“NE OLDUM’ DEME, ‘NE OLACAĞIM’ DE!”


Başlıktaki sözü, ninemden çok işitirdik. Özellikle eline geçen fırsatlarla hızlı ekonomik, sosyal değişimler gösteren kişiler için kullanırdı bu tümceyi. Aslında bu söz, bir gelecek kaygısını da anlatır.

Atalarımız: “Ayağa değmedik taş, başa gelmedik iş olmaz.” demişler. Ne güzel bir söz! Yaşamın önümüze neleri çıkaracağını şimdiden kestiremeyiz. Olumlu ya da olumsuz bir yaşam çizgisi her an karşımıza çıkabilir. İnsan yaşadıkça birçok alanda sorunlar yaşayabilir. Önceden düşünmediği birçok dertle karşılaşabilir. Ninemin sözüyle nasıl da uyuşmakta. Diyalektik düşünmenin halkça anlatımı bu sözlerde ne kadar güzel özetlenmiş.

İnsan varlık içinde olabilir. Yaşamındaki her şey istediği gibi gidebilir. Önüne çıkacak olumsuzlukları varlıklıyken, özellikle de gençken düşünmez. Yaşamın olumsuzluklarının hep başkalarınca yaşadığını düşünür. Oysa olumsuzluklar, sağlıksız günler, kötülükler, ekonomik sıkıntılar, doğal felaketler, salgın hastalıklar, savaşlar, yıkımlar, yangınlar, geçimsizlikler hep insanlar içindir. Bu nedenle “Ne oldum?” dememeli. Deyip de rahatlığa kapılmamalı. Hele ki her türlü savurganlığa yer verilmemeli yaşamda. En büyük savurganlık; insanın bedeninden, tininden, sağlığından yaptığı savurganlıktır. Bu savurganlığın giderilmesi olanaksız…

Nineme göre insan yaşamının temel felsefesi, “Ne olacağım?” sorusunda gizliydi.

Gelecekte nelerle karşılaşırım?

Hangi olumsuzluklar beni beklemekte ilerde?

Bir lokma ekmeği çiğneyecek takatim kalacak mı acaba?

İki adım yol yürüyecek, adım atacak gücüm olacak mı?

Sevdiklerimle kucaklaşacak dermanı bulabilecek miyim kollarımda?

Elimdeki varlığı yitirip namerde, iki lokma için el avuç açacak mıyım?

Ayağım hep düz basmaz ya, bir de yan basarsa ne yaparım?

Tinsel sağlığım yaşamla ve çevremdekilerle uyumlu yaşamama izin verecek mi?

Bu sorular uzayıp gider. Hepsi de bir gelecek kaygısı taşır. Bir buçuk yıl önce dünya neredeyse kaygısız, korkusuz bir yaşantının içindeydi. Herkes günlük yaşamın heyulası içinde birçok sorunu görmezden gelmekteydi. Korona denen bir illetle insanlar, neredeyse burunlarını kapılarından çıkaramaz oldular. En varsılından en yoksuluna dek ülkeler, kişiler benzer sorunları, salgından korunma güdüsünü yaşadı. Toplumsal sorunlar salgınla çığ gibi büyüdü ve açığa çıktı. Bu insanların ezici çoğunluğu “Ne olacağım?” sorusunu usundan bir kez olsun geçirdiler mi acaba?

Gelecek, bilinmezlerle dolu olduğu için güzeldir. Gelecek, umutla dolu olduğu için yaşanılasıdır. Gelecek, geçmişi unutturduğu için ilginçtir.

Gelecekle ilgili planlar oluşturan ve geleceğe yatırım yapan tek canlı insandır. Bazı canlılarda benzer özellikler görülse de bu, gelecek planlaması değil, içgüdüsel bir davranış.

İnsanoğlu; “Ne oldum?” dememeli, “”Ne olacağım?” demeli ki geleceğini planlayabilsin. İleride karşısına çıkabilecek sorunlara çözüm üretebilsin.

Salgında görüldü ki bireysel çözümlerle kurtuluş olmuyor. İnsanoğlunun kurtuluşu topluca “Ne olacağız?” sorusunun yanıtını hep birlikte verebilmekte.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       7 Temmuz 2021

 

 

ÖLÜLERLE KONUŞAN İNSANLAR


İnsanlar; tüm canlılar gibi doğar, büyür ve ölür. Bu durum, doğanın değişmez yasasıdır. Bu yasanın değişmesi demek; dünyanın, dolayısıyla canlılığın yok olması demek.

Tarihin bilinen en eski dönemlerinden beri insanlar, ölülerini özel bir titizlikle gömerler. Dünyanın neresinde, hangi kültür ve inançta olursa olsun yaşayanlar, ölülerine saygı duyar. Bu, bir başka deyişle ölen kişiyle olan yaşantıların unutulmazlığıdır. Ölülere saygı duymak, bir nevi yaşamakta olan kişilerin kendi varlıklarına saygıdır. Bu saygı, kuşaklar boyunca sürüp gider. Çünkü köksüz ağaç olmadığı gibi köksüz insan da olmaz.

Ülkemizde özellikle dinsel bayramların arife günlerinde neredeyse herkes mezarlıklara koşar. Bu, hem dinsel hem de insani bir görev olarak görülür. Yapılan ziyaretin amacı, ölülerle bayramlaşmadır bir nevi. Mezarların üstündeki yabanıl otlar, dikenler koparılıp toplanır. Çiçekler düzenlenir, sulanır. Böylece sonsuzluğa göçmüş yakınların bayrama düzenli ve bakımlı girmesi sağlanır. Bayramda herkes temiz ve varsa yeni giysilerini giyer de ölüler yattıkları yerde unutulur mu?

Genellikle genç yaşta eşlerini toprağa vermiş ve yaşamın onulmaz, sayısız zorlukları, acılarıyla karşılaşan kadınların iki gözü iki çeşmedir gidiş gelişlerde. Onların gönüllerinde eşler hiç ölmemiştir. Hep yanı başlarındadır. Güçlüklerle karşılaştıklarında, çözümsüz işler karşılarına çıktığında, umutsuzluklarının arttığında, derdini paylaşacak bir dost bulamadıklarında başvuracakları yer mezarlıktır. İçlerini oraya dökerler. Umarı orada ararlar. Mezardaki eş, canlanıp dinliyormuş gibi anlatır, anlatır, anlatır… Bir yandan gözyaşlarıyla toprağı sularken diğer yandan da elleriyle mezarlığın toprağını okşarlar. Bu okşanan aslında toprak değildir. Okşanan; toprağın altında yatan eş, evlat, anne, baba, kardeş ve diğer yakınların sevilmeye doyulamayan tenleridir. Onlara karşı beslenen özlemin dolup taştığı yerdir mezarlar.

Çocuklarının yaptığı yaramazlıkları, göstermiş oldukları uyumsuzlukları, aile düzenine verdikleri zararları mezarda yatan eşe gözyaşları içinde söylenen ağıtların dizelerinden dökülen yakınmalarla dile getirir yüreği yanık kadınlar. Sanki mezardaki, anında kalkıp gelecek ve aile içindeki otoriteyi, düzeni kuracak… Tabi bunun olanaksız olduğu bilinir. Bu yakınmalar, bir iç dökmedir, tinsel bir erinç ve arınmadır.

Yaşamın bin bir güçlüğü var. İnsanoğlu, her gün çözümlenmesi gereken bin bir sorunla karşılaşır. Yaşam yolu, usa gelmeyecek engellerle örülüdür. Bu engeller, kimi zaman insanı bunaltıp umarsız bırakır. İşte, bu umarsızlığın umarıdır mezarlık ziyaretleri.

Kendisine, malına, aile düzenine, yakınlarına zarar verip emeklerini boşa çıkaran komşuların da şikâyet yeri mezarlıkta yatan büyüklerdir. Karşılaşılan toplumsal güçlükler de burada anlatılır ağıtların üzüncüyle. İnsanoğlunun içinde birikip büyüyen bütün özlemler burada dile gelir. Mezarlıklar birçok kişinin tinsel sağaltım yeri olur böylece.

Arife günü mezarlıklara gidilmesinin nedeni, üzüntülerin bayram gününe taşınmaması içindir. Bayram, sevinçlerin, mutlulukların, kavuşmaların, barışmaların, yakınlaşmaların olduğu gündür. Bayram günü, acıları öne çıkarmak, bayramın anlamına uygun olmaz. Ancak bayram günü yakınları gelmeyen, unutulan kimi kişilerin bayramı zehir olur. Artık, onun için bayram anlamını yitirir. Gözyaşları sel olur akar. Yakınmalar, yakarışlar arşı alır.

Bazı kişiler, bayram namazı sonrasında mezarlıklara uğrar. Dua edip tinsel erinç yaşanır bu yolla. Ciddiyeti, ağır başlılığı, metanetiyle tanınan güngörmüş erkekler tek başlarına yaptıkları bu ziyaretlerde gözyaşlarına boğulur. Genç yaştaki oğlunu toprağa vermiş bir babanın bayram sabahı, oğlunun yattığı toprağa sarılarak hıçkırıklarla ağladığına tanıklık ettim çocukluğumda. Bu baba, bayram sabahı tek başına gitmişti oğluna. Gözyaşlarını saklamak içindi bu. Ancak insanın içindeki biriken acı, üzüntü çoğu zaman engel tanımıyor. Günlerdir biriken özlem,  ayrılık acısı oğlunun toprağına gözyaşı ve hıçkırık olarak dökülmekte.

Arife ve bayram günlerinin dışında da mezarlık ziyaretleri yapılır. İnsanlar geçmişleriyle yaşar. İnsanların ölüleriyle yaşadıklarını da söyleyebiliriz. Geçmişimiz, belleğimizdeki tatlı anılardır. O anılar, çoğu zaman bizlere yeni umutları filizlendiren kaynaklardır. Bu kaynağın kurumasına kolay kolay izin vermez kişi.

Ölülerle konuşan kişi, aslında kendisiyle konuşmakta. Amaç içini dökmektir. Ölen kişi, tinsel olarak hep yanımızdadır. Onun varlığı somut değil, soyuttur. Aslında biz onların öldüklerine hiçbir zaman inanmayız. Bir gün, bir yerden çıkıp geleceklerini düşünürüz çoğu zaman. Zaman gelir onların anıları silikleşir belleklerde, ama yok olmaz. İnsanoğlu unutmazsa ve umut etmezse yaşayabilir mi?

                                                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                                                               19 Temmuz 2021

GURBETTE BAYRAM


Bayramlar hem geçmişin anılarını yaşatır hem de gelecek için düşlemler kurdurur. Asıl önemlisi de eş dost, hısım akrabayla mutlu bir an yaşatmaktır bayramların amacı. Bu nedenle insanların bayramları, doğup büyüdükleri yerlerde geçirmeleri çok önemli. Gömütlüklerin olduğu yerde bayram yapmak ayrı bir değer taşır. Bu, geçmişle geleceği buluşturması açısından çok önemlidir.  

Kurban Bayramı yaklaşmakta. Biz gurbetteyiz. Doğaldır ki sıla, burnumuzda tütmekte. Sılada yaşadıklarımız ise içimizde gürül gürül akan koca bir ırmak. Anılardan uzaklaştıkça o koca ırmaktaki çağıltılar daha da artmakta. Zaman gelir dokunsalar ağlayacak gibi olurum. Sıladaki anılar, gurbette yitirdiklerim, toprağımın bana kattıkları usuma geldikçe bir başka olurum. Bir düş yolculuğunun elsiz ayaksız yolcusu gibi duyumsarım kendimi.

Bayramdan önce TRT Trabzon Radyosunun değerli yapımcısı Yavuz Üçüncü aradı. “Hocam ‘Gurbette Bayram’ konusunu konuşacağız uygun musunuz?” Telefon ettiğinde Yavuz Bey, İstanbul’daydım. Yani gurbette. İki gün sonra Mürefte’ye gittik. Anlaşılacağı üzere gurbetin gurbetine. İçimdeki özlem çığ gibi büyümekte gurbetin gurbetinde. Bu çığın önünü kesecek bir nesne yok! Hele ki bu çığı eritecek sıla güneşinden çok uzaktayım. Sessiz bir doğa içinde gönlüm kanatsız bir kuş gibi. Sayrılığım nedeniyle iyileşmem için böyle bir dinlenceye çok gereksinmem var. Ameliyat yerimde zaman zaman ağrılar var. Bu, önemli mi? Değil… Asıl ağrı yüreğimde… Bu ağrıyı, acıyı dindirecek ilacı yok sağaltımcıların da otacıların da.

Ah Yavuz ah! Yüreğimi yakıp kavuran sıla ateşine benzin döktün. Çocukluğum, gençliğim gözümün önünden akmakta nazlı bir su gibi. Olumlu yanıt verdim ona, konuşacağım canlı yayında “Gurbette Bayram”ı. Konuşmasına konuşacağım da çok derinlere girmek istemiyorum. Ancak söylediklerimin yüzeysel kalması da olmaz. Bu konuşmayı gurbette olan birçok insan dinleyecek. Gurbette yakını olan, onların yolunu gözleyen birçok kişi radyo başında olacak. En acısı da yakınları gurbette toprak olanlar var. Anlaşılacağı üzere bir bayram üzeri duyguların düzeyini ayarlamak çok zor. Zaten ben, konuşacaklarımın duygusal düzeyini tutturamasam yandım gitti.

Güneş yükseldi, öğlene doğru. Deniz, durgun… Yine de oturduğum yerden küçük dalgaların kıyıyı yalayıp geçtiği sesler işitilmekte. Dalgalar çekilirken sürüklediği kumların hışırtıları doyulmaz bir ezgi. Kırlangıçlar telaşlı… Arada bir taşıtların motor gürültüleri… Denizde birkaç yelkenliyle birkaç balıkçı teknesi… Gökyüzü engin bir derinlikte… Bir martı kucaklamaya çalışmakta gökyüzünün sonsuzluğunu. Aşağıda bir karabatak alçaktan uçarak av aramakta derin mavilikte. Zeytin ağaçlarının yaprakları arasında serçeler ötüşmekte. Erkek ağustosböceklerinin dişileri için serenatları hız kesmeden sürmekte. Nasıl bir aşktır ki ezgilerini hiç durmadan sürdürmekteler. Bu aşkta vazgeçmek yok, sonuna dek gitmek var. Olunca böyle âşık olmak gerek. Uzaktan guguk kuşunun sesi geliyor boğuk.

Zaman yaklaşmakta, nereden konuşmalıyım? Bahçeden konuşursam doğal sesler var, bunlar canlı yayına yansır. Dinleyicilerin ilgisi dağılır. Beni dinlemek yerine denizin, kuşların, ateşböceklerinin seslerini dinlemeyi yeğlerler. En iyisi üst kata çıkmalı. Balkonda oturup konuşsam olmaz. İki tane kırlangıç yuvası var. Erkek ve dişiler durmadan yiyecek taşımaktalar yavrularına. Balkonda otursam onları engellerim.

Odaya geçip koltuğa oturdum. Az sonra Yavuz Bey arayıp hazır olup olmadığımı sordu. “Hazırım!” deyince yayına bağlandım. Güzel, canlı, sıcak, cıvıldaşan sesiyle karşımda Özgül Kömürcü… Önce konuşacağımız konu hakkında kısa bir giriş yaptı. Ardından sorusunu sordu. Önce çocukluğumuzdaki bayramları anlattım kısaca. “Kısaca” diyorum, çünkü uzun anlatacak durumda değilim. Sözü uzatsam uzatamam, zira içim yanmakta. Nasıl uzatayım?

Çocukluğum, en duyarlı olduğum mutluluğu doruklarda yaşadığım dönem. Çocukluğumun mutlu bayramlarını yaşadığım insanların çoğu göçüp gitmiş bu dünyadan. Onlarsız anıların tadı mı kalır? Bazıları çok kötü anlarda göçüp gitmiş aramızdan. Birbirimize doymadan toprağa düşenler içimi kavurmakta. Bu nedenle kısa kesiyorum anlatımımı çaktırmadan.

Asıl konuşacağımız konu, gurbette bayram. “Gurbet” acı, özlem yüklü bir sözcük. “Gurbet” deyince ister istemez “sıla” gelmekte usa. Bir yanda her şeyinizle varsınız. Kökünüz orada… Bilincinizi, duygularınızı, benliğinizi oluştuğu yer çoğalan bir anı denizi gibi. Diğer yanda ise köksüzlüğün getirdiği eğretilik. Bu nedenle bağlanmaktan korktuğunuz bir koca kent…

Anlatıyorum gurbetteki bayramları buruk, özlemle dolu, yalnız, yabancı… Konuşmamız bitince telefonumu kapatıp uzun süre oturduğum yerde düşündüm. Yarım yüzyılı çoktan geçmiş bir yaşamın kırılma noktalarını, sıçrama anlarını, kopuşları, buluşmaları, yitikleri, kazançları, önümden akıp giden ıramağa kapılıp gidenleri, yağmur damlaları gibi üstüme yağanları…

Bir süre sonra düşlemlerden kurtarıyorum kendimi. Kalkıp bahçeye inerek Fakir Baykurt’un yazdığı özgeçmiş kitaplarından birine dalıyorum. Ülkemizin geri kalmışlığını aşmak isteyen Cumhuriyet’imize onlarca güçlüğü çıkaranlara tanıklık ediyorum. Anadolu bozkırının karanlıkta kalması için Atatürk Devrimini baltalayanların yalan ve iftiralarına öfkelenmekteyim okudukça.

Bayram, bayramdır sılada da olsa gurbette de olsa ne fark eder? Bayram çocuklar için bayramdır asıl. Çocuklar için bayram, sevinç, mutluluk, heyecan… Büyükler içinse anıları anımsamak kimi zaman üzüntüyle kimi zamansa mutlulukla… Yeni bir bayramın öngünündeyiz, her şeye boş verip tadını çıkarmalı.

                                                                                    Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   16 Temmuz 2021

 

 

 

 

 

“ATEŞ ALMAYA MI GELDİN?”


Ateşin bulunması, insanlık için önemli bir uygarlık adımıdır.

Ya ateş olmasaydı…

İnsanoğlu…

Madenleri nasıl işleyecekti?

Yabani hayvanlara karşı ne ile korunacaktı?

Topraktan tuğlayı nasıl yapacaktı?

Yemekleri neyle pişirecekti?

Bu sorular uzar gider. Günlük yaşamımızda önemli bir yer tutar ateş. Dünyanın ve Anadolu’nun her yerinde olduğu gibi Doğu Karadeniz’de de ateş komşuluğu söz konusudur. Çakmağın henüz yapılmadığı, kibritin yaygınlaşmadığı, insanların yoksulluğun ve yoksunluğun pençesinde kıvrandığı bir dönemde ateşe sahip olmak çok önemliydi.

Çocukluğumuzda “bir adamın gereksiz yere bir kibrit yaktı diye karısını boşadığını” büyüklerimiz sık sık anlatırlardı. Aslında bu olayla tutumluluğun önemi vurgulanmaya çalışılırdı. Savaşlar görmüş, işgal yaşamış, işgalden sonra evini ve memleketini terk ederek muhacir çıkmış, açlık çekmiş, salgın hastalıklarla kırılmış, şehitlerinin cenazesini bile kaldıramamış, yoksullukla ezilmiş, kendi öz yurdunda egemenlerce horlanmış bir kuşağın evlatları, torunlarıydık.

Cumhuriyet’in yarattığı kalkınma, yeni yeni kendini duyumsatmaktaydı. Yüzyılların birikimiyle oluşmuş olumsuz yaşam koşullarını bir anda aşmak, çok zordu. Bu nedenle de zorlukların, yok oluşların içinden çıkıp yaşama tutunan bu insanların sabrına hayran olmamak elde değil. Onların en olumsuz koşullarda bile içlerinde sürekli büyüttükleri umut fidanı her geçen gün göğermekteydi. Kıtlık günlerini düşünerek her şeyi tutumlulukla kullanmak onların davranış biçimiydi. Bir kibrit çöpünün bile onlar için önemi, gerekliliği büyüktü. Çünkü ona gereksinim duyup da bulamadıkları zamanlar çok olmuştu yaşamlarında.  Günümüzde çok küçük ve önemsiz görünen şeyler, onların çoğu zaman yaşamlarını kurtarmıştı. Bu nedenle en küçük gereksinim maddesinin bile değerini olağanüstü bir biçimde bilmekteydiler.

Çok eski yıllardan beri ateş söndürülmezdi ocakta. “Ocağı sönmek” sözü de o ailenin yaşamadığı anlamını verirdi. Çünkü ateş yanan bir ocak, dumanı tüten bir baca yaşamın en önemli göstergesiydi. Ocağı söndürmemek, bir yaşam savaşımıydı. Bu savaşı da kazanmak gerekti.

Gün boyu ateş yanardı ocaklarda. Gece olup da yatma zamanı gelince ocağın içindeki közlerin üstü ustalıkla küllerle örtülürdü. Küllenen közler, sabaha dek canlılığını yitirmezdi. Sabah olunca küller özenle bir yana çekilir, közlerin üstüne kolayca alevlenecek çalı çırpı konarak ateş canlandırılırdı. Ardından odunlar ateşi güçlendirirdi.

Gece, ocaktaki ateşi sönen komşu erkenden küçük bir kürekle gelir ve ateş isterdi. Küreğe konan birkaç köz, komşunun ateşinin yeniden yanmasını sağlardı. Közleri alan komşu ardına bakmadan hızlıca evinin yolunu tutardı. Çünkü Doğu Karadeniz’de evler birbirinden uzaktır. Yolda eğleşmek, közleri söndürebilir. Hava yağmurlu, karlı, çamurlu olabilir. Bu nedenle bir an önce ocağı yakıp bacayı tüttürmek gerek.

Bazı konuklar, geldikleri gibi giderler. Anlaşılacağı üzere böyle bir konuklamada iki lafın beli kırılmaz. Söyleşilmez onunla. Bu tür konuklara: “Ateş almaya mı geldin.” denir.

“Arkadaşlar! Gidip Toros dağlarına bakınız, eğer orada bir Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç asla bizi yenemez. (Mustafa Kemal Atatürk)” Atatürk’ün de belirttiği gibi bacalarda duman tüterse ulus yaşar. Ocağı sönmüş, bacası tütmez bir toplum yaşayamaz ve zamanla dünya yüzünden silinip gider.

Yurttaşımız köyde, kentte, yaylada, çadırda ateşini, ocağını hiçbir zaman söndürmez ulusu yaşasın diye. Bunun içindir ki ateş komşuyla paylaşılır. Bu yardımlaşma belki de en önemlisidir komşular için.

Çocukluğumuzda, Doğu Karadeniz’in yeşili arasından tüten boz dumanlar kim bilir hangi mutluluğun, umudun, yaşama savaşının, geleceğe yönelişin belirtisiydi?

Ocakta ateşimiz, bacada dumanımız hiç eksik olmasın. Olmasın ki yaşam doludizgin sürsün gitsin sonsuza dek.

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   7 Temmuz 2021

 

 

ÖĞRETMENİN GÖREVİ, ÖĞRENCİYİ SINIFTA TUTMAK DEĞİL Mİ?


Öğrenciler çocuk ve gençtir. Çocuk ve gençler, doğaları gereği büyüklere göre devinimleri çok, heyecanları aşırı, düşleri sonsuz, öğrenmeleri hızlıdır. Arada sırada taşkınlıklar yapmaları olağan. Yaramazlık olarak niteleyebileceğimiz davranışlar göstermelerini anlayışla karşılamalı. Çünkü bu, onların doğaları gereğidir. Onların doğalarını değiştiremeyeceğimize göre onlara hoşgörü göstermekten başka yol yok!

Öğrencilerin bazılarının ilgisi, derslerde dağılır. Öğretmenlerinin anlattıklarına odaklanamazlar. Kendi dünyalarına dalar, tinsel olarak sınıftan çıkarlar. İlgisi dağılanların hangi imgelem peşinde koştuklarını anlamak çok güç. Bu imgelemler, peş peşe koşar adım gider. Bir genç, çocuk ya da ergen için belki de en mutlu anlardır bu imgelemlerin düşlendiği anlar. Onların sert bir uyarıyla ya da azarlanarak bu imgelemlerden koparılmaları onların tinsel sağlıklarına derin yaralar açar. Bu nedenle bu durum karşısında gerek öğretmenler gerekse veliler, onların tinsel sağlıklarını korumak ve onları toplum içinde küçük düşürmemek için duyarlılık göstermeli.

Çocuklar, ergenler, gençler erkelerinin yüksekliğine karşın çok kırılgandırlar. Çoğu zaman havadan nem kaparlar. Onları kırıp dökmek hem kendilerine hem de içinde yaşadıkları topluma çok zarar verir. Tinsel sağlığı örselenip bozulmuş gençlerin başarılı, uyumlu, anlayışlı, çözüm odaklı, imgelemlerinin ardından koşan, yaratıcı ve üretken özellikleri yok olur giderek. Onların geleceğe yönelik kurdukları düşler bir bir yıkılır bu sert fırtınalarda. Bu nedenle öğrencilerin yıkıcı fırtınalara değil, meltem esintilerine gereksinmeleri vardır.

Öğretmenlerin birçoğu öğrencilerin ders dinlememeleri karşısında aşırı tepkiler gösterir. Onlara anlayış gösterip dersin önemini kavratma yerine, derslerden ve özellikle de öğretmenden soğutacak bir davranış gösterirler. Bu yersiz tepkisel davranış, öğrencinin öğretmenine karşı sevgisini azaltır. Ergen ya da genç, kendi kişiliğini korumak adına dersleri dinlememe ve öğretmenini kızdırma amacıyla derslere ilgisizliğini artırır. Bu ilgisizliğini özellikle öğretmenine ve arkadaşlarına belli edecek biçimde gösterir. Öğretmen de bu davranışla sınıftaki otoritesinin sarsıldığını düşünerek sert davranmayı, öğrenciyi dışlamayı yeğler. Burada bazı öğretmenlerin usuna gelen en kestirme çözüm, öğrenciyi sınıftan kovmak.

Peki, öğrenci kovulunca ne yapar? Dersten kovulmak, öğrenci için bir utkudur. Dışarı çıkar, aylakça dolaşır. Teknolojinin geliştiği günümüzde ise bu aylaklığa cep telefonuyla oynamak da eklenir. Bir süre sonra öğrenci kendini dersten attırmak için elinden geleni yapar ve amacına da ulaşır.

Salgın döneminde yüz yüze eğitim yapılamadı. Eğitim uzaktandı. Uzaktan eğitimde, yüz yüze işlenmesi gereken ders içerikleri olduğu gibi anlatılmaya çalışıldı. Olağandır ki öğrenciler bilgisayar başında ders dinlemekten sıkıldılar. Bu nedenle zaman zaman başka şeylerle ilgilendiler. Bazı öğretmenler, uzaktan eğitim derslerinde bile öğrenci kovdu. Onun ekranını kapatarak ders dışı kaldı bu öğrenciler. İlkokuldaki bir öğrencinin ekranı niye kapatılır? Bu nasıl bir öğretmenlik?

Büyüklerimiz “Küçükten kabahat, büyükten af...” derlerdi. Ne güzel bir söz! Yediden yetmişe herkesin bilmesi ve anlamına uyması gereken bir ata öğüdü. Çocuklar, yanlış yapa yapa doğruyu öğrenirler. Onların yanlışları, bir öğrenme fırsatıdır. Yanlış yapmayan, doğruyu nasıl yapsın?

Öğrencilerin ufak tefek kaytarmalarına, ilgisizliklerine, yaramazlıklarına hoşgörü göstermek öğretmenlerin de velilerin de görevidir. Çünkü çocuklar ulusun çocukları. Toplumu büyük bir beden olarak düşünürsek bir uzvundaki ağrı sızı tüm bedeni etkiler. Sağlıklı toplum için sağlıklı bireylere gereksinim var.

Öğretmenlerin görevi, öğrenciyi dersten atmak değil, onları derste tutmaktır. Bir öğrenciyi dersten çıkarmak kolaycılıktır, sorunları çözmeyip onlardan kaçmaktır. Oysa öğretmenin görevi sorunları çözmek. Öğrenciyi derste tutarsak onlar öğrenir. Asıl amaç, öğretmek değil mi? Öğretmenlerin sorumluluğu, öğrencilerini en iyi biçimde eğitip öğretmektir. Bu da sorunların üzerine korkmadan gitmekle olur.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       14 Temmuz 2021

 

 

EVDE, BABANIN OTORİTESİNİ ANNE SAĞLAR


Günümüz anne ve babalarının en büyük yakınmalarından biri, çocuklarının sözlerini dinlemediğindendir. Çocukların başlarına buyruk olduklarından söz ederler sıkça. Bunun birçok nedeni olmakla birlikte en belirleyicisi, ailelerden kaynaklanmakta. Bu nedenle sorunu çözmek için iğneyi kendimize batırmak gerek.

Babam öğretmen, annem ev hanımıydı. Babam bir köy enstitülü olarak hangi düzeyde olursa olsun insanların eğitilmesine inanırdı. Bu konuda elinden geleni yapardı. Eğitimciliğini asla okulla sınırlı tutmazdı. Yaşamının sonuna dek insanlara bir nokta kadar da olsa bir şeyler verme ülküsünü hep korudu.

Eğitimciliği, önce yakın çevresinden başlardı. Genellikle günlük aldığı gazeteleri annemle okumak ona büyük mutluluk verirdi. Aylık dergiler alırdı. Bu dergilerdeki yazıları da annemle paylaşırdı çoğu zaman. Evimizde hep kitap vardı. Okuyup beğendiği kitapları annemden okumasını isterdi ısrarla. Annem, o günlerden beri iyi bir kitap okurudur. En kötü zamanda bile ayda birkaç kitabı okur ve bunları, olanak buldukça çocuklarıyla paylaşır, tartışırdı (Tabi bu tartışma konusu da babandan geçen bir köy enstitüsü alışkanlığıydı.). 

Çocukluğumda, Doğu Karadeniz’in bir bucak merkezinde (Hayrat’ta) otururduk. Gazeteler ikindi vakti gelirdi. Ben ilkokuldayken Doğan Avcıoğlu’nun yayımladığı Yön dergisi, Türk aydınlarının başucundaydı. Babam, Yön’e sürdürümcüydü. Yaklaşık on kişi, Yön’ü düzenli olarak alır, okurdu. Bu nedenle küçücük bir beldede önemli bir düşünce yaşamı vardı. Sürdürümcüler, dergiyi okuduktan sonra kahvenin bir köşesinde makaleleri tartışırlardı. Bu konuşmalara, dergiyi almayan, okumayan bazı dostları da katılırdı. Dergiler, elden ele dolaşıp onlarca kişi tarafından okunurdu.

İlkokulda okuduğumuz yıllarda cumartesi günü de ders yapıldığından haftanın altı günü okul vardı. Babam okuldan çıkar, arkadaşlarıyla önce kahvehaneye uğrardı. Ya çay içerek söyleşilirdi ya da kâğıt, tavla gibi oyunlar oynarlardı. Böylece iş yorgunluğu üzerlerinden atılırdı. Ayrıca bu kahvehane zamanları toplumsal, tinsel bir rahatlama anlarıydı. Bir başka deyişle tinsel sağaltımdı.

Babamın eve geleceği zaman hemen hemen aynıydı. Akşam yemeği saatinde evde olurdu. Babam gelmeden yemekler pişmiş olurdu. Annem: “Çocuklar, babanız gelmek üzere ellerinizi yıkayıp sofranın hazırlanmasında bana yardım edin.” derdi. Biz, ne işimiz olursa olsun bırakıp bu çağrıya uyardık. Bu uyumumuzun nedeni, korku değildi. Annem bu sözü, öyle bir ses tonuyla söylerdi ki sanki evimize ilk kez birisi geliyormuş ya da babamız göklerden iniyormuş gibi bir duyguya kapılırdık.

Soframız hazır beklerdik. Bu bekleyişimiz birkaç dakika olurdu. Birimiz, cama çıkar; yolunu gözlerdik babamın. Kapıyı açar, kapının önünde sıralanırdık. Birimiz çantasını, diğerimiz paltosunu, bir diğerimiz varsa elinde dolu filesini alırdık. Güler yüzle içeri girerdi. Bize takılır, şakalar yapardı. Dış giysisiyle yemek masasına oturmazdı. Önce pijamalarını çabucak giyer. Sonrasında elini, yüzünü yıkayıp sofraya gelirdi. O, oturur oturmaz biz de yerlerimize otururduk. Herkesin oturacağı yer belliydi sofrada. Babam, yemeğe başlayınca biz de başlardık karnımızı doyurmaya.

Yemek sonrası söyleşilerimizin tadına doyum olmazdı. Bu söyleşilerin bitmesini hiç istemezdik. On dört numara gaz lambasının ışığında evimize sevgi aydınlıkları doğar, mutluluk esintileri eser, sevinç damlaları düşerdi. Ders çalışması gereken odasına çekilirdi. Babam öğretmendi, ancak bizim yapmamız gereken ödevleri yapmazdı, yalnızca yol gösterirdi bize. Her konuda kendimize güvenmeyi, zorlukları öz gücümüzle aşamayı öğretirdi bize.

Uyuma vakti geldiğinde annem odalarımıza gelerek: “Babanız uyuma zamanı geldi, diyor.” dediğinde bu sözü ikiletmeden yatardık yataklarımıza.

Babam evde olmadığında yaramazlık yapar ya da annemizin sözünü dinlemediğimizde o: “Baban, bu yaptığını duymasın.” dediğinde annemize yalvarırdık bizi şikâyet etmesin diye. Oysa babamızın bize yapacağı bir şey yoktu. Ancak annem, ona öyle bir güç bahşederdi ki neredeyse ödümüz kopardı. Aslında babamın otoritesini sağlayan annemdi. Onu, başköşeye oturtan ve çevresine bir saygı halesi dokuyan o idi.

Bir memur ailesi olarak ekonomik sıkıntılar çekerdik. Bu nedenle aile bütçesine katkı için annem dikiş diker, örgü örerdi. Yazın köyümüze gidip bazı kışlık gereksinmelerimizi sağlardık. Bu topyekûn çalışmalarda çok yorulurduk, ancak sevincimiz eksilmezdi. Bunca sıkıntıya ve çalışmaya karşın annemin yakındığını görmezdik. Babamla bizim yanımızda asla tartışmazdı. Onun kararlarına yanımızda karşı çıkmazdı. Sonradan öğrendik bu tartışmalar hep bizim olmadığımız zamanlarda ve yerlerde yapılırdı.

Annem; akrabaların, komşuların, konukların, arkadaşların yanında babama karşı çok özel bir saygı gösterirdi. Babam, bu davranışa saygıyla karışık bir sevgiyle karşılık verirdi. Annemin gözünün içine bakardı. “Hanımın her şeyin güzelini, iyisini yapar.” derdi. Onu onurlandırmak, ona değer verdiğini göstermek için her fırsatı kullanırdı. Saygı, sevgi ve güvene dayalı bir evlilik; çocuklarına olumlu yansımaktaydı. Tavandaki saygı, tabana da yansımaktaydı. Babamın otoritesini sağlayan, ikisinin karşılıklı saygısıydı. Kavgasız, gürültüsüz bir yaşam aileye erinç vermekteydi.

Şimdi bakıyoruz çevremize. Çocukların yanında en büyük kavgaları yapan anne ve babalar var. Ağzına geleni eşine söyleyen eşlere tanık olmaktayız. Evliliği saygı, sevgi ve güven birlikteliği yerine bir anonim şirkete çevirenleri üzülerek görmekteyiz. “Biz” yerine, “ben” diyen eşler saygı, sevgi ve karşılıklı güveni düşüncesizce yok etmekte.

Evlilik kurumunun gizem dolu kapılarını açık bırakanlara ne demeli?

Hele “Herkesin tenceresi kapalı kaynar.” atasözünü bir kez olsun anımsamayanları nereye koymalı?

Eşin dostun, çocuklarının yanında “Sen sus, konuşma!” diyen eşlerin bu sorumsuzluğunu nasıl açıklamalı?

Üçüncü kişileri gördüğünde eşini çekiştirip onu acımasızca kötüleyenlere söylenecek söz var mı?

Dedikodu cenderesinde eşini bir çırpıda parçalayan, gözünü kırpmadan harcayan densizliği nasıl algılamalı?

Üçüncü kişilerin evliliğin kutsallığına, cehennem ateşini sokmasına izin verenlere hoşgörü göstermek olanaklı mı?

Yaptıkları kavgalarda çocuklarının taraf tutmasını isteyen günümüz eşlerinin bu durumunu açıklayacak biri var mı?

Sorular uzayıp gider sayfalar boyunca. Kutsal evlilik kurumunu ayakta tutan karı kocadır. Karşılıklı saygının, sevginin, güvenin olmadığı bir yerde sağlıklı, başarılı, özgüvenli, sevgi dolu çocuklar yetiştirmek olanaksız. Böyle bir evde, erinç içinde yaşamak çok zor. Bu nedenle büyüklerimizden örnek almalı, yaşadıklarımızdan ders çıkarmalı.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               11 Temmuz 2021


HARMAN YERİ


Baklan Ovası’nda zümrüt yeşili, yerini sarıya terk ettiğinde çevre köy ve kasabalarda heyecanlı bir hazırlık başlar. Bu heyecana tanık olduğum yer, İsabey kasabası…

Önce arpa yolumu, sonrasında buğday biçimi yapılırdı. Oraklar, tırpanlar bilenir öncelikle. Yaklaşık bir ay ovada kalınacağından götürülecek eşyalar hazırlanır. Ayaküstü yenebilecek gerekli ürünler küçük keselere doldurulur.

Öncelikle ekinin biçimi bitirilir. Ekinler deste yapılır. Desteler ekinin kolay taşınmasını sağlar. Destelenen ekinler at arabalarına, kağnılara yüklenerek harman yerine taşınırdı.

Desteler taşınmadan önce harman yeri hazırlanır. Tırmıkların ters yanıyla iyice kuruyan anızlar topraktan koparılır. Anızlar, bir yana toplanarak ya yakılır ya da çürümeye bırakılır. Harman yerinin toprağı kimi zaman aile üyelerince çiğnenerek bazen de yurgu taşıyla düzeltilip toprak sıkılaştırılır.

Sekiz on aile harman komşusu olurdu ovada. Bu ailelerden birinin yurgu taşı getirmesi yeterlidir. Komşular sırayla taşı alarak işlerini görürler. Harman işinde dayanışma, yardımlaşma üst düzeydedir. Araç, gereç konusunda kimse kimseden bir şeyini esirgemez. Üstelik komşunun işini görmesine yardım etmek, kişiyi sevindirip mutlu eder. Verici olmak, erdemli bir davranış. Hatta bu erdemli davranış, güngörmüş yaşulularda alışkanlığa dönüşmüştü.

Düzeltilen harman yerine desteler taşınıp yığılır. Bu yığma işi, gelişigüzel değildir. Ekinler belli bir düzen içinde yığılır. Harman yüzyıllarca süren bir geleneğin ovada boy atmasıdır.

At ya da öküzler düvene koşulur. Düven sağlam bir ağaçtan yapılır. Alt yanında çakmak taşları çakılıdır. Taşların alt yanları bıçak keskinliğindedir. Düvenin ve üstündeki birinin ağırlığıyla taşlar, ekinleri doğrar. Taneler, saplardan ayrılır. Saplar, giderek samana dönüşür. Düvene binip harmanda, defalarca dairesel olarak dönmekten en çok keyiflenen çocuklardı. Onlar için düveni sürmek bir oyun, büyükler içinse bir iştir bu. Hele arpa samanının, tozunun terli bedenlere yapıştığında verdiği yakıcı acı dayanılır bir durum değildi.

Harman düvenle dövülür. Deste yığını, yerini tınaz yığınına bırakır. İşin önemli bir kısmı halledilmiştir artık. Şimdi beklenen bir yeldir. Hele kuzeyden esen serin bir yel olursa çiftçinin kadınlı, erkekli yüzü güler. Hem serinlik verir bu yel, hem de tınazın içindeki samanla tanenin ayrılması sağlanır.

Beklenen yel esmeye başladığında deneyimli eller yabayı kavrar. Bu işi genellikle erkekler yapar. Tınazı yele karşı savurmaya başlar. Saman, buğday ya da arpa tanelerine göre hafif olduğu için uzağa gider. Tanelerin ise samana göre özgül ağırlığı fazla olduğundan yelin gücüne direnir, uçmaz. Tınazı yaba ile savuranın önünde tane yığını oluşur. Samandan ayrılan tahıl yığınına “namlı” denir. Az uzakta da saman yığını kendini gösterir.

Düven, bazı kalın ekin saplarını parçalayamamış olabilir. Koskoca harmanda böyle bir şeyin olması olağandır. İşte, namlının içinde kalan bu kalın, kısa sapları tahıldan ayırmak için kalbura göre daha büyük delikleri olan holozlar devreye girer. Eleme sırasında buğdaylar yerde yığılır. Yerde yığılı buğday yığınına “çeç” adı verilir. Holozda kalan yabancı madde böylece ayrılır. Bu işlemle tahılın yabancı maddelerden tamamen ayrıştırıldığını düşünmeyin sakın. Çünkü iş daha bitmemiştir.

Holozla kısmen temizlenen tahılın içinde taş, toprak, kurumuş ot tohumları karışmış olabilir. Bu arınmayı yapmak için kalburlar devreye girer. Çeçten kalburlar doldurulur. Çuvalların bulunduğu alana taşınır. Özenli, ustalıklı bir elemeyle taş, toprak ve diğer yabancı maddeler yere düşer. Kalburun içinde kalan tahıllar çuvallara doldurulur. Çuvallar dolunca ağızları, çuvaldızla dikilir ve at arabasına ya da kağnıya yüklenir. Artık tahıllar, ambara taşınıp yerleştirilebilir.

Harman yerinde kalan tahıl, çalı süpürgeleriyle üstünkörü süpürülür. Tabi ne kadar süpürülebilirse. Bu süpürülen tahıllar torbalara doldurulur ve bunlar, kışın tavuklara yem olur. Geride önemli miktarda tane kalmıştır. Bunlar “kuşların rızkı” denerek süpürülmez. Ovanın sahipleri arasında yer alan kuşlar, uzun süre bu yemlerle karınlarını doyurur. Kuşların bu toyundan börtü böcek de payına düşeni alır.

Tahılların ambara yerleştirilmesinden sonra saman eve taşınır. Çünkü evde beslenen inek, at, eşek, keçi gibi hayvanların kışlık yiyeceğidir bu.

Tarlalarda boy veren ekinler, hem insanlara hem evcil hayvanlara hem de kuşlara can ve kan olur.

Tarladaki buğdayından, arpasından kuşların hakkını ayıran çiftçilerimiz var mıdır şimdilerde? Acaba kaç çiftçi atalarının geleneğini sürdürerek “kuşların rızkını” toprağa bırakıp arkasına bakmadan evin yolunu tutmakta?

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   6 Temmuz 2021