SAKALLA BİLGELİK OLUR MU?


        Kapkara giyinen erkeklerin kapkara sakalları var. Giyimde tektipçiliğe tutsak olan erkekler, giyimlerindeki değişime koşut olarak sakal uzatmaktalar. Yolda izde, ekranlarda, işte güçte gördüğümüz erkeklerin çoğu sakallı. Sakallar bakımsız… Makas, jilet değmemiş; saldım çayıra, Mevla’m kayıra durumunda…

        1980 öncesi sakal ve bıyık bırakmak, ideolojik nedenlerle biçimlenirdi. Devrimci, ülkücü ve İslamcı bıyıkları farklıydı. Halkın uzattığı bıyıklar ise hiçbirine benzemezdi. Gelen kişiye uzaktan baktığınızda bıyıklarına göre siyasal çizgisini de anlardınız. Yeni yetme gençler, henüz terleyen bıyıklarının çıkması için ivedilik gösterirlerdi. Bazı günlerde dört beş kez bıyık tıraşı olurlardı. Bazıları bıyıklarını kazıya kazıya üst dudaklarını kızartırlardı. Hatta dudağı yaralananlar da vardı. Kafayla değil de bıyıkla siyaset yapanlar, 12 Eylül fırtınasında darmadağın olup savruldular bir yerlere. Karşıt görüşlüler, birbirlerine silah çekenler, kendilerini liberalizmin sıcak görünen iki yüzlü kucağına attılar bilerek ya da bilmeyerek. Burada bıyıklarından vazgeçmeyerek liberalizmi keşfetmenin heyecanıyla omuz omuza dayanıştılar.

        Bazı kişiler, Marks gibi sakal bırakarak bilge olacaklarını düşünmekteler. Bu sakaldan sonra konuşmalar, tavırlar değişmekte. Sakalın verdiği bilgeliği(!) göstermek için ikide bir sakalı sıvazlamayı savsaklamaz bu kişiler. Marks’ın sakalla değil, bilgiyle bilge olduğunu görmezden gelirler.

        Kimileri sakal uzatarak eksiksiz bir Müslüman olduğunu düşünür nedense. Bu için sakalını uzatır. Hatta uzatmakla da kalmaz, sakalına hacı yağı da sürer. Bu kokunun Müslüman kokusu olduğunu düşünür, düşündürür. Sırtına geçirdiği cübbemsi giysi ve altına giydiği şalvarımsı pantolonla kendince İslam’ın kurallarına tam olarak uyduğunu sanır. Oysa iyi bir Müslüman olmanın yolunun akıldan ve yürekten geçtiğini düşünmez. İnancın giyimle değil, yürekle olduğunu usuna bile getirmez. Amaç, dış görünüşle durumu kurtarmak…

        Günümüzde sakal bırakmanın asıl amacı “ağır abi” görünmek. Bu “ağır abiliğin” altında bir gizem de var. Karşısındakiyle ilgili duygu ve düşünceyi saklamak asıl amaç. Bunun yanı sıra sert bir görünüm takınarak aklınca vereceği korkuyla saygı uyandıracak çevresinde. Çünkü toplumumuzda saygı deyince karşısındakinden korkarak kendine çeki düzen vermek gelir usa. Çoğu kişi; sessiz kalmayı, düşüncelerini ve duygularını saklamayı, konuşulan bir konuda görüşlerini söylememeyi saygı olarak görür. Hatta toplum içinde ayak ayak üstüne atmamayı, büyüklerin karşısında sigara içmemeyi saygı olarak kabullenenler de var. Bu saydıklarım daha da uzatılabilir. Liste ne denli uzarsa uzasın saydıklarımın ya da sayacaklarımın akılla mantıkla bir ilgisi yok!

        Saygı, göstermelik olmamalı. İnsanın içinden, yürekten gelmeli. Zora dayanan saygı olmaz. Kişinin benliğini, özsaygısını, özgüvenini hiçe sayan bir davranışa saygı adı verilemez.

        Hangi görevde olursa olsun neredeyse herkesin sakalı var. Bu, önce kirli sakal biçiminde başladı. Bazı dizi oyuncuları, şarkıcılar, gazeteciler, futbolcular bunun öncüsü oldular. Birden kirli sakal modası yayılıp toplumu sardı. Sakal bırakmayla bir tembellik çöktü insanlara. Kişisel bakım savsaklandı. Yaptığı işe saygı gereği olarak giyinme, sakal ve saç tıraşı olma anlayışı bir yana bırakıldı. Böylece insanın kendisine saygısı yaralandı.

        Özellikle devletin yüksek orunlarında bulunanlar, siyasetçiler, memurlar sakal bıraktılar. Türbanın devlet kurumlarında serbest bırakılmasıyla giyim özgürlüğü(!) getirildi. Bu; giyimde kuşamda, özbakımda, sakalda bıyıkta sallapatiliği yaygınlaştırdı. Bir devlet kurumuna gittiğinizde kimin memur, kimin işi için gelen yurttaş olduğu belli olmuyor. Bu süreçte birçok siyasetçi gibi memurlar da kravatı bir yana attılar. Bir işe özgü giyinme alışkanlığı nedense terk edildi.

        Karalar giyinmiş, sakalını salmış bir erkek topluluğuyla karşı karşıyayız. Sakalın kendine yakışıp yakışmadığına bakılmaksızın uzatılmakta. Örneğin, yuvarlak yüzlü biri, sakalı koy veriyor koy vermesine de aynaya hiç bakmıyor. Bu kişi, olduğundan daha şişman görünüyor bu durumuyla. Kocaman bir kafa, sıska bir gövde. Karikatürlerdeki çöp adam gibi.

        Kısa boylu şişman biri, sakalı uzatıp bir de ağı aşağılara sarkan pantolonu giydiğinde bit kadar göründüğünün farkında bile değil. Toplumda yaygın bir ikiyüzlülük var. İyiye iyi, kötüye kötü demekten nedense sakınmakta birçok kişi kadın olsun erkek olsun. Göz göre göre yalan söylenmekte. “Bu sakal sana yakışmadı.” ya da “Bu giysi seni iyi göstermiyor.” demek yerine: “Çok güzel olmuşsun.” denmekte. Gerçeği söylemek yerine, yalanı yeğlemek niye?

        Birbirinden nefret eden siyasal kümeleri sakal birleştirmekte. 1980 öncesinde olduğu gibi siyasal farklılıklar bıyığa, sakala, giyime yüklenmemiş. Çünkü günümüzün siyaseti liberalizmin egemenliğinde. Egemenler; onların giyimlerini kuşamlarını, sakalarını bıyıklarını belirledikleri gibi düşüncelerini de belirlemekteler. Aslında yok birbirlerinden farkları. Ne yazık ki bu sakal işi, dağınık bir perişanlığa dönüşmüş durumda.

        Sakalla kendini, duygusunu, düşüncesini, mimiklerini gizlemek niye? Bu, özgüvensizlik neden?

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       19 Ağustos 2022

       

 

SİYAH GİYME TOZ OLUR

                           

        Başlığımız bir Bolu türküsünün bir dizesi… Bu türküde siyah da beyaz da giymenin yanlışlığından söz edilmekte. Siyah ve beyaz, ressamlarca renk sayılmaz. Bu nedenle halkımız, farklı renklerde giyinmenin güzel olacağını düşünmekte bu türküde.

        Son yıllarda özellikle erkekler, siyah giyinmekteler. Bunun kişiye, bir resmiyet kazandıracağı düşünülmekte. Bu resmiyetin de karşısındakilerle bir ara, uzaklık oluşturacağı varsayılmakta. Ayrıca kara renkli giysi, insanın duygu ve düşüncelerini göstermeyen bir örtü olarak görülmekte. Günlük ilişkilerde; eş dost, hısım akraba, konu komşu ortamlarında bir kişi niye resmi, uzak, gizemli görünmeye çalışır; duygu ve düşüncelerini saklamayı düşünür?

        Erkeklerdeki siyah giyinme alışkanlığı, televizyonlarda yıllarca gösterilen “Kurtlar Vadisi” dizisiyle başladı sanırım. Bu dizi, sözde derin devlet düşüncesini yaymaktaydı. Yani devlet içinde devlet... Bu diziyle insanlar, ülkemizde bir derin devletin varlığına inandırıldı. Ulus adına bir şeyler yapıyormuş gibi görünen başrol karakteri Polat Alemdar, aslında devlet korumasında yasadışı işler yapan birisi. Yasaları hiçe sayan, kendi yasasını kendi koyan biri. Aslında yarardan çok zararı var devlete de ulusu da. Polat ve arkadaşları kara giysili adamlar... Hepsinin kaşları çatık... Çoğu zaman ceketin içine giyilen gömlek de kapkara. Çatık kaşlar, gülmeyen yüzler, kapkara giysilerle sert erkek algısı oluşturulmaktaydı. Özellikle genç erkeklerin benzemeye çalıştığı kişiydi Polat; giyimi, bakışı, yürüyüşüyle.

        Kurtlar Vadisi dizisi, uzun sürü izlendi televizyonlarda. Çok para kazandı, kazandırdı. Gençler, özendi dizinin kahramanlarına. Giderek kara giysili kişiler çoğaldı çevremizde. Zaman içinde nereye gitsek kara giysili, kara gözlüklü kişiler çıktı karşımıza. Bir süre sonra caddeleri, sokakları kara giysililer doldurdu. Öyle ki yaz sıcağında bile kara takım giyimiş kişiler dolaşır oldu çevremizde ter içinde. Bazıları bunalmış olmalı ki ceketleri çıkarıp kara gömlekleriyle dolaştılar. Bu kara göleklerin hepsi uzun kollu nedense. Kol düğmeleri ilikli... Kara pantolonlar, yaz sıcağında bile ütülü ve kumaş...

        Ayakkabılar kara… Genellikle bir ya da iki numara büyük. Amaç, ayakları olduğundan büyük göstermek. Zaten Polat’ın ayakkabıları da böyleydi, yani ayaklarına birkaç numara büyüktü. Diyeceksiniz ki bu kişiler, niye ayaklarına büyük gelen bir ayakkabı giyer? “Ayağımın altında dolaşma, ezerim seni.” iletisini vermek içindir karşısındakine. Bir başka anlam da var bu büyük ayakkabılarda. “Cinsel organım büyük, erkekliğim tam.” anlamı... Çoğumuza saçma gelecek bir düşünce, ancak toplumun egemenleri, erkekleri böyle saçma sapan şeylerle daha erkek(!) olduklarına inandırmaktalar.

        Ha, unutmadan söyleyeyim. Bu kara giysilerin ceketler biraz bol, pantolonlar da… Pantolonların ağ kısmı sarkık… Bu da yine bir cinsellik algısı için. Yani takım taklavat sığmıyor pantolona, onun için ağ kısmı sarkık aşağıya doğru. Oysa sarkan şey, bir kumaş parçası.

        Kapitalizm, insanları olmadık şeylere inandırarak beyin yıkamakta, yönlendirmekte. Kapkara giysilerle onları tektip yapmakta. Bunlar, kapitalizmin kara gömleklileri... Toplumda bin bir çiçek açmıyor bu yolla. Bin bir çiçeğin açması demokrasi, çok seslilik, uzlaşma demek. Hızarda çıkmış beşe onlar gibi insanlar bu kişiler; giyimleri, bakışları yüzleri, yürüyüşleri, hatta kurdukları tümcelerle. Sağcısı, solcusu, İslamcısı, ülkücüsü, döneği, sahte devrimcisiyle hepsi bu kara giysilerin tek boyutlu bakış açısında birleşmekteler. Hepsi, kapitalizmin dizilerle dayattığı bir yaşam anlayışının tutsağı olmaktalar farkında olarak ya da olmayarak. Ondan sonra da “demokrasi, özgürlük” söylevleri atılmakta orada, burada. Nasıl inanlım ki bu söylevlerin içtenliğine?

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               18 Ağustos 2022

 


KILSAVARCILARA KOŞAN GENÇLER


        Kapitalizm, insanı kendi bedeninden tiksindirip nefret ettirmekte. Özellikle genç bireylere, bedeninin bir yerinde bir kusur gösteriliyor. O da çirkin olduğunu düşünüp bu kusuru, düzelttirmek istiyor. Çünkü kapitalizm, insan yaşamının her alanında var. Toplumsal tüketimi artırmak, insanları belli kalıplara sokmak için kendince ölçünleri var. Her şey onun istediği tektipçiliğe uygun olmakta. Kapitalizmin egemenleri; insanın duygusunu, düşüncesini, bedensel ölçülerini biçimlendirmeye çalışmakta. Bunu da kişiyi, her açıdan tek biçime sokarak yapmakta.

        Kapitalizm, insanları her açıdan kalıba sokarken kullandığı sihirli değnek, moda. Moda sayesinde insanı, doğasından uzaklaştırmakta. Onu, farklı bir kimliğe büründürmekte. Bedeninin kusurlarını(!) değiştirip güzelleştirirken kişinin düşüncelerini de duygularını da tersyüz etmekte. Böylece kişi, giderek kimliksizleşmekte. Onun kimliği, kapitalizmin ölçünlerine göre yeniden oluşmakta.

        Son yıllarda erkekler üzerinden yeni ölçünler belirlenmekte kapitalist efendilerce. Özellikle gençlere yönelik bir çalışma bu. Bu yapılırken bir kadın görüşü, özellikle de genç kız bakışı oluşturulmakta.

        Erkelerin bedenleri, doğası gereği ergenlik çağından sonra kıllanır. Bacaklar, kollar, göğüs, karın ve sırtta kıllar çıkar. Bazılarında bu kıllanma çok, bazılarında azdır. Bu kıllanma, aslında ergenlikle yüksek düzeylere erişen testosteronun görünür bir belirtisi. Bu değişimde genetik aktarımlar da önemli. Kapitalist toplum biçimlendiriciler, özellikle göğüs ve sırtı çok kıllı erkeklere “kıro, yabani, maymun, maço, ayı, köylü…” gibi önadlar yakıştırmaktalar. Onların kendi belirledikleri erkek ölçününe uymadıklarını yaymaktalar. Bu konuda öncelikle kadınlara bir beğeni, bakış açısı ölçüsü koymaktalar. Özellikle genç kızlar bu bakış açısını, çağdaş olmanın, modernliğin bir gereği olarak düşündüklerinden hemen benimsemekteler. Eee, erkeklerin en önemli amaçlarından biri, kızlara beğenilmek değil mi? Bu durumda bedenlerini onların bakış açılarına, ölçülerine getirme zorunluluğu görmekteler kendilerinde.

        Kıllı bedenleriyle kumsallara, havuzlara giden erkekler, kapitalizmin koşullandırmalarıyla düşünsel değişime uğramış kadınların alaycı bakışlarıyla karşılaşmaktalar. Çoğu kez, onları gören kadınlar kendi aralarında fiskoslar yapmaktalar. İster istemez genç erkekler bu bakışları, fiskosları fark etmekte. Böylesi bir durumla karşılaşmamak için kendisine kurtuluş yolları aramakta. Bunun umarı da bir kılsavar (epilasyon) merkezine uğramak.

        Genç erkekler, özellikle de lise çağında olanlar, annelerinin de yönlendirmesi ve desteğiyle aylarca kılsavar merkezlerine gitmekte kıllarından kurtulmak için. Kimi zaman uzman olmayan kişiler, bedenlerine geri dönüşü olmayan zararlar vermekte. Avuç avuç paralar dökülmekte bu iş için. Öncelikle göğüs, karın, sırttaki kıllar yok edilmekte. Genç kişi, artık bedenini beğenmeye başlamıştır. Kılsavarcının eli değmişken bacaklar ve kollardaki kıllar da yok edilir. Böylece halk deyimiyle kılsız, tüysüz bir oğlan çocuk ortaya çıkar.

        Bedenimizde bir sayrılık söz konusu değilse organların biçimini değiştirmek, onlara zarar vermek çok yanlış. Cildimizde bedenimizi rahatsız eden, hatta sayrılığa dönüşen bir sorun varsa kıllarla ilgili o zaman bir sağaltımcının önerisiyle kılsavarcıya gidilebilir. 

        Bedenlerimizin doğallığını, sağlığını korumak için kapitalizm denen illetten kurtulmalı. İnsanın doğasına bunca zararı veren bir sistemin egemenliği, doğadaki her türlü canlının olduğu gibi insanoğlunun da sonunu getirecek. Kapitalizm, insan olmamıza da özgürce insan gibi yaşamamıza da izin vermemekte.

        Bedenimizdeki her organın bir işlevi var. İnsan, doğal biçimiyle güzel. Bedenimizdeki en küçük kıl bile gereksiz değil. Gereksiz olsaydı olmadı zaten. Her canlı, doğada yaşaması gerektiği gibi yaratılmış ya da oluşmuştur. Doğanın verdiğini insan alamaz. Doğal olanı değiştirdiğimizde başımıza ne türlü felaketlerin geldiğini her geçen gün anlamaktayız. Nasıl ki dere yataklarını değiştirdiğimizde sel felaketleri kaçınılmazsa bedenimizdeki en küçük bir parçanın yok edilmesi de sağlıksızdır. Bu nedenle insan olduğu gibi güzeldir: Bedeniyle, bakışıyla, duruşuyla, sesiyle, sözüyle…

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       16 Ağustos 2022

 

       

       

ULUSAL PARALARLA DIŞ TİCARET


        5 Ağustos 2022 günü Soçi’de yapılan Erdoğan-Putin görüşmesinde önemli kararlar alındı. Bu kararlar arasında en önemlisi de iki ülke arasında aşamalı bir biçimde ulusal paralarla ticarete geçilmesiydi. Böyle bir adım, her iki ülkeyi de emperyalist sistemin kurduğu dövize bağımlılıktan kurtarır. Küresel tekellerin döviz üzerinden ulusal ekonomileri çökertme, giderek de ulus devletleri parçalama siyasetini yok eder.

        Ulusal paralarla dış ticaretin yapılması oldum olası beni heyecanlandırıp umutlandırır. Yıllardır bunu savunduğum içindir umutlanmam. Zaman zaman bu konudan söz ederim yazılarımda. Liberalizme tapınma derecesinde inanmış, özellikle ABD emperyalizminin gücüne tapınmış birçok kişi sosyal medya üzerinden akıllarınca dalga geçerler savunduğum ulusal paralarla ticaret düşüncesiyle. Çünkü liberal masallarla uyutulmuş büyük bir kitle var. Bu kitle, her şeyin karşıtını da içinde barındırdığı düşüncesinden uzaktır. Diyalektiğin bu yalın kuralını çoktan unutmuşlar. Ekonominin ancak liberal düşüncelerle yönetileceğini sanmaktalar.

        Ulusal paralarla alım satım yapmayı bir türlü kavrayamayanlar yazılarıma alay edici bir biçemle yorumlar yaparlar. Bu yorumlarda hakaret yoksa yayımlarım onları. Yayımlarım ki okurlar, emperyalist sisteme tapınan ve çözümsüzlük içinde debelenen zavallıları görsün. Çözümsüzlük, teslimiyeti getirir. İnsan, yaşadığı koşulları değiştirip iyileştirmenin çözümünü bulamazsa o sisteme boyun eğer. Bu boyun eğiş, giderek çürük sisteme tapınmaya dek varır. İnsanı yok eden bir sömürü sisteminin karşıt seçeneğini bir türlü düşünemez böyleleri. Sistemin işlemeyen aygıtının çürük dişlileri olarak gıcırdayıp dururlar.

        Günümüzde birçok ülke kendi ulusal paralarıyla ticarete geçmiş durumda. Bu işte de öncü rolü Çin oynamakta. Rusya, İran, Hindistan ve Türkiye gibi ülkeler de yakın zamanda ulusal paralarla ticarete yoğunlaşacaklar. Çünkü yaşam, bunu dayatmakta. ABD’nin dibindeki Venezuela’nın ulusal paralarla ticaretin yıldızı olacağını şimdiden belirtelim. ABD’nin uydusu sayılan Suudi Arabistan bile Çin’le ulusal paralar üzerinden ticarete başladığını söylersek kimseyi şaşırtmayız sanırım.

        Peki, ulusal paralarla dış alım ve satım yapmak yeni bir şey mi? Değil… Bu işin öncüsü Atatürk ve Lenin... Emperyalizmin boyunduruğunu kıran bu iki devrimci lider, onların parasına tutsak olmamak ve onların döviz denetimden çıkmak için 1920’lerde kendi ulusal paralarıyla ticaret yaptılar. Yani lira ve ruble kullandılar karşılıklı alım ve satımlarında. İki ülkenin de ivedilikle kalkınması gerekmekteydi. İki ülkede savaşlar sonunda yıkım içindeydi. İki ülkenin halkı da çok yoksuldu. Her iki devrimin emperyalizmin her türlü saldırısına karşı ayakta durması için birbirlerinin güçlerine gereksinmeleri vardı. İşbirliği ve dayanışma bu nedenle yaşamsal zorunluluktu Türkiye ve Sovyetler Birliği için. Emperyalizmin ekonomik boyunduruğu altına girdiklerinde her iki ülkenin de verdikleri savaş, harcadıkları emek, düşünü kurdukları mutlu yarınlar gerçekleşemezdi. Bu nedenle kalkınma çözümünü birlikte bulmaları gerekmekteydi.

        Türk Devrimi ve Bolşevik Devrimi olduğunda dünyanın egemen gücü İngiltere’ydi. Onun parası da sterlindi. Aynı dönemde ABD, büyük bir sanayileşme atılımıyla üretim patlaması yapmıştı. Yıllık sanayi üretimi, İngiltere’yi çoktan geçmişti. Sterlinin rakibi dolar olmaktaydı. İşte kapitalizmin güçlenmekte olduğu bu dönemde, dünyada devrimler ortaya çıkmıştı. Bu devrimler de kapitalizme, emperyalizme karşıydı. Bu nedenle emperyalizmin kurduğu sisteme yeni bir seçenek üretmişlerdi.

        Türkiye, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra büyük bir ekonomik savaşa girdi. Birçok alanda kalkınma atılımları başladı. Kalkınmanın asıl lokomotifi sanayiydi. Ülkemizde yetişmiş insan azdı. Sanayiyi kuracak sermayemiz de yoktu. Bu nedenle usçu çözümler bulmak zorundaydık. Bu çözüm de Atatürk’ün dehasından çıktı. Sovyetler Birliği bize fabrika yaptı. Biz bunun karşılığında onlara tarım ürünü verdik. Karşılıklı ticarette ulusal paraları kullandık. Böylece muhannette muhtaç olmadık. Yüzyıllardır kanımızı emen batılı emperyalistlerin döviz tuzağına düşmedik. Onlardan bir kuruş da borç almadık. Böylece Atatürk döneminde büyüme rekorları kırdı ekonomimiz. Dünyada büyüme sıralamasında iki devrimci ülke vardı en başta: Türkiye ve Sovyetler Birliği… İşte, ulusal paraların getirdiği nokta, dünya kalkınma rekoru…

        Ulusal paralarla ticareti savunduğumuzda bıyık altından alaycı gülümsemelerle güya bizimle dalga geçenlerin hemen hepsi Atatürkçü geçinir. Yüzlerinde Atatürk maskesi vardır, ancak özleri emperyalizme tutsak olmuş çaresiz zavallılardır bu kişiler. Atatürkçülükte teslimiyet yoktur, her alanda emperyalizmle savaş vardır.

        Ulusal paralarla ticareti savunduğumuzda, bize ilkel bir şey söylüyormuşuz gibi acıyarak bakanların yakın tarihimizden hiç mi hiç haberleri yok! İlkellik, bilmediğini bilmemektir. Atatürk’ün “a”sını bilmeden insanlara, düşünenlere yüksekten bakmaktır. Hücrelerine değin uşaklık ruhu işlemiş kişilerin emperyalizme tapınmaları doğal Ancak Kemalizmi savunanların bu uşaklık ruhuyla da savaşması gerekmekte.

        Her Kemalist gibi ben de dünyada ulusal paralarla ticaret arttıkça sevinmekteyim. Bu düşünce ne kadar çok yaygınlaşıp yaşama geçerse o denli mutlu olurum. Çünkü dünya, Atatürk’ün buluşu olan bir ticaret sistemini yaklaşık yüz yıl sonra yeniden keşfetmekte. Bundan daha büyük bir mutluluk olur mu? “Dünya, Atatürk çağına girdi.” sözünü boşuna yineleyip durmuyoruz. İnsanlığın emperyalist vahşetten, sömürüden kurtulmasının başka bir yolu var mı?

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       14 Ağustos 2022

CENAZEDE ÖZÇEKİM YAPMAK, NASIL BİR DUYGU?


        Cenaze törenlerine katılmak, ölünün yakınlarının acılarını paylaşmak insanlık görevi. Bu insanlık görevinden kaçmak olmaz. Ölen dostumuza, arkadaşımıza, akrabamıza, uzaktan yakından tanıdığımıza karşı son görevimizi onun cenaze törenine giderek yaparız. Gerçi ölünün dünya ile bağları kesilmiştir. Bizim oraya gelip gelmediğimizi göremez. Ancak vicdanımız, bizimle her yerdedir. Herkese hesap veririz de vicdanımıza hesabı veremeyiz. Yaptığımız bir vefasızlığı ona anlatamayız. Onu, asla kandıramayız.

        Cenazelere katılmaktaki asıl amaç, ölen kişinin yakınlarının acılarını paylaşmaktır. Onların yaralarına merhem olmaktır. İçlerindeki yangına sur serpmek içindir gidişimiz.

        Cenazelerine katıldığımız kişilerle onların yaşamları boyunca olumlu, olumsuz birçok anılarımız vardır. Yaşamın inişli çıkışlı yollarında çoğu zaman karşılaşmışızdır. Çoğu zaman bir mutluluğun, sevgi dolu bir ortamın içinde bulunuruz. Kimi zaman tartışıp küseriz, aramıza soğukluk girer. Çok geçmeden sarılıp kucaklaşırız.

        Çoğu kişiyle yaşantımız da yaşamın inişli çıkışlı yolları gibidir. İnsan ilişkileri, düz bir hat üzerinde ilerlemez. İşte, cenaze törenlerinde kişi burada geçmişiyle de hesaplaşır. Ölen kişiyle ilgili pişmanlıklarını, varsa olumsuz davranışlarını vicdan tartısına çıkarır. O tartıda her şey, dengeye gelir.

        Yıllar öncesiydi. Bakırköy’de yaşıyordum o zaman. Çoğunlukla siyasetçilerin oturduğu bir kıraathaneye arada uğrardım. Orada arkadaşlarım vardı. Uzun söyleşiler yapardık onlarla. Bir eski milletvekili ölmüştü. Cenaze vakti yaklaşınca kalabalık masamızda bir devinim oldu. Bir arkadaş: “Beyler, partilimizin cenazesine gitmiyor muyuz? Orada görünmezsek ayıp olur.” dedi. Bir başkası: “Gidip bakmak gerek kimler var, kimler yok! O zaman geç kalmayalım, erken gidelim ki herkesi görelim.” diyerek destekledi ilk konuşanı. Sanki yoklama alınacak cami avlusunda.

        Yola koyulduk, yürüyerek. Ne olacak ki Zuhuratbaba ile Ataköy 5.Kısım arası yakın bir yol. Yürürken söyleşiyoruz bir yandan. Cenazeye katılım çok olacak gibi. Yolda tanıdıklara rastlıyoruz, cenazeye yetişmek için ivedilik göstermekteler. Derken yürüdüğümüz küme büyüdü. Söyleşi, ölen kişiye geldi. Ne kadar olumsuzluğu varsa dökülüp saçıldı ortalığa. Yol boyunca ölü için bir tane olumlu sözcük söylenmedi. Ben: “Arkadaşlar bu kişi, dediğiniz gibiyse niye gidiyoruz cenazesine?” diye sordum. “Gitmek gerekir, çünkü hem partilimiz hem de bakmamız gerekir gelenlere.” diyerek yanıtladılar beni.

        Camiye geldik. İçeride mahşeri bir kalabalık. Herkes derin söyleşilerin içinde. Üzüntülü tek bir kişi yok gibi. Aile, tabutun önünde içten içe gözyaşı dökmekte. Başsağlığı diledik saygılıca. Cami avlusunda göğe yükselen bir uğultu. Herkes bir tanıdık bulup selamlaşmak peşinde. Karşılaşanlar, ayaküstü de olsa ölüyle ilgili birtakım olumsuzlukları konuşmakta fırsat bu fırsat deyip.

        Tabutun önünde saf tutup cenaze namazı kılındı. Ölünün yakınları, cenaze arabasının arkasından gömütlüğe gittiler. Geride kalanlar, kısa da olsa biraz daha dedikodu yapıp işlerine döndüler. Kıraathane yolunda ölü hakkındaki olumsuz düşünceler yerini, törene katılanlarla ilgili dedikoduya döndü.

        Cenaze törenlerine toplumun her kesiminden insanlar katılır. Cenazelerin vazgeçilmezleri siyasetçilerdir. Gelirler, üzüntülü görünerek duygusuz bir başsağlığı dileğinde bulunurlar. Bu sırada gözleri acılı ailede değil, çevredeki kalabalıktadır. Fark edilip edilmediklerini kontrol ederler sinsi bakışlarla. Daha sonra alanda kısa bir tur atarlar yanındaki üç beş kişiyle. Soğuk selamlaşmaların ardından tabutun başına gelirler. Cenaze namazına durulacağı zaman eğer çok sayıda siyasetçi varsa hafifçe itiş kakışlar olur yer kapmak için. Eğer basın kuruluşlarının kamerası varsa orada, cenaze önündeki itişmeler çoğalır. Görüldüğü gibi burada asıl amaç, cenaze namazını kılmak değil; kendini göstermek, basına poz vererek burada olduğunu herkese duyurmak.

        Siyasetçilerin cenazelerde yer kapıp poz verme tutkusu, son yıllarda farklı kesimlerden birçok kişiye de bulaştı. Cep telefonunu alan kişi tabutun önüne gelip bazen tek başına, bazen de oradaki tanıdıklarla özçekim yapmakta. Yapılan özçekimler, anında sosyal medyada paylaşılmakta. Son günlerde tabutun başından canlı yayınlar yapanları da gördük.

        Yahu arkadaş sen yasta mısın, yoksa tinsel bir hasta mısın? Cenazeye fotoğraf çekmeye mi gittin, yoksa acılı insanların acısını paylaşmaya mı? Bu nasıl iştir? Siyasetçinden her kesimden kişiye dek cenazeleri kendi çıkarları için ve kendi benini tatmin için kullanan insanlarla karşılaşmaktayız. Böyle bir insanlık olur mu? İnsanlık bir kameranın, bir cep telefonunun içine sığar mı? Fırsat bulsalar tabutu açıp kefeni sıyırarak ölüyle poz verecekler. Bu da çağımızın ölüseviciliği olsa gerek.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       10 Ağustos 2022

 

 

İNSAN, GÜZEL ANIMSANMAK İSTER

            Ah, şu sosyal medya ah… İnsanlar, kendi elleriyle ipliğini pazara çıkarmaktalar burada. Öyle kişiler var ki sabahtan akşama dek günlük yaşamında ne olmuşsa fotoğraflarla paylaşılıyorlar herkese açık olarak. Bu paylaşım yapanları, yaşamlarında bir kez olsun bile görmeyenler, onların soluk alışlarının dışında her şeylerini bilmekteler. Neredeyse kimsenin gizlisi saklısı kalmadı sosyal medya sayesinde. Sosyal medya, sosyal yaşamın çarşı pazarı oldu nedense.

         Beni en çok üzen paylaşımlar, hasta yatağında kendinde olmayan ve belki de yaşamının son anlarını yaşayan kişilerin hastane odasında umutsuz bakışlarla fotoğraflanması. Günlerdir sağaltım gören ve her şeye karşın yaşama umudunu yitirmemiş; ancak bedensel bitkinliği, gecelik ya da pijamaları, sönük bakışlarıyla umut bekleyen insanların fotoğrafları niye paylaşılır herkesle? Saçı sakalı birbirine karışmış erkekler, yüzünde bir gram makyaj olmayan kadınların bu fotoğrafları, bakanların içini burkmakta. Burnuna solunum cihazı takılı birinin fotoğrafının paylaşılması ne gibi bir yararı var insanlara?

         Hasta yatağında fotoğrafları çekilen kişilerden bazıları bir süre sonra sonsuzluğa göçüyor. Ölüm duyurularında bu fotoğraflar kullanılmakta. Görenler, bu kişileri hep hasta yatağında anımsamaktalar böylece.

         Yaşamı boyunca çoğu kişinin yolu, hastaneye düşer. Ben de hastanelere gittim. Bu yaşıma dek beş kez ameliyat oldum. Üç ameliyatım üç beş gün arayla oldu ve tam tamına bir ay hastanede yattım. Hatta 2003’ü 2004’e bağlayan yılbaşı gecesini de orada geçirdim. Sağolsun kardeşim Özgür ve işyerimin yöneticileri, hastanede geçen yılbaşımı renklendirip güzelleştirdiler. Gerekli yiyecek ve içecekleri getirerek güzel bir sofra hazırladık bu sayede. Soframızda hastalar, doktorlar ve diğer hastane çalışanları yer aldı. Hastane kurallarının dışına çıkmadan kendi çapımızda bir yılbaşı kutlaması yaptık.

         Hastaneye yatışımı, elimden geldiğince kimseye bildirmem. Çünkü hastanede birilerini ziyaret etmeyi de hastanede ziyaret edilmeyi de sevmem. Benim ziyaretçilerim kitaplarım, günlük gazetelerimle birkaç dergim… Hasta yatağında birçok şeyin eksik kalmakta. Tıraş olamıyorsun, giyimin berbat… Kolunda serum… Kimi zaman sonda takılı bir yerlerine kan ve idrar dolu torbalar… Pansumanlı yaralar… Derdin büyük… Bir iyileşme savaşının içindesin. Canınla uğraşmaktasın. Bu nedenle gelen, giden olduğunda bazı şeyler uygun olmuyor Kimsenin beni, darmadağınık bir durumda görüp anımsamasını istemem. Hasta yatağındaki giyimimle insanların karşısına çıkmayı uygun bulmam. Bir başka deyişle yatak kıyafetiyle insan içine çıkılmaz bana göre.

         Hasta ziyaretinde olumsuz konuşmalar öne çıkar. Hastaya umut aşılamak yerine onun az da olsa var olan umudu yerle bir edilir bu konuşmalarla. Çok bilinen bir anlatım vardır: “Bizim bir komşumuz vardı, sizin hastalığınıza yakalandı; ancak çok yaşamadı. Sizlere ömür!” Bu sözün nasıl bir yıkım olduğunu herkes anlayabilir. Doktor kontrolünde olan hastaya ilaç öneren kişiler bilirim. Sağlığı nedeniyle perhiz yapması gereken hastaya dışarıdan gizlice yemek getirenlere de tanıklık ettim. Ziyaretçiler, hastanın özgüveninin yok edip umudunu kırıyor. Hastanın doktor ve hemşirelerin söylediklerine odaklanmasını engelliyor.

         Doğaldır ki hastaların korkulu düşü, enfeksiyon kapmak. Bir kez başıma geldi. Bu nedenle bir hasta ziyaretine gittiğinde usuma gelir, bu enfeksiyon canavarı. Gitsem de ziyarete, çok az kalırım.

         Hastanedeki bir aylık yatışımda sakalım iyice uzadı. Yüzüm tanınmaz oldu. Bir gün kardeşim Özgür’e. Mustafa’yı getir de beni bir tıraş etsin.” dedim. Mustafa mı, kim? Yıllarca beni tıraş eden ve lise dönemimden beri tanıdığım berberim, Mustafa Akyüzlü... Ne yazık ki çoktan aramızdan ayrılıp sonsuzluğa göçtü genç yaşta. Mustafa, her zaman olduğu gibi gülümsüyordu odama bir akşamüstü girdiğinde. Bir de sitem etti bana, hastanede yatışımı ona haber vermedim diye. Tıraş olunca kendime geldim.

         Hastanede yatışlarımla ilgili fotoğrafım (Son yatışımda eşim birkaç tane çekti benim haberim olmadan.) yok sayılır. Eşimin habersizce çektiklerini de hiçbir yerde paylaşmadık. Ailemin ve dostlarımın belleğinde hastane günlerimin canlı durması güzel değil. İsterim ki güzel anılarım, görüntülerim, sözlerim kalsın belleklerde.

         Hastalıkla sararıp solmuş, bitkin bir yüzün anılarda kalmasının kime, ne yararı var? Böyle anılar, insanları üzer. İnsanların üzülmesine neden olmak, iyi bir şey değil. Bunun içindir hastane fotoğrafları çektirmem. Bunların benden sonrasına kalmasını istemem. Anılarda güzel, mutlu kalmanın yararı büyük.

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            9 Ağustos 2022

İNSAN SESİNİ ÖZLEMEKTEYİZ


        Köroğlu: “Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu.” demişti yıllar önce. Günümüzde de “Sosyal medya çıktı, insan sesi yitip gitti.” sözünü, seslendirmekteyiz çoğu zaman.

        Ölüm duyuruları, düğün ve nişan çağrıları, sayrılık bildirimleri, yerdeşlik buluşmaları, yemekli toplantı istekleri, çay içmek için bir araya gelmeler, sınıf arkadaşlarıyla yapılan yıllık toplantılar, doğumgünü sevinçlerine ortak olma... Daha nicelerinin duyuruları sosyal medya üzerinden yapılmakta. Bu nedenle telefonunuza sığan birçok sosyal medya alanını günün her anında izlemelisiniz. İlginizi başka bir yere odaklarsanız kaçırırsınız birçok duyuruyu, çağrıyı, buluşmayı, toplantıyı.

        Geçen günlerde bir tanıdığım oğlunu evlendirmişti. Sonradan işitmiştim delikanlının evlendiğini. Arkadaşıma niye haberimiz olmadığını sorunca “F…’ta yazıp herkese haber verdim.” dedi. Ne diyeyim böyle bir yanıta? Sanki elde telefon ya da bilgisayar yirmi dört saat sosyal medyanın içindeyim. Olup bitenleri adım adım izlemem gerek öyle mi?

        Sosyal medyada iletişimde olduğum kişilerin çoğunun telefon numarası kayıtlıdır bende. Doğaldır ki birebir tanımadığımız birçok kişiyle de arkadaş olmaktayız burada. Arkadaş olduğum kişilerin telefon numaralarını isterim, çoğu verir numarasını. Bazıları da vermez, özellikle de kadınlardır çoğunlukla bu kişiler. Teknoloji ilerledi. Bir kişi, seni rahatsız edecekse ya da telefonu kötü amaçlarına alet edecekse engellersiniz bir daha da sizi arayamaz. Bu arada kadın olsun erkek olsun kedini önemli, ulaşılmaz biri olarak göstermek amacıyla telefon numarasını bir sır gibi saklayan özgüvensiz kişilerden hiç mi hiç hoşlanmam. Kendince pozlar takınarak kendisine birtakım özellikler katmak isteyen kişilerin zavallılığı beni gülümsetir hep. Kimi zaman da acırım onlara.

        Peki, niye sosyal medyada arkadaş olduğum kişilerin telefonunu isterim? Arkadaşlığımızın soyut bir ortamdan, somut bir dostluğa taşımak; acı ve tatlı gününde onu arayıp sesini işitmek, bu duygularına ortak olmak için. Ayrıca arkadaş olduğum kişinin gerçek mi, yoksa sahte bir kimlikle mi sosyal medyada bulunduğunu anlamak ve ona göre davranmak isteğimdendir bu.

        Sosyal medyada ikide bir ölüm duyuruları çıkar. Bakarım, üzülürüm. Kolay değil, bir insanın yaşamı sona ermekte. Kişi, dönüşsüz bir yola girmekte. Doğaldır ki yakınları, onu sevenler çok üzülmekte. Yakınlarının bir teselliye, acılarını paylaşacak bir insan sesine en çok gereksinme duydukları zamandır bu an. Sosyal medyada dizi dizi başsağlığı dilekleri yazılmakta. Eğer bu cenazeye katılma olanağımız varsa gitmeliyiz. Olanaklarımız, cenaze törenine katılmaya el vermiyorsa hiç olmazsa telefonlar arayalım acı çeken dostlarımızı. Onun üzüntülü sesini işitip yüreğimizde duyumsayalım acısını. Duygudaşlık yaparak onun acısını azaltalım. Sesimiz, bir bahar çisesi gibi yanan yüreğine serinlik versin. İçindeki odun alevlerini azaltsın. Üzüntünün etkisiyle içine kapanmasına ve yalnızlık duygusuyla tinsel bir bunalıma girmesine engel olalım.

        Ölüm, doğaldır. Ancak her ölüm, bir dünyanın yok olması. Her insanla bir dünya göçüp gitmekte yaşamımızdan. Ölüm karşısında üzülmeyen, acı çekmeyen kişi yoktur. Unutmayalım ki ölüm, herkesin kapısını vakti geldiğinde çalar. Bu nedenle herkes, ölümün acısını eşit olarak yaşar aslında.

        Bende telefonu olan kişileri ararım başsağlığı için. Ancak telefonu yoksa o kişiye, zorunlu olarak sosyal medyada sabır dileklerimi yazarak iletirim.

        İnsanın en acı gününde, yüreğinin yandığı bir anda ondan insan sesimizi esirgemeyelim. Teknoloji tutsaklığından kurtulup sesimizi işittirip ses işitelim. İnsanlığımızı, sosyal medyanın büyülü ve bağımlılık yapan ortamında unutmayalım.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       8 Ağustos 2022

“KAOS PLANI” HIZLA UYGULANMAKTA


        19 Temmuz 2022’de Tahran zirvesi toplandı. Avrasya’nın üç önemli ülkesinin lideri bir araya geldi. Konu, Suriye idi. ABD’nin Suriye’den çekilmesi konusunda ortak açıklamalar yapıldı. ABD güdümlü terör örgütlerinin işgallerinin, etkinliklerinin, özellikle Türkiye’ye karşı silahlı eylemlerinin sona erdirilmesi için düşünce birliğine varıldı.

        Tahran zirvesinden bir gün sonra ABD’ye bağlı terör örgütleri, Avrasya üçlüsüne Irak’ın kuzeyindeki Zaho’dan kanlı bir yanıt verdi. Arap turistlere yapılan saldırıda ikisi çocuk dokuz ikisi yaşamını yitirdi. Yirmi üç kişi de yaralandı. Irak başbakanı, saldırının sorumlusu olarak Türkiye’yi gösterdi. Türkiye bu suçlamayı reddetti. Saldırı, sivillere yapılmıştı. Saldırının yapılış biçimine baktığımızda buram buram PKK terör örgütü kokmakta. Amaç Tahran zirvesinde alınan kararları gölgelemek.

        30 Temmuz 2022’de Ankara’da üç cemevine saldırı yapıldı. Saldırının amacı, çok açık ve bilindik. Yıllardır yapılan bir kışkırtma bu. Alevi-Sünni çatışması çıkarmaya yönelik bir saldırı. Kamuoyumuz bu kışkırtmaları iyi bildiğinden oyuna gelmiyor Alevi’siyle ve Sünni’siyle. Kışkırtıcı saldırgan, tez zamanda yakalandı. Saldırganın bu eylemi, tipik bir Gladyo kışkırtması.

        31 Temmuz 2022’de KPSS yapıldı. Sınav akşamı, sosyal medyada soruların çalınabileceği iması yapan paylaşımlar görüldü kimlikleri saklı hesaplardan. Bu hesapların FETÖ’cü oldukları çok açık. Demek ki bir şeyler biliyorlar ki kışkırtmaya önceden başlamışlar. İşsizlik üzerinden “Z kuşağı” dedikleri gençleri kışkırtmak asıl amaç. İnsanları sokağa çıkararak kırıp dökmeyi, yakıp yıkmayı istedikleri çok açık. Sokakları karışan Türkiye, terör örgütü PKK’nın Suriye’de II.İsrail’i kurma girişimine engel olamayacağını düşünmekteler. Zayıflayan Türkiye, ABD planlarına uygun olarak parçalanır. Pusuda bunun kışkırtması içinde FETÖ ve PKK. Ne yazık ki sosyal medyadaki bu tür kışkırtmalara yurtseverliklerinden şüphe etmeyeceğimiz CHP ve İYİP seçmenleri de katılmaktalar. Bu da terör örgütlerini yüreklendirmekte.

        KPSS’de soru hırsızlığı ortaya çıkıyor. Daha önce FETÖ’cüler, ÖSYM’nin sorularını çalarlardı. Bu kez ÖSYM, piyasada basılıp satılan bir kitaptan kopyaladı yirmiyi aşkın soruyu. Yani tam tersi oldu bu soru alma işi. Bu işin fark edileceği açıkça belli. Zaten belli olsun diye hazırlanmış sınav soruları. FETÖ öncülüğündeki yıkımcılar sosyal medyada iş arayan gençlere, onların ailelerine “umutsuzluk, karamsarlık, tükenmişlik, Türkiye’ye güvensizlik” duygusu vermek için büyük bir çaba içine girdiler. Amaçları, Türkiye’yi karalayıp zayıflatmak. ÖSYM başkanın zaman geçirmeden görevden alınması, DDK ve savcıların ivedilikle soruşma açması, sınavın iptal edilmesi yıkım ekibinin hızını kesti. Yeni kışkırtmaların pususuna yattılar.

        4 Ağustos 2022 günü Zeytinburnu’ndaki Balıklı Rum Hastanesinde yangın çıktı. Yıllara meydan okumuş tarihsel bir yapı burası. Yıllardır göğüs hastanesi olarak hizmet verdi ülkemize. Yangın sonrası onarımdan sonra da bu sağlık hizmetini sürdüreceğine yürekten inanmaktayız.  

        Yangın sürerken yıkım ekibi, yine işbaşındaydı. Sosyal medyada kışkırtmalara başladılar. Buranın bilinçli olarak yakıldığını, yerine ise AVM ya da otel yapılacağını söylemeye başladılar. Ne yazık ki bu kışkırtmalara aklı başında sandığımız kişiler de kapılmakta. Bu söylenenleri bir saniye olsun sorgulasalar, kışkırtmalar boşa çıkacak. Şöyle ki hastanenin yeri Rum vakfının… Hastane tarihsel bir yapı… Ayrıca yanan hastanenin çatısı… Durum böyle olunca burada başka bir yapının olması olanaklı mı? Diyelim ki bunlar da hiçe sayıldı. Dünyanın hangi siyasal gücü, milyonlarca insanın yıllarca hizmet aldığı bir hastaneyi, bir yangını bahane ederek yok edebilir? Bu kişilerde başta kendileri olmak üzere, yaşadıkları ülkeye ve ait oldukları ulusa zerre kadar güven duygusu kalmamış. Çünkü siyasette yanlış konumlanırsan her şeyi yanlış görürsün. Zaman gelir kendine bile düşman olursun. Şunu da belirteyim ki emperyalizm; insanların akılcı, sağlıklı ve kendi toplumunun yararına düşünmesini engellemekte.

        Bugün 5 Ağustos 2022… Soçi’de Erdoğan-Putin görüşmesi var. Rusya ve Türkiye’nin lehine, ABD’nin aleyhine kararlar alınacak büyük bir olasılıkla. Bu görüşmeden sonra Atlantik biraz daha gerileyecek, Avrasya ise güçlenecek. Ülkemiz, daha bağımsızlaşacak. Bu da ABD’yi ve onun beslemelerini kızdıracak. Doğaldır ki bu durum karşısında Gladyo yine boş durmayacak. Kışkırtmalarını sürdürecek vites yükselterek. Sosyal medya kışkırtıcıları klavye ellerinde beklemekteler. Bunlara inanarak emperyalizme bilmeden hizmet edecekler de bindirilmiş kıta durumundalar.

        Türkiye, Gladyo kışkırtmalarına karşı hazır olmalı. Özellikle AKP iktidarı, bu kışkırtmalara zemin hazırlayacak davranışları, uygulamaları bırakmalı. Saçma sapan atamalardan, abuk sabuk ihalelerden, yeşil alanlara düşmanlıktan, yandaşlara devlet olanaklarını sunmaktan, parti içinde kendini bilmez bazılarının cumhuriyetle hesaplaşma isteklerinden vazgeçmeli. Gladyo’yo fırsat vermemeli.

        Ekonomik durumun iyileşmesi için özelleştirmelerden vazgeçilerek devletçi uygulamalar yapılmalı. Devlet, üreticinin yanında olmalı. Üreticiyi, serbest piyasayı uygulamak adına birkaç asalağın eline terk etmemeli. Kanal İstanbul gibi gereksiz yatırımlar yerine, devletin parası Anadolu’da fabrika bacalarının tüttürülmesi için harcanmalı. Petrol ve doğal gazdaki aşırı fiyat artışını önlemek için ulusal paralarla alım yapma yoluna gidilmeli. Dolar ve avro ile her türlü alışveriş yasaklanmalı. Egemen bir ülke olarak iç piyasada tüm parasal işlemlerde Türk lirası kullanılmalı. Ekonominin toparlanması için daha birçok devletçi uygulamalar yaşama geçirilmeli.

        Türkiye, hepimizin ülkesi. Hepimiz; Türkiye gemisiyle dalgalı, fırtınalı sularda yol almaktayız. Gemi su alınca iktidarıyla muhalefetiyle herkes suyun dibini boylar. Bu nedenle her yurttaş sorumluluğunu bilmeli. Yurtseverlik sorumluluğuyla gemimizi yüzdürüp sağ salim Atatürk limanına vardırmak bizim görevimiz. O halde ne duruyoruz? Görev başına!

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               5 Ağustos 2022

SORU HIRSIZLIĞI MI, KAOS PLANI MI?


        31Temmuz 2022 günü KPSS yapıldı. Yaklaşık bir buçuk milyon genç girdi bu sınava. Sınav demek, umut demek… Yeni bir işin, yeni bir yaşamın umudu…

        İşsizliğin çığ gibi büyüdüğü ülkemizde işe girmek, olağanüstü zor bir durum. Bu nedenle torpil yapmak, adam kayırmak söz konusu. Bunun için yazılı sınavlar, kayırılanların işe girmesine yetmediği için bir de sözlü sınav çıktı. Sözlü sınavlardan yetenekli, bilgili kişiler değil de iktidar partisinin yandaşları seçilmekte.

        Yalnızca devlet kurumlarında mı adam kayırma var? Her yerde… Muhalefet partileri adam kayırma işini eleştirseler de yönettikleri belediyelerde aynı yolu uygulamaktalar işe alımlarında. Bu nedenledir yapılan sormacalarda kararsız seçmenlerin birinci parti çıkması rastlantı değil. Sistem kokuşmakta. Bunu da halk fark etmekte. Anlaşılacağı üzere tencere dibin kara, seninki benden kara.

        Kırk yılı aşkındır uygulanmakta olan Özalcı liberal sistemin içinde çözüm yok! Çözüm, Atatürk’ün halkçı-devletçi sisteminde. Bu nedenle adaletli bir sınav sisteminin olması için devrimci çözümler gerekli.

        KPSS, 1999’da kurulan Ecevit hükümeti döneminde ilk kez uygulanan bir sınav. Amaç, devlet kurumlarında adam kayırmayı önlemek. Gençlerin devlet kapılarında yalvar yakar olmalarına son vermek. Ancak her konuda ve uygulamada olduğu gibi bu sınav sistemi de güvenilirliğini yitirdi. 2010’da KPSS’de sorular çalındı. Ne yazık ki derinlemesine bir soruşturma yapılıp bu hırsızlık olayı tam olarak ortaya çıkarılamadı. Ülkemizde yapılan her sınavda olduğu gibi KPSS’de de soruları çalanlar, FETÖ’cülerdi. Yıllardır bu işi açıkça yapmaktaydılar. Her görüşten tüm siyasal partilerin de bildiği bir gerçekti bu. Bu gerçek bilinmesine karşın kimilerince üstü örtülmeye çalışıldı.

        2011’de, şifreleme yoluyla YGS’de kopya çekildi. Milyonlarca gencin emeği çalındı. Gecesini gündüzüne katan gençler düş kırıklığına uğradı. Çocuklarını yıllardır bu sınava hazırlayan aileler emeklerinin göz göre göre çalınması karşısında üzüntüyle karışık bir şaşkınlık içine girdiler. Ne yazık ki bu açık kopya olayında bile FETÖ’nün üzerine gidilemedi. Hem KPSS’de hem de YGS’de yapılan sınav yolsuzlukları FETÖ’nün yanına kar kaldı.

        FETÖ’nün 15 Temmuz darbe kalkışmasından sonra yapılması gereken en önemli soruşturma ya unutuldu ya da bilinçli olarak sumen altı edildi. ABD’ci 12 Eylül darbesinden sonra sistemli bir biçimde soru hırsızlığı yaptı ABD Gladyosu FETÖ. Bu yolla devlet kurumlarının neredeyse hepsini ele geçirdi. Oysa sınav yolsuzluklarının ortaya çıkarılmasıyla 15 Temmuz sonrası açığa çıkmamış birçok FETÖ elemanı devlet kurumlarından ayıklanabilirdi. Bu yapılmadı, yapılamadı nedense.

        2 Temmuz 2022 Salı günü, hafta sonu yapılan KPSS’de sabotaj ortaya çıktı. Bu, nasıl oldu? KPSS’de sorulan yirmi soru, daha önce basılıp yayımlanan bir yayınevinin kitapçığındaki sorularla aynı noktası ve virgülüne dek. Burada özgün sorular dışarıya sızdırılmamış, yani çalınmamış. Kopyala, yapıştır yöntemiyle basılı bir yayının soruları, sınav kitapçığına konmuş. Bu durumda, iki nokta uslara takılmakta.

        Birincisi: Soruları hazırlayan kişiler, alanlarında yetkin değiller. Bu nedenle soru çalıyorlar piyasadan.

        İkincisi ise: Soruları hazırlamakla görevlendirilen kişiler, söz konusu yayınevinden parasal çıkar sağladıkları için onların sorularını sordular. Bu kitapçıklardan soru çözüp sınava hazırlananlara böylece kopya verilmiş oldu.

        Yukarıdaki iki olasılık da çok sıradan bir düşünüşün ürünü. Bu nedenle bunların olma olasılığı binde bir bile değil.

        Piyasada dolaşan ve birçok öğrencinin ve öğretmenin elinden geçmiş soruları, gençlerimiz için yaşamsal önemde olan bir sınavda sormak; kopya çekmek, soruları çalmak değil. Soruları KPSS soru kitapçığına koyanlar, bu işin kısa sürede anlaşılacağını bilmekteydiler. Belki de bu durumun ortaya çıkması için bazılarının kulağına fısıldamışlardır bile bu yolsuzluğu. Amaç, Türkiye’de kargaşa çıkarmak. Bu yolla hem hükümete hem de devlete karşı güveni sarsmak. Bu, Biden’ın “Kaos Planı” doğrultusunda yapılmış bir işe benzemekte; FETÖ’nün tipik soru hırsızlıklarına bezememekte.

        KPSS’deki soru sabotajında AKP hükümetinin hiç mi kusuru yok? Olmaz mı, hem de çok…  Yeteneksiz, beceriksiz, donanımsız kişileri yapamayacakları görevlere getirdikleri için kusurlu ve sorumludurlar. AKP nasıl dinsel yakınlıkla üst atamalar yapıyorsa atadıkları kişilerde aynı ölçülerle alt kadroları oluşturmaktalar. Bu nedenle de kurumlar görevini yapamıyor. 

        FETÖ’nün YÖK ayağının üzerine gidilmemiştir. Birçok üniversitede FETÖ: “Ben, buradayım!” diye bağırmakta. Özellikle rektörlerin cumhurbaşkanınca atanması, üniversiteleri sessizliğe gömmüştür. Demokratik seçimlerle işbaşına gelmeyen rektörler, sorunsuz yönetici görünümü vermek için üniversitelerdeki sorunları, halının altına süpürmekte. Artık halının altından sorunlar taşmakta. Her türlü atamada dinsel referansların olması FETÖ’cülerin saklanmasına yol açmakta. Böylece FETÖ’cüler dinidar görünerek kolaylıkla istedikleri koltuklara oturabilmekteler. Koltukları ele geçiren FETÖ’cüler, ABD ajanlığının gerektirdiği her görevi yapmaktalar.

        Üniversitelerdeki atamalarda liyakat rafa kaldırılınca kötü niyetli kişiler, siyasetçilere yakın durarak istedikleri görevlere gelmekteler. İşinde başarılı kişilerde meslek onuru yüksektir. Bu nedenle bu kişiler, siyasetçilerin çevresinde dolaşmaz. El etek öpmez, boyun eğmez. Bu kişiler için koltuk değil, meslek ahlakı ve başarısı önce gelir. Bir yere yönetici yapmak için siyasetçilerin karşısında düğme ilikleyerek yağ çekenleri değil, koltuğu umursamayanları yeğlemek doğru seçimdir.

        FETÖ ile savaşım, yalnızca iktidar partisinin işi değil. Bu konuda muhalefet partileri de gereğini yapmalı ve bu savaşıma katılmalı. FETÖ’yle savaşımı sulandırmak, bir muhalefet görevi olmasa gerek. FETÖ’den destek alarak hükümeti devirme anlayışı ülkemize ihanettir. Bu nedenle Atatürk’ün kurduğu devletimizi savunmak, hepimizin görevi. Devletin geleceği söz konusu olduğunda ulusça birlik olmalı.

        KPSS’ye girenler, Biden’cıların tanımıyla Z kuşağı. Bu gençler, “kaos planı” ile sokaklara dökülmek istenmekte. Sosyal medyada günlerdir FETÖ’cülerin ülkemizde kargaşa çıkarmak için kışkırtma yaptıklarına tanığız. Zaten Biden’cılar da umudunu Z kuşağına bağlamış değiller mi?

        KPSS sabotajında soruşturma derinleştirilmeli. Soru hazırlayanlar ve ÖSYM’de görevli her düzeydeki yöneticiler iyi araştırılmalı. Bu kişilerin FETÖ bağlantılar varsa ortaya çıkarılmalı. Ayrıca adı geçen yayınevinin sahiplerinin ilişkileri üzerinde durulmalı. Devlet kurumlarından aldıkları ihaleler, bankalardan kullandıkları krediler varsa üzerinde durulmalı. AKP iktidarı, hangi nedenle olursa olsun FETÖ’nün üstüne gitmekte kararsızlık göstermemeli. FETÖ’nün boşluğunu başka tarikat ve cemaatlerle doldurmamalı. Unutulmasın ki FETÖ de dinsel bir cemaatti.

        Biden’ın “Kaos Planı” doğrultusunda önümüzdeki günlerde benzer sabotajlara hazır olalım. ABD-FETÖ sokaklarımızı karıştırmak, devletimize güveni azaltmak için akıl almaz eylemleri ortaya koyacaklar. “Bakın tuz koktu. Devlet bitti.” sözünü halkımıza söyletmektir asıl amaçları.

        Devlet kurumlarında yönetici olmak için dinsel referanslar ya da bir tarikatın üyesi olmak geçersiz bir kriter. Öncelikle üst görevlere atanacak kişilerin ahlakına, mesleki donanımına, devletimizin kuruluş ilkelerine ve cumhuriyet değerlerine bağlılığına bakılmalı.

       Not: 5 Ağustos 2022 tarihli Aydınlık gazetesinde yayımlanmıştır.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               4 Ağustos 2022

 

KIRLANGIÇ YUVALARININ BOZULMASI (Dinlence Yazıları 23)


        Fethiye’de, ilk kaldığımız otelin bahçesinin meyvelerle dolu olduğunu yazmıştım. Konaklama yerleri, birden çok odanın yer aldığı iki katlı yapılardan oluşmaktaydı. Bu durumuyla bu yapılar, köy evlerine benzemekte. Evlerin ve diğer hizmet yapılarının bir yerde kümelenmesi, bir köyün bakımlı ve düzenli mahallesini andırmakta. Bu durum, insana erinç vermekte.

        Ağaçların, özellikle de meyvelerin bolluğu burada birçok böceğin yaşamasına olanak sağlamakta. Özellikle arı ve sineklerin varlığı ilgi çekici. Doğaldır ki böceklerin varlığı, buraya onlarla beslenen kuşları da çekti. Böylece bir besin zinciri oluştu.

        Salgın nedeniyle otel, uzun süre kapalı kaldı. Bu nedenle bahçedeki ağaçlar ve diğer bitkiler, özgürce serpilip geliştiler. Tam bir doğal ortam oluştu. Sabahleyin güne başlarken kuşların ötüşleri insanı büyülemekte. Bu da kentin yorduğu konukları, soluklandırmakta ve motor gürültüleri yerine doğanın ezgisiyle dinlenmelerini sağlamakta.

        Bağımsız yapıların neredeyse hepsinin çatılarının korumasındaki saçak altlarında kırlangıç yuvaları görünce çok sevindim. Ancak sabahları kırlangıç cıvıltılarını işitmedim hiç. Bu kuşların sabah coşkusu görülmeye değer. Bir sabah, kahvaltı öncesi gezintiye çıktım. Saçakların başladığı yerlerde yer alan kırlangıç yuvalarının bozulduğunu gördüm. İçim sızladı. İlk önce inanamadım gördüklerime. On taneye yakın yuvaya dikkatlice bakınca bu yuvaların pencerelerden uzanılarak uzun sopalarla bozulduğunu anladım. Yuvaların hepsinin altında ya da yanında delikler vardı. Doğaldır ki delik deşik edilen yuvalarda kırlangıçların yaşamaları olanaksız. Bunların insan eliyle olduğu çok açık.

        İnsanlar, dünya güzeli kuşların yuvalarını niye bozarlar? Kırlangıçlar temiz hayvanlar. Dışkılarını, yavru da olsalar, yuvanın dışına yapmaktalar. Bu nedenle yuvalarının altında dışkılar birikir. Zaman zaman bu dışkılara böcekler üşüşür. Birçok kişi bundan hoşlanmaz. Oysa haftada bir temizlenirse yuvaların altları, sözünü ettiğim kirlilik oluşmaz. Üstelik kırlangıç gübresi bitkiler için bulunmaz nimettir. Bitkileri olağanüstü besler.

        Kırlangıçlar, doğanın ve de insanın dostudur. Uçucu böceklerle beslenirler. Uçuşları bir dans gibidir, izlemeye doyamazsınız. Özellikle insanlara musallat olan sivrisinekleri avlamaları, bizim rahatça balkonlarımızda ve evimizde oturmamıza yardımcı olur. Bu yönüyle insan dostudur kırlangıçlar. Sivrisineklerin yanı sıra insanlara zarar verebilecek birçok uçucu böceği de avlar bu güzel kuşlar. İşte, bu kuşların yuvaları dağıtılarak aslında insanlara ve doğaya zarar verilmekte.

        Yazılarımda kimi zaman turizm alanlarının, özellikle otellerin, denetimsiz olduğunu yazdım. Bu denetimler yapılırken doğayla ilişki de denetlenmeli. Özellikle kırlangıç yuvalarına bakılmalı. Bu kuşlara göçmen kuş demek yanlış. Çünkü doğup büyüdükleri topraklar bizim ülkemiz. Havalar soğuyup uçucu böcekler ortalıktan yok olunca Afrika’ya, sıcak topraklar göç etmekteler beslenip yaşamlarını sürdürmek için. Bu toprağın sahibi olan hiçbir canlıyı, kimsenin rahatsız etme ve onların yaşam haklarını ellerinden alma hakları yok! Bu nedenle kırlangıçların yuvalanıp çoğalmaları için gerekli önlemler alınıp uymayanlara yaptırımlar uygulanmalı.

        Burada gerek Muğla Büyükşehir gerekse Fethiye belediyelerine büyük sorumluluk düşmekte. Ayrıca Kültür ve Turizm ve Tarım bakanlıkları da görevlerini gereği gibi yapmalı.

        Doğa her canlını yaşama hakkı olan bir yer. Bir canlı türünün yok olması demek, diğer canlıların da yaşamının tehlikeye girmesi demek. Çünkü canlıların yaşamları doğal kurallar gereği birbirine bağlı.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               3 Ağustos 2022

BALON DUDAKLI, MİSTIR SPAK KAŞLI KADINLAR (Dinlence Yazıları 22)

        

        Kapitalizm denen düzen, aşırı tüketim ve sömürü için var. Ne eder, eder cebindeki parayı sen farkına varmadan alıp gider. Üstelik bu parayı verirken de gönüllü olursun.

        Kapitalizm, insanları önce bedenlerinden nefret ettirir. Kaşını, gözünü, kirpiklerini, emceklerini, kalçalarını, burnunu, dudaklarını, saçlarını, bacaklarını, kollarını, boyunu, boynunu, yanaklarını, ellerini, daha birçok yerini çirkin olarak algılatır insana. İnsanlar da ellerine para geçtikçe bu çirkinlikleri(!), kapitalizmin güzellikleri planlayan uzmanlarının belirlediği ölçülere göre düzelttirmeye çalışır. Böylece yeni bir kazanç alanı doğar kapitalistlere. Günümüzde neredeyse çoğu kişinin burnu, kaşı, kirpiği, alnı, yanakları, çenesi aynı biçimde. Sanki hepsi aynı anadan, babadan doğmuş gibi. Şaka değil, bu kişilerin ana, babası kapitalizm denen illet.

        Kapitalizm, insanları kendi bedenlerinden nefret ettirirken onlara sonsuz bir özgüvensizlik duygusunu da aşılar. Özgüvensiz kişi, güce tapınır. İşte, o güç de kapitalizmdir her şeyiyle. Kapitalizm, sorgulanmaz. Onun insanlık dışı eylemleri görmezden gelinir.

        Dinlencemiz sırasında ilgimi en çok çeken şeylerden biri kadınların dudaklarının şişkin, dışarıya doğru çıkık olması. Gerçi İstanbul’da da ara sıra böylesi kişilerle karşılaşırdım. Ancak kadınlar, dinlenceye gitmeden önce bir güzellik(!) bakımından geçmekteler. Dudaklar balon gibi şişmiş ve ördek gagası gibi dışarıya doğru uzanmış. Bu durum, insanın doğasına aykırı. Böyle dudakların güzel olduğunu söylemek olanaksız. Ancak ilgi çektiği, insanların (özellikle de kadınların) bakışlarını çektikleri ise kesin.

        Eskiden siyah beyaz televizyon çağında bir dizi vardı: Uzay Yolu… Dizinin baş oyuncularından Mistır Spak sıra dışı kulakları ve kalkık kaşlarıyla ilgimizi çekerdi. Dün şaşarak baktığımız kaşlar, bugün moda oldu. Kaşlar, yarın kim bilir nasıl olur?

        Kadınların birçoğunda takma kirpikler… Çoktan kirpik olmaktan çıkmışlar. Süpürge gibi görünmekteler. Bir de boyamasını bilmeyenler olunca kaşlar ucubeye dönüşmekte. Bu konuda yerli, yabancı fark etmiyor; kapitalizm, bulunduğu toplumların iliğini tüketmek, mutsuz insanlar yaratmak için her topluma el atmakta.

        Erkekler de kadınlar da dövme yaptırma yarışındalar. Dövmesiz kişi neredeyse yok gibi. Peşinen söyleyeyim, dövmeler kadar insan bedenini çirkinleştiren başka bir şey yok! Dövmelerin çoğu, anlaşılmaz karartılar. Bazıları kişilerin olmak istedikleri, ancak olamadıkları kahramanlar. Kimi ise sevdiği kişilerin adını yazdırmış bedenlerine. Demek ki yüreğine yazamamış ya da yazdığından emin değil; bedenine yazdırarak bu eksikliğini, herkese göstererek gidermekte.

        Bedenimiz, ten rengimiz bizim kimliğimiz. Bedenimizdeki tüm organlar, belli bir uyum içinde. Saçımıza göre kaş ve kirpiğimiz var. Ten rengimize uygun gözlerimiz bulunmakta. Aslında her organımız ve rengimiz birbirlerini tamamlamakta.

        Kapitalizm, insanların önüne tektipçi bir insan biçimi koyuyor. Herkes o tektipçiliğe uymayı görev sanıyor. Doğadaki her şey birbirine benzese hiçbir şey güzel olmaz. “Güzellik” kavramı yok olup gider. Üstelik “güzellik” kavramı da göreceli. Herkese göre “güzellik” değişir. Birine güzel gelen, diğerine çirkin gelebilir. Bu nedenle kişilerin güzellik anlayışları, beğenileri yok edilmekte. Aslında böyle yapılarak insanların beğenilerine, düşüncelerine, sevgilerine gem vuruluyor. Neyi seveceğimize, neyi beğeneceğimize, bize nelerin yakışacağına giderek nasıl düşüneceğimize kapitalizmin ağababaları karar vermekte. Buna uyum göstermeyi de çağdaşlık, modernlik sanmakta kimileri. Oysa bu, bir tutsaklıktır. Hem de düşünce ve duyguyu yok eden, egemen güçlerin boyunduruğuna teslim eden bir tutsaklık. Ne yazık ki bu tutsaklığa gönüllü olarak koşmakta birçok kişi.

       Kapitalizm hem seni bedeninden tiksindirir hem de tiksindirirken para kazandırır. Para kazandığını sanırsın. Bu paraları sağ cebine koyan kapitalizm, sol cebinde sessizce alır verdiklerini. Sen de büyük kazancın var sanırsın. “Abdalın yağı çok olursa gah borusuna çalar gah gerisine.” atasözünü bu durumda anımsamamak olmaz.

             İşin ilginç yanı ise balon dudaklıların, Mistır Spak kaşlıların, dövmelerle bedenlerinin rengi değişmişlerin kendilerine güzel ya da yakışıklı görmeleri. Çok tuhaf değil mi?

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               2 Ağustos 2022