FETHİYE’DEN AYRILIŞ (Dinlence Yazıları 20)


        14 Temmuz Perşembe günü… Dinlencemizin Fethiye ayağı da bitti. Artık ayrılma zamanı… Kahvaltıya inmeden önce eşyalarımızı topladık. Yükçelerimizi hazırladık. Kaldığımız odaya bir göz gezdirerek unuttuğumuz bir şey var mı diye baktık. Her şey tamam… Üçümüz birer yükçe alarak ben de ek olarak sırt çantasını sırtlayıp aşağıya indik. Yükçelerimizi otelin girişine bırakıp kahvaltıya geçtik.

        Havuza yakın bir masada oturduk. Kahvaltıyı sıkı yapmalıyız. Yolumuz uzun… Otogara gidip oradan Antalya’ya geçeceğiz. Gece de Antalya’dan uçağa bineceğiz. Geç kalmamalıyız. Otobüsümüz 13.15’te kalkacak.

        Kahvaltıdan sonra biraz ayak sürüdük, söyleştik. Zaman yaklaşınca otelin önünden geçen bir taksiyi durdurup bindik. Yol açık. Düşündüğümüzden daha erken vardık Fethiye otogarına. Otobüsümüzün gelmesine daha çok var. Otogarın yanındaki bir AVM’ye girdik nasıl olsa iklimdirmeler çalıştığı için serindir diye. Dışarının kavurucu sıcağından kurtulduk böylece. Dolaştık biraz. Eşim, giyim mağazalarına daldı sanki İstanbul’da yok bunlardan. Buradaki AVM’de yer alan mağazalar, hep bilindik markalar. Özgün bir marka ve ürün yok!

        Atacan’la ben serinliğin tadını çıkarıp dolaşırken çocuk, İskender kebapçı gördü. Birden “Bana acıktın mı?” diye sordu. Ne demek istediğini anladım. İskender yiyecek. Oturduk, kendine İskender ve içecek söyledi. O, yerken benimle söyleşti. Ardından eşim gelince kalktık.

        Otogardayız. Otobüsümüzün kalkış saati yaklaştı. Dışarıda bekliyoruz söyleşerek ve ülkemizin farklı yerlerine giden yolcuları izleyerek.

        Bu arada bir şeyden söz etmeden geçemeyeceğim. Oldum olası kent, kasaba, köy, semt, mahalle, cadde, sokak adlarını merak ederim. Birçoklarının adı tarihseldir. Bu adların tarihini öğrendiğimde çok mutlu olurum.

        Fethiye’ye gittiğimiz ilk günden itibaren gördüğüm kişilere, bu ilçenin adının nereden geldiğini sordum. Doğru yanıt veren iki ayrı dolmuşun sürücüsü oldu. Çoğu kişi, yaşadığı yerin tarihi konusunda çok bilgisiz. Bu konuda, yurttaş bilgilendirilmeli. İçinde merak duygusu uyandırılmalı. Soru sorma alışkanlığı, çocukluk döneminde bireylere kazandırılmalı.

        Likyalılar döneminde Fethiye’nin adı, Telmossos. Kent, tarih boyunca birçok işgale uğramış, türlü uygarlıklarla tanışmış. Doğu Roma döneminde buranın adı, Meğri (Makri) olmuş. 1282’de Menteşe Bey tarafından fethedilmiş, ancak adı değiştirilmemiş. 1934 yılında adı Fethiye yapılmış. Neden mi?

        İlk Türk tayyarecilerinde Fethi Bey, silah arkadaşı Sadık Bey’le 8 Şubat 1914’te İstanbul-Kahire seferine çıkarlar. Konya, Ulukışla, Adana, Humus, Şam üzerinden Kahire’ye gitmek için havalanırlar. Uçak, 27 Şubat 1914’te Şam’ın Teberiye ilçesi Şimiriye bucağı yakınlarında düşer. İki havacımız şehit olur. Havacılık tarihimizin ilk şehitlerindendir Fethi ve Sadık beyler. Cansız bedenleri, Şam’daki Selahattin Eyyubi Türbesi haziresinde toprağa verilir. İşte, ilk hava şehitlerimizden Fethi Bey’in adı verildi bu güzel ilçeye, analar Fethi Bey gibi yurtseverleri doğurup yetiştirsin diye. Sadık Bey’in adı da İstanbul-Bakırköy-Yenimahalle’de bir sokakta yaşamakta.

        Otobüsümüz, gecikmeli olarak geldi. Yükçelerimizi, yüklüğe koyup yerlerimize oturduk. Arabanın içi serin… Çok geçmeden Fethiye’den çıkıp Antalya yolun girdik. Yol boyunca köyler var. Gelirken gördüğümüz köyleri görünce tanıdık biriyle karşılaşmışım gibi seviniyorum. Bu kez yerleşim yerleriyle ilgili daha ayrıntılı düşünmekteyim. Yaz sıcağına aldırmadan bahçelerde, tarlalarda, seralarda çalışanları gördükçe otobüsü durdurup boyunlarına sarılmak geliyor içimden. O üreten kutsal elleri öpmek istiyorum. Oturup onlarla yarenlik etmek ne güzel olurdu…. Dert ortaklığımı acaba kabul ederler mi? Düşüncelerini, düşlerini dinlemek isterdim. Onların kocaman yüreklerine dokunmak, benim için ne büyük mutluluk olurdu.

        Doğaya, köylere dalıp gitmişken otobüsümüzün mola verdiğini işittim. Düşlerimi yollara bırakıp indim arabadan. Zorunlu gereksinmelerimizi karşılayıp birer bardak çay içtik. Muğla'nın son yerleşim yeri Bekçiler’de. Denizden epey yüksekteyiz. Hava çok sıcak değil. Tesisin yanındaki evde tavuklar var. Biraz onlarla ilgilendik. Derken mola süresi bitti. Yolculuğumuz yeniden başladı.

        Söğüt’ten geçiyoruz Korkuteli’ne varmadan. Oturup bir Söğüt kahvesinde çay içmek isterdim. Bir gün kendi taşıtımızla buradan geçersek bu çayı içeceğim.

        Tekerlekler durmadan dönüyor, bizi taşımak için. Korkuteli göründü yalnız, kuru, yaslı. Yavuz Selim’in öldürtmeyeceğine söz verdiği halde kardeşi bilge Korkut’u yakalatıp boğdurduğu yerdir bu topraklar. Burayı da gezmem gerek ilk fırsatta. Korkut, boğulurken feryadından bir zerre kalmış mıdır diye bakmalıyım, kulak kabartmalıyım dört bir yana. Sonrasında bilge adam Korkut’un öldürülmesinden pişmanlık duyan Yavuz, buraya çok sevdiği, bilgisine, zekasına hayran olduğu kardeşinin adını verdi. Kim bilir Korkut, onu affetmiş midir, Tanrı bu günahını bağışlamış mıdır?

        Değişik düşünceler uçuşmakta usumdan bir kuş gibi. Kimi güvercin gibi… Kimi ise avını arayan kartal gibi… Düşünürken Antalya’ya yaklaşmışız bile. Antalya girişindeki çam ormanlarında bir piknikçinin dumanını görünce içim titredi. Otobüsümüz kente girdi. Çok geçmeden otogardaydık.

        Zamanlı geldik. Karnımız doyuracak, zorunlu gereksinmelerimizi karşılayacak kadar vaktimiz var. Hatta yeni düşler bile kurabiliriz.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       31 Temmuz 2022

       

ÖRNEK BİR UYGULAMA (Dinlence Yazıları 19)

          

        Fethiye’deki dolmuşlarda ilginç bir ödeme sistemi var. Bundan söz edince birçok arkadaşım da benim gibi şaşkınlığını gizleyemedi. Telefon açıp şaşkınlıklarını bildirdiler. Çünkü günlük alışverişlerimizde bir şey satın aldığımızda nakit ödemelerde indirim söz konusu olur. Kredi kartıyla alımlarda ise kimi işyeri komisyon ister, böylece malın ederi daha da yükselir. Neredeyse her işyerinde nakit ödemelere indirim vardır.

        Fethiye dolmuşlarında ise yukarıda anlattığımın tam tersi olmakta. Kredi kartıyla dokunmasız ödemelerde indirim var. Ayrıca kredi kartıyla yapılan işlem, “Muğla Kart”la da yapılabiliyor. Bu uygulama, tüm Muğla ilinde var. Uygulamanın sahibi, Muğla Büyükşehir Belediyesi… Uygulama, ilk bakışta insanlara ters ve acayip gelse de örnek bir sistem…

        Bir dolmuş durağındaki sürücü sayısı belli. Kredi kartıyla ödenen paralar bir havuzda toplanmakta. Büyükşehir belediyesi, bu havuzda biriken paranın yüzde ikisini kesmekte kendi payı olarak. Zorunlu kesintiler yapıldıktan sonra havuzda kalan para, duraktaki sürücü sayısına bölünerek hesaplarına yatırılmakta. Her durak için ayrı bir havuz var.

        Peki, nakit ödemeler ne olmakta? Kaç liralık eder alınmışsa o para karşılığında sürücü, kendi kredi kartıyla para çekmekte pos makinesinden. Böylece bu yolla bazı sürücülerin nakit aldıkları paraları cebe atması önlenmekte. Haksız kazancın önü kesilmekte.

        Diyeceksiniz ki denetim nasıl sağlanmakta? Dolmuşçuların kendilerinin kurdukları bir kooperatifleri var. Asıl denetimi, kooperatif sağlamakta. Her taşıtta kameralar var. Bu kameralarla sürücüler denetlenmekte. Bir sürücü, aldığı peşin parayı cebe atıyor ve karşılığında kredi kartı basmıyorsa hattın en uzun durağına gidilerek alınan ederin yirmi beş katı ceza kesiyor ona kooperatif. Bu da oldukça caydırıcı bir ceza. Kaç yolcunun parası cebe indirilmişse o kadar ceza. Ceza almak demek, bedava çalışmak demek. Böyle bir cezanın hiçbir sürücü altından kalkamaz. Bu nedenle herkes kurallara uymakta. Kurallara uyulmasının asıl nedeni ise sistemdeki adalet…

        Muğla’daki kartla ödeme sisteminde dolmuşçular arasında yolcu kavgası olmuyor. Sürücüler arasındaki anlamsız çekişmeler, rekabet önlenmekte. Tatsızlıklar ortadan kalkmakta. Yolcu kapmak için trafik kuralları hiçe sayılmıyor. Bu nedenle kaza olmuyor, yolcuların can güvenlikleri tehlikeye girmiyor. İstanbul’da alıştığımız ve sık sık rastladığımız dolmuşçu kavgaları burada yok! Dolmuşçuların yolcu kapmak ve arkadan gelen meslektaşına yol vermemek için yolun ortasında durup yolcu indirip bindirmesi görülmemekte burada. Böylece de yoldaki taşıt akışı engellenmemekte. En güzeli de ördek avına çıkmayan dolmuşçular var burada. Böyle olunca dolmuşçular, yolculara daha sevimli, sıcak gelmekte.

        Fethiye’de, dolmuşlarda tanık olduğumuz ödeme sistemi her yanıyla örnek. Sürücülerle yolcular arasında güven sağlanıyor. Sürücüler, yalnızca kendileri için değil, arkadaşları için de çalışmakta. Havuzdaki parayı çoğaltmak herkesin yararına. Bu sistemle sürçüler ortaklaşa iş yapmanın mutluluğunu yaşamakta. Bu uygulama bireyselliği değil, toplumsallığı öne çıkarmakta. Burada liberalizmin aşırılığa varan bireyciliği yok oluyor.

        Muğla ilinde uygulanan bu çağdaş sistem nedeniyle başta Muğla Büyükşehir Belediyesi olmak üzere, dolmuşçuların kooperatiflerine, bu sistemi namusuyla uygulayan sürücülere, sisteme uyum sağlayan yolculara teşekkürü bir borç bilirim. Ayrıca belediyeler eften püften işlerle uğraşacak yerde böylesine çağdaş ve hakça uygulamaları yaşama geçirsinler. Bu sistemi bana, ayrıntılarıyla anlatan saygıdeğer Turgut Ünlükaya’ya, namı diğer “Kasap Turgut”a ve anlatıları pekiştiren Engin Çelik’e ne denli teşekkür etsem azdır.

        Unutmamalı ki bir kişi, toplum için çalışıyorsa kendisi için çalışmış olur. Bataklıkta gül olmak değil, gülistanda en iyi gül olmanın yarışı yapılmalı. Liberalizmin bataklığından kurtulup halkçı devletçi sistemin gülistanında yaşamanın zamanı gelmedi mi daha?

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       30 Temmuz 2022

KAYAKÖY (Dinlence Yazıları 18)


        İkindi olmak üzereyken Saklıkent’ten döndük. İndiğimiz yerden Kayaköy dolmuşlarına bindik. Aslında bu dolmuşlar, Ölüdeniz’e gidenlerden... Dolmuşların bir bölümü dönüşümlü olarak Kayaköy’e gitmekteler.  Ödenen para aynı Ölüdeniz’le… Nakit ödersen 23 TL, kredi kartıyla 17 lira 95 kuruş… Doğaldır ki üç kişi olduğumuzdan kredi kartıyla ödememizi yaptık. Türkiye’nin her yerinde öğrenciye indirim var dolmuşlarda, burada yok. Bu nedenle Atacan’a da tam ücret ödedik her gezimizde.

        Yol boyunca doğayı, evleri insanları gözledik. Hisarönü’nde sağ yana saptık. Burada Ölüdeniz’le yolları ayrılıyor Kayaköy’ün. Buradan beş kilometrelik bir yol var. Her yan yemyeşil… Bereketli toprak, çiftçinin emeğinin karşılığını ürün olarak vermiş ona. Sürücümüz, Turgut Ünlükaya… Konuşmayı, anlatmayı seviyor. Sıcak, dost bir adam… Yanında oturduğumdan her soruma yanıt vermekte bıkıp usanmadan. Dolmuşlardaki ödemenin sırrını da ondan öğrendim. Bunu, daha sonra anlatacağım.

        En sonunda Kayaköy’e girdik sağımız solumuz dükn… En çok da gözlemeci var. Anı eşyalar satılan açık hava dükkânları da bulunmakta. Gözlemeleri değişik buranın. Tam buğday unundan yapmaktalar. Yani esmer undan…Gözlemelerde değişik sebze ve otlar kullanılmakta. Burası bir açık hava müzesi… Satıcıların arasından girişe yürüdük. Girişte bir memur var. Biletlerimizi alıp içeri girdik. Kısmen bozulmuş taş yoldan dimdik yokuşa tırmanmaya başladık. Sağımız solumuz taş evlerle çevrili. Birden önümüze bir tabela çıktı. O da ne? “Erkek okulu…” Osmanlının son dönemlerinde bu köyde okul var. Hem de bir tane değil. Acaba o dönemde Anadolu ve Trakya’da Türklerin yaşadığı kaç köyde okul bulunmaktaydı? Sorunun yanıtını düşünerek yan yollara saptık. Önümüzde kocaman bir kilise... O da taştan… Ancak onarım çalışmaları olduğundan bahçe kapısı kilitli. Bu nedenle içeri girip gezemedik. Tepeye çıktık. Aşağıdaki görünüm olağanüstü. Bir de nasıl havadar burası…

        Konutların hepsi dikdörtgen biçiminde. Genellikle iki katlılar… Ender olarak üç katlı olanlar var. Evler, ortalama elli metre kare… Konutların yapımında inanılmaz us, bilim ve duygudaşlık ilke edinilmiş. Hiçbir konut, diğerlerinin yelini, güneşini kesmiyor. Her ev, yelden de güneşten de eşitçe yararlanıyor. Her ev, aşağıdaki tarım alanlarını görmekte. Bu nedenle konutlar birbirlerinin görüş alanlarını kapatmamış. Yapıların kapı, bakacak ve çatıları ahşaptan olduğundan doğanın yıpratıcı etkisine yenik düşmüşler. Bu nedenle gezdiğimiz evler dört duvardan ibaret. Köyde, 760 yapı Kültür Bakanlığınca tescillendi. Burası koruma altında. Tarihi M.Ö 3000’lere dayanan bu köyde zamanında üç bin beş yüz ev varmış. Koruma altındaki yapılar, doğal etkenler yüzünden iyice yıpranmış durumdalar.

        Kayaköy’ün eski adı, Levissi… Burada on dört şapel, iki kilise, iki okul ve bir gümrük yapısı var. Yaklaşık yirmi beş bin kişinin yaşadığı bir yerden söz ediyoruz. Ayrıca köyde yaşayanların gereksinmelerini karşılamak üzere çok sayıda dükkân bulunmakta. Buraya bu durumuyla köy demek yanlış. Zamanın ölçülerine göre orta büyüklükte bir kent… Burada yaşayan Rumlar, mübadeleyle Yunanistan’a göçmüşler. Onların yerine Batı Trakya'dan Türkler gelmiş. Türkler, bu köyü beğenmiş, ovada yerleşmişler. Onların evleri, şimdi tarım alanlarının içinde.

        Kayaköy’ün eski yerleşimcileri, tarımla geçindikleri için ekili dikili alanları korumak amacıyla evlerini dağın yamacına yapmışlar. Hem depremden, selden hem de sivrisineğin yol açtığı sıtmadan korunmuşlar. Bu yolla tarım alanlarını yapılaşmaya açmayarak ekmek yedikleri toprağı korumuşlar. Günümüzde tarım alanlarını kentleşmeye, yazlıkçılara açanların ders alacağı bir örnek bu. Özellikle belediye yöneticilerinin Kayaköy’den öğreneceği çok şey var.

        Taş yoldan yukarıdaki en yüksek tepedeki şapele ulaştığınızda buradan Soğuksu Koyu’nun görünümüne doyum olmuyor. Uzak, yüksek bir tepeye ibadethane yapmak Hıristiyanlar da hep var. Tanrı’ya ibadet etmek için insanlar özveride bulunsun, biraz da zorluk çeksin diye düşünmüş olabilirler o zamanın insanları. Ancak ilk Hıristiyanlar, dönemin pagan yöneticilerinden korunmak için saklanma gereksinimi duymuşlar biraz da.

        Kayaköy’den dönüşte bindiğimiz dolmuşun sürücüsü Engin Çelik, tepedeki şapele gece, gündüz nöbetçi bırakıldığını ve bu nöbetçilerin köye yapılacak deniz korsanlarının baskınlarını haber verdiklerini anlattı bize. Demek ki bu şapelin gözetleme kulesi olma özelliği de var.

        Engin Çelik, genç, yakışıklı, saygılı, içten biri… Aslen Aydınlı, ancak Kayaköy’den evlenince hanım köylü olmuş. Durakta Muğlalı olmayan tek sürücü sanırım o. Çünkü paraya tamah edip plakaları satmak dolmuş sahiplerinin yeğledikleri bir durum değil. Satmak zorunda kalırlarsa yine çevrelerinden birini yeğlemekteler. Gördüğümüz kadarıyla Engin, durumundan memnun ve mutlu. Kayaköy’le ilgili söyleştik kendisiyle. Ancak yolumuz uzun sürmedi. Hisarönü’nde indik arabasından. İnmeseydik kim bilir neler öğrenecektik ondan?

        Kayaköy korunmalı. Buranın tarihsel dokusu bozulmadan bir konaklama yerine dönüştürülebilir. Çünkü boş, çatısız yapıları korumak hem zor hem de yüksek maliyetli… Kayaköy’ü yerli yabancı herkes görmeli. Görmeli ki ders çıkarmalı yapılaşmayla ve kentleşmeyle ilgili. Komşu hakkının ne demek olduğunu kavramalı gezip görenler. Komşunun yeline, güneşine, görünümüne engel olamayanlar onun malına da göz koymaz.

        Otele döndüğümüzde gezdiğimiz düş kentin etkisindeydik. Gözümün önünde orada yaşayanları canlandırmaya çalıştım uzun süre. Aslında düşler bir tansık değil midir? İşte, Kayaköy de günümüz insanının akıl erdiremeyeceği bir tansık olarak orada durmakta.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               30 Temmuz 2022

       

       

       

SAKLIKENT (Dinlence Yazıları 17)


        13 Temmuz Çarşamba… Heyecanlı, güneşli bir sabah. Saklıkent’e gideceğiz bu sabah. Erkenden gerekli hazırlıklarımızı yapıp çıktık otelden. Önce Fethiye’ye giden dolmuşlardan birine bindik. İndiğimiz yerden de Saklıkent dolmuşuna geçtik.

        Bindiğimiz dolmuş Fethiye ilçe merkezini neredeyse baştan sona gittikten sonra Antalya yoluna girdi. Verimli bahçe ve tarlaların içinden geçip gitmekteyiz. İndi bindi çok… Yol üstündeki köylere gidenler de bu dolmuşlardan yararlanmakta. Dolmuştakilerin çoğu yurttaşımız. Birkaç kişi var yabancı gezgin. En sonunda Seydikemer’e geldik. Yeni bir ilçe… Fethiye’den ayrılmış. İlçe merkezi, düzlük bir alana yayılmış. Yeni yapılar çok. İlçe merkezi hızlı büyüyen yerlerden. Verimli bir arazinin ortasında. İlçe merkezi büyüdükçe tarım alanları azalmakta. Ülkemizin her yerinde olduğu gibi burada da verimli tarım alanları, yapılara feda edilmiş.

        Atalarımız, yerleşim yerlerini dağ yamaçlarına kurardı. Kayalık zeminde yapılan yapılar depreme karşı önemli bir koruma sağlamaktaydı. Bu yapılaşma biçimi selden korunmanın garantisiydi. Ayrıca bu tür yerleşimler, yazın sıcağında ovalardan esen yelle serinlerdi. Bu anlayış, giderek terk edildi. Dağ etekleri bomboş dururken verimli araziler, alüvyonlu ovalar yapılara teslim edildi. Seydikemer, bu gidişle daha da büyüyüp yayılacağa benzemekte.

        Fethiye ile Saklıkent arası kırk altı kilometre. İndi bindi çok olunca yol uzadıkça uzuyor. Hava sıcak... Dolmuşun iklimlendirmesi çalışmıyor. Öndeki iki cam açık. Ancak bu camlardan giren yel, yolcuları serinletmeye yetmiyor. Bu nedenle yolculuk çekilmez durumda.

        Seydikemer’in içinde yer aldığı düzlük alandan Saklıkenet’e doğru ilerlerken yol boyunca köyler (Büyükşehir yasasına göre mahalle oldular.) var irili ufaklı. Köyler bakımlı, düzenli… Arazi çok düz değil, dalgalı bir toprak uzanmakta altımızda. Ovanın genel bir adı yok! Köylerin çevresindeki araziler, köylerin adıyla anılmakta. Ovanın adını telefonla konuştuğum Kadıköy Mahallesi muhtarı Kemal Küçüktürkücü’ye sordum. O da bilgilerimi doğruladı. Küçüktürkücü çiftinin 2019 seçimlerinden sonra üçüncü çocukları doğmuş. Ona “muhtar çocuğu” diyorlar.  

        Çiftçimiz, dur durak bilmeden her şeye karşın üretmekte. Yol boyunca köylülerin satış yerleri var. Bazıları küçük aşevlerine dönüşmüş. Neredeyse hepsi gözlemeci. Gözlemecilerin yanı sıra başka yöresel lezzetler de sunulmalı buralarda. Unutmayalım ki bir çiçekle yaz gelmez.

        Büyük kentlerden gelerek buralardan arazi alıp ev yaptıranlar var. Yazlıkçılar yüzünden kıyılarımızdaki verimli arazileri feda ettik betona. Bu güzel ovaları koruyalım, birtakım varsılların yaz aşklarına kurban etmeyelim bin bir bereketli güzel toprakları. Bu nedenle çitçiye devlet desteği gerekli. Desteklenen çiftçi, toprağına tırnaklarıyla yapışır. Düğün, nişan yapacağım diye toprağını satmaz.

        Saklıkent’e ulaştık en sonunda. Dolmuştan inip gişelere yöneldik. Çok beklemeden yürüdük su yolu boyunca. Kanyona girince bir serinlik, içergi (ferahlık) çöküyor üstümüze. Serinlik ve içergi, erkemizi çoğalttı; sıcak havanın getirdiği uyuşukluk üstümüzden yok olup gitti. Yüreğimize, bedenimize bir coşkunluk geldi.

        Soğuk sular, bir coşkun ezgiyle akmakta. Suyun içinde yürüyenler, botlara binip gidenler, elini yüzünü yıkayanlar, ellerinde mısırları kemirerek suya dalıp gidenler, yanlardaki oturaklara oturarak serinliği bedenlerine depolayanlar, tinsel içergiyle erinç bulanlar, amaçsızca gezeleyenler, dik duvarlar arasında kalan kanyonda yankılanan seslere kulak kabartanlar, daracık gökyüzünde güneşi görmeye çalışanlar… Herkesin ortak yanı, burada duyulan mutluluk…

        Biz de suda yürüdük. Buz gibi suyu bedenlerimizde duyumsadık. Akıntıya doğru kısa bir yürüyüş yaptık. Soğuk taşların üzerine oturduk. Elimizi, yüzümüz yıkadık soğuk suyla. Her yandan su akmakta çağıl çağıl. Bazı kaynaklar, taş duvarların içinden kaynayıp gelmekte. Suyun gücüne, kayaların taş sertliği dayanamayıp yol veriyor. Burada bir olağanüstü doğa olayı var. Bir doğa tansığına tanıklık etmekteyiz. İnsan, böyle bir yerden ayrılmak istemiyor. Ancak biz buralara gezmek için geldik. Bir yerlere takılıp kalmamalı.

        Saklıkent, çok yakın zamanda gezginlere açılmış. Zaten keşfi de çok eski değil. Saklıkent’ten çıkan sular, Karaçay’ı oluşturmakta. Karaçay, Eşen çayıyla birleşerek denize dökülür. Eşen çayının Muğla-Antalya il sınırını oluşturduğunu da söyleyelim. Saklıkent, 1989’da hizmete girmiş. Zamanla tanıtımlar yapılmış ve gezginlerin uğrak noktası olmuş. Burası, bir milli park… Koruma altında her şeyiyle. Makilerin yanı sıra sedir, kızılçam ve karaçamları görmek olanaklı. Kanyonun uzunluğu, on altı kilometre… On altı tane de mağara var kanyon boyunca.

        Kanyonun çevresini gezmek gerek, ancak zaman yok! İstemeyerek de olsa çıktık bu uçmaktan. İlerde zaman ve fırsat bulursak yeniden gelmeliyiz buralara. Zaman, hızlı geçti. Acıkmışız. Karaçay’ın üzerine yapılan aşevlerinden birine girdik. Serin suların eşliğinde gözlemelerimizi yedik. Eee, karnımız doydu. Artık ayrılma zamanı… Dolmuş durağına yürüdük isteksiz, uyuşuk adımlarla. Güneşin yakıcılığı altında bir süre dolmuş bekledik. Dolmuş gelince bindik. Ödemelerimizi yine kredi kartıyla dokunmasız yaptık. İşin kötü yanı geldiğimiz arabaya rastlamamız dönüşte. Oldukça kalabalık dolmuşun içi. İklimlendirme çalışmıyor. Hamamdan daha sıcak içerisi. Bir kesecimiz eksik… Bir de o olsa…

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                      29 Temmuz 2022

 

 

 

BİRBİRİNDEN GÜZEL KOYLARDA TEKNE GEZİSİ (Dinlence Yazıları 16)


        12 Temmuz sabahı erkenci ve heyecanlıyız. Tekne gezisine çıkacağız. Kahvaltımızı ivedilikle yapmamız gerek. Bizi, tekneye götürecek midibüs otelimizin önüne uğrayacak. Arabayı bekletmemeli. Zaten sonsuza dek bekleyecek değil ya kaçırmamak gerek midibüsü.

        Tekne turuna, Yardımcı ailesi de katılacak daha önce kararlaştırdığımız üzere. Kahvaltımızı yaptık. Eşimle Atacan, kahvaltı yaparken ben gidip duş aldım. Duştan sonra yanlarına dönüp keyif çayı içtim bardak bardak. Her şeyimiz tamam. Üstelik otelin önüne yakın bir kapıdayız. Çaylarımızı yudumlarken Metin Yardımcı aradı. Kendilerinin arabaya binip yola çıktıklarını bildirdi. Taşıtın gelmesi çok sürmez. Bu nedenle eşyalarımızı toplayıp yolun kıyısındaki olmayan kaldırıma çıktık. Az sonra arabamız gelip önümüzde durdu. Bindik. Önce Yardımcı ailesine, sonra tanımadığımız diğer gezginlere “Günaydın!” dedik. Yerlerimize oturduk.

        Bindiğimiz araba komşu otellerden gezginler alarak yola çıktı. Midibüs tıklım tıklım, ayakta olanlar var. Bu arda belirtmeliyim ki tekne turuna gidenler arasında bir tane yabancı gezgin yok, hepsi yerli. “Her şey dahil” sitemiyle otellere yerleşen yabancı gezginler gezip tozup para harcamıyorlar. Bu nedenle bu gezginlerden otelin dışında kalan esnaf, çok fazla yararlanamıyor. Bunun için bu sistem değişmeli. Gezginlerden daha çok gelir elde edilmeli. Bu gelir, tabana yayılmalı. Bu durumda saman çok, tane az olmakta. Bu nedenle taneyi çoğaltmanın yolları bulunmalı.

        Babadağ’ı arkamıza, Mendos’u sağımız alarak Fethiye’ye doğru yol aldık. Arabada sessizlik egemen. Bundan da anlaşılıyor ki gezginlerin afyonu patlamamış daha. İskeleye gelince arabamız durdu. İndik. Teknemiz bizi beklemekte. Başka midibüsler de geldi. Birinden bir Arap aile indi. Başka yabancı gezgin yok. Tekne tamamen doldu. Tekneye binince gezginler neşelendi. Denize açıldıkça neşe doruğa çıktı. Herkes kendince eğlenmekte. Kesintisiz müzik yayını yapılmakta. Müzk mi, anlaşılmaz bir gürültü mü anlaşılmıyor. Arada, duraklayacağımız yerler söyleniyor müzik yayını kesilerek. Bir kılavuzumuz yok! Bu nedenle gezilen yerlerle ilgili bilgilendirme yapılmıyor. Zaten bilgilenmek isteyenler de az.

        Tekne, kimi koylarda demir atıp kıyıya bağlanıyor. Burada çoğu kişi, denize atlayıp doyasıya yüzüyor. En çok yüzenlerden biri Atacan. Denizden çıkmak bilmiyor. Gittiğimiz her yerde denize ilk giren ve en son çıkan o. Sığ su, derin su fark etmiyor onun için. Sularda kulaç atmak, derin yerlerde tekneden atlamak onun için erişilmez bir mutluluk. Bu demektir ki hastalığını atlattı. Zaten sabahleyin kahvaltıyı sıkı yapmıştı. Kahvaltıda biriktirdiği erkeyi, bu güzelim koylarda harcamakta.

        Koylar çok kalabalık, neredeyse kulaç atacak yer yok! Onlarca tekne aynı koyda demirlemekte. Teknelerin çoğu, aynı saatlerde, aynı koylarda mola vermekteler.

        Gezinin adı “12 Ada turu”… Bu ad, çoğu kişiyi yanıltmakta. Ada bakınca çoğu kişi, Yunanistan’a ait On İki Ada’yı gezeceğini sanmakta. Oysa gezdiğimiz adlar, ülkemize ait. Bunların neredeyse hepsinde insan yerleşimi yok. Bazıları kayalık.

        Sırasıyla Katrancı Adası, Yassıca Adası, Zeytin Adası (Akvaryum Koyu), Kızıl Ada, Göcek Adası, Atbükü Koyu ile birkaç kayalığı gezdik. Yassıca Adası’nda karaya çıkıp yürüdük. Gözleme yapan kadınlar var. Ayrıca çay ve ayran satıyorlar. Bu arada diğer içecekler de var. Aile, adada yıkık dökük bir teknede kalmakta. Bu nedenle tavuklarını da getirmişler yanlarında. Tavuklar çevrede eşelenip yemlenmekte. Bu aile burada mini bir market açmış.

        Yassıca Adası’ndan ayrıldık. Kıyısında yüzülecek gibi değil. Doğru düzgün kumsalı yok. Çok sayıda tekne, denizi girilmez yapmakta.

        Bir koyda mola verip yemeklerimizi yedik. Güya yemekte balık var. Bize öyle söylenmişti. Balık olarak bir Norveç uskumrusunun yarısı veriliyor kişi başına. Yanında bolca makarna ve biraz da marul salatası. Bu durumda makarna ana yemek, yarım uskumru da yanında çeşni. Denizde makarna yemek de başka bir buluş. Bu buluşun sahibi tekneciler… Gezginlerin ilgi gösterdiği kıyılarımızdan bir örnek bu. Buna benzer niceleri var. Kuruyan denizlerimizde artık balık yerine, makarna tutulmakta çuval çuval. Zaten gözleme de olmasa memleket aç kalacak! Ülkemize gelenler, başka bir yiyeceğin olmadığını düşünecekler.

        Gezimiz oldukça güzel geçti. Teknede kaldığımız zamanlarda bol bol çay içtik. Söyleştik. Koyların, adaların, kayalıkların tadını çıkarmaya çalıştık. Denizin turkuaz sularından Menteşe dağlarının görkemini izledik. Dağların önemli bir bölümü yeşil. Özellikle yüksek yerler çırılçıplak. Akşam olmadan geri döndük. İskeleye yanaştı tekne, biz de indik. Çok geçmeden gelen midibüsümüze bindik. Mutlu, sevinçli geçen bir günün ardından doğayı izleyerek otele döndük. Burada inmeden önce Yardımcı ailesiyle vedalaştık. Onlar, arabada kaldılar. Çünkü daha gidecek yolları var.

        Akşam yemeğinden önce kısıtlı bir zamanda havuza girdik. Daha sonra yemeğe gittik. Babadağ’ın üstüne konmuş şişkin ay, dün akşama göre daha da büyümüş. Gecemiz, ay ışığının tılsımıyla arınmakta her türlü kötülükten. Ay ışığıyla aydınlanmış gecenin koynuna girmenin zamanı çoktan geldi. Biz de öyle yaptık.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       28 Temmuz 2022

       

 

 

       

BABADAĞ’DA AY (Dinlence Yazıları 15)


        11 Temmuz Pazartesi… Babadağ’ın esintileriyle serin bir gecenin sabahı… Babadağ, ak ipliklerle donanmış kocaman bir ışık demeti. Öte yanda Mendos büyük bir ağır başlılık içinde... Güneş ışıkları, ona yandan vurmakta. Dağın yamaçlarında gölgeli ışımalar. Babadağ, kocaman bir kartalsa Mendos da çevresine egemen olmuş geniş yeleli bir aslan.

        Babadağ ve Mendos, güneyden kuzeye adeta Fethiye’yi kuşatmış durumda. Eskiçağ savaşçılarının görkemi, gururu, kararlılığı var üstlerinde. Bin bir güzelliği ve bereketi saklayan toprakları, denizi, onlarca koyu, körfezi, küçük adaları, gizemli zeytinleri koruması altına almış iki dağ. Ölüdeniz, Babadağ’ın eteği boyunca uzanmış, onun gücüne sığınmış öksüz bir yavru gibi. Fethiye ise dağların eteklerine yayılmış özgüvenli bir gelin.

        Odamızda sessizlik egemen... Sessizlik içinde güneşin doğuşunu, dağları izlemek insana eşsiz bir erinç vermekte. Esintiyle serinleyen beden, sağlık bulmakta. Sağlık bulan bedendeki tin de dinginleşmekte. Kötümserlikten kurtulup iyimser duygu ve düşünceler kaplamakta insan tinini. Serin sabahın verdiği yaşam erkesi, insanı özgürleştirip güçlendirmekte. Serin bir esintinin ve sessizliğin verdiği yaşama gücü kolay kolay her zaman bulunmaz. Bu nedenle değerini bilip tadını çıkarmak gerek böyle bir sabahın.

        Kahvaltı salonunda arı gibi çalışan gençleri gördükçe insanın gönlü coşmakta. Yel gibi gelip yel gibi gitmekteler. Tükenmez bir yaşam erkesi, onları sürekli devindirmekte. Gözlerinde, yüzlerinde yorgunluğun belirtisi yok!

        Bugün havuza erken girdik. Gün boyu sürdü havuz keyfimiz. Ben, kitap okudum uzun süre. Kitapla ilgili notlar aldığımdan uzanaktan kalkıp havuza yakın bir masaya yerleştim. 

İki genç kız, birer bira alarak uzanaklarının arasındaki sehpaya koydular. Birkaç tane özçekim yapıp paylaştılar. Paylaştıktan sonra deyip güldüler. Ardından ayrıldılar havuz başından. O biralar uzun süre orada kaldı. Sonunda bir görevli fark edip onları oradan kaldırdı. Bu özçekim yapıp sosyal medyada beğeni alma hastalığı kanserden beter.

        İki yabancı uyruklu kadın, sabahtan başlayıp ikindiye dek alkollü içki içtiler. Sonrasında uzanaklarda uyuyakaldılar. Akşam yemeği saatinde uyanmadılar. Yemek saati geçmek üzere. Eşim, onları uyandırmamı söyledi aç kalmasınlar diye. “Hayır…” dedim “Kaçırsınlar akşam yemeğini de içmesini öğrensinler. Beleş bulunca fıçıyla içmesinler bir daha. Yemeğe on beş dakika kala biri uyandı, sonra zaman geçirmeden gelip yemeklerini aldılar şaşkınca. 

        Akşamı nasıl ettiğimizi anlamadık. Havuzdan sonra duş alıp çarşıya çıktık. Biraz gezindik. Çok az alışveriş edip otele döndük. Döndüğümüzde yemek saati gelmiş, neredeyse herkes yerlerini almıştı. Biz de boş bir masaya yerleştik. Masamızdan Babadağ’ın doruğu görünmekte. Doruğunda bir akşam alacası… Arkasından hafif bir ışık sızmakta yukarı doğru. Büyük bir el, büyükçe bir el fenerini dağın ardına tutuyormuş gibi görünmekte ulu doruk. Kimi zaman da saçları apak olmuş bir deve benzetilmekte. Devin başı dik, gözleri yukarda. Sürekli gökyüzünün derinliklerinde bir şeyler arıyormuş gibi. Denizin uğultusunu, yelin kuru yapraklarda çıkardığı hışırtıyı işitmek için kulak kesilmiş her yana. Kolunun biri Belcekız’da, diğeri Mendos’un belinde halay çekiyormuş gibi. Ayakları yedi kat yerin dibinde.

        Yemek sonrası dinlenmedeyiz. Babadağ’a bakıp düşlemler içindeyim. Akşam alacası yitmeye başladı. Aydınlık, karanlığa yengi sağladı. Işık çoğaldı yavaşça. Ayın yüzü göründü büyükçe bir tırnak ucu gibi. Apak bir tırnak ucu. İlk dördün sona erdi. Şişkin ay, dolunaya dönüşmekte. İki gün sonra 13 Temmuz’da dolunay apaydınlık, ışıl ışıl görünecek.

        Ay yükseldi, yükseldi büyük bir ışıldak gibi aydınlatmakta dağın her yanını. Gece, ay ışığıyla yıkanmakta. Gökyüzü aydınlık bir boşluğa dönüştü birden. Ayın ilk çıktığındaki turuncu biçimini ve ardından sarıya dönmesini ne yazık ki göremedik. Çünkü bu renkler, dağın ardındayken olup bitti. Apak ayı birden görmek bir başka güzel… Ay yükseldikçe toprak daha çok aydınlanmakta. Gökyüzü ışığa bürünmekte.

        Gece ilerledikçe taşıt gürültüleri azalmakta. Otelin konukları yavaş yavaş odalarına çekilmekte. Bu tenhalık, sessizliğe gömüyor her yanı. Sessizlikle ay ışığı birleşince doyumsuz bir gece ortaya çıkmakta. Uzun süre bu güzelliği yaşıyorum. Bu doyumsuz, eşsiz geceyi her zaman, her yerde bulamam. Bu nedenle tadını çıkarmam gerek sonuna dek. Bu, uyumadan düş görmek gibi… Böylesi bir düşü kim görmek istemez ki…

        Sabahleyin erkenci olmak zorundayız. Çünkü tekne turuna gideceğiz. Koyları, serin suları keşfe çıkacağız.  Suyun taşıyıcılığında farklı yerlere ulaşacağız. Düşlerle bezenmiş geceyi,  uzun süre yaşadıktan sonra geç sayılabilecek bir saatte yatağımıza girdik. Doğanın çağrısına uyup derin bir uykuya daldık mutlulukla…

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       27 Temmuz 2022

 

YENİ OTELE TAŞINMA (Dinlence Yazıları 14)


        10 Temmuz Pazar… Bayramın ikinci günü… Yine erkenciyiz. Bugün buradan ayrılıp Hisarönü’nde başka bir otele taşınacağız. Bir yıl önceden böyle ayarlamış eşim, dinlence izlencemizi. Kahvaltıyı ivedilikle bitirip havuzda az da olsa yüzmek istiyoruz. Eşyalarımızı toplamayı, kahvaltı sonrasına bıraktık. Öğle yemeğinden sonra ayrılacağız güzel meyvelerle dolu bahçeden.

        Kahvaltılıklarımızı alıp masaya oturduk. Çayları doldurdum. Atacan ballı çayını yudumlamakta. Ancak önündeki tabağa yan gözle bile bakmıyor. Israrlarımıza dayanamayarak bir dilim peynir yedi. Diğer yiyeceklere dokunmadı. Demek ki midesi kendine gelememiş hâlâ.

        Çaylarımız bitince ikincileri doldurmaya gittim. Çay tükenmiş. Önceki günlerde de karşılaşmıştık böyle durumlarla. Çay makinesinin yanında sallama çay var, isteyen onlardan içmekte. Görevliye yeniden çay demlemeleri gerektiğini söylüyoruz. “Patron, ikincisini demlememize izin vermiyor.” diyerek yanıtlıyor bizi. Bu durum karşısında yerli ve yabancı gezginler homurdanıp karşı çıkıyor otelin konukları. Homurtu yükselince ikinci kez çay demleniyor.

        Yabancı gezginler de bizler gibi demlemeye çay içmeye alışmışlar çoğunlukla. Sallama çaydan zevk almıyorlar. Bu, ülkemiz adına çok güzel. Demek ki gezginlik sayesinde günlük alışkanlıklarımızı, kültürümüzü az da olsa yabancılara benimsetebiliyoruz. Bu, güzel bir şey…

        Yaşamım boyunca birçok otelde kaldım. Değişik yerlere gittim. Böylesi bir işletme görmedim. İşletme çok güzel bir yer. Daha önce söz etmiştim bu durumdan. Ancak işletme anlayışı sıfır. Nasıl mı? İnsanların çoğu aile olarak gelmişler yabancı ya da yerli fark etmiyor. Zamanla yeni dostluklar kuruluyor. “Her şey dahil” sistemiyle çalışan bir yer burası. Aileden biri, içecek almak için giderse yalnız bir içecek alabiliyor. Eşine ve çocuklarına verilmiyor içecek. Hele birlikte havuz başında oturduğunuz dostlarınıza da almak isterseniz kesinlikle verilmiyor. Çalışanlara bu saçmalığın nedenini sorduğumuzda patronun buyruğu olduğunu söylemekteler. Bu yasağı uymayan çalışanını otelin konuklarının gözü önünde payladı patron. Bu konu çoğu zaman konuklarla çalışanlar arasında tartışmalara neden olmakta. Daha birçok saçma sapan uygulamalar var. Bu arada otelin çok temiz olduğu söylenemez. Önce eşimi eleştirmiştim neden aynı yerde iki otel ayarlayarak dinlencemizi bölüyor diye. Bu otele ilk geldiğimizde bahçeyi gören eşim olağanüstü mutlu olmuştu. Kendine de kızmıştı, buradan ayrılıp başka otele gitmek zorunda kalacağımız için. Hatta tur şirketiyle görüşüp diğer oteldeki kalma süremizi burada geçirip geçirmeyeceğimizi sordu. Bu konuda epey uğraşıp didindi. Şimdi bu yaşadıklarımızdan sonra “İyi yapmışsın.” diyerek yaptığını onaylamaktayım.

        Dün akşam tanışıp dost olduğumuz Rizeli Yardımcı ailesi, henüz kahvaltıya gelmedi. Çok geç yatmıştık, demek ki uykularını alamamışlar. Bir de yol yorgunlukları var doğal olarak. Onları bekleyeceğiz diye kahvaltımız uzadı. Baktım ki kahvaltıyı kaçıracaklar telefon edip uyandırdım onları. Kalkıp geldiler. Masamıza oturdular. Söyleşerek kahvaltıyı bitirdik.

        Kalkıp hep birlikte havuza gittik. Yüzüp güneşlendik. Bu durum öğle yemeğine dek sürdü. Fırsat bulup odamızı toplayıp boşalttık. Yükçelerimizi otelin girişine bıraktık. Birlikte yemeğe gittik. Söyleşerek karnımızı doyurduk. Bu yemekte birbirimizi daha iyi tanıdık. Yemek sonrası bir şeyler içerek söyleşimiz sürdü havuz başında. Nedense insanlara kolay alışıyoruz. Onlarla azcık içli dışlı olunca ayrılmak istemiyoruz bir türlü. Dost, içten bir aile… Metin Bey’le aynı tavanın balığıyız ne de olsa. Toprağımız, suyumuz, havamız, yağmurumuz, denizimiz aynı…

        Söyleşi güzel, güzel olmasına da bizim ayrılıp yeni otelimize giriş yapmamız gerek. İkindi vakti Yardımcı ailesiyle vedalaştık. Metin Bey, ısrarla kendi arabasıyla bizi götürmek istedi. Kabul etmedik. Çünkü dinlenmeye gelmişler. Onları havuzdan ayırmayalım dedik. Otel çalışanlarıyla tokalaşıp ayrıldım. Taksi çağırdık. Ancak taksilerin neredeyse hepsi dolu. Otelin önünde beklemekteyiz. Taksi durağındaki görevli, taksilerin hep dolu olduğu söyleyip şu kadar dakika sonra bize taşıt göndereceğini söylüyor. Ancak bir türlü taşıt gelmiyor. Derken bir taksi geldi. Önümüzde durdu. Nereye gideceğimizi sordu. Bizim hem yakın bir yere gideceğimizi hem de Türk olduğumuzu anlayınca müşterisinin beklediğini söyleyip gitti.

        Beklememize karşın taksi gelmeyince yakınımızdan geçen anayola yürüyelim dedik. Ölüdeniz’e gidenler, uzun kuyrukta ilerlemeye çalışmaktalar. Üç gündür bu yol böyle. Büyük kentler, akın akın akmakta dinlence yerlerine. Tam yola yaklaşmışken eşim, bir ticari taşıta el etti. Araç durdu. Eşim gideceğimiz yeri söyledi. Oradan geçiyorsa bizi götürüp götürmeyeceğini sordu. Sürücü “Tamam…” dedi. Atacan’la ben, hızlanarak arabaya yetiştik. Yükçelerimizi yüklüğe koyduk. Eşimle Atacan arka koltuğa, ben de öne oturdum. Oturur oturmaz söyleşimiz başladı sürücüyle. Neredeyse akraba çıkacağız. Ancak yol kısa… Sürücüyle dünya görüşlerimiz aynı. Geçmişte aynı siyasal partide görev yapmışız.

        Söyleşiye öyle dalmışız ki gideceğimiz oteli neredeyse geçip gidecektik de eşim fark edip durmamızı söyledi. Sürücümüz durdu. Para almasını önerdim, kesin bir dille reddetti. Sürücümüzün adı, Cüneyt Güleç… Kırıkkaleli… Ölüdeniz’de bir otelde teknik sorumlu olarak çalışmakta. Dost bir adam…İçten, güler yüzlü… Telefonlarımız alıp verdik. Taksici şerrinden bir hayır doğdu ve Cüneyt’le tanıştık. İyi ki de taksi bulamamışız.  Bu toplumda Cüneytleri tanıdıkça insanlığımızın her türlü saldırıya, tüm liberal çürütme çabalarına karşın ölmediğini anlamaktayız.

        Cüneyt’le vedalaşıp otele yürüdük. Zaten otelin tam önünde inmiştik. Girişimizi yaptık. Çalışanlarla sıcak, kısa bir söyleşide bulunduk.  Birer de çay içtik. Sonrasında odamıza çıktık. Yükçelerimizi bıraktık. Otelimiz Babadağ’ın eteğinde. Odamız, dağa bakmakta, ne güzel. Diğer bir camdan baktığımızda Mendos Dağı sere serpe uzanmış yatmakta tüm görkemiyle.

        Odadan çıkıp çevreyi gezdik. Otelin bahçesi sanki bir şeftali bahçesi. İlk kez gördüğümüz ve beğendiğimiz bir çiçek ilgimizi çekti. Aşevinde ara öğün var. Gittik bir şeyler aldık. Çayları getirdim. Bir yandan söyleşiyoruz diğer yandan da çaylarımız içiyoruz. Ortalıkta bir çalışan dolaşmakta. Güleç bir kız… Aynı zaman da konuşkan… Masamıza geldi. Boş çay bardaklarını alırken konuştuk. Konuşmasından yerdeşim olduğunu anladım. Sordum nereli olduğunu, Sürmene-Köprübaşı, dedi. Ben de nereli olduğumu söyleyince çok mutlu oldu. Esma Özdin, Kocaeli’de bir üniversiteli… Yazları çalışarak alınteriyle harçlığını kazanmakta. Böyle gençlere şapka çıkarıyorum her zaman. Yaşamın içine girerek eşsiz deneyimler edinmekteler. Bu gençlerin, geleceğin Türkiye’sine damga vuracaklarını düşündükçe umutlarım artmakta.

        Akşam yemeğini yedik Babadağ’dan inen serin yelle. Keyfimiz yerinde. Burası oldukça düzenli ve temiz. Görevliler arı gibi… Yel gibi gelip yel gitmekteler masalara. Yemekte aşçılar, sıcak yemeklerin başında. Aşçılar, yemekleri sıradaki tabaklara kotarmakta. Yemekler lezzetli… Zeytinyağlılar oldukça çok. Benim en sevdiğim yemekler zeytinyağlılar… Atacan az da olsa yedi bir şeyler. Bu, çok iyi…

        Yemekten sonra biraz gezinip geldik. Aşevinde bir masaya oturup içecekler aldık. Az sonra dansöz çıktı sahneye. Bu akşam eğlence var. Türk gecesi yapıyor otel. Dansözden çok konuklar oynamakta. Bu arada Atacan da kurtlarını döktü. Gece yarısı odamızdaydık. İklimlendirmeyi çalıştırmadım. Bakacakların hepsinde sineklik var. Hepsini açtım. Dağdan küfül küfül yel esmekte. Uyuduk esintinin serinliğinde. Bu yaz ilk kez terlemeden uyudum.

        Beni mutlu eden dağdan esen serin yel. Eskiler: “Tebdili mekânda ferahlık vardır.” sözünü boşuna söylememişler sanırım.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               26 Temmuz 2022

 

       

BAYRAM SABAHI YALNIZLIĞI (Dinlence Yazıları 13)

 

        9 Temmuz 2022 Cumartesi sabahı gün ışıdığında ayaktaydım. Gece yine tetikteydim. Uyudum, uyandım Atacan’ın ateşine baktım. Her şey yolunda gitti. Çok derin uyumakta. Kusma ve ishal epey yormuş bedenini. Olağan durumlarda çok deli uyurdu. Yatağa sığmazdı. Dört dönerdi yatağın içinde. Bu gece kıpırdamadan yattı.

        İyi uyumadım, ancak kalkmalıyım. Bugün bayram… Kurban Bayramı… Sabah ezanını işittim. Ancak hasta çocuğu bırakamam. Bu nedenle çok istememe karşın bayram namazına girmedim.

        Bayram, kalabalıkla güzel… En azından camide bir kalabalık görür, bayramlaşırdım oradakilerle. Benim için de iyi olurdu. Çünkü oradakilerden bir kişiyi bile tanımıyordum. Tanımadığım insanlarla bayramlaşma duygusunu yaşamak isterdim. Benim için ilginç bir deneyim fırsatıydı. Ancak çocuğu bırakamam. Ya yeniden kusarsa…

        Odamızın kapısı havuz başına açılmakta. Sürgülü kapıyı açıp dışarı çıktım. Elimde kitapla kapının önündeki bir uzanağa oturdum. Kulağım odada, gözüm günün aydınlanmasında. Kitabı, bıraktım elimden. Gözüm Babadağ’da… Dağın ardı ışığa kesmiş. Dağın doruğundan ışık demetleri göğe ağmakta. Güneş, henüz kendini göstermedi. Çünkü dağın doruğuna tırmanıp tepeyi aşması gerek.

        Dağ, yarı aydınlıkken yamacı aşağı indikçe karanlık görünmekte. Alaca karanlık sanki içinde birtakım gizemler saklıyor. Yamaçlar aydınlandıkça gizemler ortadan bir bir silinmekte. Aydınlık, karanlığı yok ettiği gibi onun içinde saklanan korkutucu düşlemleri de ortadan kaldırmakta.

        Güneş, yavaş yavaş başını çıkarmaya başladı dağın doruğundan. Tepeler ışığa kesti. Göz kamaştırıcı bir ışık. Uzun süre bakmak olanaksız. Dağın tepesine büyük bir ampul asılmış gibi. Güneş büyüdükçe ışığı daha da çoğalmakta. Işık sonsuz bir erkeyle her yana yayılmakta. Gökyüzünün mavisi, biraz açıldı gibi. Beyaz bulutlar belirginleşmeye başladı. Yelin gücüyle yavaşça kıpırdayan bulutlar, güneşle bir ışık oyununun içinde. Güneş onları kovalayan ateşten bir dev.

        Güneş, dağları kucaklayıp koynuna alırken İlk çocukluk günlerimden beri anımsadığım tüm bayramlar gözümün önünden geçmekte bir bir. Hele ağız tadıyla kutladığımız bayramlar… Kalabalık ailemizde herkesin sabahın köründe ayağa dikilmesi. Uzun süren bayramlaşmalar… Bir gün öncesinden yapılan hazırlıklar… Tepsileri dolduran baklavalar, börekler… Kazanlarda pişen yemekler… Bayram sabahından başlayan eş dost, konu komşu, hısım akraba ziyaretleri… Herkesin yaşadığı yoksulluğa aldırmadan giydiği temiz ve yeni giysiler… Yeni olmasa bile o güne özgü bayramdan bayrama giyilen kıyafetler… Kucaklaşmalar sırasında yaşlı gözlerden dökülen inci taneleri… Bulutlanan gözler, titreyen dudaklar… Geciken akrabaları merak ettiğini belli etmemeye çalışan yaşulular… Gözlerini evin çevresindeki patikalardan ayırmayan nineler… Bahçedeki ulu ağaçların yıkılmaz dallarına çocuklar için kurulan kendir ipinden salıncaklar… Avlularda ardı arkası kesilmeyen çocuk çığlıkları… Bakır sinilere çarpan kaşık ve çatalın ritmik sesleri… Sininin çevresine herkes oturup sığsın diye büzülen anneler, babalar, büyükler… Kurban etinden yapılan ilk kavurmanın doyumsuz tadı… Yoksul komşunun onurunu kırmadan ona verilen armağanlar, kurban etleri… Çocuklara dağıtılan akide şekerleri… Şekerlerin keyiflendirdiği yüzler… Şekeri ağzında emmeyi beceremeyip çatır çutur dişleriyle kırıp yiyen küçük çocukların, şekerim bitti, diye ağlamaları… “Şekeri çiğneme dişini kırarsın.” diyerek çocukları uyaran büyükler… Ninelerin sandıktan dişsiz ağızlarıyla gülümseyerek çıkarıp çocuklara özenle verdikleri kokulu elmalar... Daha neler, neler…

        Usumda fırtınalar kopmakta. Ben, Babadağ’ın ardından doğan güneşe baktıkça usumdan bir yel esintisiyle geçip giden geçmişim. Şimdi hiçbiri yanımda yok! Onların hepsi Kaf Dağının ardında, bir buğulu camın görüntüsünde.

        Güneş yükseldikçe gökyüzünde, benim anılarımı alıp götürmekte. Anılarım, güneşle gökyüzünün sonsuzluğuna ağarken ben, yaşadığım gerçekliğe dönmekteyim. Önce Ankara’da yaşamakta olan annemi aradım. Bayramını kutladım. Kutladım mı, kutlamadım mı bu biçimde onun da farkında değilim. Gözlerindeki buğuyu düşledim, sesindeki titrekliği işittim. İşitince de yüreğimde fırtınalar koptu. Telefonu kapatınca oturduğum yere çakılı kaldım. Uzun süre kıpırdamadım. Annemle ilgili anılarım, bir film gibi geçiyor gözümün önünden. Verdiği emekleri üst üste yığsam Babadağ’ın doruğunu aşıp gider. Bize verdiği sevgiyi hiçbir şeyle kıyaslayamam. Onun büyüklüğü, evrene sığmaz.

        Yerimden kalkıp odaya girdim. Derin bir sessizlik var. Kahvaltı zamanı çoktan gelmiş. Bizimkiler mışıl mışıl uyumakta. İkisini de uyandırdım. Uyuyan birini uyandırmak en nefret ettiğim iştir. Kıyamam uyuyan birine. Ancak Atacan’ın ilaç içmesi gerek. Eşim de kahvaltıya yetişmeli. İkisi birden uyandı. Çocuğun bitkinliği geçmemiş. Birlikte kahvaltıya gittik. Buradaki garsonlarla tek tek bayramlaştık. Kimi elimi öpmeye kalktı, öptürmedim. Hepsi gurbette, sıla özlemleri derin. Benim onlarla bayramlaştığımı görünce belki de sıladaki büyüklerini düşündüler. Böylece içlerinde fırtınalar kopmuş olabilir. Bu sabah da bir lokma yemedi çocuk. Bir bardak ballı çay içti. Garsonlar çevresinde dört dönüyorlar bir şeyler yesin diye. Ama yok, yok, yok! Buna karşın ilaçlarını içirdim ona.

        Kahvaltıdan sonra havuz başında güneşlendik biraz. Ardından üçümüz birden yüzdük. Çocuğun yüzmesi güzel… Bu, bitkinliğini üzerinden attığının bir belirtisi. Yüzmesini istiyorum, belki iştahı açılır yemek yer diye. Nafile…

        Öğle yemeğine gittik. Yine bir şey yemedi çocuk. O tabağındaki yemeklere, yemekler de ona baktı. İlaçlarını içirip kalktık. Çarşıya yürüdük. Bir de gündüz gözüyle görelim bakalım. Geceki kokuşmuşluk, çürüme var mı diye. Gündüz sessizlik egemen çarşıya. Esnaf müşteri peşinde. Sahile indik. Paraşütçülerin inişlerini izledik bir süre. Birkaçıyla söyleştik. Ardından kumsala yürüdük. Bir şemsiye altındaki uzanağa oturup denizi izlemeye başladık. Hemen yanı başımıza iki kişi geldi. Para istiyorlar. Şemsiyenin gölgesinde uzanağa oturmak paralı. Gençlerle biraz söyleştik. Onlara takıldım. Ardından kalkıp gittik. Yasal olarak halkın olan kumsallar, halka paralı… Birileri, milletin kumsalında milletten para almakta. Bu, haksız kazanç değil de nedir?

        Otele döndük. Odamızın önündeki uzanaklara uzanıp bir şeyler içmekteyiz. Bir yandan da söyleşmekteyiz. İkindi vakti… Havuzdan birkaç adım uzaklıkta Trabzon hurmaları var. Yeşil meyveleri dallar taşıyamıyor. Bir aile ağacı incelemekteler. Az sonra bize doğru yürüdüler. Önce “İyi bayramlar…” dedim onlara. Sonra da meyvenin adını söyledim: “Trabzon hurması…” Ailenin erkeği karşı çıktı: “Buna Gürcü hurması denir.” dedi. İçimden kahkaha atmak geldi, ama olmaz. Yeni gördüğüm insanlar bu kişiler,  yakışık almaz.

        Hemen sordum: “Siz Rizeli misiniz?”

        “Evet!” dedi adam.

        Nereden mi bildim? Rizelilerin hepsinde olmasa bile çoğunluğunda Trabzon’a karşı rüştünü kanıtlama isteği var. Oysa kültürler aynı… Rize, yıllarca Trabzon’un bir ilçesi, bir sancağı olmuş. Yörenin deyişiyle aynı tavanın balığı iki kent.

        Neyse sözü uzatmayalım. Yanımızda yer açıp buyur ettik bu güzel aileyi. Önce Metin Yardımcı Bey ile tanıştık, sonra eşi Fatma Hanım ve kızları üniversiteli Petek’le. Söyleştik dereden tepeden. İçten insanlar. Akşam yemeğine birlikte gittik. Yemekten sonra gece yarısına dek bir şeyler içip söyleştik odaların önünde. Bu arada Metin Beylerin de oda komşumuz olduklarını belirteyim.

        Bir Trabzon hurması, bize bir dost aile kazandırdı. Ah, sen nelere kadirsin Trabzon…

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       25 Temmuz 2022

 

UYKUSUZ BİR GECEDE ATACAN (Dinlence Yazıları 12)


        Ölüdeniz’de ilk gecemiz. Gönlümüzün yorulduğu bir günün sonunda uykuya daldık yatağımıza girer girmez. Atacan, kendi yerine yatmadı. Annesiyle yer değiştirdi. Gelip yanıma kıvrıldı. Başı göğsümde mışıl mışıl uyumakta. Elim saçlarını okşarken uyuyakalmışım. Birkaç saat sonra çocuk büyük bir öğürtüyle kusmaya başladı. Üstüme kusmamak için çabaladıysa da başaramadı. Kusmuklarının bir bölümü çıplak göğsümde ılıklık yaymakta. O, özür dilemekte benden. Ben ise “Önemli değil, yıkanınca bir şey kalmaz.” diyerek onu rahatlatmaya çalışıyorum.

        Öğürtüyü ve konuşmalarımız işiten eşim uyandı. Kalkıp ışığı yaktı. Yatak kusmuk içinde. Temizlemeye çalışıyoruz, ama nafile… Kirlenen çarşaf ve pikeyi bir yere kaldırdık. Uyuyabileceğimiz dar, temiz bir alan oluşturduk. Atacan, bana sıkı sıkı sarılmış. Az da olsa ateşi var. Birden yerinden fırlayıp ayakyoluna gitti. İshal… Artık uyumak haram…

        Birkaç kez daha kustu. Midesi tamamen boşaldı, kusacak bir şey kalmadı. Ayakyoluna da gitti sık sık. Sabah ışımaya başladı. Uyumam olanaksız. Çocuk kıvrılmış, kolumun üstünde çok güzel uyumakta. Kim bilir düşünde ne görüyor? Bir elim alnında, ateşine bakıyorum. Ateşi yok sayılır. Kalkıp duş alacağım, ancak uyanmasın diye kımıldanmıyorum yerimden. Üstümdeki kusmuklar kurumuş. Kokusu her yanda. Çocuğun uykusunu dünyaya değişmem. Bu nedenle uyanana dek böyle yatacağım. Çocuğun dinlencesi mahvolacak. Neyse uyanınca kahvaltı yapıp doktora götürelim onu.

        Saate bakmıyorum. Camdan güneşin gittikçe parladığını görüyorum. Güneşe bakarak saati tahmin etmeye çalışmaktayım. Elim alnında, saçlarında çocuğun. Düşlemler uçuşmakta beynimde. Zaman geçmek bilmiyor. Uyansa da bir an önce doktora gitsek. Ancak uykunun da ona iyi geleceğinin farkındayım. Güneş epey yükseldi, camdan içeri giriyor. Odamızda bir konuğumuz var artık parıldayan. Duvarda yansımakta güneş ışınları. Duvardaki parıltılar türlü biçimler almakta. Onları türlü nesnelere benzetiyorum. Böylece güneşle adı konmamış bir oyun oynamaktayım. Oyunum epeyce sürdü.

        Atacan, yavaşça kolumun üstünde döndü. Uzun kirpikleri arasından iki bal köpüğü göründü. Yüzü bitkin. Bana baktı kaçamak bakışlarla. Onu, yukarı çekip alnından, yanaklarından öptüm. Kokladım uzun uzun. Bakıştık bir süre. Annesini sordu. Sırtı dönüktü onun yattığı yere. Gösterdim elimle. Eşime seslendim, uyandı hemen. Telaşla fırladı. “Atacan…” dedi. Onu, uyanık görünce gelip öpmeye başladı. Kalktık. Önce kusmuklu eşyalarını bir yana katlayıp koyduk. Sonrasında duş aldım. Geceden beri göğsümde, karnımda taşıdığım atıklardan kurtuldum. Atacan da yıkandı. Odadan çıktık. Durumu, kat görevlilerine anlattık. Zaten odamız bugün değişecekti. Dün akşam eşim bu odayı beğenmemişti. Başka oda olmadığından zorunlu olarak burada kaldık.

        Kahvaltı salonuna geçtik. Çabucak kahvaltımızı yaptık. Çocuk, tek bir lokma ağzına atmadı. Yalnızca birkaç yudum su içti. Otel yöneticisine sorduk en yakın doktora nasıl ulaşacağımızı. Hisarönü’ndeki sağlık ocağını söyledi. Hemen taksi çağrıldı. Taksiye bindik. Eşim, çocukla arka koltukta elinde bir naylon torbayla. Çocuk öğürdükçe taksicinin aklı çıkmakta. Arabası kirlenecek diye ödü kopmakta. Kusamıyor bir türlü, çünkü midesinde çıkacak bir şey yok! Taksicinin tavrı bizi gerip diken üzerine oturtuyor. Çocuk can, sürücü koltuğunun kirlenmemesi derdinde. Kendimi zor tutuyorum, bir şey söylememek için. Bir an önce doktora varmalıyız. Sonunda geliyoruz sağlık ocağının önüne. Parayı öderken "Arabanı kirletmedi çocuk, bu denli korkmana gerek yoktu." demeyi ihmal etmedim. Ardından “İyi günler, hayırlı işler…” diledim bu can sıkıcıya.

        Sağlık ocağına girdik. Görevli doktorun kapısında çok beklemeden içerdeydik. Karşımızda güler yüzlü bir adam. Sevecen… Çocuğu muayene etti. Ateşine baktı. İyice inceledi. Reçeteyi yazmak için oturdu. Ben de karşısında oturmaktaydım. Masasında Türk ve Fenerbahçe bayrakları yan yana. Karadenizli olduğunu düşündüm. Sordum ona: “Rizeli misiniz?”

        “Evet, Rize-Çamlıhemşin…” diyerek onayladı beni. Uzun süredir Fethiye’deymiş. Artık hanım köylü olmuş. Kısa, hoş bir söyleşimiz oldu. Adını söyledi, telefon numarasını yazdırdı bana. Ben de kaydettim onun numarasını telefonuma. Bir gün Dr. Şenol Terzi ile hastalıkta değil de sağlıkta bir yerlerde karşılaşır, söyleşimizi kaldığı yerden sürdürürüz, kim bilir?

Sağlık ocağının yanındaki eczaneden ilaçları aldık. Biz eczanedeyken eşim, üç gün sonra gideceğimiz Hisarönü’ndeki oteli görmeye gitti. Çok yakınmış buraya. Biz de Atacan’la ilaçları alıp yakındaki bir markete girdik. Taşıyabileceğim kadar su aldım. Çünkü otelde içme suyu kent suyunun arıtılmasıyla ele ediliyor. Bu, hoşuma gitmedi. Ayakyoluna gitmek için belediye binasının önüne geldik. Atacan, beni burada bir ağacın gölgesinde bekledi. Az sonra eşim aradı. Ona çocuğun yerini söyledim. Yanına gittiğinde çimlerin üzerine uzanmış yatıyordu bizim hastamız.

Bu kez dolmuşa bindik, zaten önümüzde durmuştu. Yine kredi kartıyla ödememizi yaptık dokunmasız olarak. Benim içimde bir merak… Kredi kartıyla ödemenin nedenini öğrenme isteğim. Neyse şimdi zamanı değil, çocuk hasta. Bir başka gün, bunu öğreneceğim.

Otele geldik. Konuklar öğle yemeğine oturmuş bile. Çocuğun şuruplarının biri aç, diğeri de tok kanına içilecek. Aç karnına içmesi gerekeni içirdik. Ya tok karnına içmesi gereken ne olacak? Yalvardık, yakardık olmadı. En sonunda iki lokma yiyip “Doydum.” dedi. Onu tok sayarak tok karnına içmesi gereken şurubu da içirdim. Biz yemeklerimizi yedik keyifsizce.

Yemekten sonra havuz başına, meyve ağaçlarının gölgelediği uzanaklara uzandık. Atacan uyuyacağını söyledi. Ona göre hazırladık yerine gölgede. Deliksiz uyudu saatlerce. Birkaç kez uyanıp birkaç yudum su içti. Ben, kitap okumaya çalıştım onun yanında, okuyamadım. Babadağ’dan atlayan paraşütçüleri izledim uzun zaman. Zaman geçmiyor nedense. İşin tadı tuzu kalmadı. Doktordan geldik geleli kusmadı, bu çok iyi. Eşim biraz yüzdü. Daha sonra ben de yüzdüm. Bu arada odamız değişti. Eşyalarımız taşıdık oraya. Yeni odamız havuza bakmakta, düzayak. Eşim bu odayı beğendi.

Akşama doğru uyandı çocuk. Dinlenmiş, ancak keyifsizdi. Yeni odamızı gösterdik. Öylesine baktı. Bir şey demedi. Akşam yemeğine gittik. Ağzına tek lokma koymadı. Bir bardak portakal suyu içti. İlaçlarını verdik. Uyumak istediğini söyledi. Odaya geçtik. Hemen yatağa yatıp uyumaya başladı. Televizyonu açtık o uyurken haber dinleyelim diye. Canımız sıkıldı. Odamızın önüne iki tane uzanak çekip oturduk havuz başına.

Hava iyice karardı biz otururken. Havuz çevresindeki ışıklar sönmeye başladı. Bugünün en iyi olan işi bu. Işıklar azalınca gökyüzünü izledik uzun süre. Yıldızlara baktık. Işıl ışıl gökyüzünde kayan bir yıldız aradık. Ancak yıldız kaymadı. Biz de dileklerimizi başka bir geceye bıraktık.

8 Temmuz Cuma günümüz böyle geçti. Yaşam inişli çıkışlı bir yol. Bugün inişi yaşadık keyifsizce.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               24 Temmuz 2022

ZAMAN DAR, DURUM SIKINTILI (Dinlence Yazıları 11)


        7 Temmuz Perşembe günü Fethiye otogarına geldiğimizde ikindi geçmiş, gün boynunu bükmüştü. Güneş batıdaki yarım adanın üzerinde gülümsemekteydi. Menteşe dağlarının arasına sıkışmış verimli ovayı kaplayan bir kent burası. Menteşe dağlarının sularıyla beslenen ufacık ovayı, betona teslim etmişiz. Gerçi yapıların neredeyse hepsi üç katlı. Yüksek yapılar göze çarpmıyor. Yörenin çalışkan insanları da ekmeğini taştan, bayırdan çıkarmakta. Gerçi Fethiye çevresinde burası gibi onlarca düz alan var dağların arasına sıkışmış.

        Otobüsün yüklüğünden yükçelerimiz aldık. Ölüdeniz’e giden dolmuşların geçtiği yeri sorduk. Söylediler. Zaten çok yakınmış. Çok az bekleyişten sonra dolmuş geldi. Bindik. Ben şoför mahallindeyim. Eşim ve Atacan arkada. Yanımda birisi daha oturmakta. Ücretler ödenmekte bir yandan. Ödeme biçimi ilgimi çekti. Nakit ödersen yirmi üç lira, kredi kartıyla ödersen on dokuz. Hep tersi olur ya alışverişlerde bu durum, ilgimi çekmesin de ne yapsın… Ben de kredi kartıyla ödedim dokunmasız olarak. Böyle bir ödemeyle ilk kez karşılaşıyorum, bunun nedenini öğrenmeliyim. Ancak şimdi önceliğim, otelimizi bulmakta.

        Sürücümüze, otelin adını söyleyerek yakın bir yerde ineceğimizi belirttim. Otelin adını söyleyince yanımdaki kişi, yüzünde biraz alaycı bir gülümsemeyle “O otel kapalı…” dedi. Sürücü de çok bilmiş bir yüzle yanımdakini onayladı.

        Ben: “Nasıl kapalı olur? Dolmuşa binmeden önce tur görevlisiyle konuştum, bizi bekliyorlar. Hatta ineceğimiz yerde bizi karşılayacak.” diyerek yanıtladım onu. Hazret, buraların padişahı gibi davranmakta. Kendisi gezgin kılavuzuymuş. İşi, yöreye yoğun olarak gelen İngilizleri gezdirmekmiş. Ben sormadığım halde sayıyor çalıştığı otelleri bir çırpıda. Bizim gideceğimiz otele genellikle Rusların geldiğini, salgın süresince kapalı kaldığını, bu yıl da açılmadığını söylüyor kesin yargılarla. Bana acıyarak bakmakta. Dolandırıldığımızı ima etmekte bakışları ve ses tonuyla.

        Hemen tur kılavuzumuz Yağız’ı telefonla aradım. “Otelin kapalı olduğunu söylüyor yanımda oturan biri. Doğru mu bu?" Yağız, söylenenlerin yanlışlığını dile getirdi. Şu anda otelde bulunduğunu, her şeyin de yolunda gittiğini anlattı telefonda. Şunu da belirteyim ki otele gelişimize aracılık yapan turumuz, ülkemizin bu alanda önde gelen firmalarından biri. Kılavuzumuzun söylediklerini anlattım yanımdaki şom ağızlıya ve sürücüye. Bu kez sürücü ağız değiştirdi. Kendisinin öyle bir şey söylemediğini belirtti. Sürücümüz yaşlı başlı, kalıplı da bir adam. Beş dakika öncesinde desteklediği şom ağızlıyı yalnız bıraktı birden. Bu ikisinin tanıştıkları belli. Arada sırada söyleşmekteler dereden tepeden.

        Ben cam kıyısında oturmaktayım. Bilip bilmediği yerde konuşan gezgin kılavuzuna: “Bak otel açık. Sizin meslektaşınız söyledi az önce. Biz, size ineceğimiz yeri sorduk. Siz, bizim moralimizi yerle bir ettiniz. Oldu mu bu?” dedim biraz kızgınlıkla. Yanıt vermedi. Mırıldanarak sürücüyle bir şeyler konuşmaya başladı. Bana bakamıyor utancından. Ben de Mendos ve Babadağ’ın görkemine dalmış bir durumda çevremi incelemekteyim.

        Otelin yan sokağında indik dolmuştan. Hemen köşede Yağız’la karşılaştık. Birkaç dakikalık bir yürüyüşten sonra otele girdik. Gerekli işlemleri yaptıktan sonra odamıza gidip eşyalarımızı bıraktık. Otelin çevresini gezdik. Olağanüstü güzel bir bahçesi var. Dallarında olgunlaşmış erikler, şeftaliler, armutlar… Yaprakların arasından yemyeşil göz kırpan Trabzon hurmaları… Limon, turunç., portakallar dallarda olgunlaşmayı bekliyor. Farklı türlerde kaktüsler… Her yan yemyeşil… Meyve ağaçları insana yaşam erkesi vermekte. İki ayrı havuz var farklı yerlerde. Atacan ve eşim, ağaçlardan birazcık erik topladılar. Hemen yıkayarak yedik. Atacan için güzel bir yer… Çünkü bu denli çok meyveyi dallarda görmesi onu mutluluğa boğuyor. Meyvelerin ilaçlanmadığı belli. Çünkü bazı erikler kurtlu. Görevlilere sorunca onlar da doğruluyorlar bunu.

        Akşam yemeği zamanı gelince aşevine gittik. Açık havada, gölgelik bir yerde yemeğimizi yiyeceğiz. Yemek türü fazla değil. Bu nedenle tabaklar Antalya’daki otelde olduğu gibi çok dolu sayılmaz. Bu nedenle savurganlık az. Yemeğimizi yedik Babadağ’a bakarak.

        Yemek bittikten sonra bir şeyler içip dışarı çıktık. Otelin önündeki ana caddeden denize doğru yürüdük. Denize yaklaştıkça sağlı sollu dükkanlar var. Neredeyse hepsi gezginlere yönelik. Her şey çok pahalı… Üstelik ürünlerin etiketlerindeki ederlerin çoğu avro olarak yazılmış. Bağımsız bir ülkede bu durum, utanç verici. Ardından eğlence yerleri başlıyor. Gürültü, kafa çatlatıyor.  Dans gösterileri ilgi çekmekte. Giyim kuşamlar sıra dışı. Alkollü içkiler su gibi akıyor midelere. Şehvet dorukta… Cinsellik, ayağa düşmüş. Sapkınlık, aşkın büyüsünü bozmuş. Kadınlık, bir et gösterisine dönüşmüş. Kültürel kokuşmuşluk her yanda… Bu kokuşmuşluk, ne yazık ki bizim gezginlerimizin bazılarını da çürütmekte.

        Deniz kıyısına indik. Önce sola doğru yürüdük. Yamaç paraşütlerinin indiği yerde gezindik. Sonra geri dönüp diğer yana gittik. Deniz kokusunu zor da olsa içimize doldurmaya çalıştık. Çünkü eğlence yerlerinin gürültüsü ve kokuşmuşluğu, güzelim denizin kokusunu ciğerlerimize doldurmayı engellemekte; gürültü, denizin sesini bastırmaktaydı. Bir süre sonra otelimize geri dönmek için yürümeye başladık. Sırtımız denize, yüzümüz dağlara dönüktü. İçeriye doğru yürüdükçe bir sessizlik karşılıyor bizi. Otel bahçelerinin bazılarından müzik sesleri gelmekte. Yukarıdan yatsı ezanı okunmaya başlayınca başka bir yerde olmadığımızı anladık. Aşağıdaki kokuşmuşluğun yukarılara yayılmamasını diledim içimden.

        Babadağ, kartal duruşlu… Ölüdeniz’i kanatlarının altına almış durumda. Yamaçları gittikçe dikleşmekte. Seyrine doyum olmuyor dağın. Doruğu yarı çıplak… Ölüdeniz, denizden yamaçlara doğru düzgün bir eğimle bir dil gibi girmekte tepelerin arasına. Bazı yapılar, yamaçlara tırmanmış. Boş alan yok gibi. Her arsada bir yapı. Yeşil alanlar, pek göze çarpmıyor. Oteller bahçelerine ağaç ve çiçekler dikmiş. Buradaki palmiyeler, diğer yerlere göre daha canlı. Demek ki buranın toprağı ve suyu iyi gelmiş bu sıcak iklim ağaçlarına. Antalya’da bile palmiyelerin keyifsizliğini görmüştüm üzülerek.

        Otele vardık. Havuz başında bir şeyler içip geceyi dinledik. Daha sonra uyumaya karar verdik. Odamızdaki ayakyolundaki oturağın kapağı kırık. Sıcak su, çok geç akmakta kesintili.  Bekleyene dek insanın sabrı tükenmekte. İklimlendirme aracı çalışmıyor. Nasıl çalışsın pili yok kumandasının. Sorduk soruşturduk pil bulamadık.

        Her şeye karşın gece güzel, ancak çok sıcak. Uyumak için yataklarımıza girdik. Sabah ola, hayrola…

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       23 Temmuz 2022