MANDA SÖĞÜT DALINA YUVA YAPAR MI?

 

Aşağıdan geliyor Türkmen koyunu

Selviye benzettim yârin boyunu

 

Amanın yandım

Amanın, amanın yandım

Tiridine, tiridine bandım

Bedava mı sandın, para verip aldım

Tiridine, tiridine, tiridine bandım

Bedava mı sandın, para verip aldım

 

Sabahınan erken çifte giderken

Öküzüm torbadan düştü gördün mü

 

Kavuştak

 

Manda yuva yapmış söğüt dalına

Yavrusunu sinek kapmış gördün mü

 

Kavuştak

 

Sabah ezanını okurken aman aman

Müezzin minareden uçtu gördün mü

 

Yukarıda sözleri yazılı türkü, Kastamonu-Tosya yöresine özgü. Çoğu kişi, türkünün sözlerini anlamsız bulur, ancak öyle değil. Bu türkü, yergiye verilecek en güzel örneklerden biri.

Gelelim türkünün öyküsüne…

Osmanlı döneminde tüm bölgelerde olduğu gibi Kastamonu yöresinde de alınan vergiler halkın hoşuna gitmez. Bir de verginin ucu bucağı belli değil. İkide bir vergi salınır halka. Ancak halkın geçimi zordur ve bu vergileri ödeyecek gücü yoktur. Valiler, beyler çoğu zaman bu vergileri zorla alır halktan. Yiyecek ekmeği zor bulan insanların bu vergileri ödemesi halkı isyan etme noktasına getirir. Zaten Anadolu’da, o dönemdeki isyanların büyük bölümünün nedeni ağır vergiler değil mi?

Türkünün dile geldiği dönemde Kastamonu’nun halkı ezen bir beyi vardır. Baskıyla salınan vergileri alırken halkın gözyaşına bakmaz. İnsanların tencerelerinde neyin kaynadığı onu ilgilendirmezdi. Vergiyi aldıktan sonra halkın nasıl geçindiği umurunda değildi. Halk ise beyin uygulamaları karşısında ezim ezim ezilir, soluklanmakta zorlanır. Yaşamak güç bir durum almıştır artık.

Halk ozanları, her dönemde halkın sesi olmuşlardır. Halkın yaşamını dile getirirler, acısıyla tatlısıyla. Beyin acımasızlığı, halk ozanlarının telinde ezgi, dilinde söz olur. Düğünlerde, toplantılarda vergilerle beyin zulmünü eleştirirler. Bu da beyin kulağına gider. Bey, öfkelenir buna. Halk ozanlarına bir ders vermenin zamanı gelmiştir. Bu dersi vermek için bey, ozanları düzenlediği bir yemeğe çağırır.

Yemek de yemektir. Bir tek kuş sütü yoktur sofrada. Ancak bey, önceden adamlarına öğütlemiştir. Ozanlara yalnızca et suyuyla kuru ekmek verdirir. Tirit, et suyuna ekmek banarak yenen bir yemektir yörede. Ozanlar çalıp söyler. Ancak böylesi varsıl bir sofrada et suyuna ekmek banarak yemek hoşlarına gitmemiştir. Ayrıca vergileri eleştirmek de yasaklanmıştır ozanlara.

Ozan bu, beyin yasağını dinler mi? Bir biçimde taşı gediğine kor. Burada da öyle olur. Ozan dokunur bağlamanın teline ve bu güzel türkü dökülür dilinden. Dalga geçer beyin yasağıyla olmayacak işleri anlatarak. Bu yergi, halkın çok hoşuna gider ve günümüze dek ulaşır.

Türkünün ilk bölümü yörede söylenmez ya zamanla unutulmuştur ya da hiç yoktur. Türkü, derlendikten sonra TRT tarafından eklenmiştir bu iki dize.

“Tiridine bandım.” diyerek yenen yemeğin niteliği anlatılır kavuştak bölümünde. Bu söz, üst üste yinelenerek neredeyse beyin gözüne sokulur yaptığı yanlışlık. Et suyu da halkın parasıyla yani toplanan haksız vergilerle ozanların önüne getirilmiştir. Bu nedenle “Bedava mı sandın, para verip aldım.” demekte ozan. Böyle diyerek de beye gönderme yapılmakta. Haksız vergiler üstü kapalı olarak yerilmekte.

Anadolu halkı için öküz çok önemlidir. Neredeyse tüm işini öküzle görür. Hele Kastamonu gibi dağlık bir bölgede öküzün değerine paha biçilmez. Yolu olmayan dağlık yörede öküzlerin arazide ilerlemesi çok zaman alır. Halk, zaman kazanmak için öküzler işe giderken yem torbalarını takarlar boyunlarına. Bir yandan yemini yerken bir yandan tarlaya doğru ilerler öküzler. Aç hayvan, iyi çalışamayacağı için önceden karnı doyurulur bu Türkmen diyarında. “Öküzün torbadan düşmesi” sözüyle vergiler yüzünden en önemli üretim aracının elinden alınmak üzere olduğu haykırılır beyin yüzüne karşı. Böylesi bir kıvrak düşünüş, ancak Anadolu insanına özgüdür.

“Öküzün torbadan düşmesi” vergicilerin yakında öküzü de alacağı öngörüsüdür. Yani artık öküz, torbadan yem yiyemeyecektir. İşe güce koşulamayacaktır. Böylece ne öküz ne de torbada yem kalacaktır. “Torbadan düşmek” sözüyle öküzün artık kendi malı olmayacağı yergisel bir dille anlatılmakta. Artık öküz, kendi mülkiyetinde olmadığından torbadan düşmüştür. Böylece torba, bomboştur.

Manda, yörenin önemli bir geçim kaynağıdır. Etinden, sütünden, derisinden, gübresinden, gücünden yararlanılır. Manda yoğurdunun tadına doyum olmaz. Manda, kılsız bir hayvandır. Bu nedenle güneş altında çok kalamaz. Derisi yanar, rahatsız olur. Bunun için mandalar suya girer. Göl, akarsu bulunca atar kendini suya manda. Söğüt ağacı, Anadolu’da daha çok su kıyılarında yetişir. Manda suya girdiğinde salkımsöğütlerin aşağıya sarkan dalları arasında serinler, keyif çatar gölgede. Doğaldır ki mandaların yanında yavruları da vardır. Yavrular, söğüt dallarının arsından göründüğünden mandanın yuvası gibi görünür uzaktan bakılınca.

“Kapmak” sözcüğü, yörede “ısırmak” anlamındadır. “Yavrusunu sinek kapmış gördün mü?” dizesiyle manda yavrularının sineklerce ısırıldığı anlatılmakta.

Vergiler, imam ve müezzinlerce halka bildirilirdi. Ayrıca beyin eleştiri yasağı da yine camilerde söylenirdi ozanlara. Köylerde, Osmanlının bir ayağıydı imam ve müezzinler. İmam ve müezzinler, bu haksız uygulamada beyin yanında yer aldıklarından halkın gönlünden uçmuşlardır. Yine ozan, kıyamaz onlara “”uçtu” diyerek onların uçmağa vardıklarını da belirtir. Yine de umudunu kesmez onlardan. Bir gün bu yanlışlarını anlayacakları düşünülür.

Anadolu halkı, kıvrak düşünür. Yapanın, yaptığını yanına koymaz. Bir biçimde yergisini dile getirir. Tabi anlayana… Bu türkü, güzel bir yergidir. Yererken bir yandan da güldürüp düşündürür.

Günümüzde Kastamonu beylerinin adını sanını anımsayan var mı? Ama onların karşısında dağ gibi duran ozanların yaktığı türkü, günümüze dek geldi ve herkesin dilinde. Bir halkın ozanları olduğu sürece o halk yenilmez, ölmez.

                                           Adil Hacıömeroğlu

                                           30 Ocak 2022

 

 

 

 

 

 


HALKIMIZIN GÜZELLİĞİ


24 Ocak 2022 gecesi, İstanbul’un bir bölümünde kar tutsaklığı vardı. Binlerce yurttaşımız, arabalarının içinde mahsur kalmıştı susuz, yemeksiz. En büyük sorunlardan biri de aşırı soğuktu.

Hükümetin, büyükşehir ve ilçe belediyelerinin işlerini gereği gibi yapmamaları arabalarının içindeki yurttaşlarımızın yaşama umutlarını kırmadı. Açlığa, susuzluğa ve soğuğa direndiler. Geleceğe ilişkin büyük umutlarıyla tutundular yaşama.

Sıcacık evlerinde karın keyfini çıkarıp camdan yağışın, doğadaki aklığın güzelliğini izleyen halkımızın kulakları hep haberlerde oldu. Yollarda verilen can savaşımı, onların yüreklerine derin bir acı olarak oturdu. Herkes ne yapabileceğini düşündü. Ancak yollar kapalı, olanaklar kısıtlıydı.

Kar tutsaklığının yaşandığı yerlerde oturan yurttaşlarımız çabucak çay demleyip ısıtutarlara doldurdu. Kimi mutfağa koşup çorba kaynattı. Becerikli eller, soluklanmadan pasta, kek, börek pişirdi. Bazıları kıstırık (sandviç) yaptı ivecenlikle. Kimileri marketlerin yolunu tuttu. Hiç kimse, yolda kalanları unutmadı.

Yiyecek ve içecekleri hazırlayanlar kar, kış kıyamet demeden yollara düştüler. Herkes kendi bölgesinde ulaşabildiği kar tutsağına umar oldu. Sıcak çaylar, hem içenlerin hem de demleyenlerin içini ısıttı. Küçücük ikramlar, kar tutsaklarının yaşam dirençlerine direnç kattı. Veren de alan da tanışmasalar da derin bir dostluğu, insanca bir kardeşliği yaşadıklarını fark ettiler o an.  Çayın her yudumunda dostluk vardı. Pastaların, böreklerin, kıstırıkların her lokmasında kardeşliğin olağanüstü lezzeti vardı. İşte görünüşte küçük, ancak insancıl yanı büyük olan bu destektir kar tutsaklarının yaşama tutunmalarındaki ayrıntı.

Kar tutsaklarına yardıma koşan yurttaşlarımıza, kimse bir şey söylemedi. Yüzlerce kişi bir anda bulundukları sıcak yuvalarında kendi başlarına karar verip yardıma koştu karınca kararınca.

Siyasetçi, görevini savsaklasa da yöneticiler, ayakta uyusa da halk; insan olmanın gereğini yapmakta. İşte budur bizi ulus yapan en önemli şey. Yani duygudaşlık… Tarih boyunca yıkılır gibi sendelediğimizde bizi ayağa kaldırıp büyük utkular kazandıran bu ruhtur. Bizim büyük ulus olmamızı sağlayan halkımızın bu eksilmez, tükenmez ruhudur. Bu yardımlaşma sırasında kimse, kimsenin ne etnik kökenini ne inancını ne de siyasal görüşünü sordu. İşte, ulus olmak budur. Ayrımcılık yapmak siyasetçinin işi, halk insanı insan olarak görür; ayrımcılıkla işi olmaz.

Halkımızın içindeki insanlık duygusu var oldukça Türk Ulusu yaşar sonsuza dek. Halkımızın içindeki güzelliğe, yüreğinde açan bin bir renkli çiçeklere bakın! Bu halk, belleğinde ulus bilincini ulu bir ağaç gibi yemyeşil yaşatmakta. Siyasetçiler, yöneticiler çıkın dışarıya sırça köşklerinizden. Halktan öğreneceğiniz çok şey var.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               28 Ocak 2022

KAR KÜREME ARACI YAPAN MUCİT


Karadeniz üzerinden gelen kar yağışı neredeyse ülkemizin tümünü etkiledi. Birçok yerde yaşam, felce uğradı. Yollar kesildi. İnsanlar mahsur kaldı. Birçok kazada, can ve mal yitikleri oldu.

Özellikle İstanbul’da yöneticilerin beceriksizlik ve sorumsuzlukları yüzünden ulaşım durdu. Binlerce kişi yollarda kaldı. Taşıtlar hareket edemedi. Aç ve susuz olarak yollarda kalan binlerce kişi donma tehlikesi geçirdi. Aracını bırakıp saatlerce yürüyen yurttaşlarımız oldu.

İşin en trajikomik yanı ise yolları açması gereken belediyenin araçları bile yollarda mahsur kaldı. Belediye otobüsleri neyse de kar küreme araçlarının yollarda kalmasına gülelim mi, ağlayalım mı? Oysa karın yağacağı önceden belli. Bu durum karşısında yetkililerin hazırlık yapmaları gerekmez miydi?

Neyse biz konumuza dönelim.

Adı: Neşat Demircioğlu… Of’un Keler Köyünden… Şimdilerde mahalle diyorlar. Mahalle deyince kentin bir parçası oluyorlar güya. Keler Köyü, ilçe merkezine otuz kilometre uzaklıkta. Buradan sonra iki yerleşim yeri daha var. Sonrası ıssız dağlar ve kışın bomboş olan yaylalar.

Keler’le az da olsa duygusal bağım var. İlki, benim doğduğum yıl babamın buradaki ilkokulda öğretmenlik yapması. İkincisi ise yüreği insan sevgisi dolu olan ve erkenden aramızdan ayrılan amcamın eşi Kelerli Yengem (Asıl adı Fatma), bu köyden.

Neredeyse her yıl yağan kar, yolları kapatıyor. Köyün dünyayla bağlantısı kesiliyor. Köylüler, çoğu zaman temel gereksinmelerini bile karşılayamıyor. Çünkü Of Belediyesi, önce ilçeye yakın köylerin yollarını açmaya başlıyor. Yolları aça aça yukarıdaki köylere doğru gidiyor kar küreme araçları. Tabi bu da zaman almakta. Keler’e gelinceye dek epeyce zaman geçtiği için yollarda kar daha çok birikmekte. Köy, denizden uzak olduğu için çoğu zaman kar, buza dönüşmekte. Bu da köy halkını zor durumda bırakmakta.

18 Ocak 2022 günü köyde kar havası var. Zaten internette ve televizyonun hava durumu bültenlerinde Doğu Karadeniz Bölgesinde kar yağacağı söyleniyor. İşte Karadenizlinin ve de Oflunun keskin zekâsı burada yaratıcılığını gösteriyor.

Neşat Demircioğlu’nun 1994 model bir kamyoneti bulunmakta. Daha önce kafasında kurmuş kamyoneti küreme aracına çevirmeyi. İlk düşüncesi, beton yollara çay bahçelerinden ve tarlalardan dökülen toprakları temizlemek amacıyla böyle bir araca gereksinim duymuş. Ama kar yağacağını işitince sorumluluk duygusu harekete geçmiş. Hemen geçmiş iş başına. Eski bir kriko ve akü ile bir kısım hurda malzemelerden kamyonetin önüne küreme işini yapacak küreği takmış. El emeğini saymazsak yüz lira bile tutmamış bu üretim. Bu arada kar yağmaya başlamış. Yollar yavaş yavaş aklaşmış. Amcasının oğluyla kurulmuşlar tekerleklerine zincir takılmış kamyonete ve yolları açmaya başlamışlar. Kar, yolları tutmadan o, karın tutunacağı yerleri tertemiz yapmış. Önce anayolu, sonrasında ise ara yolları açmış gece boyunca. Köyde yaşam olan her evin yolunu açmış. Oysa belediyenin kar küreme aracı yalnızca anayolu açıyormuş. Yolu kapanan komşusu, arayınca o da imdada yetişiyor. Böylece Keler Köyünü kar teslim alamamış Neşat Usta sayesinde.

“Neşat Usta” dedim. Şimdi herkes merak edecek ne ustası diye.  Asıl mesleği, yapı ustalığı, kalıpçılık. Ancak çocukluğundan beri makinelere meraklı. Kafasında sürekli makine tasarımları olan biri. Mucitlik, çocukluğundan beri içinde. Bekliyoruz sırada hangi buluşu var diye.

Devletimizin yüce(!) yöneticileri, büyük büyük kentlerimizin büyük büyük belediye başkanları; Neşat Ustanın üzerine aldığı sorumluluğun onda biri kadar toplumsal sorumluluk duysalardı kentlerimizde bu kar rezaletleri hiç görülmezdi. Bu çağda kentlerimiz, kara tutsak olmazdı. İnsanlarımız saatlerce karın, soğuğun içinde aç, susuz çaresizlik içinde kalmazdı.

Neşat Demircioğlu gibi sorumluluk duygusuyla davranan nice gönlü yüce, yüreği büyük insanımız var. İşini gücünü bırakıp içinde yaşadığı toplum için özveride buluna adsız kahramanlar bu insanlar. Aslında ülkemizi ayakta tutan kişiler bu adsız kahramanlar, hem de ülkemizi, kentlerimizi yöneten yetkili görünen yetkisizlere karşın. Bu adsız kahramanlar, maddi bir karşılık beklemeden yaparlar hizmetlerini. Amaçları, topluma hizmettir.

Türkiye’de nice Neşatlar var. Yeter ki onlara olanak verelim. Onların üretkenliklerinin, yaratıcılıklarının önünü açalım. Onların toplumsal yapımızı güçlendiren asıl güçlerinin farkına varalım. Onların çalışmalarını bir öğrence olarak benimseyelim.

Ülkemiz, Neşat Usta gibi gizli kahramanlarla yürüyecek aydınlık yarınlara. Yönetici koltuklarında oturup en yalın konulara bile çözüm bulamayan, hatta çözümü zorlaştıranlarla değil.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               27 Ocak 2022

 


ÇÜRÜMÜŞ SİSTEMİN ÇÖZÜMÜ OLUR MU?


Günler öncesinde İstanbul’a kar yağacağı televizyonlarından neredeyse beş vakit haber verildi. Kar yağışının şiddetli olacağı anlatıldı. Kaç gün süreceği söylendi. Meteoroloji uyarılarıyla görevini yaptı.

Yalnızca İstanbul’a mı kar yağacağını haber verdi meteoroloji? Tabi ki hayır! Türkiye’nin neredeyse her ilinde kar yağışının olacağı söylendi. Bazı kentlerimiz kalabalık. Çoğunun altyapıları yetersiz. Merkezi yönetimde önceden önlem alma geleneği yok! Yerel yönetimlerin afetlere hazırlık izlenceleri yok denecek kadar yetersiz.

Son yıllarda iş yapmadan yaparmış gibi görünen yönetici tipi var. Yöneticilerin çoğunda bilgisizlik dizboyu. Toplumu düşünmek yerine, kendisini ve siyasal çıkarını önemsemek moda. Toplumsal ülkücülük yok! Varsa yoksa kişisel ve siyasal reklam. Gerekli, gereksiz yere durmadan konuşan hükümet yetkilileri ve belediye yöneticileri var. Bu konuda yıllar önce atalarımız: “Boş fıçı langırdar.” demiş. Bu sözün üstüne söz söylemek yakışık almaz.

Ülke çapında kar yağışı başladığında Gaziantep-Adana, Samsun-Ankara, Konya-Ankara, Konya-Antalya, Konya-Afyon, Konya Aksaray ve Konya-Adana yolları ulaşıma kapandı. Ardından Ankara-İstanbul karayolunda ulaşım yapılmaz oldu. Türkiye’nin ana merkezleri arasında ulaşım yapılamadı uzun süre. Ana merkezler arasında yollar tıkanırsa köy ve kasabaların durumunu siz düşünün!

Liberal anlayışla devlet kurumlarının içleri boşaltıldı. Uzman, iyi yetişmiş kişiler yerine, yandaşlar yerleştirildi bu kurumlara. Kurumlar arasında ve kurum içinde eşgüdüm zayıf. Afetlerde nasıl davranılacağının ön çalışması yapılmamış. Yeterli hazırlıklar savsaklanmış. Torpille giren elemanlar, bilmedikleri bir işte olduklarından çalışıyor görünmekteler. Gerçekte çalışmıyorlar. Nasıl çalışsınlar? Çünkü işi bilmiyorlar. Bu nedenle de yapacakları iş yok!

Sonunda İstanbul’a kar geldi. İstanbul Havaalanında uçuşlar iptal edildi. Havaalanının kargo bölümünün çatısı çöktü. Dokuz, on saat alanda bekleyen insanlar oldu. Mutlu olması gereken yolculuklar işkenceye dönüştü.

Karın yoğunlaşmasıyla özellikle İstanbul’un batısında bulunan ilçelerinde yaşam felç oldu. Ulaşım durdu. Gece boyunca çoluk çocuk arabaların içinde beklendi aç susuz, soğuk da cabası. Karayolları tıkandı. Ulaştırma Bakanlığı sınıfta kaldı. Kent içi ana yollar kesildi. İBB görevini yapmadı. Birçok sokak hem yaya hem de araç geçişlerine izin vermedi. İlçe belediyeleri uyudu. Gerçi kış mevsiminde bazı canlıların kış uykusuna yatmaları doğal.

Yurttaş, kendi çabalarıyla çalışıp didinmekte. Bazı kişiler, taşıtlarını bırakıp evlerine gitmek için saatlerce yürümek zorunda kaldı karın altında. Soğuk, açlık, susuzluk insanları perişan etmiş, kimin umurunda? İnsanların altı buz, üstü kar…

Taşıtlara kış lastiği zorunluluğu getirilmiş. Ne yazık ki yurttaşların yarısı bu kurala uymamış türlü nedenlerle. Yazgıcı bir boşvermişlikle yola koyuluyor yurttaş. Bir şey olmaz’cılık düşüncesi, beyinleri zehirlemekte. Felaketleri, doğa olaylarını umursamama tavrı, felaketi de getirmekte. Ne yazık ki “usçu” düşünmek, birçok kişiye çok uzak.

Sanırım ilk kez Anadolu ve Trakya’dan İstanbul’a araç girişi yasaklandı. İstanbul’a gelmek için taşıtlarına binenlerde sefil oldu yollarda. Hele İstanbul’a tüketim malları taşıyanların durumlarını düşünmek bile istemiyorum.

“İstanbul’a kar yağmadan Türkiye’ye kış gelmez.” sözü, gerçek oldu bir daha.

Yöneticilerin çoğu, yurttaşların bir kısmı felaketin sorumlusu olarak doğayı göstermekte. Yahu arkadaş, burası ekvator bölgesi mi? Kış gelince bu memlekete kar yağar. Kar, ilk kez mi yağdı bu topraklara? Her kar yağdığında benzer görüntüleri yaşamıyor muyuz? Ne yazık ki yaşadıklarımızdan ders çıkarmıyoruz. Ders çıkarmadığımız için de benzer durumları defalarca yaşamaktayız.

Kar yağışının saatini söylüyor meteoroloji. Neredeyse dakikasını da belirtecekler. Ancak buna karşın anayolları tuzlayamayan karayolları ve büyükşehir belediyesidir bu işin sorumlusu. Kar yağdıktan sonra tuzlasan ne olur?

Deprem, sel, orman yangını, heyelan, don, kar, kuraklık gibi karşısında hep doğa suçlu. Doğayı suçlayınca koltukları büyük, yetenekleri ve becerileri küçük kişiler sorumluluktan, yapmadıkları ve savsakladıkları işleri halktan sakladıklarını sanmaktalar.

Sistem çürümüş, her yanından kokuşmakta. 24 Ocak kararlarıyla kurulan liberal sistem, yönetemiyor ülkemizi hem Ankara’da hem de yerelde. Sistem partileri ülkemizin hiçbir sorununa çözüm üretemiyor. Çünkü onlar da sistemle birlikte çürüdüler. Çürümüş varlıklardan yaşama dair bir çözüm beklemek doğru değil. Halkçı, devletçi sisteme dönmek gerekmekte. İnsana, doğaya yabancı bu kokuşmuş sistemden kurtulmanın zamanı gelmedi mi daha?

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               25 Ocak 2022

 

 

 


“BEN ÇOCUĞUM, DAVRANIŞLARIMDA MANTIK ARAMA!”

 

Günlerden beri meteoroloji uzmanları, İstanbul’a kar yağacağını söyledi. Beklenen kar, bir türlü gelmedi. Neredeyse İstanbul’un çevresindeki illerin hepsi kar altındaydı. Bu nedenle İstanbul, çevre illere yağan karın ayazını iliklerinde duyumsamaktaydı kaç gündür. Özellikle çocuklar, kar heyecanıyla geceleri uyuyamaz oldular.

Beklenen kar, öğrencilerin karne aldığı 21 Aralık günü akşama doğru yağmaya başladı. İstanbul’un batısından giren kar; yavaş yavaş, nazlanarak, kırmızı kurdeleli çağrı bekliyormuş gibi doğuya doğru geldi. Geceleyin karı heyecanla karşıladık. Saat, epey ilerlemişti.

Sabahleyin erkenden uyandık kar göreceğiz diye. Çatılarda ve arabaların üstlerinde aklıklar vardı. Öğlen olmadan kar eridi gitti.

Pazar günü gece yarısına doğru karın İstanbul’u teslim alacağını söyleyip durdu televizyonlar. Gece dörde dek havada kar yoktu. Uyudum. Yedide uyandım, hemen cama baktım. Her yer apak. Beklenen kar, sabaha karşı gelmişti. Atacan’ı(10) uyandırayım dedim. Derin uykudaydı kıyamadım ona. Zaten eşim de uyandırmamı istemedi. Sekize doğru kendisi uyandı. Kulağım, onun ayak seslerinde. İlk işi, salonun pencerelerine koşmak oldu. Balkondaki kar birikintilerini de görmüştü. Koşarak ve bağırarak odamıza geldi. Kar sevinci görülmeye değerdi.  Kalktık giyindik. Alışveriş yapmamız gerek. Atacan’ı, annesi üç beş kat giydirdi. Sanki Sibirya’dayız.

Saat dokuza doğru çıktık. Ben, arabanın üstünde biriken karları temizlemeye başladım. Evimizin altındaki yeiçte çalışan Bahtiyar’la yeiçin sahibinin ilkokul öğrencisi oğlu Asil(9) kardan adam yapıp kartopu oynamaktaydı. Atacan da onlara katıldı. Asil’le bir olup Bahtiyar’a saldırdılar kartoplarıyla. Arada ben de payıma düşen kartoplarına hedef oldum.

Bahtiyar üşüyünce dükkâna girdi. O, dükkâna girince Asil’in babası Aşkın çıktı. Bu kez çocuklar onunla savaştılar bir süre. Kartopu oyunu bittikten sonra biz, alışverişimize gittik. Yol boyunca kartopu yedim. Her yerimi hedef almakta Atacan. Birkaç markete uğradık. Omuzlarımdaki torbalar dolu. Zorlukla yürümekteyim kaymamak için. Çocuk bu, dinler mi yük mük? Boyuna yapıştırıyor kartoplarını. Ben, ona yanıt veremiyorum. Çünkü elim kolum dolu.

Evimizin önündeki kavşağa geldik. Karşıdan karşıya geçeceğiz. Ancak “Sağa dönüşlerde yayaya yol ver!” uyarısına kulak asan sürücü neredeyse yok! Yayalara yeşil yanınca karşıya geçmek için davrandık. Dikkatlice yürümekteyim. Bu arada yandan ve yakından büyükçe bir kartopu geldi. “Burada olmaz oğlum. Baksana karşıdan karşıya geçiyoruz caddeden, arabalar da var. Biraz mantıklı ol!” diyerek Atacan’ı uyardım.

O: “Ben çocuğum, benim davranışlarımda mantık arama!” tümcesiyle yanıtladı beni. Bu sözü söyleyen adamı sevmekten başka ne yapabilirim? Hayır… Ben de kızmadım. Doysun kartopu oynamaya. Apartman kapısından içeri girinceye dek kartopu attı bana. Kar, çocuklar için bayram değil mi?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       23 Ocak 2022

 

“KÂĞIT” DENİNCE YALNIZCA TUVALET KÂĞIDINI ANLAYANLAR

 

Ülkemiz, büyük bir ekonomik bunalım yaşamakta. Bunun üç nedeni var. Birincisi, Türkiye’nin 24 Ocak 1980 kararlarıyla üretim ekonomisinden vazgeçerek borçlanmaya dayanan tüketim anlayışı. Buna koşut olarak “serbest piyasa ekonomisi” denen soygun düzeni. Bu ekonomik anlayış, zamanla bütün üretim alanlarını yok etti. Özellikle sanayi kuruluşları “özelleştirme” adı altında kapatıldı. Ülkemiz bu yolla dışa bağımlı duruma geldi. Üretmeyen ekonomik düzen, dışarıdan gelen ekonomik saldırlar karşısında direncini yitirdi.

Ekonomik bunalımın ikinci nedeni, kovid 19 salgınının yarattığı ekonomik durağanlık. Salgın nedeniyle az olan üretim iyice azaldı. Piyasa, altüst oldu. Bu durum, küresel bir bunalıma dönüştü salgın boyunca. Salgının etkilemediği birkaç ekonomi var. Onlar da devletçi ekonomiler…

Bunalımın üçüncü nedeni ise gittikçe Atlantik’ten kopmakta olan Türkiye’ye, ABD tarafından uygulanan ekonomik saldırılar. 24 Ocak kararlarıyla dövize bağımlı duruma gelen ülkemiz ekonomisi, dış saldırılardan etkileniyor. Bu saldırılardan korunmanın çözümü döviz bağımlılığını yok ederek devletçiliği güçlendirmek.

Üretimin gelişmesiyle dışa bağımlılık giderek azalacak. Döviz bağımlılığı ortadan kalkacak. Borçlanma ekonomisi bitecek. Demek ki ekonomik bunalımlardan kurtulmanın biricik yolu, üretim ekonomisi.

Ekonomik bunalımla birlikte tüketim mallarının ederleri, olağanüstü bir artış gösterdi. Halkın alım gücü düştü. Bu nedenle yurttaş, boğazından ve diğer gereksinimlerinden kısmaya başladı. Çünkü gelir az, gider çok.

Ekonomik bunalımın başlamasıyla bazı ürünler, market raflarında bulunmaz oldu. Bulunmayan bu ürünlerin ederleri de olağanüstü arttı. Bu ürünlerden biri de kâğıt ürünleri. Aylardır günlük gazeteler, kâğıt yokluğundan ve kâğıt ederinin yüksekliğinden söz etmekteydiler. Bazı gazeteler, yayımlanmaktan vazgeçip dijital ortama geçtiler. Yayınevleri, zorlukla kitap yayımlamaktalar uzun zamandır. Yayımlanan kitap sayısı, geçen yıllara göre iyice azaldı. Buna koşut olarak kitap ederleri aldı yürüdü. Dar gelirli kişiler, kitap alamaz oldu. Gazetelerin, yayınevlerinin kâğıt ederi konusundaki çığlığını kamuoyu duymazdan geldi.

Ne zaman ki bazı marketlerin raflarında tuvalet kâğıdı bulunmadı. Bulunanların da ederleri el yakmaya başladı, o zaman birçok yurttaşımızın usuna “kâğıt” geldi. Oysa ülkemiz, dünyanın önemli bir kâğıt üreticisiydi. İlk kâğıt fabrikası 1934’te Kocaeli’nde kuruldu. Ardından Afyon, Dalaman, Balıkesir, Bolu, Çaycuma, Kastamonu, Aydın Karacasu, Ordu Akkuş, Giresun Aksu ve İçel Taşucu’nda kâğıt fabrikaları yapıldı. Cumhuriyet’imizin ilk sanayi kuruluşlarındandır kâğıt sanayi. Bu konuda Atatürk’ün çabalarını övgüyle anmak gerek. Kâğıt sanayinin kurucu öncüsü, Mehmet Ali Kâğıtçı’nın özverisini, emeklerini, üstün gayretlerini de söylemek gerek.

Özelleştirme kapsamında SEKA özelleştirildi. Fabrikalar kapandı. Mallarının çoğu yağmalandı. Üretmeyen Türkiye, kâğıdı dışarıdan alır oldu. Ülkemizin parası, emeği, alınteri yabancı ülkelere peşkeş çekildi. Bin bir emekle kurulan bir üretim alanı yok edildi “serbest piyasacılık” ve “özelleştirme” adına.

Beni en çok şaşırtan ise gazetelerin, yayınevlerinin aylardır süren çığlığının duyulmaması. Biraz kaba olacak, ama söyleyeceğim. Beyni söz konusu olduğunda duyarsız davrananlar, k.çı söz konusu olduğunda feryat figan. Oysa insan beyniyle düşünür. Kitap ve gazete okumadan olur mu?

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               20 Ocak 2022

 

 

 

 

 

 

SINIFA SIĞMAYAN ÖĞRETMENLİK

 

Köy enstitülü babam, öğretmenliği büyük bir yurt ülküsü olarak görürdü. Bu nedenle bu ülküyü yerine getirmenin yeri olarak yalnızca sınıfını görmezdi. Onun için yaşamın her alanı bir sınıf ve eğitim yeriydi. Eğitimin yeri ve zamanı olamazdı. Öğrenme; her durumda, koşulda, yerde yapılabilirdi. Eğitimi dört duvar arasına sığdırmak, işin doğasına aykırıydı ona göre. Yaşamın olduğu her yerde eğitim sürdürülmeliydi.

Okul dağılırdı. Çoğu zaman Hayrat’ta (O zaman bucak merkezi, şimdi ilçe) kalmaz, köyümüze giderdik özellikle bahar ve güzde. Çünkü köyde yapılacak işler vardı. Onları elbirliğiyle yapmamız gerekirdi.

Köyümüzden ortaokula gelenler ve yakın köylerden ilkokul arkadaşlarımızla yola koyulurduk hep birlikte. Yolumuz yaklaşık üç kilometreydi. Yol, genellikle yokuş yukarıydı köye giderken. Bu yürüyüşlerimize çoğu kez babam da katılırdı. O dönemin öğrencileri meraklıydı, soru sorarlardı. Öğretmenin dışında öğrenme araç ve gereci yoktu. Bucak merkezinde kütüphane bulunmazdı. Evlerde yardımcı kitap, ansiklopedi olmazdı. Ailelerin ekonomik koşulları buna uygun değildi. Onların gücü, ancak çocuklarının temel gereksinmelerini karşılayarak okula göndermekle sınırlıydı. Zaten velilerin çoğu eğitimsizdi. Eğitimli olsa da çocuğuna ayıracak zaman bulamazlardı.  Her mevsim yapılacak bir iş vardı. Ailenin geçimi için işlerin zamanında yapılması gerekmekteydi. Bu koşullar altında öğrencinin biricik öğrenme kaynağı, öğretmendi.

Öğrencilerin çoğu babamı beklerlerdi, onunla yürümek için. Yürümekteki amaç, ona soru sormaktı derslerle ilgili. Örneğin, matematikten anlaşılmayan bir konu varsa soru sorulurdu. Karatahtaya gerek yoktu. Çünkü karatahta topraktı. Babam, yere çömelir, toprağı düzeltirdi eliyle. Bir çubuk alırdı eline ve soruyu yazardı. Bu arada farklı yaşlardan ve sınıflardan öğrenciler çevresini alırdı birden. Soruyu çözümlerken ayakta dikilen, çömelen, aradan kafasını uzatan, eğilip görmeye çalışan çocuklardan birine soru sorup onu çözüme ortak ederdi. Özellikle soruyu soran kişi, anlayıncaya dek çözümler sürerdi benzer sorularla. Başka sorular gelirdi, diğer çocuklardan. Sabırla çömeldiği yerden konuyu anlatır, örnek soruları çözerdi. Diğer derslerden sorulan sorularla ilgili de yöntemi aynıydı.

Eğer çocukların soracağı bir şey yoksa. O, çevremizdeki bitki ve hayvanları anlatırdı hepimize. Doğadaki varlıkların ilişkisi üzerine konuşurdu uzun uzun. Herkes ilgiyle dinlerdi bu konuşmaları.

Günlerin kısa olduğu zamanlarda akşam birden olurdu. Yassı pillere takılan ampuller yanardı ateşböceği gibi. Eğer yağmur yağmıyorsa gökyüzü yıldızlarla dolardı. Bu önemli bir fırsattı öğrenciler için. Babam, bu kez hepimize yıldızları tanıtırdı. Onların adlarını öğretirdi. Yıldız kümelerini, parmağıyla gösterirdi. Yıldızların devinimlerini, uzayın ne olduğunu anlatırdı. Herkes gözünü kırpmadan izlerdi onu. Bir tek sözcük kaçırmamaya çalışırdık.

Babam, yol boyu anlatırken bazı öğrenciler evlerine ulaşırdı. Kimi zaman dalgınlıkla kimi zaman da konuyu yarım bırakmamak adına bizimle yürümeyi sürdürürlerdi. Sonradan gerisin geri yürürlerdi. Böylece yolları uzardı.

Bizim evin sapağına geldiğimizde birçok öğrenci üzülürdü. Çünkü yürüyecek yolları vardı daha. Onların evleri daha uzaktaydı. Öğrenme yüklü bir yolculuk sona eriyordu burada. Babam, hepsine “İyi akşamlar!” deyip ayrılırdı. Onlar, bir bilgi kaynağını yitirmenin gönül kırıklığıyla yollarına giderlerdi. Sabah olduğunda bu çocuklar, erkenden gelip bizim evin ana yola bağlanan patikanın ağzında beklerlerdi bizi. Yine toplanırdık her adımda. Konuyu genellikle ortaokul öğrencileri açardı sorularıyla. Babam üşenmez, bıkkınlık göstermezdi. Bir sözcüğün öğrenilmesi karşısında derin bir mutluluk duyardı.

Bir gün elindeki meyve dallarıyla yol boyunca yabani meyveleri aşılamayı öğretti çocuklara. Onları görevlendirdi. Kimin bahçesinde hangi tür meyveyi aşıladığını mal sahiplerine söylemelerini istedi.

Dinlence zamanlarında köyde çocuklar çevresini alır soru sorarlardı. Onların sorularını sabırla yanıtlardı. Soruyu soran anlayıncaya dek sürdürürdü anlatımını. Bu işi, tüm işlerinin önüne koyardı. Çünkü onun her durumda, her alanda öğretmenlik yapmasıydı asıl görevi. “Dinlencedeyim.” demezdi. Çünkü öğrenmenin dinlencesi olmazdı ona göre. İnsan düşüncesi, algısı, merakı, sorgulaması dinlenceye girmezdi. Bu nedenle susayana su, acıkana yemek, öğrenmek isteyene bilgi verilmeliydi.

Kimi zaman tarla ve bahçe işlerinde ailecek elbirliğiyle çalışırdık yaz sıcağında kan ter içinde. Arazimizin üç yanı yoldu. Yoldan geçenler, selam verip kolaylık dilerlerdi işimizle ilgili. O; selamı alır, hemen yol kıyısına giderdi. İşle ya da başka bir konuyla ilgili soru sorulduğunda kendi işini unutur, karşısındakinin sorularını yanıtlardı. Sorular hayvancılık, tavukçuluk, meyvecilik ve benzeri konulardan olurdu.

Bir köy enstitülü öğretmenin sınıfa sığmadığına tanıklık ettim merakla. Onu, örnek almaya çalıştım. Halkın eğitilip aydınlanmasını her şeyin önüne koyan bir ülkücülüğün heyecanını, yürek atışlarını duyumsadım çoğu zaman. Ne yazık ki bu ülkü, beceriksiz, bilgisiz, güdümlü siyasetçilerce boğuldu. Ülkemizin aydınlanması, yarasaları rahatsız ettiği için köy çocuklarının güneşi enstitüler yok edildi. Topraklarımızın üzerinde parlamakta olan binlerce parlak yıldız, karadeliklerce yutuldu. Türkiye’m bu karanlığı hak etti mi ne dersiniz?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       14 Ocak 2022

OKULLARDA KORONA ÖNLEMLERİ ÖDÜNSÜZ OLMALI


Korona salgını, tüm önlemlere karşın etkisini artırarak sürüyor. Nedense toplumun bir bölümü, önlemlere uymamak için ayak diremekte. Sokakta yürüyenlerin neredeyse yarısı maske takmamakta. Bir kısım kişinin aşı olmamak ve aşı kampanyasını engellemek için sosyal medyada sürekli bir çaba içinde olduklarını gözlemlemekteyiz.

Ne yazık ki salgının en hızlı yayılma olanağı bulduğu yerlerin başında okullar gelmekte. Milyonlarca öğrencinin, on binlerce öğretmenin her gün gittiği okullarımızda neredeyse her gün korona nedeniyle birçok sınıf karantina nedeniyle eğitime ara vermekte. Virüs, öğrenciler aracılığıyla kolay bir yayılma ortamı bulmakta. Kolay olabilecek bazı önlemlerin alınmaması bu yayılmanın adeta alt yapısını hazırlamakta.

Öncelikle şunu belirteyim ki okulları kapatmak çözüm değil. En zor koşullarda bile eğitimi sürdürecek önlemleri almak herkesin görevi. Kapıya kilit vurmak çözümsüzlüğü kabul eden, kolaycı bir görüş. Salgınla insan arasına engeller koymak, virüsün ulaşamayacağı alanlar oluşturmak herkesin görev ve sorumluluğu.

Virüs okullarda nasıl yayılıyor? Öncelikle virüsün kaynağının aşılanmamış ve salgın önlemlerini önemsemeyen veliler olduğunu belirtelim. Virüs, veliden öğrenciye bulaşıyor. Öğrenci iyi bir taşıyıcı olarak virüsü, okula getirip arkadaşlarına ve öğretmenlerine bulaşmasına neden olmakta. Virüsü taşıyan öğrenci, yalnızca kendi sınıfına değil, dinlencelerde oyun oynarken diğer sınıflardaki öğrencilere de taşımakta onu. Böylece öğrenciler aracılığıyla virüsün yayılma zinciri oluşmakta. Öğrencilerin tümü ve veliler hesaplandığında neredeyse ülkemiz nüfusunun yarısını geçer bu sayı.

Peki, okullarda salgının yayılmasını önlemek için öncelikle yapılacak iş nedir? Okula gidecek her öğrencinin velisine zorunlu aşı uygulaması getirilmeli. Ayrıca aşı olma yaşına gelen öğrencilere de bu zorunluluğun kapsamında olmalı. Böyle bir uygulama virüsü, kaynağında kuruturuz. Virüsün yayılma zincirini koparırız.

Öğretmenlerin, okul çalışanlarının ve servis sürücülerinin tümü zorunlu aşılanmalı. Toplumun yüksek çıkarları için kişilerin öznel kararları yerine, bilimin nesnelliği uygulanmalı. 

Birçok öğrenci, okullarına dede ve nineleri ya da başka yakınlarınca getirilmekte. Bu kişilere de aşı zorunluluğu uygulanmalı. Virüsün sızacağı tüm alanalar, güvenli duruma getirilmeli.

Son günlerde okullarda yaygın grip salgını var. Bunun domuz gribi olduğu söylenmekte. Çoğu zaman griple kovid 19 birbirine karıştırılmakta. Bu nedenle virüs taşıyıcısı birçok kişi, PCR yaptırmıyor grip olduğunu düşünerek. Böyle olunca da salgını yayan birçok kişi, toplumdan yalıtılmıyor. Bu konuya girmişken şunu da söyleyelim.

Çalışan kişilerin bazıları, koronaya yakalandıklarını bile bile test yaptırmaya gitmemekteler. Giderlerse karantinaya girecekler ve işleri aksayacak. İnsanların ölümle ekmek arasında seçenek oluşturması acınılası, üzünç verici bir durum.

Son bir ay içinde kornadan ölen birçok tanıdığım oldu. Hepsi aşı yaptırmamış kişiler. Bu ilgi çekici ve uyarıcıdır. Hangi gerekçeyle olursa olsun aşı yaptırmamak intiharla eşdeğer. Hiç kimseye intihar etme özgürlüğü(!) tanınamaz. Bu konu çok yönlü olarak araştırılıp çözüme kavuşturulmalı. İnsanlar, göz göre göre ölüme gönderilmemeli.

MEB ve Sağlık Bakanlığı el ele vererek Bilim Kurulunun kılavuzluğunda ikinci yarıyıl başlamadan gerekli önlemleri almalı. Virüsün yayılımı, usçu izlencelerle önlenir. Toplum, daha çok kurban vermeden çözümler oluşturulmalı.

Ey yöneticiler, ey hükümet, salgına kurban verecek insanımız yok, bunun farkında değil misiniz?

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               13 Ocak 2022

 

YENİ YILA KORONAYLA GİRDİK


Son yazımı, 23 Aralık 2021 günü yazıp paylaştım. Kimi dostlarım, arkadaşlarım, akrabalarım ve sürekli okurlarım bir süredir yazı yazmadığımı fark ettiler. Gerek telefon ederek gerekse sosyal medyadan ileti göndererek bir sorunum olup olmadığını sordular. Ben de onlara; korona nedeniyle karantinada olduğumu, her şeyin yolunda gittiğini söyledim. Yakında iyileşeceğim, dedim. Bu dostlara tek tek teşekkür ediyorum.

26 Aralık 2021 günü bitkin bir biçimde uyandım. Başım ağrıdan çatlamaktaydı. Bedenim halsizdi. İştahım, uçup gitmişti. İçim yanıyordu ve durmadan su içiyordum.

Bir gece önce salonda koltukta uyuyakalmıştım. Üstüm açıktı. Gece olağanüstü bir üşümeyle uyandım ve yatağıma geçtim. Durumumu, bu nedene bağladım. Üşüttüm, dedim kendi kendime. Grip ilacı kullanmaya başladım. Ancak halsizliğim git gide arttı. Baş ağrım dayanılacak gibi değildi. Bu arada her olasılığı düşünerek ev içinde yalıtım önlemleri aldık. Ben, bir odaya kapandım ve evin diğer bölümlerine gitmemeye başladım. Zorunlu kullanımlarda hepimiz maske taktık.

31 Aralık akşamı, evimize yakın bir devlet hastanesine gidip PCR yaptırmak için sıraya girdik. Çok sayıda insan vardı sırada. Aksıran, tıksıran, öksüren… Sıram geldi ve testi yaptırdık. Eve döner dönmez yatağa gömüldüm. Yeni yıl kutlamaları için atılan silah sesleriyle uyandım. Sesler, bağırışlar bitti. Bir yudum su içerek uykumu kaldığı yerden sürdürdüm.

1 Ocak sabahı PCR sonucu geldi. Ne yazık ki “pozitif”… Ardından Sağlık Bakanlığı görevlilerince arandım. Ne yapacağımı, hangi ilacı kullanacağımı bildirdiler. Bir ilacı dört saat arayla günde dört kez kullanmam gerektiğini söylediler. Aşılarım tamam olduğu için süreci kolay atlatabileceğimi anlattılar. Başka bir ilaca gerek olmadığını özellikle belirttiler.

Bana, kovid 19 virüsünün bulaştığının belirlenmesinden sonra eşim ve Atacan, PCR yaptırdı. Ne yazık ki Atacan da “pozitif” çıktı. Ona ilaç önerilmedi. Ancak ona, benim içtiğim tabletin şurubunu içirdik ateşlendiğinde.

Üç gün bir zorluğum oldu. Bunun dışındaki günler bir gribin iyileşme süreci gibi geçti. Karantinam bitti. Karantinamı dört gün de ben uzattım ne olur ne olmaz diye. Belki virüs tamamen temizlenmemiş kıyıda köşede kalmıştır diye. Hemen dışarı çıkıp bir başkasına bulaştırmayayım kaygısıyla davrandım. İlk kez dün akşam yağmurda ıslanarak alışverişe gittim. Mahallede biraz yürüdüm.

Bu zaman içinde ne mi yaptım evde? Kitap okudum. Fakir Baykurt’un “Özyaşam” öykülerini yazdığı kitap dizisine uzun süredir başlamıştım. Hepsini bitirdim. İyi bir yakın tarih çalışması, yazımı. Herkes okumalı bu sekiz kitabı. Kitaplarda yansız, nesnel bir bakış açısı var. Atatürk devriminin nasıl, kimlerce adım adım geri götürüldüğü çok iyi anlatılmakta tanık olunan olaylarla. Tüm dostların bu kitap dizisini okumalarını dileyip öneririm. Kulaktan dolma bilgi yerine, nesnel anlatımlara gereksinmemiz var tarihi değerlendirmek için.

Çok korunup kaçıyordum koronadan. Nasıl, nereden, kimden bulaştığını anlayamadım bir türlü. Düğünlere, cenazelere, toplantılara gitmemeye çalıştım. Topluluklardan kaçtım hep. Önlemlere uymaya özen gösterdim. Dört tane aşı yaptırdım. Maskesiz hiçbir yere gitmedim. Ancak yine de korunamadım bu sinsi virüsten. Nereden bulaştığı konusunda birkaç seçenek var. Onlara kafa yormaktayım sürekli.

Virüsün yıkıcı etkisinden kurtulmamda aşılarımın olması en büyük etken. Bu nedenle bazı kişilerin hangi nedenle olursa olsun aşı karşıtlığını anlamak olanaksız.

Bazı kişilerin şımarıklık, toplumda farklı gözükmek ve bazı ideolojik nedenlerle maske takmaması niyedir? Toplum sağlığını tehlikeye düşürmenin mantıklı bir açıklaması olabilir mi?

Virüsle savaş, toplumsal bir sorumlulukla ve dayanışmayla kazanılır. Hangi nedenle olursa olsun bu savaşı engelleyenler, sorumsuz davrananlar, hem kendilerine hem de topluma çok zarar vermekteler.

Tüm insanlara sağlık dilemekten başka ne gelir elimizden?

Herkese mutlu yıllar, gecikmiş de olsam.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               12 Ocak 2022