KÖY ENSTİTÜSÜNDEN KÖYE


        İbrahim Yıldız, 1926 Aksaray-Ihlara doğumlu… Bir köy çocuğu olarak İvriz Köy Enstitüsünde okuma şansını yakalayan şanslı bir yurttaş. 1947’de okulunu bitirip öğretmen olarak Aksaray’ın Karataş köyüne atanır. Cumhuriyet ve halka hizmet ülküsü, yüreğinde bir coşkuya dönüşmüştür.

        İbrahim Yıldız, Karataş’a babasıyla gider bir boz eşekle. Köye gidince ilk olarak muhtarı ararlar. Muhtarın odasını bulurlar.

        “Oda kesme taşlardan örülmüş iki katlı bir binaydı. Dıştan bir merdivenle üst kata çıkılıyordu. Odanın güney cephesinde sırtlarını duvara dayamış, şapkalarını gözlerine kapatmış beş altı kişi, güneşe karşı, sanki uyur gibi oturuyorlardı. Bu insanların yaşları belki kırk, belki elli gibi görünse de duruşları, konuşmaları ve yüzlerinin kırışmış oluşu, sanki onları daha yaşlı gibi gösteriyordu. Yani erken yaşlanmışlardı. (İbrahim Yıldız, Köy Enstitüsünden Öğretmenliğe Öğretmenden Öğrenciye, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Basım, Şubat 2017, İstanbul, sf. 114)” Selam verip yanlarına giderler. Babası, oğlunun bu köye öğretmen olarak atandığını söyler. İçlerinden biri: “Desene başımıza bir bela daha geldi. (Aynı yapıt, sf. 115)” der. Bu sözler, genç öğretmenin içinde taşıdığı çalışma ülküsünü, hırsını, isteğini kırmaz. Tersine daha çok bilenir. Cumhuriyet ışığının aydınlığına, bu köyün daha çok gereksinimi olduğunu düşünür. Çünkü o ve arkadaşları, yurt ve ulus sevgisiyle yetiştirlmişlerdir. Hiçbir olumsuz söz ya da davranış onları, yurduna ve ulusuna hizmetten alıkoyamazdı.

        İlk gün muhtarla görüşemezler. Çünkü o, tarladadır. İbrahim Öğretmen, daha sonra görevine başlar. Kendisinden önce köyde çalışmakta olan bir eğitmen vardır. Onunla  ve muhtarla işbirliği yapar. Onun gelmesiyle üç sınıflı olan okul, beş sınıfa çıkar. Çevre köylerde okumakta olan 4 ve 5. Sınıf öğrencileri toplanır. Üç sınıflı okulu bitirip üst sınıflara gidemeyen 18 yaş altı çocuklar da okula çağrılır. Böylece öğrenci sıkıntısı çekilmez. En büyük sorun, bu öğrencilerin nerede okuyacağıdır. Eğitmen, camide ders yapmaktadır ilk üç sınıfla. Yer aranır ve bir samanlığın derslik yapılmasına karar verilir.

        “Ertesi gün hemen işe başladık. Binanın içindeki saman kalıntılarını dışarıya çıkardık. Bunu yaparken, köy bekçisiyle beraber öğrencilerim de canla başla çalışıyorlardı. Bu çalışma iki gün sürdü.

        Samanlık olan bir binayı derslik şekline dönüştürmek hiç de kolay değildi. Kapı ve pencere sorunu çıktı karşımıza. Bir de içinin sıvanması ve badana edilmesi gerekiyordu. Bütün bu sorunları bile bile bu binada karar kılmak zorundaydık, çünkü köyde dersliğe dönüştürlecek daha uygun bir bina bulamamıştık.

        ‘Nereden kireç bulacağız?’ diye düşünürken öğrencilerim, köyün yakınında beyaz bir toprak damarının olduğunu söylediler. Orası işimize yarayabilirdi. (Aynı yapıt, sf 117)” Samanlık sıvanır. Kapı ve pencereleri öğretmence yapılır. Her şey hazırdır, yalnız önemli bir eksiklik vardır.

        “Ancak öğrencileirmizin oturacakları sıralar ve karşıya asacağımız yazı tahtası eksiğimiz vardı. Onları da şöyle çözdük: Yerlere ucu sivri sağlam ağaçtan kazıklar çaktık; üstlerine de kalın düzgün tahtaları çiviledik. Bununla sıra sorunu çözülmüş oldu. Yazı tahtası için de kalınca bir kontrplak parçasının etrafını çıtalarla çevirdim; öğrencilerim de soba kurumunu bezir yağına karıştırdılar ve yazı tahtasını bir güzel boyadılar. (Aynı yapıt, sf.118)” Böylece imeceyle derslik ortaya çıkar. Bu çalışmalar sırasında başta muhtar olmak üzere köylülerin öğretmene karşı güveni, saygısı, sevgisi artar. Öğretmen de öğrenciler de mutludur.

        Bir süre sonra öğretmenin ataması, Aksaray’a bağlı İncesu köyüne çıkar. İbrahim Yıldız, bu atamaya üzülür. Çünkü dişiyle tıranağıyala ve alınteriyle oluşturduğu bir eğitim yuvasından ayrılmak gönlünü kırar. Ataması, Karataş’ta da duyulur.

        “Karataş köyünde bu haber duyulur duylmaz, köyün ileri gelenleri ayağa kalkmış, gruplar oluşturarak Aksaray’ın yolunu tutmuşlardı. Bu işleri organize eden grubun başında ise köy muhtarının babası bulunuyordu.

        Kimdi bu adam? Hani, ben Karataş köyünü tanımak için ilk kez babamla birlikte köye gitmiştim ya… Babam, benim öğretmen olarak köylerine geleceğimi söyleyince, ‘Desene başımıza bir bela daha geldi.’ diyen ihtiyar bir adam vardı. İşte o ihtiyar adam, köy muhtarının babasıymış. O ihtiyar adamın öğretmen üzerindeki olumsuz düşüncesi, üç ay içinde olumluya dönüşmüş, öğretmenin köylerinde kalması için en çok çabayı şimdi o ihtiyar adam göstermişti. Demek ki öğretmen köyün başına bir bela değil, onlara hizmet eden yararlı bir kişiymiş. Ben bunu kanıtladım.Köyüm değiştiği için bir yandan üzülürken, köyde sevildiğimi duyunca da seviniyordum. (Aynı yapıt, sf. 131-132)”

        Yukarıda görüldüğü gibi köy enstitülü bir öğretemnin köyü değiştirme gücünün ne denli yüksek olduğu anlaşılmakta. Bunu bilen egemen güçler, özellikle de emperyalistler, köylümüzün uyanmasını, ulusal eğitimimizin gelişmesini  istemediler. ABD ile 27 Aralık 1949’da imzalanan eğitim anlamasıyla enstitülerin idam fermenı da imzalandı. Okulların içeriği boşaltıldı. Zaten açılmalarıyla başlayan kara çalmalar, daha yüksek perdeden seslendirildi. Bire bin katıldı ve ülkemizi çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarabilecek bir eğitim anlayışı terk edildi. Kin ve ne uğruna? ABD’ye bağlılık uğruna… Emperyalistlerden üç beş kuruşluk yardım alma uğruna…  Yalnız köy enstitüleri mi feda edildi ABD yoluna? Doğaldır ki değil! Ulusal sanayimizin önü kesildi, Var olan fabrikaların birçoğu işlevsizleştirildi. Atatürk’ün başlattığı arasız devrim yolundan dönüldü. Cumhuriyet kurumları çökertildi zaman içinde.

        Eğer Atatürk devrimlerini, Cumhuriyet kurumlarını, Türk Devriminin kazanımlarını geri almak istiyorsak öncelikle emperyalzimden kopmak gerek. Bu, olmadan kendimiz olamayız ve Atatürk’ün gösterdiği hedeflere koşamayız.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       31 Mayıs 2023

 

BİR EĞİTİM MİMARI, SAFFET ARIKAN

 

        Cumhuriyet’imizin ivedilikle gerçekleştirmek istediği en büyük amaçlarından biri eğitimdi. Öncelikle halkı, okur yazar yapmaktı amaç. Okur yazarlığın yanı sıra, yurt topraklarında okullaşmayı yaygınlaştırmak ivedilik göstermekteydi. Yüz yılların biriktirdiği büyük sorunlar vardı. Bu birikmiş sorunları aşmak için bir eğitim seferberliği gerekmekteydi.

        Yedi Düvel’i dize getirmiş Atatürk ve diğer Cumhuriyet kurucularının Ortaçağ karanlığını da dize getirmeleri zorunluydu. Bu konuda başta Atatürk olmak üzere tüm yetkililer, özellikle de eğitimciler kafa yormaktaydı. Her fırsatta konu tartışılıyor, çözüm yolları aranıyordu. Çözüm için ortak akıldan yararlanılmaktaydı. Herkesin görüşü çok önemliydi. Bu nedenle herkesin görüşüne saygı gösterilmekteydi.

        Ülkemizdeki eğitim sorununun giderilmesi için önce yurtdışından uzman eğitimcimler getirildi. Ancak onların önerileri, ülkemiz koşullarına uymuyordu. Aslında söyledikleri yanlış değildi, bilimseldi. Ülkeler arasındaki toplumsal farklılıklar, onların önerilerinin yaşama geçirilmesine uygun değildi. Bu nedenle kendi içimizde bir çözüm geliştirmek zorundaydık. İşte, bunun için kollar sıvandı.

        Mustafa Necati’nin 34 yaşında ölmesinden sonra onun koltuğuna oturanların hiçbiri, eğitimin devasa sorunlarına köklü çözümler getiremedi. Atatürk ise ivedilik göstermekteydi. Çünkü yitirilmekte olan her an, aleyhimize çalışmaktaydı. Özellikle eğitim bürokrasisinden gelen bakanların başarısızlığı söz konusuydu. Bu nedenle de dönemin Milli Eğitim Bakanı Abidin Özmen’den memnun değildi Büyük Önder.  Bir gün Sayın Özmen’e: Abidin Bey, istifa edeceğiniz söyleniyor.” diyerek açıkça görevden ayrılmasını istiyor. O: “İstida ile gelmedik ki istifa ile gidelim Paşa’m.” diyerek yanıtlıyor Atatürk’ü.

        Abidin Özmen, kendisine karşı tepkiler büyüyünce 9 Haziran 1935’te bakanlık görevinden ayrıldı. Yerine asker kökenli Saffet Arıkan atandı. Bu, Atatürk’ün isteğiydi. Arıkan, 11 Haziran 1935’te göreve başlar. 28 Aralık 1938’e dek bakanlık görevini sürdürür.

        En büyük sorun, ilköğretimdir. Bu nedenle İlköğretim Genel Müdürlüğüne yetkin bir eğitimci aranır. Bu konuda Cevat Dursunoğlu imdada yetişir: “İsmail Hakkı Bey bu iş için münasiptir. (Cemal Türkmen, Mucizenin Mimarları Köy Enstitülerinin Destansı Öyküsü, Kaynak Yayınları, 1. Basım, Nisan 2015, sf. 25)” diyerek Tonguç’u önerir. Bunun üzerine Tonguç, göreve getirilir.

        Okuma yazma işi nasıl, kimlerle halledilecekti? Asıl sorun buydu. Çünkü nüfusu 400’ün altında 32 bin köyde okul yoktu. İlkokul öğretmeni sayısı, tüm ülkede 13 bindi. Bu da yeterli değildi. Halkın yüzde sekseninin yaşadığı köylerde beş bin beş yüze yakın ilkokul vardı, kentlerde ise bin yüz. Kentlerde 257 bin, köylerde ise 300 bin öğrenci bulunmaktaydı. Toplam köy sayısı, 40 bindi.

        Köy Öğretmen Okullarının kurulmasına öncelik verildi. Bu okullar, daha sonra köy enstitülerine dönüştü. Bu, önemli bir eğitim devrimi ülkemiz için. Yıllardır ihmal edilmiş köylerimiz, Cumhuriyet’in eğitim ışığıyla aydınlanacaktı.

        “Akşam, İnönü ve Arıkan’ın aralarında bulunduğu bir grup, Atatürk’ün sofrasında bir araya gelmişlerdi. Arıkan’ın çaresiz, Atatürk’ün çare aramakta olduğu toplantılardan biriydi. Atatürk, Arıkan’a sormuştu:

-      Saffet, her köye öğretmen gönderme işi ne kadar zaman alır?

-      Elimizdeki imkânlarla bu işi ancak seksen yılda tamamlarız.

-      Neden?

-      Efendim, muallim okullarından çıkan az sayıda muallim var. Bunların hepsini köye göndermemiz mümkün olmuyor. Gidenler bile en fazla bir sene içinde şehre gelmenin yolunu buluyorlar.

-      Demek benden seksen yıl istiyorsun ha. Senin çare idrakin bu mudur Saffet?

-      Efendim, ne yapayım? Elimizde para var ama köye gönderecek eleman bulamıyorum. Üzgün ve çaresizim.

-      Üzülme Saffet, dedi Atatürk. Sonra sıradan bir şey söylüyormuşçasına sakin bir ses tonuyla konuştu:

-      Ordudan faydalanmayı hiç düşündün mü? Bizim ordumuzda ne çavuşlar, ne onbaşılar vardır, biliyorsun. Onlar ki, düşmanı gözünden vururlar, topçu atış tekniklerini ezbere bilirler, pusulayı okurlar. Onlardan faydalanabilirsin. (Aynı yapıt, sf. 45)”

        Atatürk’ün önerisiyle çavuş ve onbaşıların üç yıllık köy okullarında eğitmen olması için çalışmalara hemen başlandı. İsmail Hakkı Tonguç, köylere gidip çavuş ve onbaşılarla görüşür. Onlara ders verdirir köy çocuklarına. Denemeler, olumlu sonuçlanır.

        Çavuş ve onbaşılar, öğretmen okullarında kurslara alınır. Gerekli eğitimler verilir onlara. Eğitimini tamamlayanlar, köylere atanır. Derme çatma odalarda toplanan köy çocuklarına önce okuma yazma öğretip Hayat Bilgisi ve Matematik dersleri verirler. Böylece Atatürk’ün dahiyane buluşuyla eğitim sorununa bir çözüm bulundu. Burada Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un olağanüstü çalışmalarını da belirtmeli.

        Eğitmenler, , ilk aşamada önemli işler yaptılar eğitimin yaygınlaşması, özellikle de okur yazarlığın artması adına. Öğretmen sayısı çoğaldıkça eğitmenlere gereksinim kalmadı. Emekli olanların yerine yenileri alınmadı. Böylece tüm köylerimize zaman içerisinde okul yapıldı ve her okula da öğretmen atandı.  Öğretmenlerin atandığı üç yıllık köy okulları beş yıla çıkarıldı.

        Bugün Türkiye’nin eğitim yaşamına büyük yararları olan Arıkan ve Tonguç’a ne denli minnet duysak azdır. Ülkemizin eğitim ordusunun komutanı olan Atatürk ise ulusumuz yaşadıkça en baş köşede yaşayacak. Bundan zerre kadar şüphem yok!

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                           30 Mayıs 2023

 

 

 

 

KIBRIS, İNGİLİZLERE NASIL VERİLDİ?

                       

        Osmanlı Devleti, Ruslarla yapılan 93 Harbi’nde (24 Nisan 1877-3 Mart 1878) çok ağır bir biçimde yenilir. Bu savaş, Rumi takvimle 1293’te gerçekleştiği için halk arasında “93 Harbi” olarak adlandırılır. Dönemim padişahı, II. Abdülhamit’ti.

        Rusya, sıcak denizlere inmek için hem doğudan hem de batıdan saldırdı Osmanlı Devleti’ne. Osmanlı için bu savaş bir savunma savaşıydı. Batıdan ilerleyen Rus birlikleri, neredeyse bütün Balkan coğrafyasını ele geçirdi. Edirne düştü, Yeşilköy’e (Ayastefanos) dek geldi Ruslar. İstanbul, Rus namluları altındaydı. Batılı devletler bu savaşta yansızdı. Yapacak bir şeyi kalmayan II. Abdülhamit, Rusya’nın dayattığı koşulları çok ağır anlaşmayı kabul etmek zorunda kaldı. İki devlet arasında Ayastefanos Anlaşması imzalandı.     

        “O sırada İngiltere’deki muhafazakâr hükümeti Rusya’yı Balkanlar’dan, Boğazlardan, Akdeniz’den ve Hint yollarından uzak tutma siyasasını, Osmanlı Devleti’ni koruyarak, kuvvetleştirerek ve onu Rus seline karşı bir duvar haline getirerek tatbik etmek düşüncesindeydi. (Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Cilt 1, Kısım 1, Dördüncü Baskı, Ankara, sf, 2)” Buradan da anlaşılacağı üzere İngiltere kendi çıkarları için Osmanlının yanında, Rusya’nın karşısında görünmekte.

        Anlaşmanın koşulları çok ağırdı. Tam bir teslimiyet söz konusuydu. Bu nedenle batılı devletler bu anlaşmayı kabul etmediler. İngiltere, Rusların sıcak denizlere inmesini önlemek için önce Osmanlı Devleti ile 4 Haziran 1878’de İstanbul Tedafüi İttifak Anlaşmasını imzaladı. İngiltere, Avusturya’nın da yardımıyla Ayastefanos Anlaşmasından Rusya’yı vazgeçirdiler. Ardından Avrupa’nın büyük devletleriyle Berlin Anlaşması imzalandı.

        “İstanbul Anlaşmasına göre:

a)  Rusya, Osmanlı Asya’sında yeniden büyümeğe kalkışırsa, İngiltere Osmanlıya yardım edecek.

b)  O yerlerdeki Hıristiyan tebaasının iyi idare edilmesi ve korunması için padişah, İngiltere ile anlaşarak ıslahat yapacaktır.

c)  Kıbrıs adasını İngiltere işgal ve idare edecektir. (Aynı yapıt, sf. 2)”

 

        Yukarıda görüldüğü gibi anlaşmanın b maddesinde İngiltere, Osmanlının içişlerine karışma hakkını elde etmekte. Aynı hak, 1774’te imzalanan Küçük Kaynarca Anlaşması ile Rusya’ya da tanınmıştı.

 

        Anlaşmanın c maddesinde görüldüğü gibi Padişah II. Abdülhamit, Kıbrıs’ı İngiltere’ye veriyor karşılıksız olarak. Böylece 1878’den beri Kıbrıs sorunumuz oldu. Yıllarca orada yaşayan Türkler, baskı ve kıyımlara uğradı. Ülkemizin güvenliği tehdit edildi.

 

        Berlin Anlaşmasının (13 Temmuz 1878) her maddesi ders niteliğinde. Anlaşmanın maddeleri yukarıda alıntı yaptığın yapıtın 2, 3, 4 ve 5. Sayfalarından okunabilir. Türk tarihinin en teslimiyetçi anlaşmasını imzalayan bir padişahın bunca yüceltilmesi niye? Üstelik tüm iş bilmezliğine ve öngörüsüzlüğüne karşın.

 

        Ayastefanos ve Berlin anlaşmaları üniversitelerin ilgili bölümlerinde iyi incelenip okutulmalı. Ulusal çıkarlar gözetilmeksizin bir anlaşmanın nasıl imzalanmayacağını anlamak için iyi öğrenilmeli bu anlaşmalar. Bu anlaşma geleneği, en sonunda Sevr’i doğurdu. Bu teslimiyetçi anlaşma geleneği Lozan’la son buldu. Demek ki Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet, teslimiyetçiliği reddedip başı dik dış politikanın ülkemizde benimsenmesini sağladık.

 

        4 Haziran 1878’de II. Abdülhamit tarafından İngilizlere verilen Kıbrıs, daha sonra Rumların egemenliğine bırakıldı. Rum yönetiminin Türkleri yok etmek için giriştiği kıyımları önlemek için 20 Temmuz 1974’te dönemin başbakanı Bülent Ecevit başkanlığındaki hükümetçe Kıbrıs Barış Harekâtı düzenlendi. Böylece Ada’nın kuzeyi Türk bölgesi oldu. Kıbrıs’ta yaşayan Türklerin can güvenliği de sağlanmış oldu.

 

        Atatürk ve diğer Cumhuriyet kurucularına ne denli minnet duysak azdır yıllardır süren emperyalizme teslimiyete son verdiği için.

                                                          

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                           29 Mayıs 2023

 

         

 

BABAMIN ELLERİ


         Babam, aramızdan ayrılalı tam tamına yirmi sekiz yıl oldu. Yirmi sekiz yıl önce 29 Mayıs 1995 Pazartesi günü uçmağa vardı. Almış yedi yıllık yaşamı, bir solukta sona erdi. Yalnızca babam mıydı o? Doğaldır ki hayır! İyi bir arkadaştık. Saatlerce söyleşsek de bıkmazdık. Usumuza düşen her sorunun yanıtını arar, her sorunun çözümünü bulmaya çalışırdık. Onunla en çok yürümeyi severdim. Hele doğa içindeyse bu yürüyüş, bulunmaz bir değerlikti (hazineydi). O değerlik, gün geçtikçe benim için daha da değerlenmekte.

         Babam, bir doğa dostuydu hayvanı, bitkisi, ağacı, böceğiyle. Ağaçlarla bakışır, hayvanlarla göz dokunuşu sağlardı. Bir çimenin ezilmesine bile gönlü razı olmazdı. Hayvan delisiydi. Evimizde beslediğimiz hayvanlara dostça davranırdı. Onların bakımına özel ilgi gösterirdi. Hayvanların bakımıyla beni görevlendirdi. Ben de bu sorumluluğu eksiksiz yerine getirmeye çalışırdım. Belki de bahçe ve tarlada çalışmayı bunun için savsaklardım. Onun doğaya duyarlılığı, beni çok etkilerdi.

         Babamın en çok gözlerine ve ellerine bakardım. Ela bakardı, ela gülerdi. Kızınca ela büyürdü. Elleri büyük değildi. Parmakları inceydi. Oysa çocukluk ve gençlik döneminde o eller, toprak ve işçilikle ekmek sağlamıştı ailesine. Buna karşın elleri büyümemişti. Parmakları kalınlaşmamıştı. Zarif parmaklarıyla her şeyi özenle tutardı. Tuttuğu her şeyi düşüp kırılacakmış gibi elleriyle tutar, parmaklarıyla kavrardı.

         Çocukluğundan başlayarak önce tarlada çalışmıştı. Elleriyle tarla bellemiş, mısır çapalamıştı. Fasulye, kabak ve salatalık ocaklarını kazmasıyla düzeltmişti o eller. Bu ocaklara hayvan gübresi, kül taşımıştı verimi artırmak için. Eline aldığı çalakopla fındık ocaklarını seyreltip düzenlemişti. Ayrıca o ocakları çapalamıştı yıllarca bıkıp usanmadan.

         Yetim bir çocuk olarak kendisinden iki yaş büyük ağabeyiyle ailenin tüm gereksinmelerini karşılamak için var güçleriyle çalışmaktaydılar çocuk bedenleriyle. Yaşıtları oyunlar oynarken onlar çocuk bedenleri, minicik elleriyle yaz ve güzde mevsimlerinde kışlık odun yaparlardı kışı geçirmek için. Kocaman kızılağaçları, dişbudakları ve yaşlanıp kurumaya yüz tutmuş diğer ağaçları hızar ve baltayla devirirlerdi. O küçük bedenler, kocaman kütüklerin altına girerdi korkusuzca. O eller, kütükleri parçalamak için günlerce balta sallardı. Patlayan avuçlar, şişen parmaklar, yorulan kollara aldırmazdı ağabey ve kardeş. Sonrasında o eller, parçalanan odunları diğer kardeşleriyle saçak altlarına dizerdi. Çünkü odunlar ıslanmamalı ve kurumalıydı. Çünkü odun her şeydi. Hem ısınmayı sağlar hem de ekmeği ve yemeği pişirirdi. Uzun, karanlık kış gecelerinde alevleriyle aydınlanırdı aşhana.

         Babam, on bir yaşına gelince bir vapurun ambarına binerek yedi günlük yolculukla İstanbul’a gitti. İlk gurbetiydi bu. Yanında ağabeyi ve köyümüzden bazı yetişkinler de vardı. Dört beş ay ne iş bulduysa çalıştı. Yemeyip içmeyip kazandığını biriktirdi. Yine bir vapurun ambarında sılaya döndü. Geceleri tilki uykusu uyudu ne olur ne olmaz diye. O incecik parmakları uykusunda bile üç beş kuruşluk kazancının bulunduğu cebini sıkıca kavramıştı. Trabzon limanına gelince dünyalar onun oldu. Elleriyle silip ovuşturdu çapaklan gözlerini. Bir sabah güneşinin yağmur yüklü bulutları kovduğu bir sabahtı. Geminin güvertesinde kıldı sabah namazını. On kişiyi aşkın köylülerimizle birlikteydi. İlk buldukları taşıtla Of’a geldiler. Elleri, hala cebindeydi. O cepte, parmaklarının altında bir ailenin nafakası, değerliği vardı.

         İlçe merkezine inince vakit yitirmeden koyuldular yola yayan yapıldak. Karnı açtı, olsun anası pişirirdi bir şeyler nasıl olsa. Aylarca onun yemeklerinin özlemi içinde değil miydi sanki? On yedi kilometrelik yolda kuş olup uçtular. Sırtlarında birkaç parça eşyalarının olduğu küçük tahta bavulla bir de çuvalları. Dere yataklarından geçip tepelere tırmandılar patikalardan. Yorgunluk, onlardan uzaktı. Anasının elleriyle kurduğu fasulye turşusunun kavruttasıyla sıcak mısır ekmeği kokusu gelmekteydi burnuna kilometrelerce öteden. Bir de yanında tereyağında yumurta olsa… Yaşamı boyunca sevmekten bıkmadığı yiyeceklerdi bunlar. Aslında burnunda tüten ana kokusuydu. Aylardır görmediği kardeşlerinin sesiydi. Var olduğu toprağın özlemiydi içini yakıp kavuran.

         Her yaz, Bafra’ya tütün dizmeye gitti. O zarif elleriyle işçiler arasında en çok tütün dizerek hep birinci olmak için çalışmaktaydı. Kazanacağı her kuruşun ailesi için ne denli değerli ve önemli olduğunun farkındaydı. Bafra’nın bitek, sulak, nemli ovasındaki sivrisineklere aldırmadan elleri çalışırdı.

         Gurbet gecelerinde Kuran okurdu durmaksızın. Çalıştığı evlerin sahipleri de dinlerdi onun okumasını. Bu nedenle ona küçük ayrıcalıklar tanınırdı. O ellerle kim bilir kaç kez çevirmiştir yanında taşıdığı Mushaf’ın yapraklarını?

         On dördüne geldiğinde ağabeyiyle hızarcılık yapmak için babadan kalma hızarı yüklenip Çarşamba, Samsun ve Bafra’ya yollandılar. Bu yıllarca sürdü. Babamın ellerine bakardım hep. Baktıktan sonra amcamlarla yaşadığımız evin çatısında duran hızarın yanına gidip incelerdim onu. Babamın ellerinin hızarı nasıl kavradığını düşlerdim çatıda. O çocuk parmaklarının nasıl bir duruma geldiğini düşünürdüm uzun uzun. Günlerce o kurduğum düşler, gözümün önünden gitmezdi.

         Bir gün evimize tahta gerekli oldu. Babamla amcam, kocaman bir kızılağaç kestiler fidanlığımızdan. Ağacı taşınabilir duruma getirip komşularımızın yardımıyla evimizin yanına getirdiler. Hemen düzenek kuruldu. Önce baltayla kalsalar tıraşlandı. Kabuk bölümü, yani kapaklar ayıklandı. Babamın her balta sallayışında gözlerim mıhlanmıştı ellerine. İncecik parmaklarıyla sevgi ve kararlılıkla kavradığı baltanın sapındaydı bütün ilgim. Tıraşlama bitince bir kapta ıslatılmış kızılağaç talaşına, bir kınnap (Yörede kırnap denir.) bu kızıl suya batırıldı. İyice suya bulandı ip. Ak ip, kızıla döndü. Kınnap, boydan boya kalasın üzerinde gerildi, iki kişi uçlarını gergince tuttu. Amcam, ipi yukarıya doğru kaldırıp bıraktı. Bırakınca dümdüz kızıl bir çizgi oluştu kalasta. Tahta kalınlığı hesap edilerek eşit aralıklarla çizgiler çizildi. Bu çizgiler, kalasın üst yanına da çizildi hesap kitap yapılarak. Sonrasında kalası, düzeneğe çıkardılar. Düzenek hem önde hem de arkada çapraz olarak çakılmış iki sağlam sırıktan oluşmakta. Kalas, bunların arasına yerleşince dönüp kaymıyor. Babam yukarıya çıktı, amcam aşağıda. İşin ustası amcam... O yönlendirmekte her şeyi. Çizgileri izleyerek biçme işi sürdü. Tahtalar birer bire büyük bir emekle ortaya çıktı. Ben, babamın ellerine bakmaktayım. O ellerin ürettiği tahtaları anıtlaştırmaktayım gönlümde.

         Babam, insanlarla tokalaşırdı sık sık. Yine ellerinde olurdu gözlerim. Elimden tutup yürüdüğümüzde de ellerine bakardım sürekli. Yemek yerken, su içerken, bir şey taşırken, ellerinde hiçbir şey olamadığında da ellerindeydi gözlerim.

         Öğretmenim olduğunda tebeşirle karatahtada yazarken de parmak uçları aklaşmış ellerindeydi gözüm. Hele dolmakalemle yazarken bayılırdım ellerine.

         Kitap, dergi ve gazete okurken elleri bir farklı gelirdi bana. Yaprakları çevirişindeki özen, görülmeye değerdi. Kâğıda, mürekkebe, yazıya duyduğu saygı parmak uçlarından dökülürdü sanki okuduğu yapraklara.

         Yirmi sekiz yıldır hep o ellere hayranlık, minnet duydum. Aşımızı soframıza getiren ellerine… İlk yürümeye başladığımda minicik ellerimi kavrayan elleri. Beni havalara zıplatan o iki güzel, becerikli el… Bugün de o eller yine gözümün önünde şefkat, beceri, inceliğiyle…

                                                                                Adil Hacıömeroğlu

                                                                                29 Mayıs 2023

 

HAVZA GENELGESİ


         Mustafa Kemal Paşa, 9. Ordu Müfettişi göreviyle 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı. Ona, İstanbul hükümetince verilen görev bölgedeki Rumları, Türk çetelerinden korumaktı. Oysa bölgede olan tam bunun tersiydi. Rum çeteleri, savunmasız Türklere sürekli saldırmaktaydı. Rum çeteleri, halkın mal ve can güvenliğini tehlikeye atmaktaydı. Türkler, bahçe ve tarlalarında çalışamaz olmuştu. Bu saldırılarda birçok Türk, yaşamını yitirmişti. Bu nedenle can ve mal güvenliği sağlanması gereken Türklerdi.

         İngilizlerin isteği üzerine Samsun ve çevresinde yaşayan Rumların güvenliğinin sağlanması istendi İstanbul hükümetinden. İşte, bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa, Samsun’da görevlendirildi. Ancak Mustafa Kemal Paşa’nın gidiş amacı, bunun tam tersiydi. O, bu görevi Anadolu’ya geçmenin bir aracı olarak kullandı. Samsun’a çıktığı ilk günden başlayarak Kurtuluş Savaşı’mızı ilmek ilmek dokuyup örgütledi.

         Kurtuluş Savaşı’nın işaret fişeğinin ateşlendiği yer bana göre Havza’dır. Yörenin ünlü ve etkili din adamı Sıtkı Hoca, Yörgüç Paşazade Mustafa Bey Camisi’nde halka hutbe okur emperyalist işgallere karşı savaşmak için. Bu çağrı, 30 Mayıs 1919 Cuma günüydü. Sonrasında cami dışında toplanılır. Bu mitingde konuşmalar yapılır. Halk, işgallere tepkisini gösterir. Bu, ilk halk toplantısıdır. Mustafa Kemal Paşa, bu mitingi kaldığı otelin penceresinden izler ve halkın kararlığını görür.

         Atatürk, Havza’da ilk direniş genelgesini yayımlar. Tarih, 28 Mayıs 1919 Çarşamba günüdür. Bu genelge; Trabzon, Sivas, Erzurum, Van, Diyarbekir, Bitlis, Mamuretülaziz (Elazığ), Ankara, Kastamonu vilayetlerine; Canik (Samsun), Erzincan, Kayseri Bağımsız Mutasarrıflıklarına gönderildi.

         Mustafa Kemal Paşa genelgede: “… önümüzdeki hafta boyunca ve çeşitli vilayetlere göre pazartesi başlayıp çarşamba günü müracaatın arkası alınmak üzere büyük ve heyecanlı mitingler yaparak milli gösterilerde bulunulması ve bunun bağlantılı olunan tüm yerlere de yayılması ve bütün büyük devlet temsilcileriyle Babıali’ye etkili telgraflar verilmesi ve yabancı olan yerlerde yabancılara da haklı etkiler yapılmakla beraber milli gösterilerde adap ve sükunetin fevkalade korunması ve Hıristiyan halka karşı sataşma, gösteri ve düşmanlık gibi tavırlar alınmaması elzemdir. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, cilt 2, Birinci Basım, Mayıs 1999, sf. 334)” diyerek halk direnişinin başlamasını istemekte. Bu genelge hem 9. Ordu Müfettişliğinin yetkileri içindeki yerlere hem de yetisi dışında kalan illere gönderildi. Amaç, yurdun büyük bir bölümünü kapsayan ulusal uyanışı sağlamak ve halkı birleştirmek.

         Mustafa Kemal Paşa, öncelikle mitingler düzenlenmesini istiyor. Bu mitinglerinde resmî kurumlardan izin alınarak yapılmasını önermekte. Bu ulusal gösterilerin “adap ve sükûnet” içinde yapılmasını özellikle vurgulamakta. Gereksiz taşkınlıkların halkı böleceğini, haklı bir savaşıma leke süreceği düşünülmekte. Ayrıca aşırı taşkınlıkların kışkırtıcıların gösteriye sızmasına ve mitinglerin amacından sapma olasılığın olacağı da düşünülmüş.

         Yabancı temsilciliklere ve İstanbul hükümetine işgalleri protesto telgraflarının çekilmesi istenmekte. Şimdi diyeceksiniz ki yabancılara telgraf çekince işgaller son mu bulacak? Doğaldır ki hayır! Ancak bir il ya da ilçeden telgraf çekmeye giden bir kişi, ne yaptığını çevresindekilere anlatacak. Çevresindekiler de “Bak, arkadaşım falanca işgalleri protesto etti, benim de etmem gerekir.” diyerek postaneye gidip telgraf çekecek. Bir göle atılan taş örneğinde olduğu gibi atılan taşın suda yarattığı etki, halk halka büyüyüp genişleyecek. Böylece halkın bir kurtuluş ülküsü çevresinde birleşmesi sağlanacak. Ayrıca işgalciler örgütlü bir savaşımın gücü karşısında çekinecekler. Bir de işgale kalkışmayan yabancı ülkeleri yanına çekmek söz konusu bu davranışla.

         Hıristiyan halka iyi davranılması öğütlenmekte yukarıdaki genelgede. Onları tümden düşman safına itmemek için bu özen. Olanak bulunursa onların bir bölümünü de ulusal direniş saflarına çekme amacı var bunda.

         Havza Genelgesi ile bölük pörçük sürmekte olan direniş örgütlenmesinin bir merkezden yönetilmesi iradesi ortaya kondu. Çünkü dağınık bir direnişin başarıya ulaşma olasılığı neredeyse yok! Ancak ulusun tüm gücü birleştiğinde başarı olasılığı çoğalmakta. Ayrıca bu genelgeyle ulus egemenliğinin önemi de vurgulanmakta.

         Havza Genelgesi’nin 104. yılında başta Atatürk olmak üzere, ilçede Büyük Kurtarıcı’ya kucak açan kaymakamlık ve belediye yöneticilerini, Paşa’yla yola çıkan yurtseverleri, Sıtkı Hoca’yı, o gün Yörgüç Paşazade Mustafa Bey Camisi’nde toplanan herkesi, tüm Havza halkını saygı, sevgi, minnet ve rahmetle anıyorum.

                                                                                Adil Hacıömeroğlu

                                                                                28 Mayıs 2023

 

 

SANDIK ÖNÜMÜZDE, KARAR BİZDE


         Yarın yine sandık başındayız. Heyecan yüksek… 14 Mayıs’ta seçilemeyen 13. cumhurbaşkanı, bugün seçilecek. Dileğimiz, seçimin ülkemize hayırlı olması…

         14 Mayıs’ta seçimlere katılım rekoru kırıldı yüzde 87.04’le. Çok partili yaşama geçtik geçeli genel ve yerel seçimlere katılım oranları hep yüksek oldu. Bu da halkımızın “milli irade” dışı arayışlara karşı duruşunun önemli bir göstergesi.

         Seçimlerin yapılması, devrimci bir sürecin başlamasıyla oluyor ülkemizde. 1876’da, I. Meşrutiyet’in ilanıyla tanışıyoruz seçimle de meclisle de. 23 Aralık 1876’da Kanun-i Esasi (Anayasa) kabul ediliyor. Anayasa gereği ikili meclis sistemine geçildi. Ayan Meclisinin başkan ve üyeleri, padişahça atanıyordu. Halk tarafından seçilen meclisin adı ise Meclis-i Mebusan’dır. Bu iki meclise de Meclis-i Umumi denmekteydi.

         Ne yazık ki meclisimizin yaşamı, uzun sürmüyor. Padişah II. Abdülhamit, 93 Harbi (1877-78) yenilgisi nedeniyle Meclis-i Umumi’yi, 14 Şubat 1878’de kapatıyor. Kanunu-i Esasi de rafa kaldırılıyor.

         1908 Hürriyet Devrimi ile yeniden anayasa yürürlüğe girdi. Meclis-i Mebusan açıldı. Yapılan seçimleri liberal görüşlü Ahrar Fırkasına karşı, milliyetçi-çağdaşlaşmacı düşüncedeki İttihat ve Terakki Fırkası kazandı. Meclis, 17 Aralık 1908’de göreve başladı.

         Meclis-i Mebusan, İstanbul’un resmen işgali sonunda padişah Vahdettin tarafından 1 Nisan 1920’de dağıtılıyor. Mebusların önemli bir kısmı Ankara’ya TBMM’ye katılmak için gidiyor. Bazıları ise İngiliz işgalcilerince tutuklanarak Malta’ya sürgün ediliyor.

         Bugün sandığa gidip yöneticilerimizi kendimiz seçiyorsak bu, Atatürk ve onun kurduğu Cumhuriyet sayesindedir. Arada sırada kesintiye uğrasa da seçim süreçlerimiz, yine de sandıktan başka hiçbir çözüm uzun vadeli olmamış.

         Sandığa gidip oyumuzu atmasına atıyoruz da siyasetçiler, halkın sandıkta verdiği iletileri doğru olarak algılıyorlar mı? Siyasetçilerin sandıkta söylediklerini doğru olarak algılayan siyasetçi nedense çok az. Ölüm, ağır sağlık sorunları, askeri darbe ve kaset komploları olmadan siyasetçiler, koltuklarını terk etmiyor. Bu, demokrasimizin en çok aksayan yönlerinden. Bu halkımızın sandık sevisine en büyük darbe siyasetçilerce. Demokrasilerde halkın oyuyla gelmek de var, gitmek de. Özellikle parti yöneticileri gelmeyi biliyorlar da gitmeyi bilmiyorlar. Bu da yeni ve üretken olabilecek siyasetçilere siyaset yolunu tıkamakta. Bakarsanız tüm partilerin liderleri, gençliğe çok önem verdiklerinden söz eder. Uygulamaya baktığımızda ise bunun tam tersini görürüz. Koltuğa yapışan siyasetçi, gençlerin yolunu tıkadıkları gibi umutlarını da yok etmekteler.

         Seçimlerde başarısız olup da koltuğunu bırakan siyasetçiyi pek göremedik ne yazık ki. Bazıları, ağır yenilgilerden sonra geçici olarak ayrılıyorlar parti yönetiminden. Sonrasında nedendir bilinmez parti tabanının ısrarlarına(!) dayanamayıp yeniden koltuğa oturuyor genel başkanlar ve diğer yöneticiler.

         Yarın, demokrasi tarihimizde bir ilki yaşamanın umudunu taşımaktayım. Seçime, Cumhur ve Millet ittifakları katılmakta. Bu ittifaklara katılan partiler, nimeti de külfeti de paylaşmaları gerek. Çünkü seçim sürecinde, izlencelerinde ortak emekleri, düşünceleri, ilkeleri var. Bu nedenle seçimde yenilen ittifaka katılan partilerin genel başkanlarıyla genel merkez yöneticilerinin görevlerinden ayrılması gerek.

         Düşüncesi, izlencesi, siyasal yeterlilikleri halkın tartısına çıkmış ve beğeni görmemiş siyasetçinin koltuğu işgal etmesi “milli irade”ye saygısızlık, halkı yok sayma. Halkın yok sayıldığı bir sistemin adı, demokrasi olamaz. Önce partiler, kendi içlerinde demokrasiyi uygulamalı. Yönetiminde hanedanlığın kurulduğu bir siyasal parti, demokrat olamaz. Bu tür partilerin demokrasi gücü olduğunu söylemek de açık bir aldatmaca.

         Burada sözüm, her iki ittifakı oluşturan parti liderlerinedir. Cumhurbaşkanı adayınız, seçimi yitirdiğinde genel başkanlığı bırakacak mısınız? Bırakıp da gelecek kuşaklara demokrasi örneği oluşturmak istiyor musunuz? Yoksa yenilginize türlü gerekçeler uydurup koltuklarınıza yapışacak mısınız?

         Evet, yarın sandıklarda tüm siyasetçiler, bir demokrasi sınavında. Bakalım kimler sınavı geçer, kimler geçemez. Yurtseverliğin de demokratlığın da ölçüsü, koltuğa yapışmamak. Yarın akşam sandıklar açıldığında göreceğiz gerçekten yurdunu, ulusunu, gençliği demokrasiyi düşünen liderleri.

                                                                                Adil Hacıömeroğlu

                                                                                27 Mayıs 2023

 

SALTANAT ŞURASI, İŞGALCİLERİN BUYRUĞUNDA


         Bazı yurttaşlarımız, Atatürk’ün Samsun’a çıkarak Kurtuluş Savaşı’nı başlatmasının saltanatın isteği ve desteğiyle olduğuna inanırlar. Bunu da Atatürk’ün Samsun’daki 9. Ordu müfettişliği görevinin Padişah ve zamanın hükümetince verilmesini gösterirler. Oysa bu görevlendirme, yurdu kurtarmak için değil. Tersine Samsun ve çevresindeki Müslüman olmayan halkın güvenliğini sağlamak için. Bu güvenliğin sağlanmasını isteyenler de İngilizler.

         Mustafa Kemal Paşa, Samsun’dan Havza’ya geçerek halk içinde kurtuluş mücadelesini örgütlerken acaba İstanbul hükümeti ne yapıyordu? Kimlerin yararına kararlar almaktaydı?

         “İzmir’in işgaliyle doğan durumu görüşmek üzere Saltanat Şurası toplandı. Bakanlar Kurulu, Devlet ileri gelenleri, Danıştay, Sayıştay, Temyiz Mahkemesi başkanları, din adamları, profesörler, basın temsilcileri, siyasi parti ve dernek temsilcilerinden 130 kişinin katıldığı toplantı, Padişah’ın kısa bir açış konuşmasıyla başladı. Konuşmasından sonra Padişah toplantıyı Damat Ferit’in yönetimine terk ederek ayrıldı ve çıkarken ‘Karılar gibi ağlıyorum!’ dedi. Konuşmalar 15 dakika ile sınırlandırıldı. Yalnızca çözüm yolu üzerinde konuşulması şartı konuldu. Damat Ferit, kurtuluş yolunun İngiltere ve Fransa’nın Türkiye’ye dostluk eli uzatması olduğunu söyledi. Konuşmacıların bazıları İngiliz himayesini, bazıları Amerikan mandasını savundular. Hukuk Fakültesi temsilcisi Profesör Selahattin Bey, açıkça manda görüşüne karşı çıkarak tam bağımsızlığı savundu. Yalnızca görüş alma amacıyla toplanan Saltanat Şurası’ndan herhangi bir sonuç alınamayacak, şura sonucu ‘komedya, maskaralık, fiyasko’ gibi sözcüklerle nitelenecektir. Saltanat Şurası 22 Temmuz 1920’de bir kere daha toplanacak, Topçu Feriki Rıza Paşa dışında şuraya katılanlar Sevr Anlaşması’nın uygun bulacaklardır. [İstanbul gazeteleri], (Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü I, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1993, sf.278)”

         Yukarıda anlatıldığı gibi Sultan Vahdettin başkanlığındaki Saltanat Şurası, kurtuluş mücadelesiyle hiç ilgili değil. Üstelik yaptıkları toplantıda manda tartışması yapmaktalar. Ayrıca bu Saltanat Şurası üyelerinden biri dışında (Topçu Feriki Rıza Paşa) hepsinin Sevr’i uygun bulmalarında zerre kadar yurtseverlik var mı?

         Peki aynı gün, yani 26 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa Havza ‘da ne yapmakta?

         “Dün Havza’ya gelen Mustafa Kemal, kendisini ziyaret eden Havza ileri gelenlerine ‘Hiçbir zaman umutsuz olmayacağız, çalışacağız. Uçurumun kenarındayız. Bizi canlı canlı mezara atmak istiyorlar. Son bir cüret, belki bizi kurtarabilir.’ dedi. [TD III:1001; Gökbilgin I: 141] (Aynı yapıt, sf. 278)” Burada da görüldüğü gibi Paşa, Anadolu’da halk temsilcileriyle yaptığı ilk buluşmada, hangi emperyalist ülkenin mandası olmayı konuşmuyor; görüştüğü kişilere, kurtuluş umudundan söz ediyor.

         “Mustafa Kemal, İngiliz Muhipler Cemiyeti Başkanı Sait Molla’nın 23 Mayıs’ta belediyelere çektiği, İngiliz himayesinin talep edilmesini isteyen telgrafı üzerine, illere ve mutasarrıflıklara bir genelge gönderdi: Milli bağımsızlık ve siyasetimizin kurtarılması milletin bir bütün olarak savunması ile kabil olacaktır. (Aynı yapıt, sf.278)” Sait Molla gibi İngiliz işbirlikçileri, halkın direnme gücünü yok etmek için topraklarımıza bozgunculuk tohumu ekerken, Mustafa Kemal Paşa ise “Milli bağımsızlık”tan söz ederek ulusal birliğin oluşturulması için çaba göstermekte.

         “Ankara halkı Yunan işgalini bir mitingle protesto etti. Hükümetin mitingleri yasak etmesine rağmen, dün ve bugün yapılan mitinglerle Bafra, Beyşehir, Haymana ve Pazarcık’ta İzmir’in işgali lanetlendi. (Aynı yapıt, sf. 278)” İstanbul’da, Saltanat ve çevresinde mandacılık düşleri kurulurken Anadolu’nun birçok yerinde emperyalist işgallere karşı halk ayaklanıp sesini yükseltti. Bunu da mitingler yaparak göstermekte. Ankara, işgallere karşı ayağa kalktığında Mustafa Kemal Paşa, henüz Ankara’ya gelmemiştir bile, gelebileceği de bilinmemekte.

         Yukarıda dört alıntı yapıp yorumlarımı kısa tuttum. Alıntılarım, yalnızca 26 Mayıs 1919 Pazartesi gününden… Bir günde olanlardan bazılarına yer verdim. Bu bir günde yaşananlar bile kimlerin kurtuluş mücadelesi için ölümü göze alarak halkla bütünleşip emek harcadığını, kimlerin de kendi kişisel geleceklerini düşünerek kendi ülkesini, halkını emperyalist devletlerin egemenliğine terk etmek için tartışıp görüştüklerini açıkça anlatmakta.

         Günümüzde kurtuluş ve kuruluş tarihimize kara çalıcıların her fırsatta Atatürk’e saldırmalarının nedeni, genlerine işlemiş emperyalist uşaklığındandır. Ne yazık ki bazı yurttaşlarımız, özellikle İngilizlerce ortaya saçılan kirli propagandaların, yanlış bilgilerin tutsağı olmaktalar. Böyle olunca da kendi ülkelerine, tarihlerine, kurtarıcılarına zarar vermeye çalışmaktalar emperyalistler adına. En kötüsü de içinden çıktıkları ulusun, tüm ezilenlere örnek olan bir kurtuluş destanına kara çalmaktalar. Bunun asıl nedeni, okuyup araştırmamak... Tarihsel bilgi yerine, söylentilere inanılması… Aradan 104 yıl geçmesine karşın, gerçekleri bir türlü anlamak istemeyenlere ne demeli?

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       26 Mayıs 2023

“ANNE, BİRAZ DA AYLİN’LE İLGİLEN!”


         Aylin ve Selin iki kardeş… Aylin sekizinci sınıfta… İşi zor… Lise Giriş Sınavlarına hazırlanmakta. Yoğun bir çalışma içinde… Buna karşın yaşamla bağını kesmemiş. Meraklı biri… Özellikle Türkçenin kökenbilimiyle ilgili… Dilin matematiğine de kafa yormakta. Bilmediği konularda soru sorup öğrenir. Kitap okumayı da sever. Bu nedenle geleceğe çok umutlu bakabilir. Kısa süreli de olsa öğretmeni olma mutluluğunu yaşadım. Ne mutlu bana!

         Selin, daha ilkokul birinci sınıfta… Her gördüğümde bir şeyle meşgul… En belirgin özelliği ise her karşılaşmamızda gülümsemesi… Önemli bir iş yapıyormuşçasına bir tavır takınır. Tek başına evin sahibiymiş gibi davranır. Evin içinde bölümden bölüme geçerken hep ivecen… İkide bir ablasının odasına girip bir şeyler arar, bulamazsa ondan ister. Sanırım bu girip çıkmalar, Aylin’le ilişki kurmanın bir yolu… Bu yolla az da olsa konuşup yardımlaşma fırsatı yakalamakta.

         Selin’in kendine özgü davranışları var. Evlerinin mutfağı, giriş kapısına baktığından orada ders çalışıp ödev yapması ilgi çekici. Yüzü kapıya dönük olmakta hep. Kapıdan gireni, çıkanı kontrol ediyor böylece. Kimi zaman salondadır. Burada da yüzü salonun derinliğine bakar. Bu; çevresine egemen olma, olup biteni görüp anlama isteğidir sanırım. Gören de onun evin muhtarı olduğunu düşünür.

         Aylin ve Selin’in babaları yurtdışında çalışmakta. Anneleri Cansu Hanım, çocuklarına hem anne hem de baba olmakta. O da çalışmakta. İstanbul’da yaşamak da çalışmak da çok zor. İşe gidiş geliş büyük bir sorun… Haftanın beş günü trafikte ter dökmekte. Olağandır ki böyle bir çalışma, onu epey yormakta.

         Her anne gibi Cansu Hanım da çocuklarına düşkün… Eve gelir gelmez ilk işi, çocukları… Yüzü hep güleç… Aylin, annesini işlerine pek karıştırmıyor bütün ergenler gibi. O da neredeyse tüm annelik ilgisini, Selin’e yoğunlaştırmakta. Bu da doğal görülebilir. Çünkü Selin çok küçük… Henüz okula yeni başlamış. Yardıma daha çok gereksinim duyabilir.

         Bir akşamüstü Cansu Hanım, eve gelir gelmez her gün olduğu Selin’le ilgilenir. Bu, her gün yaptığı olağan davranışı. Kızının derslerine yardım etmektir amacı. Bu yolla da onu sevmek… Gün boyunca içinde biriktirdiği çocuk özlemini gidermek... Doğaldır ki bu ilginin asıl nedenlerinden biri de çocuğunu kontrol etme amacı taşımakta. Derslerine çalışıp çalışmadığını görüp denetlemek… Böylece derslerini gevşetmesini, okulu asmasını önlemek…

         Her toplumda küçükler daha çok korunur. Büyükler, onlarla daha çok ilgilenir. Küçüklerin ayakta durmak için yardıma gereksinmelerinin olduğu düşünülür nedense. Onların yanlış yapmasına izin verilmez. Oysa çocuklar, yanlışları yapa yapa doğruları öğrenmekteler. Yanlış olmadan doğru da olmaz. Çocukların deneye yanıla öğrendiklerini unutmamak gerek.

         Annesi, Selin’e yoğun ilgi gösterince çocuk başkaldırıyor: “Anne, biraz da Aylin’le (ablamla) ilgilen!” diyerek sıkıldığını anlatmaya çalışıyor. Aslında bu tümceyle özgürlüğünü istemekte çocuk. Sürekli denetlenmenin baskısını kaldırmadığını haykırmakta. Bu nedenle de annesinin ilgisinin ablasına yöneltmek istemekte. 

    Söyleyişteki inceliğe bakın! “Başımdan git!” demiyor. Yaşından beklenmedik bir saygısını yitirmeden, incelikle ve annesini de kırmadan ablasıyla ilgilenmesini istemekte ondan. Bu, nasıl bir soylu davranış? Keşke bu inceliğin, duyarlılığın onda biri büyüklerde olsa günlük insan ilişkilerinde… Yok olduğunu düşündüğümüz bir davranış, insan ilişkisi inceliği Selinlerin içinde filizlenip boy atmakta.

         Geç, zamansız doğuran kediler vardır. Yavrular, güz mevsiminde gözlerini açar dünyaya. Havalar soğumaya başlar. Doğal olarak yavrular üşür. Onların üşümemesi için anne kedi, üzerine abanır yavrunun. Bir süre sonra yavru, soluk alamaz ve ölür. Bu, bedenen bir ölüm… Çocukların üzerine abanıldığında da onlar, tinsel olarak yok olur.

         Ah Selin ah, o kadar çok haklısın ki bunu nasıl anlatsam. Anne ve babalar nedense çocuklarını hep güçsüz, kendi başlarına iş yapamaz görmekteler. Abanırlar üzerlerine soluk aldırmadan. Onların soluklarının kesildiğini fark etmezler bile. Oysa onlar, derin derin soluklanmak ister. Çocuklar, soluklandıkça büyüyüp olgunlaşacaklar ve kendi kanatlarıyla uçmayı öğrenecekler. Kanat açıp çırpamayan kuş, kuş olur mu hiç?

                                                                                Adil Hacıömeroğlu

                                                                                25 Mayıs 2023

OKULDA YANARAK ÖLEN KÖY ENSTİTÜLÜ


         Elimdeki kitap, Gülten Başol’un Aydınlanmanın Neferleri Köy Enstitülü Öğretmenlerim… Kitap, köy enstitülü öğretmenlerin anılarından oluşmakta. Anıların hepsi çok güzel… Anılar; okuyanları uzun, heyecanlı, güzel bir yurt gezisine çıkarmakta. Cumhuriyet’le başlayan eğitim, gelişme, aydınlanma, yoksullukla savaşma seferberliğimizin özeti sanki.

         Cumhuriyet kurucuları; halkımızın yoksulluğun, yoksunluğun, geriliğin, bir yana itilmiş köylülüğün, açlığın, sonu gelmez salgınların, karasabana tutsaklığın, bilimden habersizliğin, feodalitenin baskıcılığından kurtarılması için büyük bir seferberlik başlattı birçok alanda.

         Cumhuriyet kurulduğunda, halkımızın yüzde sekseni köylerde yaşamaktaydı. Kırk bine yakın köyümüz vardı. Neredeyse hiçbirinde okul yoktu. Köylerimizdeki okuma yazma oranı, yüzde beşin altındaydı. Kadınlarda ise okur yazarlık yüzde bir bile değildi. Öncelik, kadınıyla erkeğiyle halkımızı okur yazar yapmaktı. Yüz yıllardır süren kara yazgının karabasana dönüştüğü bir toplumu çağa uygun bir biçimde dönüştürmekti. Çünkü tam bağımsızlığı korumanın yolu; bilinçli kitlelerle olabilirdi; bu da sağlıklı, sağlam, üretken, bilimsel ve ulusal bir eğitimden geçmekteydi.

         Köyleri, Cumhuriyet aydınlığıyla buluşturacak yolu ve yöntemi ulusal olanaklarımızla bulduk. Tamamen bizim olan köy enstitüleri kuruldu. Yirmi bir köy enstitüsü, her bölgemize hızla yayıldı. Bu yolla eğitimde bölgesel eşitlik de sağlanmış oldu. Bu okullara, köy çocukları alınmaktaydı. Enstitüler, “yaparak, yaşayarak” öğrencilerini eğitmekteydi. Bu yolla kuram, yaşamla birleşiyordu. Bu eğitimi kolaylaştırmaktaydı.

         Köy enstitülü öğretmenlerin en büyük ülküsü, köylerin aydınlanıp kalkınmasıydı. Kendileri de köy çocukları olduklarından köylünün dilini, onların sorunlarını iyi biliyorlardı. Köylerimizdeki okullaşma hızla arttı. Köylümüzün okur yazarlık oranı arttı. Enstitülü öğretmenlerin öncülüğünde köylerin birçok sorunu çözülmeye başlandı. Burada halkımızın geleneksel çalışma biçimi olan imeceden yararlanıldı. Elbirliğiyle zor işler, kolaylaştı. Bu, toplumsal dayanışmayı da güçlendirdi.

         Köy enstitülü öğretmenlerin en büyük özelliği; dürüst, özverili ve Cumhuriyet ülküsüyle dolu olmalarıydı. Bireysel kurtuluşu değil, toplumsal kurtuluşu amaçlamışlardı. Kamu mallarını ve çıkarlarını korumak, onlar için kutsal bir görevdi. Halkın çıkarı, her şeyin üstündeydi. Kamu malını korumamak, bağışlanmaz bir suçtu.

         Kitapta, Çifteler Köy Enstitüsü mezunu (1944) Mustafa Demirci’nin anlattıklarından: “Hamza Kesmen de bizim İshaklı’dandı. Çifteler Köy Enstitüsünü bitirmişti. Köyde öğretmenlik yaparken temizlik muayenesi yapıyor. Öğrenciler bitli, sirkeli… Bitli bir kız öğrencinin saçını kesiyor ve annesinin saçını iyi taramasını tembih ediyor. Kız öğrenci evine gidince, saçı kesilmiş diye evde kıyamet kopuyor. Köylü bu yüzden okulu yakıyor. Okulun yandığını gören öğretmen, ‘Eyvah, kooperatifin parası içeride’ diye okula giriyor, ama çıkamıyor ve yanarak ölüyor. Eşi Fatma da hamile, yangının dehşetinden korkuyor ve çocuğunu sakat olarak doğuruyor. Benim duyduğum ve bildiğim bu. Şimdi o köyün okulunun adı Hamza Kesmen İlkokuludur. Afyon’un Çıkrık köyünde… Cehalet böyle bir şeydir. Gülten Başol, Aydınlanmanın Neferleri, Köy Enstitülü Öğretmenlerim, Kaynak Yayınları, 1. Basım, 1 Nisan 2016, sf. 122)”

         Yukarıda görüldüğü gibi Köy Enstitülü Öğretmen Hamza Kesmen, öğrencilerden kuruş kuruş toplanan okul kooperatifinin paralarını kurtarmak için canını veriyor. Ona göre köylünün alınteri olan üç beş kuruş çok değerliydi. Bu para, kamunundu. Onu korumak da kooperatiften sorumlu Öğretmen Kesmen’in göreviydi. Kamucu ülküyle donanmış bir öğretmenin başına gelen bir çarpıcı anı bu.

         Bit ve uyuzla savaşmak, önemliydi. Zaten yetersiz beslenme yüzünden doğru dürüst gelişemeyen çocukların kanını emen bitin yok edilmesi, öğretmenlerin göreviydi. Bunun yolu da temizlikten geçmekteydi. Köylülerin bitle savaşımda öğretmene kızıp okulu yakmaları ise bilgisizliğin çarpıcı bir görüntüsü. Hamza Kesmenler bit, uyuz, salgın, bilgisizlik ve gerilikle savaşırken bir yandan da çok az da olsa bu tür saldırganlıklarla da savaşmaktaydılar.

         27 Aralık 1949’da ABD ile imzalanan Eğitim Anlaşmasıyla köy enstitülerinin önce içeriği boşaltıldı, amacı ortadan kaldırıldı ve sonrasında ise kapatıldılar. Ülkemizin aydınlanmasını sağlayacak olan önemli bir eğitim anlayışı, emperyalizm adına yok edildi. Yalnızca köy enstitüleri mi yok edildi? Doğaldır ki hayır! Önce tam bağımsızlığımız yok edildi. Ardından ise Cumhuriyet’le kazandığımız birçok şey…

                                                                                Adil Hacıömeroğlu

                                                                                24 Mayıs 2023

        

EMPERYALİZMİN DESTEĞİYLE KURTULUŞ SAVAŞI VERİLİR Mİ?


         22 Mayıs 2023 akşamı hava kararmadan hem gazete almak hem evin birkaç eksiğini gidermek hem de bu bahaneyle biraz yürüyüş yapmak için dışarı çıktım. Uzun süre kitap okumuştum evde. Dışarıda güzel, ılık bir mayıs var. Amacım sahile inip yürümek… Hem yürüyeyim hem de sahildeki yeşil alanlarda baharı yaşayayım, dedim kendimce.  

         Akşam alacası… Sokak lambaları yanıyor. Güneş, ufukta yok! Serin bir esinti, bahar kokusunu yaymakta ortalığa. Arabalar, kornalar, motor gürültüleri… Egzoz ve çöplerin kusturucu kokuları yelle taşınmakta. İnsanlarda bir koşturmaca… Çoğu işten dönmekte. İşten dönenler, ilk bakışta belli olmakta. Çoğu marketlere uğrayıp bir şeyler almakta. Hele kadınların telaşı göze çarpmakta. Onların telaşının nedeni, çoklu sorumlulukları… Birçoğunun kafasında akşam ne pişireceğinin kaygısı…

         Önce gazetemi aldım. Ardından yol üstündeki bir markete uğradım. Alacaklarım çok az. Yürüyüşte de taşıyabilirim onları. Alacaklarım elimde kasaya yürüdüm. Ödemeyi yapan birkaç kişi kasiyerle söyleşmekteler soğan üzerine. Kasadaki genci soğan pahalılığını neden göstererek muhalefete oy vermeye ikna etmenin peşindeler. Ödememi yaptım. Soğan konusu sürmekte. Ben de ister istemez söyleşiye katıldım. Atatürk’ün “Umutsuz durum yoktur, umutsuz insan vardır.” sözünü söyleyerek umutsuz olmanın gereksizliğini anlattım. Ülkemizin önünün açık olduğunu, karamsarlığın bir ulusu öldüren en büyük virüs olduğunu belirttim. Hepsi beni onaylıyor gülümseyerek.

         Kasa önüne yeni müşteriler geldiğinden çıkışa yöneldim. Sonradan baba-kız olduklarını öğrendiğim iki kişi de benimle çıktı. Onlarla söyleşimiz sürmekte. Onlara: “Kişiler üzerinden değil, sistem üzerinden siyaset yapmak gerek.” dedim. Özal’ın 24 Ocak kararlarının ülkemizin ekonomisini, siyasetini, toplumsal yaşamını nasıl değiştirdiğini; her şeyden önce de Cumhuriyet kurumlarını yok ettiğini anlatıyorum güzel güzel. 1980’den beri iktidara gelen hemen her partinin özelleştirme yanlısı ve serbest piyasa uygulayıcısı olduğunu söyledim. “Bu ekonomik düzenin değişmesi ve Atatürk’ün halkçı-devletçi sisteminin uygulanması zorunlu.” dedim.

         Karşımdaki kız sürekli laikliğe sözü getirmek istemekte. Ben de “Bakınız hanımefendi, Atatürkçülüğün temel direği tam bağımsızlık. Tam bağımsızlık olmadan diğerlerinin hiçbiri olmaz.” diyerek konunun özüne dönmek istedim. Atatürk’ün kapitalizm ve emperyalizm hakkındaki sözlerinden örnekler verdim.

         Kızcağız, özgür olmadığını ısrarla vurgulamakta. Ona: “Hangi konuda özgür değilsin?” diye sordum. Sosyal medyadan ve bazı televizyonlardan öğrendiklerini tekerleme olarak söylemekte öfkeyle. Somut bir şey söylemesini istiyorum, nafile…

         Kızcağız: “’. Kurtuluş Savaşı veriyoruz, siz de katılmalısınız bize.” diyor ısrarla.

         “Kime karşı?”

         “AKP’ye, şeriatçılara karşı…” demekte kararlılıkla ve inanarak.

         “Yanınızda kim var?”

         “Tüm uygar dünya…”

         “Uygar dünya dediğiniz batılı emperyalistler değil mi? Emperyalizmin desteğiyle kurtuluş savaşı olur mu? Biz, ulusça Kurtuluş Savaşı’mızı emperyalizme karşı verdik.” diyorum.

         O: “O zamanı koşulları farklıydı.” demekte bilgece.

         Atatürkçülük; köklerinden, bağlamından koparılmış bir laikliğe indirgenmekte. Laik olmayı da batılı bir yaşam biçimi olarak algılanmakta. Batılı yaşam biçiminde olumlu, olumsuz ne varsa benimsemeyi ilericilik sanmaktalar. Tam bağımsızlık gündemlerinde hiç yok! Çünkü dünyayı küreselleşmiş küçük bir köy olarak düşünmekteler. Bu nedenle emperyalizm olgusu belleklerinin köşesinde bile bir kırıntı olarak bulunmamakta! Altıok’un beşi uçup gitmiş bir yanlara. Yalnızca ellerinde laiklik oku kalmış. Diğerleri olmayınca doğaldır ki o da bir işe yaramıyor. Kemalizm, Altıok’un altısıyla var olur. Birini kırıp attığınızda ne Kemalizm ne Atatürk ne de Cumhuriyet kalır.

         En sonunda baba-kız ülkemizde büyük bir şeriat tehlikesi olduğunu söylediler. Ben de bunun olanaksız olduğunu söyledim. Ülkemizin tarihsel birikiminin ve Cumhuriyet’in kurumsal yerleşikliğinin buna izin vermeyeceğini açıkladım. Ülkemizde şeriat isteyenlerin yüzde beşin altında olduğunu belirttim.

         “Siz, Atatürk’e ve onun yaptığı devrimlere güvenmiyor musunuz?” diye sordum.

         Soruma, nedense yanıt alamadım. Baba: “Siz kesinlikle AKP’lisiniz.” diyerek kızgınlıkla ayrılmaya karar verdi.

         Ben: “Bir AKP’linin benim kadar Atatürk’le ilgili bilgisi var mıdır sizce?” diye yeni bir soru yönelttim ona.

         Sustu. Sonrasında “Siz AKP’lisiniz, bizi caydırmaya çalışıyorsunuz.” dedi.

         Ben: “AKP’lileri övüyor, onların Atatürkçü olduğunu söylüyorsunuz.” diyerek yanıtladım onu.

         Güya Atatürkçü olan ve demokrasiyi savunan baba-kızın ne Atatürk’le ne de demokrasiyle ilişkisi var. Kızcağız, kendi yaşam biçimine uymayanlardan söz ederken gözlerindeki öfkeyi, sesindeki kini, sözcüklerindeki tekdüzeliği ve kısırlığı saklayamıyor. Sürekli aynı şeyi yinelemekte. İkisi de ünlü bir üniversitemizde okumuş. Buranın kendilerine kişisel ve toplumsal bir ayrıcalık sağladığını sanmaktalar.

         Kendi karşıtlarını yok sayan bir kafa… Onların yaşam haklarını bile neredeyse ellerinden alacaklar. Kendileri gibi düşünmeyip davranmayanları, giyinmeyenleri, yaşamayanları düşman bellemekteler. Onlarca tümce kurdular. Bir tümcelerinde bile hoşgörü ve mantık yok! İzledikleri televizyonlardaki sözleri us süzgecinden geçirmeksizin yinelemekteler sürekli. Sözlerinde nesnellik bulunmamakta. Yalanlar, yanlışlar çok…

         Baba-kızın söz ve tavırları faşistçe… Bunda savundukları siyasetçinin, izledikleri televizyonların, zamanlarını geçirdikleri sosyal medyanın hiç mi payı yok? Hem de çok…  

         Son zamanlarda okuyup araştıran, kendi kafasıyla düşünen insanlar yerine papağanlar yetiştirilmekte. Onlara: “Mutlu akşamlar…” dileyip ayrıldım. Sahile doğru yürürken akşam alacasında havada son yiyeceklerini toplayan kırlangıçları, yuvalarını ve yavrularını kargalardan ciyaklayarak korumaya çalışan martıları, yapsatçıların testerelerinden kurtulmuş birkaç fıstıkçamının yapraklarının örttüğü kuytulukta ötüşen serçeleri duyumsadım. Kuşlar kadar demokrat olamayan güya eğitimli insanlara bir şeyler anlatmaya çalışıyoruz. Ne denli başarılı olduğumuz bilinmez. Yine de Atatürk’ü anlatmayı sürdüreceğim bıkıp usanmadan, dilim döndüğünce, gücüm yettiğince.

                                                                                Adil Hacıömeroğlu

                                                                                23 Mayıs 2023