ŞEHİT VAN VALİSİ ALİ PAŞA


Van’da, Türkler ve Ermeniler yıllarca barış içinde yaşadılar. Komşuluk ve yazgı birliği yaptılar. Aynı havayı soluyup aynı suyu içtiler; aynı güneşte yanıp aynı ayazda dondular, aynı masallarla beslenip aynı türkülerle coştular. Aynı lezzetlerle keyiflenip aynı toprağı paylaştılar. Aynı fırınlardan ekmek alıp aynı kahvelerde oturdular. Birbirlerinin düğünlerine, cenazelerine gittiler. Ayrı dinlere inanmalarına karşın birbirlerinin inançlarına hep saygılı davrandılar. Müslümanlar, aşure gününde bin bir lezzeti saklayan aşureler pişirip ellerinde taslarla Ermenilerin kapılarını çaldılar. Paskalya yumurtalarını birlikte boyadılar mutlulukla. Camilerle kiliseler aynı sokaklarda, caddelerde, alanlarda yükseldi. Birlikte ağlayıp birlikte güldüler.

Ermeniler, genellikle kent merkezinde yaşamaktaydı Osmanlı döneminde. Nüfusun çoğunluğunu oluşturan Türkler ise daha çok köylerde tarım ve hayvancılıkla geçinmekteydiler. Bundan da anlaşılıyor ki Ermenilerin ekonomik koşulları Türklere göre daha iyiydi. Müslümanların çok azı, esnaf ve zanaatkârdı. Osmanlı, ülkesi sınırları içinde yaşayan farklı inanca ve değişik etnik kökene sahip kişiler arasında ayrımcılık yapmazdı. Ermeniler, Osmanlı bürokrasisi içinde önemli bir yer tutmaktaydı. Ülkenin her türlü olanağından yararlanan Ermeniler erinç içindeydi.

Ermeni ve Türklerin yanı sıra Van’da Yahudiler de yaşardı. Bu topluluk üyeleri, daha çok ticaretle uğraşırdı.

Osmanlı topraklarını paylaşmayı kafasına koymuş emperyalist ülkeler, din ve etnik köken farklılıklarından yararlanmaya başladı. Tıpkı Balkanlarda olduğu gibi kışkırtmalara başladı Avrupa’nın sömürgeci ülkeleri. İran’la Türkiye’yi coğrafi olarak birbirinden koparmak ve Batı Asya’nın varsıl hammadde kaynaklarına el koymaktı amaçları. Rusya, İngiltere ve Fransa’nın bölgedeki siyasal etkinlikleri, Ermenilerin 2-3 Haziran 1896’da isyan etmelerine neden oldu. Böylece bin yılı aşkın bir süredir kardeşçe yaşayan iki toplum karşı karşıya geldi. Osmanlı Devleti, bu ayaklanmayı bastırdı. Ne yazık ki elebaşları gerekli cezalara çarptırılmadı. Bu durumdan yüreklenen bazı Ermeniler, gizlice örgütlendiler. Bu örgütleri de büyük devletler destekledi.

Emperyalistlerin desteğiyle kurulan Ermeni örgütleri, kent halkına baskı uygulamaya başladı. Bu durum, Ermenilerin büyük çoğunluğunu kaygılandırdı. Bu nedenle bu örgütlere karşı tepki gösterdiler. Örgüt militanları, önce Ermenileri öldürmeye başladı. Amaç, halkın tepkisini yok etmekti. Burada bir benzerlik ilgi çekmekte. PKK da örgütlenip eylemlere başladığında öncelikle Kürt kökenli yurttaşlarımızı katletmeye başladı. Demek ki emperyalistlerin örgütlediği ve kullandığı terör örgütlerinin savaşım yöntemleri aynı.

Ermeni örgütleri, bir yandan halkı baskı altında tutarken diğer yandan da günümüzde “sivil itaatsizlik” dediğimiz yöntemleri uygulamaya soktu. Bunların en başında da vergi ödenmeyi engellemekti. Asayiş iyice bozulmuştu. Devletin gücü duyumsanamıyordu halk tarafından. İnsanların can ve mal güvenlikleri tehlikedeydi. Güvenliği sağlamak ve etnik kışkırtmaların önünü kesmek gerekmekteydi. Bu nedenle Ali Paşa önce vekaleten, başarılı olunca da asaleten Van’a vali olarak atandı.

Ali Paşa’dan önce valilik görevinde bulunanlar, etnik terörün ve bunun yol açtığı tehlikenin farkında değillerdi. İşte, Ali Paşa böylesine zor koşullarda göreve başladı. Ali Paşa, kısa sürede kanun kaçaklarını yakalattı. Ermenilerin yıllardır ödemedikleri vergileri yoluna koydu. Memur ve emeklilerin aylardır ödenmeyen aylıklarını ödedi. Van’da devlete çeki düzen verdi.

Ali Paşa’nın aldığı önlem ve uygulamalarıyla halkın desteğini alıp saygısını kazandı. Ancak Ermeni-Türk çatışması çıkarmak isteyen batılı büyük güçler, bu uygulamalardan memnun olmadı. Ayrılıkçı Ermeni militanları Vali Paşa’dan nefret etmekteydi.

Van’da yeniden devletin egemen olmasını sağlayan Ali Paşa’nın görevden alınması için Avrupalı emperyalist ülkeler, Osmanlı Devleti’ne baskı yapılmaktaydı. Bu baskılara dayanamayan hükümet, Vali Paşa’yı görevden aldı (20 Ekim 1908). Van halkı İstanbul’a telgraflar çeker, valilerini geri ister. Baskılara dayanamayan Padişah II. Abdülhamit, yeni bir valinin atanacağını söyleyerek halkı yatıştırır.

Vali Paşa, kentten ayrılmadan önce halkla vedalaşır. Birçok kişinin gözyaşlarını tutamadığı görülür o günün tanıklarınca.

Ali Paşa, İstanbul’a dönmek için yola çıktı çıkmasına da teröristlerin kendine karşı bir saldırıda bulunacağından emindi. Van’dan Erzurum’a, oradan Revan’a, Revan’dan Tiflis yoluyla Batum’a geçer. Buradan da vapurla İstanbul’a gidecektir. Yol boyunca Ermenilerin protesto gösterileriyle karşılanır. Batum’da iskeleden vapura binerken Alev Başyan tarafından silahla vurulur (1908). Oracıkta can verir. Cenazesi, İstanbul’a götürülmek üzere vapura bindirilir. Vapur, on beş günde Sinop’a varır. Ceset kokmaya başlamıştır. Bunun üzerine Ali Paşa’nın cesedi, Sinop’ta karaya çıkarılır. Seyit Bilal Camisinin bahçesine gömülür.

Van halkı Paşalarını unutmaz. İyilikleri, başarıları dilden dile dolaşıp durur. Sonunda Ali Paşa Ağıdını yakar halk. Bu türkü, günümüze dek söylenip gelir.

“Arpa ektim biçemedim/ Bir düş gördüm seçemedim/ Alışmıştım soğuk suya/ Issı sular içemedim.

Allı gelin, pullu gelin/ Bir su ver içeyim gelin/ Bu güzellik sende varken/ Beşi birlik takam gelin (Kavuştak)

Ali Paşa geyer kürkü/ Yarı sansar yarı tilki/ Ali Paşa burdan gitti/ Yığılsın (yıkılsın) Van’ın mülkü

Kavuştak

Üç atım var biri binek/ Arkadaşlar kalkın gidek/ Ali Paşa’yı vurdular/ Yavrusuna haber verek

Kavuştak

Karavanaya vurdular/ Yüzbaşılar darıldılar/ Darılmayın yüzbaşılar/ Ali Paşa’yı vurdular

Kavuştak”

Van Valisi Ali Paşa’nın adı günümüzde de yaşamakta. Nerede mi? Halkın gönlünde… Yalnızca ağıtta mı yaşıyor Ali Paşa? Değil… Van’ın en büyük ve merkezi mahallelerinden birine adını vermiş. Sokak, okul, cami adı olmuş. Kim bilir kaç çocuğa ad olarak konmuş? Onu vuran emperyalizmin tetikçileri ne olmuş acaba? Adlarını anımsayan var mı?

Çıkmış birileri siyaset adına orta yere… Türklerin Ermenilere soykırım yaptığını dile getirmekte. Hem de TBMM’de… Ali Paşa Ağıdını dinlersen sana gerçeği anlatır Van halkı. Bundan başka onlarca ağıt var bu konuda halkın duygularını dile getiren. Uzaklara gitmeyin, yan yollara sapmayın, büyük güçlere alet olmayın, gezin Anadolu’yu binlerce gerçek önünüze çıkar. Ne utanacak yüzünüz kalır ne de konuşacak diliniz.

Not: Ali Paşa Ağıdını dinlemek için https://www.youtube.com/watch?v=Oo7T6DiW5BQ

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       25 Nisan 2022

 

 

 

 

 

 

 

 


KILIÇDAROĞLU’NUN ELEKTRİK DİRENİŞİ(!)


Elektriğe olağanüstü zam geldi, akaryakıta da. Erke zamlanınca neredeyse tüm tüketim mallarına zam gelmekte. Çünkü erkesiz üretim olmuyor.

Peki, elektrik niye çok pahalı?

Birinci neden, dışa bağımlılık… Dışardan erkeyi dövizle almaktayız. Döviz arttıkça dışardan aldığımız ürünlerin değeri de Türk lirası türünden artmakta.

İkinci neden, özelleştirme… Doğaldır ki özel sektör kârlılık esasına göre iş yapar. Bir işten kârı yoksa boşuna kürek çekmez. Ülkemizde özelleştirilen elektrik, ne yazık ki yüksek kârlarla satılmakta. Bu da üretimi pahalılaştırmakta. Pahalı üretim, tüketiciye zam olarak yansımakta.

Günler öncesinde elektriğe zam geldiğinde Kılıçdaroğlu, zammı protesto için elektrik faturasını ödemeyeceğini söyledi. Kılıçdaroğlu, siyasetçi olsa da Türkiye’nin normal bir yurttaşıdır. Her yurttaşın yerine getirmesi gereken yükümlülüklerden o da sorumludur. Faturasını ödemeyeceğini açıklayarak yurttaşları yasalara uymamaya çağırmakta. Bu işte öncü olmakta.

Ankara’da elektrik dağıtımını, büyük bir holdinge bağlı bir şirket yapmakta. Yani Kılıçdaroğlu, elektriği devletten ya da hükümetten değil; özel bir şirketten almakta. Tıpkı market, kasap, manav, fırın, pazar, tuhafiye, dondurmacı, aşlık aletleri alışverişlerindeki gibi…

Kılıçdaroğlu bu davranışıyla diyor ki halka: elektrik, su, doğalgaz, telefon faturalarını ödemeyin! Fırında ekmek, dondurmacıda dondurma, kasapta et, manavda sebze, pazarda meyve, markette yağ parası ödemeyin! Peki, böyle bir davranışın adı nedir? Gasp…

Dersimli Kemal, Dersim ağalarının izinden gidiyor. Onların yaptığını yapmakta. Çünkü usuna başka bir çözüm gelmemekte.

Kılıçdaroğlu, elektrik faturasını ödemeyince olağan işlerlik nedeniyle elektriği bugün kesildi. Bir hafta boyunca faturasını ödemeyeceğini söylemekte genel başkan. Elektrik kesilince evi ışıldaklarla doldu. Kendince protesto yapmakta.

Peki, neden Kılıçdaroğlu’nun usuna köklü çözümler yerine, böyle bireysel çapta gösteriş kokan tavırlar gelmekte? Oysa CHP’nin ambleminde yer alan altıoktan biri, devletçilik. Elektrik dağıtım şirketlerinin devletleştirilmesini niye savunmaz bir siyasetçi? Dersimli Kemal, TÜSİAD üyesi bir holdingi karşısına alamıyor. Demek ki amacı halkın çıkarlarını savunmak değil, elektrik şirketlerinin halkı sömürmesini gereksiz eylemlere örtmek.

Günümüzde devletçiliğe ivedilikle gereksinim duymaktayız. Böyle bir dönemde Atatürk’ün devletçiliği niye savunulmaz? Halkı oyalayıp uyutan sözde eylemler yerine, köklü çözümler için neden savaşım verilmez?

Üretimin, tüketimin, yaşamın her alanına devletçiliği sokmalıyız. Türkiye gibi büyük bir ülke, birkaç elektrik dağıtım şirketinin ve üç beş tane marketçinin insafına bırakılamaz. Türkiye kalkınma, büyüme rekorlarını devletçilikle kırdı. Atatürk’ün izinden gitmek varken emperyalistlerin dayattığı izlenceler içinde debelenmek niye?

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               21 Nisan 2022

KALDIRIMDAKİ YALNIZ ARMUT AĞACI


Bostancı’da kaldırımda yalnız bir armut ağacı var. Nerede mi? Emin Ali Paşa ve Ali Nihat Tarlan caddelerinin kesişti kavşağın azıcık aşağısında. Kavşağın alt kısmına, yani deniz yanına geçiniz. Sırtınız akaryakıt istasyonuna dönük olarak soldan tren istasyonuna doğru yürüyünüz. Ali Nihat Tarlan Caddesi üzerindedir bu armut ağacı, bir büfenin önünde.

Yol boyunca kokarağaçlara rastlanır çokça. Kokarağaçlar azgındır. Her yerde biter tohumu ve büyüyüp kök salar. Kökü, nerede olursa olsun suyu arayıp bulur yerin altında. Kimi zaman su borularını delip oradan su emer. Kimi zaman atık su borularının içine yerleşir kökleri. Taşın üstünde bir avuç toprak bile onun yaşaması için yeter de artar bile. Taşı delip kendine yer edinir. Baharda yapraklarını en son açan ağaçlardandır. Yeşermesi geç olunca güzün yapraklarını da geç döker. Yapraklarını sarartıp dökmemek için adeta direnir mevsimsel değişikliğe, soğuğa, doğaya. Bu ağaçların çiçekleri iyi kokmaz, bu nedenle ona, ülkemizin birçok yerinde osuruk ağacı denir. Kerestesi sağlam değil. Odun olarak yakıldığında ısısı düşüktür. Bolca duman tüttürür.

Kokarağaçların arasında boy atmış armut ağacı, aşılıdır. Kökleri kaldırım taşlarının arasında sıkışmış, soluklanamasa da bu beton cehenneminde yaşama tüm gücüyle tutunup direnir.

Baharla canlanır. Nisanın ilk günlerinde önce küçük, parlak, yeşil yaprakları çıkar ortaya. Kuru dallar, yeşile bürünür. Birkaç gün sonra çiçekler açar apak. Çiçekler gittikçe çoğalır, yeşil görünmez olur. Uzaktan bakınca büyükçe bir gelin duvağını andırır.

Her sabah kalkınca kaldırımdaki yalnız armut ağacına bakarım salonun camından ya da balkondan. Baharı, adeta bu ağaçta yaşarım. Her gün armut ağacının gölgelediği büfeden gazetemi alırım. Böylece evden, yukardan gözlediğim armudumu bir de yakından ve alttan görürüm. Her görüşümde de bedenine elimi sürüp okşarım onu.

Yel estiğinde çiçekleri dökülüp saçılır kaldırıma. Apak bir yol oluşur yolun üstünde. Çiçeklerin serpildiği bir yolda yürümenin güzelliğini, mutluluğunu yaşarım. Çiçeklerin dökülmesi kimi esnafı rahatsız eder. “Dükkânımın önü kirlendi.” derler. Oysa çiçek kirletir mi düştüğü yeri? Kirletseydi düştüğü yeri çiçek, çiçek olur muydu adı?

Çiçekleri esnaf ya da çöpçüler süpürür. Apak kaldırım, kurşuni bir renk alır. Soğuk, uzak ve cansız…

Kartopu gibi çiçeklerin egemenliği uzun sürmez. Hepi topu bir ya da iki haftadır bu ak beylik. Aklık, yerini yeşile bırakır. Yapraklar, kıvamını aldıkça ağacın boyutları da büyür sanki. Yeşil örtü her yanı kaplar. Dallar arasında bir şeyler saklıyormuş gibi ağacın içini göstermez bu yeşil örtü. Tam gövdeye koşut olarak yukarı baktığınızda ağacın içindeki derin kırılgan boşluğu görürsünüz. Güneş, yaprakları saydamlaştırır.

Çok geçmeden çiçekler meyveye döner. Meyveler olgunlaştıkça ballanır. Ballanan meyvelere arılar, sinekler, karıncalar, kuşlar üşüşür. Parçalanan meyveler kaldırıma serpilir. Olgunlaşan meyveleri dallar taşıyamaz olunca bazıları yere düşüp parçalanır. Kaldırımdaki parçalanmış meyveler arı, sinek ve karıncalarla kaplanmıştır. Orada bir yemek kavgası başlar sessiz, itişsiz kakışsız. Her canlı kendi payına düşeni almaya çalışır bu doğa sofrasından. Kaldırımdan yürüyüp giden insanların bazıları dalgın ya da dikkatsiz basar yere düşmüş meyvenin üzerine. Ayağının altında onlarca canlı can verir. Bundan haberi bile olmaz.

Esnaf, armutlar yere düştükçe hayıflanır. Elde kürek ve süpürge ha bire süpürür de süpürür kaldırımı. Çiçeği de meyvesi de kaldırımdan süpürülen bir ağaçtır armut.

Armut ağacının dallarından meyve akar akmasına da yiyen çıkmaz. Benim gibi birkaç yolunu şaşırmış, uzanabildikçe dallardan meyve almaya çalışır. Bir kez de tırmanmışlığım dabvar bu ağaca, armudundan tatmak için şaşkın ve küçümseyen bakışlar arasında. Şimdilerde tırmanamıyorum, nereye gitti çocukluğum ve gençliğim?

Kent çocukları, tırmanmaz meyve ağaçlarına nedendir bilinmez. Tırmanmayı bilmediklerinden mi, anne ve babalarının kızacaklarını düşündüklerinden mi, yoksa görgülü davrandıklarından mı? Bence bir meyveyi dalından koparıp yemenin zevkini, tadını bilmediklerindendir. Ağaç onları bekler, olgunlaşan meyveler onların gözünün içine bakar; ancak kent çocukları bu dilden anlamaz. Ah, bir de doğayla konuşmayı öğrenseler her şey tastamam olacak.

Yalnızlık insan için de diğer canlılar için de zor bir iş. Betonlar içinde bir yalnız ağaç… Ne çiçek dostluğu kuracağı ağaçlar ne de meyvesin gülerek iştahla yiyecek çocuklar var dallarında. Kuşlar ve böcekler de olmasa can sıkıntısından patlayacak sanki.

Her gün geçtiğim yola, yürüdüğüm kaldırıma çiçekler, meyveler sermekte armut ağacı. Bu dünyadan başka ne isteyebilirim ki…

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               19 Nisan 2022

 


KOPYA ÇEKMEYEN VAR MI?


Öğrenci olup da kopya çekmeyen var mı acaba? Vardır olmasına da çok azdır bu kişiler. Genellikle de bu tipler, arkadaşlarıyla düzgün ilişkiler kuramamış asosyal kişiler. Bu kişileri, bencillikle suçlar arkadaşları çoğu zaman. Bu suçlamanın doğru olup olmadığı tartışılır. Bizim konumuz, konunun aktöresel yanı değil.

Öğrencilerin çoğu, daha çok meraktan, kimi zaman da çalışmamanın neden olduğu özgüvensizlikten kopya çeker. Şunu peşinen söyleyeyim ki ben de öğrenciliğimde kopya çektim. İki kez yakalanıp sıfır aldım öğretmenlerimden lisedeyken. Bunun saklanacak bir yanı yok! Bir sınıfa ilk girdiğimde öğrencilerle tanışmamda olağanüstü bir insan, bir öğrenci olmadığımı söylerim. Kopya çekip çekmediğim sorulduğunda da gerçeği anlatırım. Gerçeği söyleyen öğretmenlere, öğrenciler daha çok güvenir. Güven varsa saygı ve sevgi de gelişir süreç içinde. Sevgi, saygı ve güvenin olduğu bir yerde öğretmenin anlattıkları daha çok önemsenip dinlenir. Böylece öğretme, eğitme amacına daha kestirme yoldan ulaşılır.

Öğrenciliğimde kopya çektiğimi söylediğimde öğrenciler: “Biz çekersek kızar mısınız?” diye sorarlar. Ben de “Yakalanmazsanız kızmam.” derim.

Yeşilköy Anadolu Lisesinde ücretli öğretmendim yıllar önce. Türkçe sınavı yapmaktaydım. Hava çok sıcaktı. Bu nedenle kapı ve pencereler açıktı. Kürsüde bir süre kitap okudum. Sonrasında dolaşmaya başladım. Öğrencilerin önlerinde kitap, defter açıktı. Koridorda dolaşmakta olan tarih öğretmeni Hilmi Akçayır, bu durumu görünce şaşkınlık içinde herkesin kopya çektiğini söyledi bana. Saygısı, sevgisi olmasa belki başka şeyler de söyleyecekti… Ben: “Hiç kimse kopya çekmiyor. Zaten kopya çekebilmek de olanaksız.” diye yanıtladım onu. Sonrasında arta kalan soru kâğıtlarından birini kürsüden alıp ona verdim. Öğrencilerden birinin kitap ve defterini de eline tutuşturdum. “Hadi git öğretmen odasına. Dersin boş nasıl olsa… Bu soruları kopya çekerek yap, getir.” deyince şaşkınlıkla öğretmen odasına gitti. Bir süre sonra elinde kâğıt, kalem, kitap, defter geldi. Ben bir şey söylemeden “Bu sorular, kopya çekilerek yapılmaz. Tamamen kişiye özgü bunlar. Çocuklara Allah kolaylık versin.” dedi.

Sınav kağıtlarını değerlendirdim. Hilmi Bey’e gösterdim onları. Orda da şaşkınlığı arttı. Çok ayrıntılı bir değerlendirmeydi. Yüzde yüz yapan yoktu. Diplerde olan notlar da bulunmuyordu.

Bir ikinci anımı anlatmak istiyorum bu bölümde. Uluslararası ilişkiler dalında yüksek lisans yapmaktayız. Arkadaşlarımın arasında gazeteci Ecevit Kılıç da var. Enerji ile ilgili bir dersimiz var. Sınava gireceğiz. Ecevit, sınavdan önce: “Hocam, hiç çalışmadım yanında oturabilir miyim?” diye sordu. Sınav başladı, dört soru var. Geniş bir anfideyiz. Ben, yazmaya başladım. Ecevit yazmıyor. Bir bildiği vardır, dedim kendi kendime. Az sonra “Ağabey, senin yazdıkların çok özgün şeyler… Kopya çekilmez bu kâğıttan.” dedi. Sonrasında da kendi başına yazmaya başladı. Dünyadaki enerji sorunlarıyla ilgili dört soruya on sayfalık yanıt vermiştim. Ders notum yüzdü. Hoca, bu yazdıklarımı geleceğe taşıyacak güzel bir değerlendirme yaptı. Ecevit de iyi bir not aldı.

Beşinci sınıf öğrencisi Deniz, yaşamında ilk kez koya çekiyor. Çektiği de at değil, deve değil. Ders, yabancı dil… Yalnızca bir sözcüğün karşılığına bakarken bir arkadaşının ihbarı üzerine yakalanıyor gözetmen öğretmence. Bu büyük olayı(!), öğretmenlerin hepsi duyuyor. Deniz, yaptığı işi inkâr etmeyip yalnızca bir sözcüğe bakmak istediğini söylüyor gözetmene. Zaten bin pişman olmuştur bu yaptığı işe. Utançla karışık bir üzüntü içindedir.

Veli toplantısı olur. Deniz’in annesi her öğretmenle konuşmaya başladığında ilk söz olarak bu kopya olayından yakınılır. Üstelik anne de öğretmendir. Annesi, aldırış etmez bu yakınmalara. Eve gelip çocuğuyla konuştuğunda her şey hallolmuştur.

Deniz, kopyada yakalandığını evde söylemez. Gevşek ağızlı, mızmız biri değildir. Ona göre “Okulda olanlar, okulda kalır.” Bu nedenle okuldaki sorunlarını eve taşımaz. Sorunları kendisi çözmeye çalışır, gücü yettiğince.

Deniz’in yaşadığı bu kopya olayında asıl üzerinde durmak istediğim öğretmen tutumu. Tatlı sert bir uyarıyla geçiştirilecek bir konu, dallanıp budaklandı. Deniz, bu konudan çok etkilenmedi. Çünkü olumsuzluklara karşı güçlü durma alışkanlığı var. Öz savunma becerisi olağanüstü. Ayrıca kopya çekmenin yanlışlığına inandırmış kendini. Bu konuda bin kez pişmanlık duyan birinin üstüne gitmemek gerek. Atalarımız: “Bir sürçen atın başı kesilmez.” atasözünü boşuna söylememiş.

Ayrıca bazı hatalar, öğrenciyle öğretmen arasında kalmalı. Bu sır saklandığında öğrencinin öğretmenine karşı güveni artar. Bu durum, öğrencinin tinsel gelişimi için çok önemli. Her şey deli kızın çeyizi gibi ortaya dökülmemeli.

Deniz’i ihbar eden arkadaşına da bir çift sözü olmalıydı öğretmenin. Sınavda başkalarını gözetlemek yerine, kendi işiyle ilgilenmesi gerektiği konusunda.

Suçlamak yerine, uyarmak çoğu zaman birçok sorunu kökten çözer. Çocukların küçük yanlışlarını ya görmezden gelmeli ya da kırıcı olmayan uyarılarla sorun çözümlenmeli ve orada kalmalı. Kopyanın da bir öğrenme aracı olduğu unutulmaya.

Çocuklar hoşgörüyü, bağışlamayı, bağışlanmayı kimden nasıl öğrenecekler? Her olumlu ya da olumsuz davranışın bir eğitim fırsatı olduğunu her an anımsamalı.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               17 Nisan 2022

 

YAZ BOYU FARKLI ARMUT YEME FIRSATI


Bugün köy enstitülerinin 82. kuruluş yıldönümü… Köy enstitülü bir babanın çocuğu olarak günün önemi nedeniyle babamla ilgili bir anıyı paylaşmak istedim.

Babamın en büyük tutkusu tarımdı. Ülkemizde tarımın gelişmesi için gönüllü, özverili biriydi. Köy çocuğuydu, tüm ülküsü köye adanmaktı. Bir komşusu ya da çevre köylerden bir kişinin işi düşse iki eli kanda olsa bile koşup giderdi. İnsanlara yardım etmek söz konusu olduğunda akan sular dururdu. Sözlüğünde “Hayır!” yazmazdı köylülerin işi olunca.

En sık yaptığı işlerden biri, yabani meyveleri aşılamaktı. Lezzetli, farklı, çevremizde olmayan bir meyve türü bulduğunda ne yapar yapar o meyveden bir dal kesip alırdı. Bir daldan onlarca, yeri gelir yüzlerce meyve aşılardı. Çoğu zaman aşıladığı meyvelerin sahiplerinin haberi olmazdı bahçelerindeki meyvelerin aşılandığından. Yolda izde, kahvede, dükkânın birinde bahçe sahibini gördüğünde “Senin çaylığının kıyısındaki yabani eriği aşıladım. Aşının türü bu. Meyvesi de şu zamanda olgunlaşır, haberin olsun.” derdi. Onu mutlu eden söz ise bahçe sahibinin “Sağol, elin dert görmesin! Allah senden razı olsun!” sözüydü.

Doğu Karadeniz’de arazi kıttır. Bahçeler, tarlalar el kadar. Arazi kıt olduğundandır Karadenizlinin gurbetçiliği. Ekmeğini, kayalardan, taşlardan çıkarır dağların, vadilerin çocukları. Bunca emekle kazandığı yetmez ona, vurur kendini gurbet ellere. Türkiye’nin, hatta dünyanın her yerinde bir Karadenizliye rastlamak kimseyi şaşırtmaz. Çünkü o, ekmeğinin peşindedir yeryüzünün her yanında, beş kıtada. Yakında Antarktika’da görülürlerse kimse şaşmasın. Ekmek neredeyse Karadeniz’in acar uşakları oradadır.

Yer kıt, dedik. Öyle dönümlerce meyve bahçesi olmaz. Yerin her santimini ekonomik kullanmak gerek. Toprak nimettir. O nimeti, bereketli kılmak da sabır, beceri, yetenek ister.

Karadeniz evlerinin yanında avlular bulunur. Bu avlularda her türden meyve ağaçları. Dut, kiraz, armut, erik, elma, incir… Her meyve ağacından bir tane dikmeye özen gösterilir. Çocuklar, her meyveden tatsın diyedir bu.

Babam, yabani bir armudun iki çatalı varsa ikisine farklı armut türü aşılardı. Üç çatal varsa üç farklı tür… Bu aşılamalarda çoğu zaman ben de yanında bulunurdum. Bir gün ona sordum:

“Neden her çatalın dalına farklı türde aşı yapıyorsun?”

O, gülerek yanıtladı beni:

“Yer dar, bu dar yere sekiz on tane armut ağacı dikilemez. Bu evlerin çocuklarının canları farklı zamanlarda değişik tatlarda meyve çeker. Dalın birine erken, diğerine ise geç olgunlaşan armut aşılıyorum. Üçüncü dala ise diğerlerinden farklı zamanda oluşan bir tür… Böylece yaz boyunca armut yemelerini sağlamaktayım gözleri dışarda kalmasın diye.”

Babamın yanıtı usumdan hiç çıkmadı. Bu, ancak köy enstitülü bir öğretmenin yapacağı bir buluştu. Önce çocukları düşünmek… Her şeyi onların zevklerine, isteklerine göre düzenlemek… Basit gibi görünen bir konuda bile dolu dolu eğitim dersleri olan bir uygulama. İşte, köy enstitülü olmak böyle bir şey… Yaptığı her davranışla, uygulamayla halkını, çocukları düşünen bir anlayış… İyi ki köy enstitüleri oldu. İyi ki köy enstitülü bir babanın çocuğu olma şansına, mutluluğuna eriştim.

Bizim köyümüzde ve çevre köylerde iki farklı dalında iki farklı armut veren bir ağaç görürseniz bilin ki o meyveyi Ali Öğretmen aşılamıştır. O küçücük fidanlar büyüyüp ağaç oldu, yazın gölgesinde meyvelerini yediğimiz.

Kim bilir ülkemizde köy enstitülü öğretmenlerin ellerinin değdiği köylerde ne tansıklar var. Bu okulları 1945’ten sonra girdiğimiz Atlantik süreci uğruna harcadık. Ülkemizi büyük bir aydınlanma, kalkınma gücünden alıkoyduk emperyalistler uğruna. Oldu mu bu? Hiç olmadı, hiç…

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               17 Nisan 2022

 

İSTANBUL’DA, DOĞAYLA BAŞ BAŞA


İstanbul, doğaya karşı en çok suç işlenen kentimiz. Her fırsatta talancılar, kentin yeşil alanlarını yok ederek buraları betona dönüştürmekte ustadırlar. Paraya tapınan bir güruh, yeşili griye çevirmeyi bir beceri sanmakta. Tapındıkları paranın ceplerini ısıttıklarını, yüreklerini ise betonlaştırdıkları doğa gibi çoraklaştırdığının farkında bile değiller.

İstanbul’un hızla betonlaşmasına karşın beton vandallarının henüz ulaşamadığı ya da şimdilik güçlerinin yetmediği cennet köşeler de var. Bu cennet köşeler, genellikle kentin kuzey yanlarında. Karadeniz’e yaklaştıkça bir yeşil deniz kuşatır kenti. Hem de insanın en berbat yapıtı olan griye inat.

Eşim, cumartesi gününden arkadaşlarıyla sözleşmiş. Arkadaşları dediğim kişiler, Atacan’ın ilkokuldan sınıf arkadaşlarının anneleri. Bu anneler, benim de arkadaşlarım bu arada. Ailecek iyi görüşürüz. Çocuklar sayesinde güzel bir dostluk oluşturduk. Pazar gününü, betondan arınmış bir yerde doğa içinde geçirmek niyetindeler. Amaç, salgın nedeniyle pek görüşemeyen çocukları bir araya getirmek.

Cumartesi gece yarısına dek Atacan, Can Serttaş ve Ömer Çankaya internette oyunlar oynadılar. Telefonla konuştular uzun süre. Demek ki içlerinde dayanılmaz bir araya gelme özlemi birikmiş.

Pazar sabahı erkenden hafif bir kahvaltı yaptık. Gerekli hazırlıklarımız bitince ivedi sakal tıraşı ve duştan sonra hazırdım. Evden çıktık. Eşim, arabanın direksiyonuna geçti. Biz de koltuklarımıza yerleştik. Ömer, babası Murat ve annesi Hatice ile erkenden çıkmışlar yola. Amaçları, gideceğimiz yerde iyi bir masa tutmak.

Güzel bir bahar güneşi doğayı ısıtmakta. Biz de aylar sonra yazlıklarımızı giydik. Sabahın ılıklığı can vermekte bize. Arabanın camları açık. Serin bir kuzeyli yel, serinletmekte bizleri.

Yola çıktık. Önce Sancaktepe’ye uğrayacağız Can’la annesi Gönül’ü almak için. Anlaşılacağı üzere hem Gönül’ü alacağız oğluyla hem de gönül alacağız. Yollar tenha. Pazar sabahının ve ramazanın tenhalığı bu. Keşke İstanbul hep böyle olsa. Kısa sürede ulaştık Canların oturduğu siteye. Can’ın babası Cem, bize katılmayacak bugün. Bir yandan oruç tutmakta, bir yandan da çalışmakta. Bu nedenle böyle güzel bir günde aramızda olamayacak.

Arkadaşlarımız, arabaya bindikten sonra yola koyulduk. Polonezköy’e gideceğiz. Almedağ’a doğru ilerlemekteyiz. Alemdağ’da betonlaşma hızla sürerken doğa kısmen korunmuş. Bakalım bu ağaçlar, çimler, kuşlar ne kadar direnecekler kent vandallarına? Alemdağ’dan Reşadiye’ye doğru uzanan yolun sağı solu sokak köpekleriyle dolu. Kimi uyumakta yol kıyısında. Kimi ise avare avare dolaşmakta. Köpekler bakımlı. Demek ki hayvanseverler, bu köpeklere iyi bakmakta. Yer yer köpek kulübeleri var. Bu kulübeler de hayvanseverlerce yapılmış sanırım. Çünkü belediyelerin çok işi(?) var; hayvanlara, doğaya ayıracak zamanları yok!

Salkım söğütlerin ve fındıkların açık, canlı, taze, sıcak, iç ferahlatıcı yeşillikleri ilgi çekmekte. Neredeyse her adımda erikler var. Erikler, bir gelin edasıyla yol buyunca uzanmakta. Seyrek de olsa kiraz ve vişne ağaçlarına gözüm ilişmekte. Kiraz ve vişne çiçeklerini gördükçe içimde kuşlar kanat çırpmakta. Ihlamurlar, henüz yeşermemiş. Gürgenlerin küçük açık yeşil yaprakları, coşkun bir baharın yağmur damlaları gibi.

Kuşların telaşı görülmeye değer. Hem beslenme hem de yuva yapma telaşı bu. Daldan dala, ağaçtan ağaca gidip gelmekteler. Arada yere inip bir şeyleri gagalarına doldurup uçmaktalar ağaçlarına.

Doğaya dalıp gitmişken yolumuz bitti. Kapısında belli belirsiz “Mimoza” yazan bir yere geldik. Arabamızı park edip indik. Sessizlik üstümüze çöktü. Motor gürültüsü, bağırış çağırış yok! Esen yel, Karadeniz’in iyodunu, kokusunu, serinliğini getirmekte. Kuşlar, böcekler, ağaçlar… Çimenle kaplı bir toprak… Açık maviye kesmiş bir gökyüzü… İki katı aşmayan küçük yapılar geniş bir bahçe içinde… Ortalıkta dolaşan tür tür köpekler… Köpeklerin egemenliği, kedileri kuytulara itmiş. Bahçede ilk göze çarpan meyve ağaçlarını çokluğu… Armut, ayva, erik, kiraz, vişneler… Meyvelerin bazılarında çiçekler var. Kimileri yeni yeni yeşermekte. Adım başı dikilen ıhlamurlar ilgi çekmekte. Otuzu aşkın yabani armut, aşılanmış usta ellerce kalem aşısıyla. Çardaklar temiz ve düzenli.

Oturur oturmaz kahvaltımız geliyor semaver eşliğinde. Beni en çok çeken peynirler. Peynir, insanoğlunun en büyük buluşlarından bence. Zeytin, kahvaltının olmazsa olmazı. Bal da var menemen de. Yumurtalar bir ressamın tablosu gibi gülümsemekte bizlere. Nedense yağda pişirilen yumurta bana hep güneşi anımsatır. Peynir olur da tereyağı olmaz mı? Böyle yerlerde ne yiyip içtiğin çok da önemli değil. Önemli olan, doğayı solumak... Doğayla göz zevkini doyurmak... Yüreğine baharı doldurmak… Dostlarla iyi söyleşiler yapmak… Çocuklarla doğayı buluşturmak… Bu buluşmalarda çocukların doğal dengeyi algılamalarını sağlamak... En güzeli de çocukların doğadaki varlıklar arasındaki ilişkileri kavramaları… Ev duvarları arasında tutsaklaşmış bedenlerini devindirmek... Toprağı, havayı, güneşi, ağacı, böceği, kuşu ve diğer canlıları duyumsamak… Toprağa basıp bol oksijeni ciğerlerde depolamak… İnternet bağımlılığından az da olsa kurtulup kendileri olmak… Tekdüzeliği bir günlüğüne de olsa yok edip farlılıkları ayrımsamak…

İşte, bence doğanın içinde kahvaltı yapmanın amacı, karın doyurmak değil; gözü, gönlü, yüreği doyurmak…

Birçok konuda söyleştik. Dinledik, anlattık. Önce doğadan, sonra dostlarımızdan öğrendik. Gün içinde üç semaver çay eşlik etti bize. Çay, başka bir etken kültürümüzde ve dostluklarda. Ulusça çayı çok sevmekteyiz. İnsanlar arasındaki iletişimin, söyleşmenin, birbirini anlamanın ve duyumsamanın aracı çay. Sanırım ülkemiz insanının dost meclislerinde olmazsa olmazı.

Sık sık türlü nedenlerle yerimden kalkıp dolaştım çimenler üzerinde. Arada sırada işletmeci Onur ve diğer çalışanlarla söyleşme olanağı yarattım kendime. Türlü konularda konuştuk. Yemekler üstüne de düşünce alışverişinde bulunduk. Çalışanlardan Levent Usta, pişirdiği sütlacı tatmamı ve sütlaç konusunda düşüncelerimi söylememi istedi. Önüme fırın sütlacı getirdi ikindi vakti.

Sütlacı yedim yavaşça. Üzerindeki kararında fındık çok yakışmış. Sütlaç, şekerin egemenliğine girmediğinden köy sütü fark edilmekte. Çok tatlı olmadığından herkesin yemesine uygun. Fırınlama işinin kuzine de yapıldığını öğrendiğimde seviniyorum. Çünkü elektrikli fırında radyasyon az da olsa bulaşmamış sütlaca. Mimoza’ya gidenlerin bu sütlacı tatmasını öneririm. Tatlılarla arası çok iyi olmayan benim hoşuma gittiğine göre düşünün gerisini.

İkindiyi geçti vakit çoktan. Yavaş yavaş toparlanmaya başladık. Bedenimiz gitmek istese de ruhumuz ağırdan almakta. Yavaşça arabalara yürüdük. Ömerlerle vedalaştık. Canlar bizimle. Onları biz bırakacağız evlerine. Yola koyulduk. Reşadiye’ye yaklaştığımızda yolun sağındaki bir açıklıkta leylek sürüsünü gördüm. Çocukları uyarmak için “Leyleeeek!” diye bağırdın. Çocuklar, arabaya binince asıllarına döndüler. Telefonların içinde yitip gittiler. Leylekler umurlarında değil. Eşim, durup bakalım, dedi. Dedi demesine de epeyce geçmiştik leylekleri. Neyse geri doğru yürütmeyeyim herkesi. Yolcu yolunda gerek.

Canları bıraktık sitelerine. Evimize geldik. Gün, boynunu büktü Marmara’nın üstünde. Küçük bir alışveriş yapıp eve döndüm. İçimde erinç dolu bir günün tılsımı. Gece, günün erinciyle yatağa girmekten başka ne yapılabilir ki…

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       11 Nisan 2022

 

 

 

 

 

BİGALI MEHMET ÇAVUŞ


30 Ağustos 2014’te “Mehmetçik” başlıklı bir yazı yazışmıştım. Bu yazımda askerimize “Mehmetçik” adını veren Çanakkale Savaşı’nın büyük kahramanlarından Mehmet Çavuş’u anlatmıştım.

Mehmet Çavuş’un Biga-Bahçeli Köyündeki gömütüne gitmiş ve izlenimlerimi, 24 Ağustos 2020 tarihli “Mehmet Çavuş’a Saygı” başlıklı yazımda özetlemiştim.

İlk yazımdan sonra Bigalı Mehmet Çavuş Derneği Başkanı Bahçeli Köyünden Necdet Özer’le önce sosyal medyada tanıştık. Daha sonra kahramanımızın gömütüne gidince Sayın Özer’le yüz yüze tanışma fırsatı buldum.

Mehmet Çavuş konusunda yıllardır araştırma yapan ve bu bilgileri bir kitapta toplayan meslektaşım Ömer Arslan’la önce sosyal medyada, sonrasında da telefonda dost olduk. Henüz yüz yüze görüşme fırsatımız olmadı.

Ömer Arslan’ın kitabının adı “Çanakkale Fedakârı Bigalı Mehmet Çavuş”. Kitabı, Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı yayımlamış. Ömer Öğretmen, adresime gönderdi emek dolu, alınteri kokulu, özveri yüklü bu kitabı. Ben de bir solukta okuyuverdim. Böyle bir kitap, bir solukta okunmaz da ne yapılır?

Çanakkale Kahramanı Mehmet Çavuş’un yiğitliğinin, özverisinin ilk farkında olan kişi, Mustafa Kemal. Onu, üst orunlara yazdığı yazılarla dostlarına gönderdiği mektuplarla tanıtan kişi, 19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal. Mehmet Çavuş, yaralandığında ilk ziyaretçilerinden biri Yarbay Mustafa Kemal.

Mehmet Çavuş’un ilk yaralanması, 4 Mart 1915’te oluyor. Karaya çıkan düşman askerini takımıyla karşılıyor. Tüfeği tutukluk yapınca taşla saldırıyor vatan toprağına ayak basan düşmana. Ardından kürekle girişiyor işgalcilere. Onları önüne katıp geri püskürtüyor. Mehmet Çavuş, savaştan sonra Uluğ İğdemir’e yaşadıklarını şöyle anlatmakta:

“Ben mangamla nöbette idim. Düşman gemileri sahili şiddetle bombardıman ettikten sonra çıkarma yapmaya başladılar. Bu esnada gizlendiğimiz yerden çıkarak yere yattık ve düşmana ateşe başladık. Düşman da yere yatarak bize ateş ediyordu. Birbirimize çok yakındık. Bir ara benim tüfeğimin mekanizması işlemez oldu. Hırsımdan tüfeğimi attım. Bunu gören bir düşman neferi ayağa kalkarak bana ateş etmeye başladı. Hemen istihkâm küreğini çekerek üzerine atıldım. Kaç kişiyi vurduğumu hatırlamıyorum. Gözümü açtığım zaman kendimi sıhhiye çadırında buldum. (Ömer Arslan, Çanakkale Fedakârı Bigalı Mehmet Çavuş, sf. 28)”

Yarbay Mustafa Kemal Bey, Müstahkem Mevki Komutanlığına bir yazı göndererek Mehmet Çavuş’un gösterdiği kahramanlıktan dolayı ödüllendirilmesini istemekte:

“…bilhassa 27. Alay 10. Bölük çavuşlarından Mustafa oğlu Mehmet’in kumandasında olarak doğrudan doğruya Seddülbahir Kalesi içinde bulunan bir yarım takımın süngü hücumuyla düşman tard olunmuştur. Mehmet Çavuş, tüfeğinin mekanizmasının işlememesi üzerine taşla ve maiyetindekilerle örnek olacak surette düşmana saldırmış, kendisi başından ve sol göğsünden yaralanmıştır. İhtiyat çavuşlarından olan adı geçenin diğerlerine medar-ı teşvik olmak üzere şimdi bir nişan veyahut münasip diğer bir surette taltifini istirham eylerim. (Aynı yapıt, sf. 29)”

4 Mart 10915 günü düşman çıkarmasına karşı yapılan savunmada Bigalı Puh oğlu Nuh İngilizlerce esir alınır yaralı olarak. Bu askerimiz Gelibulu’da ilk esirimiz olur. Yaralı askerimiz gittikçe fenalaşır ve yaşamını yitirir. Cesedi, İngilizlerce denize atılır.

Mehmet Çavuş, dinlenmesi ve tamamen iyileşmesi isteklerini kabul etmez. Arkadaşlarını, düşmanla savaşırken yalnız bırakmaz. Yeniden silah başına döner. Yeni kahramanlık destanları yazar Gelibolu’da.

Mehmet Çavuş, Mayıs 1915’te Haintepe’de düşmanla vuruşurken ikinci kez yaralanır. Kolundan yaralanan kahraman askerimiz, İstanbul’da tedavisi yapıldıktan sonra yine birliğine döner.

Ön cephede savaşan Mehmet Çavuş, Ali Çavuş Deresinde 27 Kasım 1915 gecesi yine yaralanır düşman kurşunuyla. Bu kez yarası göğsündedir.

İstanbul gazeteleri Mehmet Çavuş’un kahramanlıklarından söz eder. Onun fotoğrafı yayımlanır. Bazıları onula ilgili şiirler, röportajlar, öyküler yayımlar.

Nazım Hikmet 7 Mart 1915’te henüz on üç yaşındayken Mehmet Çavuş için bir şiir yazar (Aynı yapıt, sf. 100).

Askerimize “Mehmetçik” adının verilmesinin kaynağı olan kahramanımız, savaştan sonra “Ben vatanım için savaştım, para için değil.” diyerek bağlanacak aylığı kabul etmez. Yoksulluk, yaşamı boyunca yakasını bırakmaz. Yoksul geldiği dünyadan, yoksul olarak göçer. Geride kahramanlığı kalır ulusumuza ve yakınlarına kalıt olarak.

“Çanakkale Fedakârı Bigalı Mehmet Çavuş” kitabı, ne yazık ki kitapçılarda satılmamakta. Bu tür emek dolu, güzel kitapların yurdumuzun her köşesine ulaşması için sembolik de olsa bir ederle satılması gerek. Bu konuyu, Tarihi Alan Başkanlığının değerlendirmesini beklemekteyiz. Öncelikle şehitliği gezenlerin ulaşabileceği yerlerde satılmalı bu kitap. Hatta Tarihi Alan Başkanlığının bastığı/basacağı başka kitaplar da.

Armağan olarak verilen/dağıtılan ücretsiz kitapların çoğu okunmuyor, bir yana atılıyor. Gerçek okur, kitaba para veren kişidir az ya da çok. İnsanlar, bütçelerinden kitap için para ayırmayı alışkanlık durumuna getirmeli.

Ömer Arslan’a emek, alınteri dolu güzel çalışması nedeniyle teşekkür ediyorum. Bize bu yurdu vatan edenler, Mehmet Çavuş gibi kahramanlarımızdır. Yurttaşlarımız kahramanlarını öğrenip tanıdıkça tarihlerine gururla geleceklerine ise güven ve umutla bakacaklar. Bu nedenle bu konuda daha çok emeğe, çalışmaya, kitaba gereksinmemiz var.

NOT: 1- MEHMETÇİK https://adiladalet.blogspot.com/2014/08/mehmetcik.html

           2- MEHMET ÇAVUŞ’A SAYGI https://adiladalet.blogspot.com/2020/09/mehmet-cavusa-saygi-dinlence-yazlar-12.html

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       8 Nisan 2022

DENİZ, YEMEKTE


Deniz okuldan sevinçle çıktı. Annesine, yarınki gezi için çok heyecanlandığını söyledi. Annesi de onun böyle bir geziye gitmesinin çok iyi olacağını anlattı bazı örneklerle. Arkadaşlarıyla hoşça zaman geçireceğini vurguladı.

Eve geldiler. Konu, yine bir sonraki gün yapılacak geziydi. Çok geçmeden Deniz’in babası girdi içeriye. O da katıldı gezi söyleşisine. Öğrenciliğinde gittiği birkaç geziden söz etti. Unutamadığı bir iki anısını anlattı ballandıra ballandıra.

Gezi için hazırlıklar, yatmadan yapıldı. Annesi, giyeceklerini hazırladı. Birkaç giyim seçeneği hazırladı. Her şey ütülenmişti. Artık yatma zamanı gelmişti. Deniz, çok heyecanlıydı. Bir damla uykusu bile gelmemişti. Gezi, usuna geldikçe kaçıp gidiyordu uykusu. Onun uyuyamadığını anlayan annesi, kalkıp yanına gitti. Onu yatağından kaldırıp getirdi yatak odasına. Annesiyle babasının arasına uzandı mutlulukla. Çok geçmeden bebekliğinden beri yaptığı gibi babasına sarılıp uyumaya çalıştı. Sabaha dek ne kadar uyuduğu belirsiz. Ancak babası, onunla uyuyup onunla uyandığından en az on kez uyandığını söyledi sabahleyin ona.

Sabahleyin hava aydınlanmak üzereyken uyanıp kalktı yatağından. Geç kalmanın telaşı vardı kalkışında. Kalkar kalkmaz babasına saatin kaç olduğunu sordu. Babası, ona çok erken olduğunu, uyuması gerektiğini söyledi söylemesine de nasıl uyuyacak çocuk? İçinde gezi denizinin dalgaları dövmekte yüreğinin kumsalını. Onunla babası da kalkıverdi yatağından. Televizyonu açıp sabahın uyarıcı serinliğinde şarkı, türkü dinlemek istedi baba. Çocuk, uzaktan kumandayı alıp bir haber kanalı açtı. İlgiyle dinlemeye başladı Rusya-Ukrayna savaşı haberlerini. Arada yorum yapmaya başladı uykusuz ve dalga şıpırtılı bedeniyle. Reklam arası verince televizyon, babası bir müzik kanalı açtı çocuğun dalgınlığına getirerek.

Babasının hazırladığı kahvaltıdan isteksizce aldı bir lokma. Ağzındaki, çiğnemeye çalıştıkça ağzında büyüyor sanki. Lokma, ağzının sol yanına devrilip kaldı. Dişleriyle yanağı arasında bir yumru gibi durmakta. Gönülsüz yenen aş, mideye inmiyor bir türlü.

Anne uyanıp kalktı söylene söylene: “Ne bu çengi mi oynatıyorsunuz?”

Baba: “Ne çengisi? Müzik dinliyoruz. Güne müzikle başlamak güzeldir. Gel, seninle dinleyelim. İyi gelir.” dedi.  

Anne: “Köylü türküleriyle mi sabaha başlayacağım?”

Baba: “Köylü türküleri az sonra başlayacak. Bu dinlediklerimiz İstanbul şarkıları. Bir İstanbullu olarak bilmen gerekir. ‘Köylünün milletin efendisi’ olduğunu anımsatırım. Unutma Türk kültürünün temeli köylüdür.”

Anne: “Bunları da İstanbul’a gelen köylüler söylemiştir.”

Deniz: “Kentliyim, dersin kentini bilmezsin. Küçümsediğin köylülerin yarısı kadar yüreğinde insanlık yok! Bu nasıl iş? Her şeye karşı çıkıyorsun. Hiçbir şeyden zevk almıyorsun.”

Anne: “Sen sus, boyundan büyük işlere karışma! Babanı savunma sabah sabah…”

Deniz: “Babamı savunmuyorum, yanlışa karşı çıkıyorum.”

Anne: “Kes sesini şimdi. Baban sana kahvaltı hazırladı mı, yedin mi?”

Deniz: “Her sabah olduğu gibi hazırladı, ancak ben istemiyorum bir şeyler yemeyi. Canım istemeyince bana yemek vermeyin.”

Anne: “Senin dilin çok uzadı baban yüzünden. Gel, giydireyim seni.”

Deniz: “Ben giyinsem olmaz mı?

Anne: Beceremezsin…”

Annesi üst üste üç değişik kıyafet giydirip çıkardı çocuğun üzerinde. Çocuk sıkılıp yoruldu.

Çocuk: “Defileye gitmiyorum, geziye gideceğim.”

Dördüncü de karar kıldı anne. “Benim kahvaltım niye yok?”

Baba: “Masada hazır. Çayını dolduruyorum.”

Söylene söylene kahvaltısını yaptı. Arada çocuğa, eşine laf sokmayı da unutmadı. Kalktı sofradan. Çocuğun yanına gitti. Ona cüzdan bulmaya çalışmakta. Baba cebindeki bozuk kâğıt paraları ortaya döktü, toplamı elli lira. Annesi de cüzdanından bir bütün ellilik çıkardı. Paraları elinde evirip çevirdi.

“Eğer çok acıkıp öğlen yemeği yiyeceksen bu bütün elliliği harca. Ayaküstü bir şeyler atıştıracaksan bozukları kullan.” deyip paraları bir el çantasına yerleştirdi. “Olmadı!” deyip bir cüzdan denedi. Hoşuna gitmedi. Yeni bir çanta buldu, bele bağlananlardan. Paraları özenle yerleştirdi. Açtı içini; neyi, nereye koyduğunu gösterdi çocuğa. Çocuk, anlamış gibi başını salladı.

Telaşla kapıdan çıktı anne ile oğul. Baba, onları uğurladı. Çocuk, merdivenlerden inerken dönüp el salladı. Bugün ders yok, gezi var. Bu öğrenciler için büyük mutluluk…

Deniz, okul çıkışında annesiyle babasını görünce çok sevindi. Hava güzeldi. Sınıfça gittikleri geziden dönmüşlerdi. Geziye başka sınıflar da katılmıştı. Çok eğlendikleri her hallerinden belliydi.

Gezi demişken öyle doğa ya da tarih gezisi değildi bu. Lunaparktı gezdikleri yer. Eskisi gibi doğa ve tarih gezileri yapıp gözlem ve incelemede bulunmuyordu günümüz öğrencileri. Doğa karşısında hayranlık dolu gözler yoktu. Tarihsel yapıtların öykülerini ne anlatan vardı ne de dinleyen.

Akşama dek oyuncaklara binip inerken iyice yorulmuştu Deniz. Yorgundu, ancak mutluydu her şeye karşın. Karnı açtı. Ancak dışarıda yemek yemek istemiyordu. Bu yaşam pahalılığında bir kap yemeğe dünyanın parasını dökmek işine gelmiyordu. Yaşına göre bilinç düzeyi yüksekti. Tutumlu olmak, onun belirgin özelliğiydi. Savurganlığı nerede görse sert eleştirir. Tutumlu olmanın bir yaşam biçimi olmasını isterdi arkadaşlarında ve akrabalarından.

Anne ve babasına aç olup olmadıklarını sordu çocuk. Onlar “Tokuz!” deyince yemek önerisini kesin bir dille reddetti. Çünkü özel bir ilgiyi hiç istemezdi. Ya hep ya hiç… Evde ne varsa yiyeceğini söyledi. Anne, çocuğun çok sevdiği dönercinin önüne çekti arabayı. Durdu, indi taşıttan. Baba ile çocuk, arka koltuktan yavaşça indiler. Kaldırımda, el ele ufka inmekte olan güneşin ölgün ışıklarıyla kamaşan gözlerini ovuşturan baba: “Çok acıkmışın, benim açlığımı ancak buranın döneri yatıştırır deyince çocuk “Benimkini de…” dedi.

 

El ele girdiler aşevinden içeri. Dışarıyı gören bir masaya kuruldular. Yemekleri geldi. Yemeye başladılar yavaşça. Anne, önce çocuğa yedirmeye çalıştı yemeği. O “Ayıp oluyor, utanıyorum insanlardan. Kendim yerim!” deyince geri çekildi anne. Bu kez çocuğun bel çantasını karıştırmaya başladı. Büyük bir keşif yapmış gibi kaşlarını çatıp yüzünü ciddileştirdi. “Ben, sabahleyin çantana kaç lira koymuştum?”

Çocuk: “Yüz…”

Anne: “Sen ne yedin gezide?”

Çocuk: “Patates kızarması…”

Anne: “Kaç lira ödedin bu yediğine?”

Çocuk: “Yirmi...”

Anne: Peki, neden yirmi lira için elliliği bozdurdun? Ben sana böyle mi demiştim?”

Çocuk: “Ne fark eder, para tamam ya…”

Anne, çocuğun yanıtı üzerine açtı ağzını yumdu gözünü. Bir yandan da eliyle yemek yiyen çocuğu iteklemekte. Çevre masalardaki gözler, anneye döndü. Çocuk oturduğu yerde küçüldü, küçüldü ve nokta gibi kaldı. Yerin dibine geçmek bu olsa gerek.

Baba, kızarıp bozardı. Alçak sesle: “Ne yapıyorsun, neler söylüyorsun? Saçma sapan bir konudan ötürü çocuğa yemeğini zehir etmektesin. Ha Ali Hasan, ha Hasan Ali ne far eder? Bu çocuk, robot mu? Biraz da çocuk açısından bak konuya. Arkadaşlarıyla oyun oynayan çocuk, elli lirayı kim bilir hangi nedenle bozdurmuştur? Onun da kendine göre gerekçesi vardır. Sen, hiç çocuk olmadın mı? Neden öğrencilerine gösterdiğin hoşgörünün binde birini kendi çocuğuna göstermiyorsun? İnsan içinde insana laf edilir mi? Kes sesini artık! Bırak çocuğun yakasını! Çocuğa yemeği zehir ettin, yazıklar olsun sana!” deyip baba sustu.

Yemekler bitti bitmesine de çocuk mu yedi, yoksa yemek mi çocuğu yedi anlaşılmadı. Bu konuşmaya garsonlardan bazıları da kulak misafiri olmuşlardı ister istemez. Bu durumu hem çocuk hem de baba fark etti. Masadakileri tanıyan garson, çay içmeleri önerisinde bulundu. Aynı anda çocuk da baba da “Sağolun… Hayır içemeyeceğiz, başka zaman geldiğimizde içeriz inşallah… Geç kaldık, yapmamız gereken bir iş var. Gitmemiz gerek…” diyerek çay içmeyi reddettiler. Baba, hesabı ödedi keyifsizce. Ağır adımlarla kalkıp gittiler kimseyle göz göze gelmeden.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               8 Nisan 2022

                               

 

ÖLÜM ÜZERİNE


Kim ölürse ölsün, onunla bir dünya yıkılıp gider aslında. Her insan, bir dünyadır. Her insanın dünyası da kendine göre varsıllıklarla doludur. Bu dünyadan göçen her kişi; iyi kötü, az çok, kimilerince önemli önemsiz bir iz bırakır yeryüzünde. Bazılarının bıraktığı izler kısa sürede silinip gider. Kimilerinin izleri ise uzun süre kalır yeryüzünde. Bazı izler, izlenir ardıllarca. Çoğu izler, kutup yıldızı gibidir, yön gösterir geride kalanlara.

“Her ölüm, erken ölümdür” der ünlü ozanımız Cemal Süreya. Bence de öyle… Her ölüm erkendir. Çünkü insanın dünyada yapacağı çok işi vardır. Çekeceği çile, süreceği mutluluk yarım kalır ölümle. Ölümler, tam da işler yoluna girdiği zaman gelip kapıyı çalar. İnsanlar tam da birbirini gerçek anlamda tanıyıp anladığında ölüm araya girer. Tanıyıp anlamanın sürmesinin önüne geçerek koparır yaşamdan tanıyıp anlayanların bir yanına. Bir başka deyişle insanın insan sırrına ermesini engeller ölüm.

Türkiye’nin, hatta dünyanın en uzun süre (157 yıl) yaşayan insanı olarak kabul edilen Bitlisli Zaro Ağa’nın en küçük kızı, babasının cenazesinde ağlarken “Babam, babam, hiç yaşamadan gittin.” diyerek ağıt yakmıştır. Bu ağıt, hangi yaşta ölürsen öl, yakınların ve seni sevenler sana doyamaz. Uzun bir ömür bile ölenin sevenlerine çok kısa bir zaman dilimi olarak görünür. Zaro Ağa, ölmeden önce Yunanistan, İngiltere ve ABD’ye gitmiş. Orada uzun yaşamanın sırlarını kendince anlatmıştı. Burada ozanımız Cemal Süreya’ya hak vermemek elde değil.

Ölümün doğallığını anlatan ve çok hoşuma giden bir öykü var. Sizlerle paylaşayım. Bu öykünün yazarını çoktan unuttum. Ancak neredeyse her cenaze evinde bunu anlatırım.

Hindistan’da bir kadının çocuğu ölür. Çocuğunun ölümüne dayanamaz ana yüreği. Bir gün Buda’ya gider acılı anne. Buda’ya: “Çocuğumun acısına dayanamıyorum. Bana bir ilaç ver, bu acıya dayanayım.” der.

Buda: “Kenti dolaş, ölü çıkmamış bir evden bir tas su getir.” diye yanıtlar onu.

Ölü çıkmamış ev yoktur dünyada. Her ev, her aile zamanı gelince ölümle yüzleşir. Ölüm, bizim kapımızı çalmadığında ölüm olayının hep başkalarının başına geldiğini düşünür insan. Oysa ölüm sırayladır. Eşitlikçidir ölüm. Vakit tamam olduğunda kapımızı çalar. Herkesin bir biçimde yaşadığı bir gerçektir. Bu nedenle ölüm acısına dayanmak da bir güçlülük imidir.

Onlarca yakınımızı, arkadaşımızı, tanıdıklarımızı yitiririz. Hepsi bir başka acıdır yüreğimizde. Ama insanoğlu, bu acılara karşın yaşamını sürdürür. Ölen kişinin bedeni gömütlükte doğayla buluşurken onun ayrılışının acısı ise yüreklere gömülür. O, yürekten çıkmaz bir acıdır. Acı, zamanla azalsa da hiçbir zaman yok olmaz.

Peki, insanoğlu bunca acıya nasıl dayanıyor?

“İnsan unutmasa ve umut etmese yaşayamaz.”

Acı varsa acıya dayanma gücü de insanın yüreğinde vardır. Bu güç, geleceğe olan umuttur. Umut, kişiyi yaşama bağlar. Ölüme giden yolda dayandığımız bunca acıya dayanmamız, bunca çileye katlanmamız umut ederek olmakta. Umut, bizi yaşam toprağına bağlayan köklerimizdir.

İnsan kötülükleri unutur. Kötülüğün yerine iyiliği, acının yerine mutluluğu,  olumsuzun yerine olumluyu koymayı becerir. Olumsuzlukları, izi kalsa da, kolayca belleğimizden çıkarmamız yaşama bağlanma isteğidir. “Gece, kararıp kalmaz.” der halkımız. Gündüz umudu, olmasa gecenin karanlığı çekilir mi hiç?

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               7 Nisan 2022

NEDEN GÜLDEREN?


İttihat ve Terakki iktidarı, 1913’te bazı yerleşim yerleriyle coğrafi yerlerin Türkçe olmayan adlarının değiştirilmesi kararını aldı. Daha sonra Enver Paşa, 1916’da yayımladığı bir buyrukla coğrafi adların ve yerleşim yeri adlarını Türkçeleştirilmesini istedi. Bu uygulama, dünyada ilk kez mi yapıldı? Hayır… Fransız Devriminden sonra ülkede Roma döneminden kalan Latince yerleşim yeri ve coğrafi adlar değiştirilip Fransızca yapıldı. Amaç, ülkede dil birliğini sağlamakta. Böylece de ulus devleti güçlendirmek.

Osmanlının Balkan topraklarında sert esen milliyetçilik rüzgârı, devleti parçalamaya başladı. Balkan ülkeleri, art arda bağımsızlıklarını kazandı. Bu ayaklanmaların ardında Avrupa’nın büyük devletleri vardı. Osmanlıyı önce budayıp sonra paylaşmaktı amaçları. Osmanlıdan kopan her ulus, elindeki topraklarla yetinmeyip bazı toprak isteklerinde bulunmaktaydı. Balkanlardaki ayrılıkçı milliyetçilik, Türklerde de milliyetçi akımı tetiklemekteydi. Bir ulusal kimlik oluşturma, en büyük amaçtı. Ulusal kimlik olmayınca ulusal birlik de olmuyor.

Birinci Dünya Savaşı sırasında ad değişikliği uygulanamadı. Uygulama sırasında bir kısım karışıklıklar oldu. Bu nedenle İttihat ve Terakki yönetimi bu uygulamayı savaş sonrasına bıraktı. Savaş sonrasında iktidar değişince uygulama gündeme gelmedi.

Yerleşim yerleri ve coğrafi yerlerin adlarının Türkçeleştirilmesi uygulaması Cumhuriyet döneminden sonra hızlandı. Ulus devletin oluşması için vazgeçilmez olan dil birliği ilkesi nedeniyle hem konuşma dili hem de yerleşim yerleri adları Türkçeleştirildi. Bu yabancı kökenli sözcüklerden arındırıldı dilimiz. Ayrıca yurdumuzun her karışına Türk damgası vurulmaktaydı bu yolla.

Benim doğup büyüdüğüm köyümün adı da değiştirildi 1962’de. Yeni Türkçe adlar, başta Türk Dil Kurumu ve Ankara DTCF’in yer aldığı bir kurulca belirlendi. Listelenen adlar, ilçelere gönderildi. Köy muhtarları bu listeye bakarak köyünün yeni adını belirlemekteydi.

1962’de köylerin yeni adları Of kaymakamlığına geldi. O sıralarda köy muhtarımız, Ali Bektaş’tı. Aydın bir insandı. Günlük gazeteleri okumaya özen gösterirdi. Kesinlikle her gün bir gazete (Yanılmıyorsam okuduğu gazete Milliyet’ti) alırdı. Diğerlerini de okumaya çalışırdı. Gazetelerin bulmacalarını çözerdi düzenli olarak. Okuma alışkanlığı, onun dünyasını aydınlatmaktaydı. Bilmediğini bilir, bilmediğine sorup öğrenirdi. Dinleyip öğrenmekten, soru sormaktan çok hoşlanırdı. Atatürk’e sonsuz bağlılık duyardı. Onun düşünceleri kılavuzuydu. Beş vakit namazını kılıp orucunu tutardı. Dinsel kurallara uyardı. Cumhuriyet’le İslam’ı içselleştirmişti gönlünde. Benim de baba dostumdu. Aynı akraba gibiydik. Babam ve amcamla kardeş gibiydiler.

Köyümüze yeni, Türkçe bir ad seçmek gerekti. Of’ta pazar, perşembe günü kurulur. Köy adlarının kaymakamlığa geldiği haftanın ilk perşembesinde Of’taydı Muhtar Ali Bektaş. Aynı gün babam da ilçe merkezindeydi. Ali Amca, babama: “Hocam, gel kaymakamlığa gidelim. Köyümüze güzel ve anlamlı bir ad seçmek için bana yardımcı ol!” der. Bu öneri babamın da çok hoşuna gider. Giderler kaymakamlığa. Listeyi, ikisi birden gözden geçirir. Babam: “Ben ‘Gülderen’ adını çok beğendim deyince Ali Amca: “Ben de onu söyleyecektim. Ağzımdan aldın.” der. Böylece köyümüzün adı, Gülderen olur.

Çıkarlar kaymakamlıktan. Bir kıraathanede çay içmeye giderler. Orada halamın eşi Halim Öztel vardır. Otururlar masasına bir çay bile içmeden babam Halim Dayı’ya: “Biz köyümüze Gülderen adını seçtik. Gökçeoba diye bir ad var, muhtarınız buradaysa gidin kimse seçmeden bu güzel adı da sizin köye alın.” diyerek öneride bulunur. Halim Dayı, hemen kalkar köylerinin muhtarını bulur ve Gökçeoba’yı köylerinin adı yaparlar. Böylece babam, her iki köyün de isim babası olur.

Köylerimizin adları değiştikten sonra babam, eski adları hiç kullanmadı. Çünkü o Türkçe aşığıydı. Türkçe ad varken yabanıl olan kullanılır mı?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       5 Nisan 2022