REKLAM PANOLARINDA SIRITAN BELEDİYE BAŞKANLARI


Reklam panoları, kentlerin her yerinde var. Üstgeçitlerde, cadde ve sokaklarda, kent alanlarında, metro istasyonlarında, tren garlarında, iskelelerde… Kısacası usumuza gelebilecek her yerde… Birçoğunda belediyelerin reklamları var.

Bir belediye başkanı, kendi reklamını niye yapar? 12 Eylül 1980 Amerikancı darbesinden önce böyle bir alışkanlık yoktu ülkemizde. 12 Eylül’ün liberal fırtınaları arasında bu da başladı. Darbecilerin atadığı belediye başkanları, kentin görülebilir yerlerine fotoğraflarını astılar adlarını da yazarak. Fotoğraflar neredeyse tek bir örnekti. Zorla gülmeye çalışan (Buna halkımız “sırıtmak” der.), kollarını göğsüne bağlamış bir kişi. Usumuza gelmişken söyleyelim. Kolları, göğüste bağlayan kişi, “İletişime kapalıyım.” demek istiyor. Zaten bu dönemden sonra demokrat belediye başkanlarının yerine kendi çapında diktatör ve kentin getirimini cebe indirenler moda oldu. Hesap sorulamaz belediye başkanları dönemi başladı böylece. 1984’te seçilen başkanlar da aynı yöntemi sürdürdüler. Bu, Özal modasıydı. Amerikancı siyaset anlayışının ülkemizin başına çöreklenme süreci başlangıcıydı. Ne yazık ki sonraki yıllarda iktidarıyla muhalefetiyle nerdeyse tüm belediye başkanları bu reklam furyasının tutsağı oldular.

Belediyeler, halka hizmet etmek zorundalar. Belediye başkanları da bu hizmeti eylemini yönetmek, uygulamak için seçilmekteler. Bir yöneticinin görevi olduğu için yaptığı hizmeti, halkın gözüne sokması doğru mu? Bir memur, görevini yapınca halkın gözüne mi sokacak bunu? Bir baba eve ekmek aldığında bunu, çoluk çocuğunun başına mı çalar? “Ey karıcığım, ey çocuklarım; bakın size ekmek getirdim.” derse gülünç olmaz mı?

Belediye başkanları, bu göreve kendi istekleriyle seçilmekteler. Bu görevleri sırasında ise aylıklarını almaktalar. Nedense başkanlık işi görevden sıyrılıp meslek durumuna getirilmekte. Bu nedenle de bir belediye başkanı, yaşamının sonuna dek koltuğunda oturmak istemekte. Çünkü kentin getirimi, ballı börek.

Bir kişi yaptığı bir işin reklamını niye yapar? O koltuğun sıcaklığını terk etmemek için. Bu reklamlar için belediyenin resmi bütçesinden milyonlar harcanır. Ayrıca yüklenicilerden de reklamlar için kaynak aktarılmakta. Halkın parasını, kendi reklamı için harcayan birilerinden halka hizmet beklenir mi? Belediye başkanları, halkın parasını ya halka hizmet için ya da kendi reklamlarını yapmak için kullanmalı. Bu konuda bir yol ayrımı gerek. Bu da sistemin değişmesiyle olur. Bu çürümüş sistemin her yerinde kokuşmalar var. Bu sistemle halka hizmet üretilmez, bir avuç kişiye dünyalık kurulur.

Belki ilginizi çekmiştir. “… Belediye Başkanlığı” denmiyor. “… Belediye Başkanı Falanca Filanca” deniyor. Anlaşılacağı üzere bu başkanlar, kendilerini yüz yıllık kurumların üstünde görmekte. Sanki kendileri yokken bu belediyeler yoktu ve halka hiç hizmet etmediler. Bu hazretlerin sayesinde belediyeler var olmuş gibi davranmaktalar. Bu reklamlar kurum adına olsalar neyse… Belki birazcık hafifletici nedeni olabilir.

Demokrasi, bir avuç kişiyi varsıllaştırıp halkı yoksul bir yaşamın ilkelliğine tutsak etmek değil. Halkın seçmediği, parti genel başkanlarının belirlediği belediye başkanlarının halkı hizmet edeceğini düşünmek, saflık değil de nedir?

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               30 Kasım 2021

 

 

 

SAĞA, SOLA DÖNÜŞLERDE YAYAYA YOL VER!


Başlıktaki uyarıyı birçok yolun sağa ya da sola dönüşlerinde görürüz. Ancak ne yazık ki sürücülerin çoğu okuryazar(!) olmadığından bu yazıyı görmez.

En kötüsü de görür, okur; ancak kendi gücünü yayalara göstermek için yaya geçidine sürer arabasını. Sürmekle de kalmaz. Sayrı, yaşulu, karnı burnunda yüklü, bebek arabası süren insanlara camı açıp bağırır bazı sürücüler. “Sallanma, hadi yürü!” Yürüyemeyenlere hafifçe tampon dokunduranlar da var.

Yalnızca yukarıda anlattıklarımız mı oluyor? Tabi ki hayır… Yayalar için yeşil ışık yanıp insanlar, geçitten karşıdan karşıya geçerken bir korna korosu amansız bir biçimde kulakları sağır eder. Türlü ses ve ritimlerde çalan kornalar; yürüyenleri korkutma, sindirme, koşturtma amacıyladır. Her sürücü, camı açıp önündekine taşıta bağırır: “Yürü kardeşim, ne bekliyorsun?”

Yayalara ters ters bakan sürücüler mi istersiniz? Yoksa direksiyon başında el kol devinimleriyle söylenenler mi? Hele ki kraldan çok kralcı kesilenlere ne dersiniz? Kraldan çok kralcı kesilenler iki türlü…

Birinciler, sürücünün yanında yayılarak oturanlar… Bu kişiler, arabaya binip ayakları yerden kesilince kendilerini yolların kralı sanmaktalar. Sanki yaşamları boyunca yollarda hiç yürümemişler… Anasından doğar doğmaz beşik yerine, arabaya binmiş ve o biniş… Bir daha hiç inmemiş aşağıya. Yolda yürüyenler, sanki başka bir gezegenin adamı… 

İkinciler ise kaldırımlarda başıboş gezip dikilenler… Hiç tanımadıkları bıçkın sürücülere yakın görünmek ve yayageçidinden yürüyenleri horlamak için işe karışanlardır bu kişiler. Bu maydanozgillere sık sık rastlarız: taksilerde, dolmuşlarda, kentlerarası otobüslerde, aşevlerinde, yeiçlerde…

Yayalara yapılan saygısızlığın kadını, erkeği yok! Sürücünün cinsiyeti değil, bizi onların anlayışları, kurallara uymamaları, yaya olma özgürlüğünü kullananlara karşı saygısızlıkları bizi ilgilendirmekte. Ne yazık ki kadın sürücüler de erkelerden farksız.

Ülkemizde hızlı bir kentleşme süreci yaşanmakta. Köyünde eşeğe binemeyen adam, büyük kentlerde en son model arabaya binmekte. Tabi sözüm herkese değil, görgüsüzlüğü üst dizeyde yaşayanlara. Birçok kişi kendine, doğup büyüdüğü yere, akrabalarına, yurttaşlarına, ülkesine yabancılaşmakta. Her şeyin en büyüğü ve en görkemlisini istemekte bazıları. Bu durum, siyasete de yansımakta. En geniş ev, en büyük araba, en görkemli yazlığa sahip olmak, en güçlü takımı tutmak, siyasette koltuğa oturana yakın durmak…

İnsana saygının olmadığı bir yerde, insan adına ne olur? Yaşulusuna, sayrısına, bebeğine, karnında bebek taşıyan yüklü kadına, kent kaldırımlarının tadını çıkarmaya çalışanlara saygısı olmayanlara diyecek bir çift sözümüz var: Kurallara uyun, kendinize ve diğer insanlara saygı gösterin, insan olun insan! Arada sırada kendinizi, o yayaların yerine koyun!

 

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       29 Kasım 2021

 

 


ÖĞRETMENLER, EVLERE KONUK OLUYOR MU?


Yazının başlığı birçok kişiyi şaşırtabilir ya da bazılarına anlamsız gelebilir. Oysa öğretmen, bir öğrenciyi okutmaya başladığında o ailenin bir üyesidir. Çocuğun, anne ve babasından sonra en çok güvendiği yetişkindir. Öğrenci-öğretmen ilişkisi, sıradan ve yalın değildir, olamaz. 

Köy enstitülü öğretmenler, öğrencilerinin evlerine konuk olurdu. Öğrencilerin ne yiyip içtiklerini, aile düzenini, kendisine ait bir odasının olup olmadığını, kısacası yaşam koşullarını yakından tanırdı. Öğrencinin sorunlarını yakından bilen öğretmen, çocuğun okuldaki sorunlarını da bu bilgiler ışığında kolayca çözümlerdi. Babam ve birçok öğretmenim köy enstitülü olduğu için bu ev gezmelerinin çoğuna tanıklık ettim.

Her öğretmen arkadaşıma, Fakir Baykurt’un “Kavacık Köyünün Öğretmeni, Köşe Bucak Anadolu ve Efkar Tepesi” kitaplarını okumalarını öneririm. Öğretmenliğin yalnızca kırk dakikalık derslere girip bunun karşılığında aylık almak olmadığını bu kitaplardan öğrenme fırsatımız var. Çünkü öğretmen-yazar Baykurt, bu kitaplarında yaşadıklarını anlatmakta.

Öğretmen olunmaz, öğretmen doğulur. En iyi üniversiteler bitirilse de öğretmen olmak çok zor. Bu meslek tanrısal bir iştir; kişisel yeteneklerin, özverinin, insan sevgisinin, alçak gönüllülüğün, hoşgörünün, kendine ve karşısındakine saygının belirleyici olduğu bir yaşam biçimidir aslında.

İnsan, tanımadığı ve kişisel özelliklerini bilmediği kişiyi eğitemez. Eğitemediğin kişiye, kuru bilgiler öğretsen ne işe yarar? Bu nedenle öğretmenin asıl görevi, öğrenciyi eğitmektir. Eğitilen kişinin öğrenme sürecinin hızlandığını gözlemleriz.

Her çocuk farklı bir dünyadır. Öncelikle o dünyalar keşfedilmeli. Keşfedilmeyen dünyaya bir şey vermemiz, onun toprağına verimli tohumlar ekmemiz olanaksız. Bu nedenle öğrenci, her durumuyla tanınmalı.

Karşımızdakini iyi tanımanın en büyük yararı, o kişiye karşı sevgimizin ve ona gösterdiğimiz saygının artmasıdır. İnsanlar, birbirlerini tanıdıkça sever, sayar, karşısındakine güvenir. Zaten karşılıklı güvenin olmadığı bir ortamda eğitim ağır aksak yürür. İş, baştan savma yapılır. Yapılanlar, günü kurtarır. Oysa öğretmenlikte amaç, günü kurtarmak değil; insanı, toplumu, ülkeyi kurtarmaktır. Eğitimin, bir süreç içinde kişide olumlu yönde oluşan davranış değişikliği olduğu ustan çıkarılmamalı.

Öğretmen diliyle, giyimi kuşamıyla, davranışlarıyla, sorun çözmedeki ustalığıyla, soğukkanlılığıyla, bakışı ve duruşuyla, görev aşkıyla, örnek oluşuyla öğrencilerinin gözünde yüce bir varlıktır. Bu nedenle öğretmenlik sıradanlığı kabul edemez. Sıradanlık, bu mesleği özünden uzaklaştırır. Sıradanlık, öğretmenlik mesleğinde eğreti durur. Bu davranış, hiçbir zaman bu meslekle uyum göstermez.

Tinsel gelişimin yeridir okullarımız. Bu nedenle öğretmenin ve okul ortamının örnek olması vazgeçilmezdir.

Günümüz öğretmenlerinin öğrenci evlerine gitmesi gibi bir durum yok! Ancak bu gidiş, eylemsel olmasa de tinsel olabilir. Bir öğrenci evine geldiğinde ilk iş olarak öğretmeninden söz ediyorsa ve o gün derste yapılanları mutluluk, heyecanla anlatıyorsa öğretmen, eve girmiştir. Bu konuşma, yemekteyken yapılıyorsa sofradaki yeri, başköşededir. Öğretmenler, evlerde kendilerinden olumlu yönde söz ettirerek arada sırada öğrencilerine konuk olmalı. Bu olmuyorsa demek ki iş eksik yapılmakta. Öğrenciyi etkileyemeyen, onun belleğinde kalıcı izler bırakamayan öğretmen, kendini sorgulamalı mesleği adına.

Öğretmenlerin evlere konukluğu, öğrencileri aracılığıyla olur. Yapacağı örnek işler, öğrenci tarafından ailenin diğer üyelerine anlatılır. Çünkü çocuk, yeni bir şey öğrenmenin sevincini yaşamaktadır. Bu nedenle bilmekten doğan sevincini herkesle paylaşmak istemekte. Bu, onun en doğal davranışı ve hakkı, bildiğini başkalarıyla paylaşmak.

Öğrenilen bir bilgi, edinilen bir davranış öğrenciyi mutlu ettiğinden ve onda heyecan yarattığından yeni bilgileri belleğe yazma, yeni davranışları kazanma isteği artacaktır. Öğrenmeyi, davranış edinmeyi bir çığın oluşumuna benzetebiliriz. Bu da öğretmenin doğru yolda olduğunun kanıtı. Böylece öğretmenin ailelere konukluğu sıklaşacak. Artık o, ailenin bir üyesidir. Onsuz ne sofra kurulur, ne gezi yapılır, ne de evde söyleşi yapılır.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               28 Kasım 2021

 


DEVLET FABRİKALARININ KÂRLILIĞI


Liberalizmin egemen olmasıyla özelleştirme furyası başladı. Devlete ait ne varsa kötülendi. Devletçiliğin geri kalmış, modası geçmiş, çağa uygun olmayan bir uygulama olduğu anlatıldı sabahtan akşama dek. “Devleti küçültmek” diye bir şey ortaya atıldı. Bunda amaç, ulus devletleri parçalayıp yok ederken emperyalist devletleri güçlendirmekti.

Birçok yerde emperyalist kışkırtmalarla savaşlar çıkartıldı. Ulus devletler parçalandı. Uluslar etnik köken, inanç temelinde bölündü. Halklar birbirini kırmaya, kıymaya başladı. Bu savaşlarda gözyaşı ve kanla sulandı ulus devletlerin toprakları.

Ülkeler bölünürken, halklar arasına düşmanlık tohumları ekilirken insanlar yoksullaştı. Yoksullaşan ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynakları emperyalistlerce yağmalandı. Yeni yağmalar yapmak için yeni savaşlar çıkartıldı.

“Devleti küçültmek” için öncelikle kamu fabrikaları, devletin işlettiği madenler yok pahasına özelleştirildi. Özelleştirilen ulusal değerleri genellikle emperyalistlerin büyük holdingleri ya da bunlara bağlı yerli görünümlü firmalarca satın aldı. Neredeyse yüz yıla yakın bir sürede halkın emeği, özverisiyle oluşan büyük devlet işletmeleri mart karı gibi eriyip gitti. Bu işletmeleri alan kişiler, çok geçmeden bu fabrikaları kapattılar. Arsaları değerli olan bu fabrikaların yerlerine AVM’ler, gökdelenler yapıldı. Yapılar yükselirken ülkemizin ekonomisi, üretimi bozuldu. Üretimi azalan Türkiye, gereksinimi olan malları dışalımla karşılamak zorunda kaldı. Dışalım çoğaldıkça borç çoğaldı. Özelleştirme artıkça işsizlik arttı. Böylece ülkemizin dışa bağımlılığı arttı.

Tarıma dayalı sanayi kuruluşu kalmayınca çiftçilik para etmemeye başladı. Destekleme alımları, liberal politikalar yüzünden tarımsal üretim bitince köyler boşalmaya başladı. Boşalan köylerde tarım ve hayvancılık alanındaki üretim bitti. Topraklar boş, evler ıssız, keseler boş kaldı.

Devlet fabrikaları, siyasilerce yanlış yönetildi. İşinde uzman olmayan yeteneksizler getirildi yöneticilik orunlarına. Yandaşların nitelik ve yeteneklerine bakılmaksızın işe alındılar. Kadrolar şişkinleşti. Bu yolla “bankamatik çalışanlar” sözü, Türkçemize girdi. Buna karşın bu fabrikalar yine de kârdaydı, ulusumuz için büyük değerlerdi.

Devlete ait işletmeler satılırken liberallerin en büyük gerekçesi, bu fabrikaların kârsız olduklarıydı. Oysa bu fabrikalar, bile kâr etmekteydiler. O halde kâr-zarar hesabında bir yanlışlık yapılmaktaydı.

Devlet fabrikalarının çoğu tarıma dayalı üretim yapmaktaydı. Bu nedenle köylünün ürünü elinde kalmıyor, fabrikaya sattığı için kâr ediyordu. Ürünü elinde kalmayan, değerlenen köylü, yaşadığı yeri terk etmiyor ve toprağına, emeğine, köklerine sahip çıkıyordu.

Devlet fabrikalarının hepsinde bizim yurttaşlarımız çalışmaktaydı. Bu yolla evlerine ekmek götürdüklerinden kimsenin eline bakmıyorlardı. Böylece kentlerde işsiz orduları oluşmuyordu.

Fabrikaya ürününü satan çiftçi ve bu ürünü işleyen fabrika çalışanları, kazandıkları paraları iç piyasada harcamaktaydılar. Bu nedenle kimseye el avuç açmıyorlardı. Bunun için çarşılarımız şenleniyordu. Esnaf ve farklı üreticiler de bu fabrikalar sayesinde para kazanmaktaydılar. Bakkal, manav, kasap, her alanda onarımcılar, ustalar, terzi, sanayici, her türlü hizmet alanında çalışanlar, buraya yer darlığı nedeniyle yazamayacağımız denli çok sayıda meslek dalı bu harcamalardan payına düşeni alıyorlardı. Köy, kasaba ve kentlerimizde çarşılar şenleniyordu. Alışveriş canlı olduğu için herkes mutluydu. Evine ekmek götüren insanların özgüvenleri yüksekti. Ekonomik özgürlüğü olan yurttaşlarımızın, kişisel özgürlüğü de söz konusuydu. Bu kişisel özgürlük, tam bağımsızlığın da cumhuriyetin de demokrasinin de güvencesiydi.

Yanlış yönetimler yüzünden kâğıt üzerinde bu fabrikalar zarar ediyor görünse de aslında büyük kârlar elde ediyorlardı. Varlıklarıyla ülke ekonomisine canlılık getirmekte, yurttaşımıza soluk aldırmaktaydılar. Bir ulusun yüz yıllık emekleri, emperyalistlerin art niyetli olarak istemleri ve çıkarları yüzünden yok edildi. Olan, bize oldu. İnsanımız işsiz, aşsız kaldı.

Atatürk’ün “Her fabrika, bir kaledir.” sözü unutuldu. Kalelerimizi kendi hükümetlerimiz yıktı düşmanlarımız adına. Kaleler, yıkılınca yurttaşın kişisel savunması zayıfladı. Bu, topluma da yansıdı. Mutsuzlar çoğaldı. Üretemeyen toplum, çürümeye başladı. Bu çürüme de yine dışarıdan dayatıldı.

Kalelerimizi yeniden yapmalıyız. Çarşılarımızda alışverişimiz canlanmalı ki güler yüzlü insanlarımızın sayısı artsın. 24 Ocak 1980 kararlarıyla ülkemize egemen olan liberalizm virüsünden kurtarmalı ülkemizi. Toprağımıza, ülkemize, insanımıza sahip çıkmanın yoludur devlet fabrikaları.

Atatürk’ün devletçiliği ve halkçılığı yeniden egemen olmalı yurdumuzda. Böylece ayakta kalırız. O zaman ne duruyoruz?

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               27 Kasım 2021


PARANIN MİLLİYETİ OLUR MU?


Evet, sık sık kendine ekonomi ya da siyaset uzmanı diyen kişiler ve siyasetçiler dile getirirler. “Paranın milliyeti olmaz.” diye. “Paranın dini, imanı, rengi olmaz.” diyerek sözlerini sürdürürler.

Bence paranın milliyeti olur, hem de bal gibi.

Nasıl mı?

Önce halkımıza kulak verelim. Halk arasında bir “helal para” bir de “haram para” kavramı vardır. Doğru mu bu kavramlara yüklenen anlamlar? Bence doğru…

Helal para, insanların emek harcayarak alınteri dökerek kazandıkları paradır. Helal para kazananlar, kimsenin parasına, malına mülküne, emeğine, alınterine göz koymaz.

Haram para ise başkasının hakkını zorla ya da hileyle kendi cebine indirmektir. İnsanları sömürmek için kurulan kapitalist-emperyalist sistem, haram paranın sistematik bir biçimde cebe indirilme düzenidir. Bu düzende kazanılan her kuruşta yalnızca emek, alınteri sömürüsü yok! İnsanların gözyaşları ve kanları da var. O haram paralarla yenen her lokmada insan kanı bulunmakta.

Helal para, alınterinin kokusunu taşırken haram parada insan kanının kokuşmuşluğu bulunmakta.

İnsanların emeğiyle kazanç elde etmesi kadar güzel bir şey var mıdır bu dünyada? Emekle kazanılan paranın harcanması kadar insanları mutlu eden bir şey bulunur mu yaşadığımız gezegende?

Haram para kazananlar, doymaz. Yalnızca paraya mı? Hayır, hiçbir şeye doymaz çanaklarına kan ve gözyaşı dolduranlar. Karınları doysa gözleri hep açtır dünyadaki her türlü şeye. Bu doyumsuzluk yalnızca maddi açıdan değil, manevi açıdan da söz konusu. Doyumsuzluk onların gözlerini kör, kulaklarını sağır, dillerini tutuk, yüreklerini taş etmiştir. Böylece başta insanlar olmak üzere tüm canlı ve cansız varlıklara düşman olmuşlardır.

İnsanlara, her türlü insanlık dışı davranışı gösteren zavallıların tek amacı, her şeyiyle insanı sömürmek.

İnsanların emekleri karşılığında kazandıkları parayla geçindikleri bir düzenedir özlemimiz. Çünkü emeğin sömürülmediği düzende kavga, savaş olmaz. Kirli paranın yönetiminden kurtulur insanlar. Böylece para kavgası biter. Ezilen milletlerin emekleriyle insanca yaşamak için kazandıkları para egemen olsun yeryüzüne.

Son yıllarda dünyada çıkan savaşlara baktığımızda hep kirli parayı cebe indirme savaşı var. Dökülen kanlar, ezilenlerin kanı. Kirli parasını çoğaltanlarsa emperyalistler. İnsanca olmayan bu kirli para düzeni değişmeli. Emeğin saygı gördüğü ve egemen olduğu hakça bir düzen kurulmalı ki insanoğlu, insanca yaşayabilsin.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               26 Kasım 2021

 

 

YOLUK


Bir ekim sabahı doğanın yeşilden kahverengiye, sarıya ve kızıla döndüğü puslu bir günde mutfak penceremizin önündeki denizliğe kondu. Camdan içeri bakıyordu ürkek bakışlarla. Bir yandan da çevresini kollamaktaydı. Boynunda neredeyse tüy kalmamıştı. Omuz başlarındaki tüylerin de bir kısmı yolunmuştu. Kanatlarındaki teleklerin bazıları kalkık, kırıktı. Üst gagası sanki çatlayıp ters dönmüştü. Yoksa yapışkan ve çıkaramadığı bir şey mi yapışmıştı gagasına.

Çok açtı. Çünkü ısrarla camdan ayrılmıyordu. Pencereye yaklaştığımda kaçmıyordu. Ürkekliği benden değil, başka bir canlıdandı. Evde, yemlik buğday bitmişti. Önce bir dilim ekmeği ıslattım güzelce koydum önüne. Denizlikteki ekmeği parmaklarımla parçaladım. O sırada o yan camımıza uçtu ve oradan beni gözlüyordu. Sanki “Hadi git, çekil oradan, bu kadarı yeter!” der gibiydi. Yavaşça pencerenin önünden çekildim.

Eşim ve Atacan, yanıma gelmişti. Bir anda ekmeği yiyip bitirdi. Ancak yine camın önündeydi. Bu kez birkaç avuç bulgur koydum önüne. Kıtlıktan çıkmış gibiydi. Bulgurları hızla tüketirken diğer güvercinler sofrasına ortak oldu. Bir sağa, bir sola saldırmaktaydı diğerlerini kovmak için. Baktım ki bu iş böyle olmayacak Kavanozdaki bulgurun yarısını boşalttım camın önüne. Tüm güvercinler mutlu... Buna karşın birbirlerini gagalayanlar yok mu? Çok…

Gün içinde gidip buğday aldım taşıyabileceğim kadar. Buğday almanın verdiği erinçle oturup kitap okudum saatlerce. İçim rahat… Yarın sabah tüm güvercin, serçe ve kumrulara toy vereceğim.

Bir gün sonra hava ışırken bizim dayak yemiş güvercinimiz yine camdaydı. Göz göze geldiğimizde derdini anladım. Avuç avuç buğday koydum cam önündeki mermere. Güvercinler doluşunca kumrular çekildi. En ortada bizim yaralı güvercinimiz. Bu kuşların yemlerini yerken çıkardıkları boğuk sesleri dinlemek ayrı bir mutluluk.

Ailecek izliyoruz güvercinlerin yeme çabasını, kavgasını. Bu arada bizim yaralı güvercinimize “Yoluk” adını uygun gördük. Çünkü tüylerinin önemli kısmı yolunmuştu.

Yoluk, neden bu duruma gelmişti? Güvercinler arası bir kavgada bu duruma düşmesi olanaksız. Birinci olasılık olarak bir kedi saldırısı usuma gelmekte. Evimizin çapraz karşısında bulunan fırın, makinede kestiği ekmeklerin dökülüp biriken kırıntılarını önündeki kokarağacın altına döküyor her gün. Mahallemizdeki bütün güvercinler toplanıyor kırıntı sofrasına. Doğaldır ki kediler de pusuda… Olasıdır ki burada kedi saldırısına uğradı. Kediler, avının boynuna atılırlar. Böylece avını boğarak öldürürler. Bu nedenle kedi saldırısını birinci sıraya koydum.

Yaralanmasının ikinci nedeni ise martı, karga ve düşük bir olasılıkla şahin saldırısı. Kente yaşayan ve aç kalan martı ve kargaların zaman zaman güvercinlere ve diğer küçük kuşlara saldırdıklarını gözlemlemiştim. Böyle bir saldırıdan bu yaraları almış olabilir Yoluk. Düşük bir olasılıkla da kentimizde çok az bulunan etçil, avcı kuş saldırısı gelmekte usuma.

Yoluk, her sabah mutfak camının önünde. Artık günaydınlaşıyoruz. Yanında birkaç arkadaşı da var. Birisi, siyah beyaz renkte bir evcil güvercin. Renginden ötürü ona Beşiktaşlı adını verdik. Demek ki evden kaçmış. Onu sokak çocuğu gibi görüyorum. Yoluk’tan sonra en çok ilgiyi ona gösteriyorum. 

Sıkı beslenme, zamanla Yoluk’u canlandırdı. Gagası tam düzelmedi. Ancak tüyleri yeniden oluştu. Telekleri düzeldi. Bu durum, onun yaralarının iyileştiğini göstermekte. Bazı sabahlar buğday yerine ıslak ekmekler veriyorum onlara. Ancak ıslak ekmekler, alt kattaki komşumuzun camlarını kirletmekte. Çünkü güvercinler, yiyeceklerini çok dağıtarak yemekteler. Bazı ekmekleri gagalarıyla parçalamak için hızlıca sallamaktalar.

Kentin sıkıcı, gürültülü, boğucu, kurşuni ortamından bir an olsun kurtarmakta bizleri Yoluk ve arkadaşları. Ne dersiniz hep birlikte Yolukları çoğaltalım mı? Onlara gönül penceremizi açalım mı?

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       23 Kasım 2021

 

 

KUMRU AYŞE


Yedi sekiz yıl öncesindeydi. Balkonumuza bir kumru yuva yaptı. Biz, onun suyunu ve yemini her gün koyuyorduk yuvasının yakınına. Bu işin sorumluluğunu da henüz üç yaşını doldurmamış Atacan üstlendi.

Atacan, her zaman olduğu gibi erkenden uyanıyor ve ilk iş olarak kumruya bakıyordu balkon kapısının camından. Çocukluğumdan beri erken uyanmayı alışkanlık durumuna getirdim. Bu nedenle güneş doğmadan uyanırım. Çocuk, yanıma koşup kumruyu gösterirdi. Ben de onunla önce kumruya yiyecek bir şeyler verir, sonrasında suyunu değiştirirdim.

Bir gün kahvaltıda Ata, kumrunun neden adının olmadığını sordu. Eşim de onun adı “Ayşe!” dedi heyecanla. Böylece bizim kumrumuzun adı “Ayşe” kaldı. Yaz dinlencesine gidip geldik. Bir ay geçmişti. Bizim Ayşe’nin yumurtaları çatlamış, iki yavrusu neredeyse uçacak duruma gelmişti. Dinlence dönüşü yine onun ekmeğini, suyunu eksik etmedik. Yaz bitmeden yavrular kanatlanıp yuvayı terk ettiler. Ancak evimizin çevresinden ayrılmadılar. Hele birisi var ki neredeyse günün tamamını balkonumuzda ve camların önündeki denizliklerde geçirmekte. Atacan, ona da bir ad koyalım istedi ve onun adı “Fatma” oldu.

Evde bulunduğumuz sürece her sabah Ayşe ile Fatma’ya yem koyarız mutfak camının önüne. Onlar da yemlere abanırlar. Zaman geçtikçe güvercinler üşüştü kumruların yemlerine. Bizim iş genişleyip büyüdü. Özellikle havaların soğumasıyla kumru, serçe ve güvercinlere düzenli olarak yemeleri için buğday almaktayız. Böylece aile üyelerimizin sayısı oldukça arttı. Biz, bu durumdan memnunuz, alt komşularımız biraz rahatsız olsalar da. Kumru ve güvercinler, yemlerini döke saça yemekteler. Yemlerin bir bölümü aşağıya düşüyor doğal olarak. Ancak kuşlar aşağıya düşenleri de toplayıp yemekteler. Bir buğday tanesini bile ziyan etmiyorlar böylece.

Özellikle hafta içi günlerde kimi zaman kuşların yemleri az da olsa gecikmekte. Eşim işine, Atacan da okuluna yetişmek zorunda oldukları için ben onlara kahvaltı hazırlıyorum. Hızlı davranmamız gerektiğinden önce can, sonra canan diyoruz. Biz, salonda kahvaltıya oturduğumuzda Ayşe ve Fatma salon camının önüne konuyorlar. İçeriyi gözetledikten sonra gagalarıyla cama vurup mutfak penceresinin denizliğine konuyorlar. Ben, salon penceresini açıp kimi zaman onları gözetliyorum. Kafalarını uzatıp bakmaktalar. Yem beklemekteler. Camı tıklatarak geciktiğimizi söylemekteler bize. Bir de kuşların dili yok, konuşamazlar diyenler var. Bakın ne istediklerini ne güzel anlattılar. Biz de anladık tabi ki…

Kumruların çağrısını uyup kahvaltımı bırakarak onlara yem veririm. Onlar yerken uzun uzun izlerim telaşlı durumlarını. Güvercinler gelince kumrular kaçar. Güvercinler, hem birbirlerini hem de kumruları gagalar.

Güneye bakan mutfak camından güvercinlerin kaçırdığı kumrular, doğu yönündeki balkona gelip beklerler. Onların bakışları, benim içimi yaralayıp kanatır. Hemen gidip oradaki saksılara yem koyarım. Kumrular benden kaçmaz. Bazı karlı günlerde onları yakalayıp içeri getiririm. Böylece ısınırlar az da olsa.

Balkonun solundaki çam ağacı serçelerle doludur. İçeri girip yerime oturduğumda ürkek serçeler üşüşür saksılara. Kumrular, serçeleri gagalamaz, dövüp kovmaz. Birlikte yerler yemleri. Onlar doyunca ben de sofraya otururum. Kimi zaman Atacan, kahvaltı yapmamak için onları izleme bahanesiyle sofrada kalkar. Biz, izlemesi uzayınca onu uyarır, kahvaltı yapması gerektiğini söyleriz. “Bak oğlum, kuşlar kahvaltılarını yapıyor, sen de yapmalısın. Yoksa onlar, sana bakıp yemlerini yemezler.” diyerek onu yüreklendiririz yemek için. Son günlerde bu sözümüze inanmıyor artık. Büyüdü mü ne…

Ayşe ve Fatma adları sürer gider evimizde. Onlar bizim çocuklarımız. Belki de içlerinden biri kaybolur ya da ölür. Yeni doğanlar aynı adla sürdürürler yaşamlarını. Her yıl yuva yerleri değişmez. Aileye yeni üyeler katılır. Ancak kumrularımızın sayıları çok artmaz. Nedendir bilinmez, ama onların sayıları hep yerinde sayar.

Kumruların en büyük düşmanları kediler. Yere konup bir şeyler yemek isteyen kumruları, sokak kedileri kapıp yer. Ayrıca soğuk kış günlerinde, yiyeceğin kıt olduğu zamanlarda karga ve martıların da kumruları avladıklarına tanıklık ettim. Karga ve martıları yiyeceksiz bırakıp onları açlığın pençesine düşüren açgözlü insanlar değil mi? Her canlı bir biçimde yaşamda kalmak ister. Karga ve martılar acından ölçek değil ya…

Her şeye karşın tüm canlıların doğada yaşama hakları var. Onların düzenini bozan insanlar. Onların yiyeceklerini çalan da insanlar… Bu nedenle kanatlı dostlarımıza sofralarımızdan pay ayıralım. Onlar da beslenip yaşasınlar. Bu, bizim olduğu kadar onların da hakkı.

Camımızdan, balkonumuzdan Kumru Ayşe, Kumru Fatmaların bir yaşam boyu eksik olmaması en büyük dileğimiz. Onların camımızı tıklatmaları kadar güzel bir ses var mı bu dünyada?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       22 Kasım 2021


KENTLERDE, KUŞLAR AÇ


Havalar soğudu, kış hızla yaklaşmakta. Baharla başlayan bolluk mevsimi sona ermekte. İnsanlar, ekonomik koşullarına uygun olarak kışlık yiyeceklerini biriktirmekte evlerinde. Oysa hayvan dostlarımızın böyle bir olanakları yok!

İnsanların gereksinimlerini karşılamak için her türden dükkân bulunmakta. Özellikle yiyeceklerini evlerine çok yakın olan marketlerden karşılamaktalar. Dünyanın hiçbir yerinde hayvanların yiyecek gereksinimlerini karşılamak için marketler, aşevleri yok! Onların en büyük aşevi doğa. Doğa kendi kurallarıyla işlese hayvanlardan hiçbiri aç kalmaz. Hepsinin karnı doyar.

Sokak hayvanı deyince birçok kişinin usuna kedi ve köpek gelmekte. Bu nedenle bu hayvanların yiyecek, kimi zaman da barınma gereksinmeleri hayvanseverlerce karşılanmakta. Ancak çatılarımızda bir parça ekmek ya da bir kemik için kavgaya tutuşan martıların seslerini neredeyse her gün işitmekteyiz. Bir avuç buğday, bulgur ya da bir parça bayat ekmek için camlarımızın önünde saatlerce bekleyen güvercinler, kumrular var. Korkudan ortaya çıkmamalarına karşın cam önlerine ya da balkonlarımıza bırakacağımız bir tutam yiyecek için bizi gözetleyen serçe sürülerini görmezden gelmekteyiz. Oysa bu kuşlar da hayvan… Onları da sevip beslemek gerekmekte.

Hayvanlar neden aç? Çünkü onların beslenme alanlarını işgal ederek betonlaştıran bizleriz. Onların beslenme alanlarını kirleten, yuva yaptıkları ağaçları kesenler uygarlık yarattıklarını düşünen kentliler değil mi? Bir deniz kuşu olan martıların beslendikleri denizleri kirleterek balık türlerini yok edip onları otçullaşmaya zorunlu kılanlar insanlardan başkası mı?

Hayvanların birçoğunu açlığa tutsak eden sensin! Daha çok para, daha çok tapu uğruna kendi dışındaki tüm canlılara dünyayı zehir eden sensin, ey insanoğlu! Vicdan yerine cüzdanını büyütmeyi amaçlayan sen, doğayı nasıl yok ettiğinin farkında değil misin?

Ey insanoğlu, doğadaki diğer canlılar olamadan biriktirdiğin paranın, tapunun bir yararının olmayacağını ne zaman anlayacaksın? Çevrende yaşayan bitki ve hayvanlar yok oldukça senin de sonunun yaklaştığını bir türlü usuna getirmiyorsun. Bence bunu düşün! Düşün ki yok ediciliğin, doymak bilmeyen iştahın, açgözlülüğün belki sona erer. Belki de anlarsın kendi yaşamının diğer canlılara bağlı olduğunu.

Atalarımız: “Aç köpek, fırın deler.” demişler. Bir dilim bayat/küflü ekmek için kavga eden onlarca kuş ve memeli hayvan varken senin fırınının duvarları sağlam kalamaz. Gün gelir o duvarlar yıkılıp üstüne çöker. O zaman bu yükü kaldırabilecek, bunun altından kalkabilecek misin?

Kış yaklaştıkça soğuklar artmakta. Soğukta aç uyumanın zorluğunu bilir misin sen? Aç canlının, bedenleri bıçak gibi kesen gece ayazında üşümelerinin daha çok olacağını niye anlamazsın? Bir sabah işine ye da fırından sıcak ekmek almaya giderken yolunun üstünde açlığın verdiği aşırı üşüme yüzünden donup kaldırıma düşen kuş ölüsünü niye görmezden gelirsin? Onun ölümünden kendini sorumlu tuttuğun için mi?

Ey insanoğlu, sözüm sanadır. Aksırıncaya tıksırıncaya kadar ye! Ancak az da olsa diğer canlıları da düşün! Cam önlerine, balkonlara yiyecek bırak hayvan dostlarımız yesin diye. Hem doğanın düzenini hem de bu güzel varlıkları korumak için.

Şunu bil ki yiyip biriktirdiğin yiyeceklerin çoğu hayvanların hakkı. Onların hakkının bir bölümünü onlara versen ne olur?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

21 Kasım 2021

 

 


VİRÜS, KOLDAN BULAŞIYOR


Kovid 19 ortaya ilk çıktığında dünyanın her yerinde sağaltımcılar, korunmak için “sosyal uzaklık, temizlik ve maske” önlemlerini önerdiler. Bu üç önlem, aşının ve ilacın olmadığı bir dönemde virüsün yayılmasını önlemek için gerekliydi. Aşı bulundu, yine bu üç kişisel  ve toplumsal önlem geçerliliğini korudu.

Virüs, ilk yayılım gösterdiğinde dünyanın neredeyse bütün ülkelerinde insanları büyük bir korku sardı. Ülkemizde de bu büyük korku vardı. Yalnız ülkemizde değil, birçok ülkede insanlar evlerine kapandılar. Çoğu kişi kapıdan ve pencereden burnunu bile çıkaramıyordu korkudan. Virüs, her yerdeydi. Bu nedenle toplumdan ne denli soyutlanırsa kişi, o denli korunacaktı çağın bu illetinden.

Kovid 19’un yol açtığı ilk ölümler işitildiğinde toplumların korkusu gittikçe arttı. Sayrıevleri doldu. Birçok ülkede sağlık sistemi çöküş noktasına geldi. Bazı ülkelerde sağaltımcılar, virüslü kişiler arasında ayrım yapmaya başladı. Yaşlıları sağaltmayıp gençlere yöneldiler.

Aylar geçtikçe salgın ve her gün virüsten yaşamını yitiren onlarca insan kanıksandı. Oysa ölümler, salgının ilk döneminden daha çoktu. Örneğin, ülkemizde her gün ortalama beş otobüs dolusu yurttaşımız aramızdan ayrılıyor.

Salgın ve ölümler, toplumun büyük çoğunluğunca kanıksanınca önlemler gevşedi. Özellikle aşı karşıtlığı ilgi çekti. Önlemler, gevşedi. Sosyal uzaklık aranmaz oldu. Her yerde insanlar dip dibe oturmaya başladı. Toplu taşım araçlarında kalabalık yolculuklar, bazı kişileri korkutsa da kimilerinin umurunda olmadı. Gerçi bu konuda bir çaresizlik de söz konusuydu. Birçok yurttaşın başka bir ulaşım seçeneği yoktu.

Temizlik konusundaki duyarlık gevşedi. Yanında kolonya ve dezenfektan taşıyan kişi sayısı azaldı. Birçok marketteki dezenfektan şişeleri boştu. Müşterilerin çoğu, bunun farkına bile varmaz oldu.

Maskeler ağıza, buruna değil; kola takıldı giderek. Neredeyse yurttaşlarımızın çoğunluğu kolunda maske ile dolaşmaktalar. Bu durum karşısında insan sormadan edemiyor: “Bu virüs, koldan mı bulaşıyor?”

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   18 Kasım 2021

 

MİLLET BAHÇESİ


“Millet Bahçesi” sözünün ve uygulamasının Atatürk ve Cumhuriyet kurucularına ait olduğunu yazımızın başında belirteyim. Millet bahçeleri, bir Cumhuriyet projesidir her şeyiyle.

Toplumu, Ortaçağ karanlığından çıkarıp aydınlık bir yaşam biçimine yönlendirmekti amaç. Yurttaşlar arasında sosyal ilişkiyi geliştirmek, günlük yaşamın yorgunluğunu hafifletmek, az da olsa hoş zaman geçirmek içindi millet bahçeleri. Buralarda sanatsal ve ekinsel etkinlikler de yapılırdı elden geldiğince. Bu bahçeler, kadınıyla erkeğiyle insanların sosyalleşme yerleriydi. Her yaştan kişinin oturup kalkardı buralarda.

Son yıllarda millet bahçeleri yeniden açıldı. Birçok kişi, konuya önyargıyla yaklaştı. Bunda iktidar yetkililerinin konuyu eksik anlatmasının da payı büyük.

İlk kez millet bahçesini, Konya gezimizde gördük. Bozkırın ortasında insanların soluklanabileceği bir yerdi orası. Bizde gezdik, oturup birer bardak çay içtik. Mutlu olduk, beğendik.

15 Kasım 2021 günü (dün) eşim ve Atacan’la Üsküdar Belediyesinin yaptığı Nakkaştepe Millet Bahçesine gittik. Biraz dolaştık. Boğaz’a neredeyse kuşbakışı bakan bir yer. Karşınızda 15 Temmuz Şehitler Köprüsü’nden taşıtlra akıp gitmekte Asya ve Avrupa arasında. Boğaz’da gemiler süzülmekte. Martılar, Boğaziçi’nin olmazsa olmazı. Görünüm çok güzel, gözleri okşamakta. İzleyenlere tinsel bir mutluluk vermekte.

Dik sayılabilecek bir tepenin yamacında insanların yürümesi, oturması, yeşili soluması için çok güzel düzenlenmiş bir yer. Yürüyüş yollarını sınırlandıran tretuvarlar ahşap. Oturma kümeleri ağaçtan. Ahşabın kullanılması, doğayla uyumu sağlamakta. Demir ve beton neredeyse hiç kullanılmamış. Ana yürüyüş yolları doğal taş. Ara yürüyüş yollarında ise doğal malzeme kullanılmış. Bu durum, insanları kentin griliğinden kurtarıyor.

Ağaçlar korunmuş, iklime uygun yeni ağaçlar dikilmiş. Bu, bir orman havası vermekte. Bahçede insanların gereksinimlerini karşılamak için yapılan tek katlı yapılar da ahşap. Ayakyolları çok sık, temiz ve parasız.

“Uçan Yol”dan Boğaz’ı izlemek doyulmaz bir zevk. Yaşlısı genci fotoğraf çektirmekte. “Uçan Yol” da ağaçtan.

Gölet yapılmış şırıl şırıl akan bir çağlayandan beslenen. Çağlayanın üstündeki köprü tahtadan. İnsanlar buradan geçerken mutlanmakta. Gölet, ayrı bir hava vermiş bahçeye. Tek eksiği, içinde balık olmaması. Birkaç balık olsa göleti izlemek daha zevkli olacak. Göletin yanında bir yeiç var. Yiyecek ve içeceklerin ederleri her keseye uygun. Kazık değil, yemek yiyorsunuz burada. Yeiçin karşısındaki küçük sehpalar ve iskemleler ahşap. Pazartesi olmasına karşın kalabalıktı burası. Çoğu kişi ayaktaydı. Aslında yiyecek ve içecekleri alıp bahçe içindeki oturma kümelerine gitmek en iyisi. Oturma kümeleri arasında sosyal uzaklık ilgi çekici. Bu salgın için değil sanırım. İnsanların dip dibe oturması rahatsız edici bir durum. Bu durum, göz önüne alınmış sanırım. Ayrıca yeşil örtü, böylece korunmuş oldu.

Bahçe içinde birçok etkinlik alanı var çocuklar ve gençler için. Spor yapmak için de uygun bir yer. İstanbulluların soluklanabileceği bir bahçe. Gidip gezmek gerek.

İstanbul’un en değerli yerlerinden birinin yapsatçılara kurban edilmeyip halkın hizmetine sunulması güzel bir uygulama. Burası, halk tipi bir yer. Dar gelirli insanların yararlanabileceği bir alan. Görünümü, konumu, mimarisiyle alımlı bir bahçe. Üsküdar Belediyesi, çağdaş bir uygulamayla güzel bir yeri halka kazandırdı. Bu çalışmanın yinelenmesi dileğiyle…

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   16 Kasım 2021

KIYAK EMEKLİLER


Milletin evlatları emekli olmak için günü güne, haftayı haftaya, ayı aya, yılı yıla, ömrü ömre ekleyerek emeklilik hakkı elde ederken vekilleri, TBMM’ye seçilip yan gelip yatmaya başladıkları an emekliliğe hak kazanıyorlar ama er ama geç. Birçok vekil, bir yandan vekillik aylığı alırken bir yandan da ballı emeklilik parasını cebe indirmekte.

Millet, geçim sıkıntısı nedeniyle büyük bir yokluk içinde yaşarken onun vekillerinin bir elinin yağda, bir elinin balda olması, demokrasi kitabının hangi sayfasında yazar?

24 Ocak 1980 kararları, ülkemizin yalnızca ekonomik yönünü değil; siyasal, ekinsel, sanatsal, toplumsal, örgütsel, tam bağımsızlığını da değiştirdi. 24 Ocak kararları, demokratik yollarla uygulanamazdı. Bu nedenle 24 Ocak ihanet kararları, 12 Eylül’ün çizmesi altında ezim ezim ezilen Türkiye’ye kabul ettirildi.

12 Eylül’ün ekonomiden sorumlu kişisi Özal’dı. ABD’nin cin fikirli hayranıydı. Önce savcı yargıçların aylıklarını ve yaşam koşullarını iyileştirdi. Bu iyileştirme, kamuoyunda “yargıya rüşvet” olarak algılandı. Çünkü “Anayasayı bir kez delmekle bir şey olmaz.” diyen bir siyasetçi ve onun ABD eğitimli prenslerinin yargıyla işleri çok olacaktı. Çünkü onlar, ülkemizin ekonomisini, değerlerini altüst edecekti. Bunu yaparken de çoğu zaman Cumhuriyet’in yasalarına ters düşeceklerdi. Arada sırada yasaları hiçe sayacaklardı. Bu nedenle mahkemeye düşme olasılıkları yüksekti.

Özal, bir dönem vekillik yapanların emekli olma yasasını çıkardı. Hem de çalışma süresi ve yaş aranmaksızın. Kamuoyu buna “kıyak emeklilik” dedi. Aslında halkımız, yapılan işin ne olduğunu kolay kavrıyor. Bunu hemen adlandırıyor kendince. Kıyak emeklilik yasası çıkınca iktidar ve muhalefet vekilleri zaman yitirmeden emekli oldular. Bir milletvekili bu ballı emekliliği kabul etmedi. “Acımdan ölsem bu aylığı almam.” dedi Adnan Kahveci. Almadı da… Ne yazık ki Merhum Kahveci, üzücü bir trafik kazasıyla aramızdan ayrıldı. Geriye üç şey bıraktı: Yoksul halkın vergilerinden ballı emekliliği reddetmesi, yazarkasa mucitliği ve 1968’de üniversite sınavında Türkiye birincisi olması.

Demokrasi, yalnızca sandığa giderek parti derebeylerinin belirlediği adaylara oy vermek değil. Bu, göz boyamadır. Demokrasi, halkın ödediği vergilerin nasıl harcandığının denetlenmesidir. Ne yazık ki bu, ülkemizde olamıyor bir türlü. Halk, demokrasi denen bu oyunun hiçbir yerinde etkin değil. Katılımcı olmayan halkın yönetemediği, denetleyemediği sistem demokrasi olur mu? Ülkeyi ve beldesini yönetecek adayları bile kendisi belirleyememekte halk.

Cumhuriyet’imizin kuruluş amacı, halk arasındaki ekonomik, toplumsal, ekinsel, sınıfsal ayrımlarının derinleşmesini önlemek. Ayrıcalıklı sınıfların ve zümrelerin oluşmasını engellemekti istenen şey. Bunu adı da halkçılıktı. Ne yazık ki giderek halkçılık ilkesi rafa kaldırıldı. Kıyak emeklilikte olduğu gibi ayrıcalıklı bir zümre ortaya çıktı. Siyaset zümresi, halk adına kendine çıkar ve rahat yaşam olanakları sağlamakta. Bu, hem anayasaya hem de Cumhuriyet’imin kuruluş ilkelerine aykırıdır.

Okullarda zaman zaman sormacalar düzenlenir öğrenciler arasında. Onlara büyüyünce ne olmak istedikleri sorulur. Susurluk sürecinde erkek öğrencilerin önemli bir kısmı mafya lideri olacağını söylemekteydi. Şimdilerde ise öğrenciler, bu soruya milletvekili olacaklarını yanıtını vermekteler. İlginç değil mi? Çocuklar, ülkemizin yalın gerçeklerini nasıl da hemen kavrıyorlar? Yan gelip yatarak para kazanmanın yolunu nasıl da hemen anlıyorlar? “Nerde beleş, orda yerleş.” sözü, çok söylenir halkımız arasında.

Vekil ve belediye başkanı adaylarını halk belirlemiyor. Onları belirleyen partilerin genel başkanları. Aylıkları, ballı emeklilikleri de genel başkanların elinde Bu nedenle bu vekiller, milletin değil, genel başkanların vekilleri. Milletin vekili olan biri, milletin çocukları emekli olamazken böylesi erken bir emekliliği kabullenir mi? Hakkı olmayan bir parayla karnını doyurur nu? Milletin hakkını cebe indirip çoluk çocuğuna yedirir mi?

Yıllar önceydi. Sekizinci sınıfta okuyan öğrencilerime: “Büyünce ne olacaksınız?” diye sormaktaydım. Herkes farklı meslekleri söylüyordu. Bazı mesleklerde yoğunluk vardı. Bir öğrencim, kararlı bir duruşla “Adam olacağım.” Dedi. Benim en çok beğendiğim yanıttı bu. Evet, adam olmak… Adam olan birinin gözü yoksulun, yurttaşın cebinde olur mu?

Ülkemizde tam bağımsızlığımız hiçe sayan, halkı dışlayan, yurttaşın söz söylemesini önleyen, üretenin değil de yönetenlerin ballı aylıkları aldığı sistem değişmeli. İsterim ki TBMM’den bir vekil çıkıp milletin vekili olduğunu haykırıp bu ballı emekliliği reddetsin Merhum Kahveci gibi. Dilerim ki yurttaşın sahip olmadığı parasal olanaklara onun vekilleri sahip olmasın. Tıpkı Cumhuriyet’imizin ilk zamanlarında olduğu gibi vekillik bir mesleğe dönüşmesin, geçici bir görev olarak algılansın.

Ayrıcalıklı zümrelerin olduğu, eşitliğin yok edildiği, asalaklığın mesleğe dönüştüğü bir sistemin adı ne cumhuriyet ne de demokrasi olur. Bu sistem halkı dışlıyor. Halksız cumhuriyet ve demokrasi olur mu?

                                                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                                                               16 Kasım 2021

 

 

 

 

 

DANIŞMANLIK MI, AYAKÇILIK MI?


Öncelikle başlıkta yer alan sözcüklerin anlamlarını TDK Türkçe Sözlükten yararlanarak açıklayalım.

“Danışman: Bilgi ve düşüncesi alınmak için kendisine danışılan görevli kimse, müşavir.”

“Ayakçı: Ayak işlerinde kullanılan kimse.”

Atalarımız: “Bin bilsen de bir bilene danış.” demiş. Demek ki ne kadar çok bilirsek bilelim, bilen kişiye danışmak zorunluluk başarı için. Eski çağlardan beri bilene danışmak hedefe varmak için gerekli bir yol.

Cumhurbaşkanının, bakanların, siyasal parti liderlerinin, milletvekillerinin ve daha birçok üst düzey devlet görevlilerinin danışmanları var. Bunlardan bazıları başdanışman… Zaten normal danışmanın olduğu yerde başdanışmanın da olması gerek.

Peki, danışmanların mesleksel deneyimleri, siyasal ve ekinsel birikimleri, özgüvenleri, başarıları, konularındaki uzmanlıkları yapacakları iş için yeterli mi? Sanmıyorum.

Yıllar önceydi. Japonya Başbakanı (Şu anda adını anımsamıyorum.): “Bana ‘Hayır!’ diyecek danışman arıyorum.” demişti. Bu söz usumdan yıllardır çıkmadı. Danışman, danışana gerektiğinde “Hayır!” demeli. Bu yürekliliği göstermeli. Çünkü danışman tutan kişi, her konuyu tam olarak bilse danışmana ne gerek var? Danışman, gerektiğinde yanlış düşünceleri, uygulamaları, kararla eleştirmeli. Yanlışa yanlış, doğruya doğru demeli. Peki, ballı bir aylıkla çalışan danışmanların böyle bir yüreklilik göstermeleri olanaklı mı?

Uygulamalarda gördüğümüz kadarıyla danışmanlıklara getirilen kişilerin çoğu eş dost. Diğerleri de seçilemeyen partililer bu koltukları işgal etmekte. Tek tük de olsa alanında uzmanlar bulunmakta. Bu uzmanların, gerçekten uzman olup olmadıkları da tartışılır.

Danışmanların çoğu, yetkilinin telefonlarına bakar. Yetkili adına devlet kurumlarındaki işleri izler. Yurttaşın derdine derman olmaya çalışır görünür. Bu yönüyle bir avutmandır bu kişilerin görevi. Bazı danışmanlar, yanında çalıştığı kişinin çantasını, telefonunu, mevsim kışsa paltosunu/mantosunu, bazı evraklarını taşır. Kimi, yetkilinin pazar alışverişine dek birçok özel işini görür özel sürücüyle.

Danışmanlar, halk arasında çoğu zaman eğlenti konusu olur. Çoğu danışmanın doğup büyüdüğü, yaşadığı bir çevre var. Tanıdıkları, onun yeteneklerini, bilgi birikimini, uzmanlık alanlarını bilir. Hiç umulmadık bir anda yüksek bir kapıya danışman olan kişi için tanıdıkları: “Bu kişiye acaba ne danışılıyor?” diye sormaktalar birbirlerine. Bu da bu kişinin danışman olacak düzeyde biri olmadığını anlatan çok güzel bir soru.

Yukarıda anlattığımız gibi danışmanların çoğu ilgili kişinin ayak işlerini yapmak için koşturmaktalar. Halk arasında bu işleri yapan kişiye ayakçı, ayakçının yaptığı işe de ayakçılık denmekte. Böylece “danışmanlık” sözcüğünün içeriği boşaltılmakta, anlamı değersizleştirilmekte.

Günümüz siyasetçileri, ülkemizin bütün değerlerine zarar vermekteler. Dilimizi yozlaştırmaktalar. Birçok sözcüğümüzün anlamı tersyüz edilmekte ne yazık ki.

“Danışan dağı aşmış, danışmayanın yolu şaşmış.” diye bir atasözümüz var. Acaba kaç devlet yöneticisinin, siyasal parti liderinin duvarında yazılıdır bu söz? Ülkemizin dağ gibi sorunları var. Ne yazık ki bu sorunlara çözüm üretememekte hem iktidar hem de muhalefet. Yetkin danışmanlara ve tarihe danışılmadığından yolları şaşmış. Sabahtan akşama dek boş tartışmalar, söz atmalarla zaman geçirip halkı uyutmaktalar.

Yöneticilerin danışman adı altında ayakçılara değil, gerçek danışmanlara gereksinimleri var. Gereksiz yere ülke kaynaklarını boş yere harcamayıp yoksul halkın parasını eşe dosta ulufe gibi dağıtmasınlar. Öncelikle danışmanlar, “Hayır!” diyebilecek yürekli kişiler olmalı. Zaten yüreksiz adamdan ne olur ki?

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   15 Kasım 2021

 

 

BENİM MEMURUM

 

Özal: “Benim memurum, işini bilir.” dedi. Bu söz, daha çok dar gelirli memurları rüşvet yemeye yüreklendirdiği yanıyla tartışıldı zamanında. Toplumu ve devleti kemiren, çürüten, kokuşturan en büyük virüstür yolsuzluk ve rüşvet. Ancak yazının konusu bu değil.

“Benim memurum.” ne demek? Bu memurları babanın evinden mi getirdin? Yoksa bu “benim” dediğin memurları Ortaçağın köle pazarlarından mı satın alıp iş sahibi yaptın? Bu sorular, nedense pek sorulmadı Ozal’a o dönemde.

Memurlar, devletin bütçesinden alır aylıklarını. Bu aylıklar karşılığında yasalar çerçevesinde halka hizmet ederler. Kişilere değil, devlete ve devletin yasalarına bağlıdırlar.

Özal öncesi de birinci tekil kişili benzer tümceler kullanırdı bazı siyasetçiler az da olsa. Çünkü Türkiye kulluktan yurttaşlığa geçti. Ne yazık ki hala kul olmayı isteyen kişiler ve yurttaşı kul olarak gören yöneticiler var. Alışkanlıklar kolay kolay değişmiyor. Kimi zaman bu alışkanlıklar, toplumsal sayrılıklara neden olmakta.

Kişi, bakanlık koltuğuna oturuyor. Başlıyor konuşmaya… “Benim müsteşarım, benim daire başkanım, benim müdürüm, benim sekreterim, benim memurum, benim işgörenim…” Hepsi onun… Alışmış “ben” demeye. Bir türlü “biz” diyemiyor. Çünkü biz olmak özveri, usçuluk, yurtseverlik, çok yönlü bilgi, uzmanlık, ekinsel birikim, özgüven gerek. Çalışma arkadaşlarını aynı takımın farklı oyuncuları, emekçileri olarak değil de malı olarak görme alışkanlığının altında yatan; koltukta oturanın kendini padişahçık olarak görmesi, çalışanları da kulu olarak algılamasıdır.

Küçük bir devlet biriminin başına geçen müdür bile çalışanlardan söz ederken “Benim memurum.” demekte. Kendinden birkaç yaş küçük işgörenini çağırırken “Oğlum!” diye seslenmekte. Yanında çalışan memur kızları “Kızım!” diyerek çağırmakta. Bir işyerinde çalışanların ayrı görevleri de olsa eşit olduklarının ayrımında değil ne yazık ki yöneticilerin birçoğu. Çalışanların adlarının sonuna birinci tekil iyelik ekini getirerek buyruğu altındakilerin sahibi olarak görmekte kendisini.

Okul müdürü iki tanıdığım söyleşmekteler birçok kişinin arasında. “Senin öğretmenin falanca… Benim işgörenim filanca… Benim memurumla seninkini değiştirelim.” gibi tümcelerle sürmekte konuşmaları. Beyefendiler sanki iki Ortaçağ derebeyi. Çalışanlar da köle pazarından satın aldıkları bir dilim ekmeğe muhtaç zavallılar öyle mi?

Bir koltuğa oturan kişi, yanında çalışanlara neden “İş arkadaşım!” demekte zorlanır. Niye kendisinin o koltukta oturmasının nedeni olan çalışanları, “Benim!” diyerek eşitsiz bir konuma getirme çabası içindeler? Bir kurumun memuru yoksa amiri de olmaz.

İnsan, diğer insanlarla eşit olmaktan niye kaçınır? Kişinin kendini, diğerlerinden yüksekte görme isteği niyedir? Koltuğa oturunca biri, neden üstün insan olduğunu düşünür? Yürüyüşü, oturuşu, bakışı, gülüşü, konuşuşu niçin değişir bir anda?

Siyasal partilerin genel başkanları konuşuyorlar kafalarına arkaya atıp gözlerini tavana dikerek. “Onu, ben yapacağım. Şunu, ben getireceğim. Bunu ben düşündüm.” Söylemler, böyle uzayıp gitmekte. “Ben, ben, ben… Hep ben, başkası yok! Her şeyi ben yaparım, başkasına gerek yok! Bunca vekil, on binlerce üye beni alkışlasın yeter.” Konuşmalar, böyle sürüp gidiyor gösterişli alkışlar arasında. Alkışçıların da bir düzeni var. Kim önce ayağa kalkıp göbeğini öne çıkarıp ellerini havaya kaldırarak alkışlıyorsa gelecek seçimde listeye girmesi garanti demektir.

Siyasetçi, neden “Biz yaptık, biz düşündük, biz başardık.” diyemiyor? Niçin sorumluluğu da başarıyı da arkadaşlarıyla paylaşamıyor? Başarı için yazgı birliği yaptığı bir takımın yalnızca kaptanı olduğunu, diğerlerinin emeği olmadan başarının olanaksızlığını niye bilmez?

Yöneticiler, “biz” demeyince ortak usu da kullanamıyorlar. Ortak us olmayınca işbirliği yapılamaz. İşbirliği yoksa o kurumda dostluk ve arkadaşlık da olmaz.

Kendisini padişah, kral ya da ilk çağ tanrısı sanan siyasetçi, alt ve üst düzeydeki yönetici ortaçağ kurallarıyla yönetmeye kalkmakta yanındakileri.

“Ben” değil,  “biz” olduğumuzda her şey yoluna girer. Çok mu zor?

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu    

                                                                                   14 Kasım 2021

 

BAKAN VE MÜDÜRE UNVANLARINI SÖYLEMEYİNCE


1980 yılının sonuydu sanırım. Öğretmenlik mesleğinde yeni sayılırım.  Meslekte birinci yılımı yeni tamamlamışım. Okulumuzda toplam altı öğretmeniz. Bu altı kişiden biri müdür ve din dersi öğretmeni. Bir diğeri ise müdür yardımcısı ve dalı sosyal bilgiler… Ben Türkçeciyim, bayan arkadaşlardan ikisi matematikçi, diğeri de fenci. Ayrıca yazmanımızla bir de işgörenimiz var. Yazmanla işgörenimiz çalıştığımız köyün yerlisi.

Okul önce ahırmış, sonrasında değirmen (halkın deyişiyle Özdemir’in değirmeni) olmuş derme çatma bir yapı. Üç yolun birleştiği bir yerde. Yol, asfaltlanmamıştı o zamanlarda. Yol, kışın çamur, yazın toz olurdu. Halkın özverisiyle onarıldı yapı. Kontrplaklarla tavan yapıldı. İç kısım bölündü. Üç sınıf, bir yönetim odası, bir de öğretmen odası. Yazman ve işgören arkadaşlarımız da bizim odada. Soğuk havalarda ortadaki sobanın üstünde sürekli çay demlenir. Yapının tarlaya bakan yanına da sırt sırta iki ayakyolu kondurulmuş. Ayakyollarının girişleri ters yönlere bakmakta. Biri kızlar, diğeri erkekler için.  

Müdürümüz zile basar, çay ister. Zile basar, birimizle görüşmek için. Zile basar, ertesi gün balık tutmaya gideceği arkadaşlarına haber verilmesini söyler işgörenimize. Zile basar, nöbetçi öğretmeni çağırtır. Zile basar, bir öğrenciyi çağırtır. Zile basar, cami imamını çay içmeye çağırır. Canı fasulye turşusu kavurması çeker, zile basıp bir öğrenciyi dersten aldırıp eve gönderir. Zile basar, işgörenimiz koşup gider abdest suyunu hazırlar. Zile basar, işgörenimiz oturduğu yerden sabırla kalkıp gider ve müdürümüz ona cenaze yıkamaya gideceğini söyler. Zile basar da basar… İster de ister… Her defasında işgörenimiz, sımsıcak öğretmen odasından çıkıp yağmur ya da kar varsa ıslanarak müdür odasına gidip isteği öğrenip geri döner. Yağış yoksa soğuk kuzey yellerine aldırış etmeden günde on beş yirmi kez gidip gelir durmadan. Bu gidiş gelişler, bir müdürcülük oyunu gibi gelirdi bana.

Müdürümüz cenaze yıkama, mevlit okuma işinden para alırdı. Bu nedenle okulu, dersleri bırakıp giderdi çoğu zaman. Bir bakarsın yok olmuş. İşgörenimize sorardık nerede olduğunu arkadaşlarıyla balık tutmaya gittiğini öğrenirdik. Boş geçen dersine de dersi olmayan bir arkadaşımız girerdi. Yoksa çocuklar ortalığı yıkardı gürültüden. Ertesi gün tuttuğu tatlısu balıklarından, genellikle kefal ve sazan olurdu, pişirtip getirirdi okula.

Önce köyde otururdum. Bir yıl sonra kente taşındım. Öğretmenlerin hepsi kentte kalıyor. Gidiş dönüşlerimiz belediye otobüsleriyle. Otobüs yoksa dolmuşlarla… Ben, çoğu zaman top oynama, eğitsel kol etkinlikleri nedeniyle akşam geç kalırdım. Trabzon-Samsun karayolunda taşıtların niteliğine bakmadan durdurmaya çalışırdım. Çoğu zaman yalnızlıktan canı sıkılan ve insanlığını yitirmemiş uzun yol kamyonları dururdu. Yaklaşık yirmi kilometrelik yolu söyleşerek giderdik.

Bir sabah belediye otobüsüne bindim. Bu arada ilk binen benim. Değişik duraklardan arkadaşlarımız binmekte otobüse. Binenlerle otobüsün bir yanında birikip söyleşmekteyiz. En son binen müdürümüz. Müdürümüzün adı, Mehmet…

Arkadaşlarımızla günaydınlaşmaktayız neşeyle. Müdürümüz binince ona da “Günaydın!” diyoruz. Ben, çok da dikkat etmeden “Günaydın Mehmet Bey!” demişim. Söyleşerek okula gelip dersimize girdik. Birinci dinlencede müdürün zili çaldı, işgörenimiz yeni yaktığı sigarayı pencerenin çıkıntısına koyarak biraz da oflayıp puflayarak gitti. Az sonra da geri döndü. Bana: “Müdür Bey, sizi çağırıyor.” dedi. Ben de çay içmeyi bırakıp gittim yönetim odasına. Büyük masanın üstünde bir defter. Defterin üstünde bir sarı zarf... Müdürün yüzü asık. Parmağını defterde bir yere koydu ve “Burayı imzala!” dedi bana. Zaten adımı, soyadımı yazmış önceden. Ben de imzalayıp sarı zarfı alıp çıktım.

Öğretmen odasına gelince zarfı açıp seslice okudum. Okuyunca arkadaşlar gülümsedi bu duruma. Konu mu ne? Sabahleyin “Müdür Bey” demem gerekirken neden “Mehmet Bey” demişim. Bu sesleniş hem saygısızlık hem disiplinsizlik hem de müdürlük orununu tanımamazlıkmış.

Yedi gün içinde yanıtlamam gerekirmiş sarı zarftaki soruları. Yedi gün bekler miyim? O akşam oturdum evde, önce karalamasını yazdım sayfalarca. Ertesi gün okul çıkışında yakınımızda bulunan ilkokula gidip yanıtımı temize çektim. Üç sayfalık bir yanıt çıktı ortaya.

Müdürümüz din dersi öğretmeni ya… Ben de buradan yaklaştım konuya. “Babanızın size uygun gördüğü Peygamberimizin adından utanıyor musunuz? Bu ad, dünyanın en büyük orununa değişilir mi? Üstelik bu ad, kulağınıza ezanla söylendi. Bu ezanın namazı da öldüğünüzde kılınacak. Ezanla kulağınıza söylenen bir adınızla size seslenmemin neresinde saygısızlık var…” diyerek sürüp gitmekte yanıtım. Tam beş kopya çıkardım yanıtımı. Bir gün sonra okula gidip müdürümüze imza karşılığında teslim ettim anlatımımı.

Dersime girdim. Dinlence zili çaldı. Bu kez müdürümüz, beni sınıfın kapısında karşılayıp buyur etti odasına. Ben de gittim. Masada yiyecekler var. “Buyurun!” deyince “Sağolun! Yanıtını verip bir yana çekildim. Sarı zarftaki sorusuna verdiğim yanıtı beğenmemiş. Böyle yanıt olmazmış. Ben, böyle yaparak ne yapmaya çalışıyormuşum.

 “Siz sordunuz, ben de yanıtladım. Yanıtımı yerel gazete çıkaran bir arkadaşıma okuttum. Çok beğendi, yayımlayacakmış gazetesinde.” deyince yüzü değişti. Kızarıp bozarmaya başladı. Bana öğüt vermeye başladı. Beni çok severmiş de bu tür yanıtlar arkadaşlığımıza leke düşürürmüş de işi çok büyütüyormuşum da…

“Belki dil sürçmesi olmuştur belki de bilmezlikten orununuz yerine adınızı söyledim. Bu kadarcık küçük bir konuyu büyüterek bana soru açan siz değil misiniz? Üstelik habbeyi kubbe yaparak birkaç gündür moralimi bozdunuz ve derslerdeki verimimin düşmesine neden oldunuz. Aslında bunu da İl Milli Eğitim Müdürlüğüne ( O tarihte ilçe milli eğitim müdürlükleri henüz yoktu.) yazmam gerekir. Böyle eften püften konular için öğretmenin zamanı çalınır mı?” Neyse sözü uzatmayayım. Benzer konuşmalardan sonra konu kapandı, ancak ben ona orada çalıştığım sürece hep “Mehmet Bey” dedim.

Yıllar geçti. 1999 yerel seçimlerinde Bakırköy’de belediye meclis üyesi seçildim. O dönemde üyesi olduğum parti 2001’de ABD maşalarınca kundaklandı. Nedeni mi? Ecevit’in Irak’a, ABD müdahalesine karşı çıkması. Kundaklanmadan önce ekonomik bunalım çıkarıldı. Önce işbaşındaki hükümet iyice yıpratıldı. Partimizin vekillerinin yarısı istifa ederek yeni parti kurdular. Biz de partideki ayrılmaları önlemeye çalışmaktayız kendimizce. Dağılma süreçleri zor dönemdir. Freni patlak bir kamyonun dik bir yokuştan inmesine benzer bu durum.

Partiden ayrılanların çoğu bakan. Ayrılan bakanların yerine yenileri geliyor. Neredeyse partide kalan vekillerin çoğu bakan oluverdiler. İl merkezimizde geniş bir toplantı düzenlendi. İl, ilçe yöneticileri, il genel ve belediye meclisi üyeleriyle İstanbul’da partiden ayrılmayan vekiller var. Partinin kötü gidişini, dağılmasını önlemek amaç. Bu toplantıda buna çözüm arayacağız. Yani siyasal yaşamımızda bir ilk olacak ve ortak aklı kullanacağız. İl başkanımız toplantıyı açtı. Ayrılmalardan sonra bakan olan bir vekil, toplantının amacını açıkladı. Ancak günden önceden belli olmadığı için kimse ne diyeceğini bilmiyor. Kafalar çok karışık… Birkaç kişi çıkıp konuştu benzer üç beş tümceyle.

Ben, daha önceden toplantını gündemini tahmin etmiştim ve yolda söyleyeceklerimi düşünüp kafamda sıraladım söyleyeceklerimi. Arkadaşlarım da ısrar edince söz istedim. Söz verilince konuştum. Ben konuştukça salon yıkılmakta alkışla. Alkış çok olunca coştukça coştum. Konuşmam ve alkışlar bitti. Benden sonra konuşanların neredeyse hepsi, söylediklerimi açarak ve bana atıfta bulunarak açıklamalarda bulundular. İş rayına girdi. Çözüm, üç aşağı beş yukarı ortaya çıktı sayılır.

Ah, huyum kurusun. Bakan beye seslenirken “Bakanım!” dememişim, “… Bey” demişim. Ben o heyecanla farkında değilim. Toplantı bitiminde bazı vekiller, bakan, kimi yönetici arkadaşlar yemeğe gitmişler. Herkes, benim konuşmamdan söz etmiş ve bu nedenle kulaklarım çok çınladı. Bu arada bakan bey, benim ona “Bakanım!” demeyişimi çok yadırgamış. Güzel ve Türkçe adı var bakanın. Artık yirmi bir yaşında değilim, böylesi küçük işlerle uğraşamam. Konu, bana söylenince gülümseyerek “Bu kişi, anasından bakan mı doğmuş?” dedim kısaca ve konuyu uzatmadım.

Ne yazık ki toplumumuzda birçok kişi unvanlar için yaşamakta. Adıyla iyi şeyler yapıp ölümsüz olmayı düşünen çok az. Koltuğa oturunca yapışıp kalmaktalar. Ölünceye dek koltuk bir yerlerine yapışık dolaşmaktalar. Kimileri koltuğa oturunca değerli olduğunu sanır, kimileri de oturdukları koltuğa değer katar. En büyük sorun, halk gibi olamamakta. Bu da özgüvensizlik ve niteliksizlikten kaynaklanmakta.

Atalarımız “Boş fıçı langırdar.” sözünü ne iyi söylemişler. Boş fıçıları oturttuk mu koltuğa langırtı çıkarmaktalar. Bir dolu başak gibi başını eğerek yüce gönüllü olmayı beceremiyorlar. İnsana insan değeri vermenin güzelliğini, mutluluğunu yaşayamıyor koltuklara yapışmış bu zavallılık. Halkçı olmayı becerebilmek de başka bir beceri sanırım.

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   13 Kasım 2021