve temizlik kuralları uygulamalı olarak öğretilmeli. Uygulama nasıl mı yapılacak? Bir plastik manken üzerinde bu uygulamalar yapılabilir. Uygun manken bulunamazsa uygun olanlar üretilebilir. Ayrıca öksürme, hapşırma durumunda neler yapılacağı da onlara görsellerle anlatılmalı. Bu eğitimler, velileri de kapsamalı.

Kovid 19’dan korunmanın üç kuralı olan “maske, sosyal ara, temizlik” konusunda okullarımız uygun duruma getirmeden okulların açılması toplum sağlığını tehlikeye atar.

Peki, Sayın Selçuk neden okulların açılması için ivedilik göstermekte? Unutulmasın ki Sayın Bakan özel okul sahibidir. Okul deyince usuna özel okullar gelmekte. Eğer okulların açılmayacağı görülürse özel okullara kayıtlar olmaz. Birçok özel okul kapılarına kilit vurur. Okulların açılma isteği, daha çok özel okullara öğrenci bulma amacına yöneliktir. Özel okul kayıtları tamamlandıktan sonra Sayın bakan gerçekçi davranarak 21 Eylül tarihini öteleyecektir. Çünkü yaşamın ve koronanın yayılma gerçeği bunu göstermekte.

                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           1 Eylül 2020