OF DİRENİŞİ VE KURTULUŞ


Birinci Dünya Savaşı birçok cephede tüm şiddetiyle sürerken 1916 başında Ruslar, Doğu Karadeniz Bölgesini işgale başladılar. Rusları bu işgal sırasında en çok zorlayan yer, Trabzon’un Of ilçesi oldu. İşgalciler, Of topraklarına saldırmaya başladıklarında halk tarafından büyük bir direniş başladı. Bu direnişin ana gövdesini yetersiz sayıda olan askeri birlikler oluşturmaktaydı.

Of halkının yetersiz olanaklarla ellerine ne geçirdilerse topraklarını savunmaya koşması övgüye değer. Aslında Kurtuluş Savaşı’mızın ilk halk direnişidir bu.

         Doğu Karadeniz Bölgesini savunmakla görevli cephe komutanı Fevzi Çakmak’tı. Of ve çevresindeki birlikleri de Avni Paşa yönetmekteydi.

         “Of’un doğusunda bir savunma hattı oluşturularak, Rus ilerleyişinin durdurulması ile büyük bir bölümü ailelerini göç ettirmek telaşı içinde köylere dağılmış bulunan gönüllüler tekrar cephede toplanmaya başlamıştı. Gönüllülerin bazıları kendi derme çatma tüfekleri ile gelmişti fakat çoğu silahsızdı. Avni Paşa silahsız olan gönüllüleri: Çanakkale’den birlikler yola çıkmış geliyor. Onlar yetişene kadar Rusları burada durdurun. O zaman size silah ve cephane dağıtacağım. Bu silahları isterseniz köylerinize bile götüreceksiniz, diyerek cephede tutmaya çalışıyordu. (Mehmet Bilgin, Rus İşgalinde Trabzon Direnişi, Serander Yayınları, 2. Baskı, Ocak 2014, s. 36)” Oflular, öncelikle işgal olasılığına karşı kadın, çocuk ve yaşuluların batıya doğru göç etmelerini sağladılar. Bundan sonra cepheye koşup savunmaya geçtiler. Avni Paşa’nın sözleri ise bir çaresizliğin göstergesi.

         “Askeri bakımdan yetersiz olan Avni Paşa’nın durumu 3. Mıntıka Komutanı olarak cepheden sorumlu olan Fevzi Paşa’yı endişelendirmiş. Çoruh Cephesi Kumandanı Deli Halit Bey’i Sahil Cephesi’ni düzenlemek ve takviye gönderilen birlikler bölgeye varıncaya kadar cepheyi tutmak üzere bölgeye göndermişti.

         Baltacı Deresi boyunca çatışmalar, İyidere’nin denize döküldüğü yerin batısında, Kelali Tepelerindeki Türk ileri karakollarının, Ruslara taarruz ve oyalama çatışmaları şeklinde başlamıştı. Rus donanmasının bu bölgeyi denizden bombalaması üzerine buradaki kuvvetler, Baltacı Deresi boyunca uzanan ana savunma mevzilerine çekildi. Baltacı Deresi boyunca uzanan Türk savunmasının merkezini, Cos Dağı teşkil ediyordu. 26 Mart’tan itibaren 19. Türkistan Alayı’nın Cos Dağı’na 3 gün süren taarruzunda, alaya önemli ölçüde zayiat verdirilmişti. (Aynı yapıt, s. 37)” Of direnişi, bu saldırıyla kırıldı. Savunma hattı önce Solaklı Deresi’ne taşındı. Sonrasında Sürmene’de direniş sürdü. Rusların karargâhı köyümüzde (Gülderen) kurulmuştu. Dedelerimizden kalan tarihi ev, Ruslarca yakıldı.

         Dillere destan Of direnişinin ilçede bir anıtının olmaması en büyük üzüntüm. Bu eksikliğin giderilmesi gerek. Bu nedenle Of kaymakamlığı ve belediyesi kolları sıvamalı. Ofluların kahramanlığını anlatan “Direniş Anıtı” tez zamanda yapılmalı.

            Of Direnişi’nin simgelerinden olan Alay Komutanı Hopalı Binbaşı Mamovizade Ali Rıza Bey’in Hopa ve Of’ta bir adının bir caddeye, meydana, spor alanına, sağlık kuruluşuna ya da okula verilmemesi

büyük bir eksiklik. (Ali Rıza Bey, Büyük Taarruz sırasında Yunan Başkomutanı Trikopis’i esir alan askerlerimizin bağlı bulundukları birliğin de komutanıdır.)

         1917’de Bolşevik Devrimi’nin olmasıyla Rus işgali gevşedi. İşgalcilerin savaşma isteği azaldı. Ruslar, işgal ettikleri topraklardan çekilmeye başladı. 28 Şubat 1918’de Of, işgalden kurtuldu. Of’un düşman işgalinden kurtuluşunun 106. Yıldönümü kutlu olsun.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  28 Şubat 2024

 

ÇOCUKLARA ÖDEV ALIŞKANLIĞI NASIL KAZANDIRILIR?


Belki de çocuklara en zor kazandırılan alışkanlıklardan biri, ödev yapma sorumluluğu. Çocukların büyükleri örnek aldıklarını birçok kez belirttim. Anne ve babanın davranışı; çocuklar için yol gösterici, belirleyici olmakta çoğu zaman. Bu nedenle anne ve babalar; attıkları her adımı, söyledikleri her sözü, yaptıkları her davranışı bir sorumluluk içinde yapmalı. Sorumsuzca söylenen bir söz, atılan bir adım, yapılan bir davranışın çocukları yollarından nasıl saptırdıklarını bilmeliler.

Anne ve babalar, evdeki iş bölümünü yardımlaşma ve dayanışma içinde yaptığında çocuk için bir ders niteliğindedir bu. Kendi işlerini aksatmadan ve büyük bir sorumluluk içinde yapan ebeveynler, bu sorumluluk duygusunu çocuklarına da aşılar. Atalarımız: “Hayvan süre süre, insan göre göre öğrenir.” sözünü boşuna mı söylemiş? Çocuklar da davranışa dönüştürdükleri birçok şeyi görerek öğrenmez mi?

Çocuklara: “Ödevin var mı?” sorusu sorulmamalı. Anne ve baba, çocuğun tepesinde Demokles’in kılıcı gibi dolanmamalı. Bu soruyla çocuk, sürekli bir denetimin rahatsız edici baskısının altında ezilmemeli. Baskıyı duyumsayan çocuk; bıkkınlık, yorgunluk, boş vermişlik, şaşkınlık içinde kalır. Sürekli uyarılma ve sorgulanma duygusu, onu derslerden uzaklaştırıp ödevlerini zamanında yapamamasına neden olur. Ayrıca her saniyesi denetlenen bir çocuk bocalar. Böylece çocuğun kaygısı çoğalır. Kaygı, ister istemez başaramama, yapamama korkusunu da ortaya çıkarır.

Bir çocuk öğrenciyse ne yapması gerektiğini, sorumluluklarını bilmeli. Bu nedenle ona: “Ödevini yaptın mı?” sorusu sorulmamalı. Hangi yaşta, düzeyde insan olursa olsun ona sorumluluklarını anımsatmak kişiyi mutlu etmez. İster istemez böyle bir soruyu kişi; kendi benliğini, usunu, varlığını yok sayma olarak algılar. Çocuğa sürekli karışma durumu, onu rahatsız etmesi olağan. Bu nedenle çocuğun denetleyicisi değil, anne ve babası olmalı; ona sonuna dek güvenmeli. Aşırı denetleme isteği, çocuğun özgüvenini yok eder. Bu da başarısızlığın asıl nedenlerinden.

Çoğu anne ve baba, çocuğu ödev yaparken onun yanında oturur. Ya onun ödevini yapar ya da ona yardımcı olmaya çalışır. Böylece çocuğu denetler. Onların yaptığı bu davranış, çocuğun bir işi kendi başına yapmasına izin ve fırsat vermez. Böylece çocuğun tek başına iş yapabilme girişimi elinden alınır. Çocuk, velisine yanıtını bulamadığı bir soruyu sormadığı sürece ona yanıt vermemeli. Bazı ebeveynler, çocukları yardım istemeden gidip sorularını yanıtlar. Bu, çocukların hem araştırma yapıp öğrenmesini engeller hem de başarma umudunu kırar. Yardım istemeyen bir çocuğa yardım etmek, biraz da çocuğu yok saymak demek. Yok sayılan birinden başarı beklenebilir mi?

Çocuklar, bizden yardım istediğinde onlara yardım edelim. Bu yardımlar da onların sorumluluklarını tamamen üstlenme, işlerinin hepsini yapma biçiminde olmamalı. Onlara en büyük yardım, yol göstererek bilgiye nasıl ulaşacaklarını anlatmaktır. Çocuğunun ödevini yapan veliler, onları hazırcılığa alıştırır. Bu da onları yaşam boyu başarısızlığa tutsak eder.

Çocuklara ödev yaptırmak için velilerin başvurduğu en olumsuz davranışlardan biri ödüldür. Veliler, çocuklarına: “Ödevini, yaparsan sana şunu veririm, senin için şunları yaparım, sana istediğin şeyi alırım.” demekte. Bu son derece yanlış. Ödev yapmak, öğrencinin görevi. Kişi, görevini yaptı diye ödül kazanmaz. Görevini yapmak, kişinin sorumluluğunu yerine getirmesidir. Veliler annelik, babalık görevlerini yerine getirdiğinde onlara ödül mü veriliyor? Onlara verilen en büyük ödül; sevgi dolu bir ortamda yaşamak, erinç içinde yaşam sürmek, uyumlu bir ailede bulunmaktan başka bir şey değil. Çocuklar da ödevlerini yaptıklarında ailelerinin sevgi, uyum, erinç, mutluluklarına katkı yapmaktalar. Ayrıca kendi geleceklerini sağlam temeller üzerinde oturtuyorlar böylece. Ödev yapan öğrencinin özgüveni atar, bakış açısı gelişir.

Her ödevde çocuğa ödül verilirse bir süre sonra o, karşılıksız iş yapmamaya başlar. Her yaptığı işten bir karşılık, ödül bekler. Yarın bir göreve geldiğinde bu ödül alışkanlığı, armağan almaya giderek rüşvete dönüşür. Çocuğuna yardım etmek gibi iyi niyetli bir davranışın ona nasıl da zarar verdiğini, onu nasıl kötü bir geleceğe hazırladığını bilmeli her veli.

Ödevini yapmayan çocuğa ceza vermek de ödül gibi zararlı sonuçlara ulaşabilir. Bu nedenle ödev yapmayan çocuğu ikide bir cezalandırmak doğru değil. Ödüle de cezaya da alışan çocuk, giderek kendi başına iş yapama alışkanlığını yitirir. Bu durum, onu sorumsuz bir birey yapar. Veliler, kendi elleriyle çocuklarını olumsuz bir duruma sürükler farkında olarak ya da olmayarak.

Yaşamda herkesin bir sorumluluk anlayışı ve görev bilinci olmalı. Çocukları buna göre yetiştirmeli. Onların işlerini yaparak aslında onları kolsuz kanatsız bırakmakta çoğu veli. Bu, çocuğa yapılan en büyük kötülük değil de nedir?

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         26 Şubat 2024

 

 

 

 

TRABZON’UN KURTULUŞU


Sarıkamış bozgunundan sonra Doğu cephesinde Rusların üstünlüğü söz konusuydu. Mehmetçik, Çanakkale’de İngiliz ve Fransız güçlerine karşı destansı bir savaş kazanmıştı. Ruslar, Alman cephesinde zor durumdaydı. Bu nedenle Kafkas cephesindeki bazı birliklerini oraya götürmüşlerdi. Bu nedenle Rusların Sarıkamış’tan sonraki ileri harekâtları bir yıl kadar gecikmişti. 1916 Yılı başında ileri harekât başlamış ve özellikle Karadeniz kıyısındaki Türk yerleşim yerlerinin işgaline girişmişlerdi.

“10 Ocak’ta sahil bölgesinde, Arhavi deresi boyunca, 11 tabur piyade, 3 bölük süvari ve 24 topu olan Rusların karşısında Türklerin 7 tabur piyade, 1 takım süvari ve 6 toptan oluşan Sahil Müfrezesi vardı. Ruslar, Erzurum üzerinden taarruza başlamadan bir hafta önce sahil bölgesinde taarruza geçmişlerdi.

5 Şubat’ta başlayan Rus taarruzunu, denizden Rostislav zırhlısı ile 7 muhrip, Türk mevzilerine bomba yağdırarak destekliyordu. 10 Şubat günü gemilerin ağır bombardımanı, kuvvetlerimizin önemli miktarda zayiat vermesine neden olmuş, ardından Rusların 19. Türkistan Alayı, cepheden yaptığı taarruzlarla sahil cephemizin kuzey kanadını Sümle-Fındıklı (Viçe) hattına çekilmeye mecbur etmişti. (Mehmet Bilgin, Rus İşgalinde Trabzon Direnişi, Serander Yayınları, Trabzon, 2. Baskı, Ocak 2014, s. 31)”

Ruslar; 6 Mart 1916’da Pazar ve Çayeli’ni, 8 Mart’ta da Rize’yi işgal ettiler. Trabzon’a doğru yürüyen Rus güçleri, işlerini kolaylaştırmak için 7 Nisan 1916’da denizden Rize’ye Avrupa cephesinden getirdikleri 35.000 kişilik bir askeri güç çıkarmışlardı.

İyidere’ye dayanan Rus işgalciler, burada Oflu milis güçleri ve askeri birliklerin birlikte yaptığı önemli bir direnişle karşılaştılar. 26 Mart’ta Of işgal edildi. Ardından 14 Nisan’da Sürmene’yi ele geçirdiler.

“15 Nisan 1916’da Trabzon’a 18 kilometre kadar yaklaşan Ruslar Türk kuvvetlerini arkadan vurmak amacıyla Akçaabat’a kuvvet çıkarmak üzereyken Trabzon’un boşaltıldığı haberini almışlardı. Şehir 15-16 Nisan gecesi tahliye edilmiş, Türk halkının büyük kısmı şehri terk etmişti. Trabzon Rumları da 18 Nisan’da Rus komutanına bir temsilci göndererek Türklerin şehri boşalttıklarını bildirmişler, dolayısıyla Trabzon’un topa tutulmamasını rica etmişlerdi. Ruslar böylece 18 Nisan akşamı herhangi bir direnişle karşılaşmadan Trabzon’a girmişlerdi. Rumlar ve Ermeniler başlarında metropolit ve papazları olduğu halde Rus Kafkas Ordusu Komutanı General Yudeniç’i sevinç çığlıkları atarak karşılamışlardı. Rum metropolitinin maiyetindeki 20 papazla birlikte gerçekleştirdiği dini törende imparatorun (çarın) sağlığına, Rus ordusunun kesin zaferine ve Hıristiyanların Türk boyunduruğundan kurtarılmasına dualar edilmişti. (Sabahattin Özel, Milli Mücadele’de Trabzon, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Baskı, 2012, s. 10-11)”

Trabzon işgal edildikten sonra Rus işgal güçleri batıya doğru ilerleyerek Harşit Çayı’na kadar olan bölgeyi ele geçirirler. Trabzon Valisi Cemal Azmi Bey, işgal sonrası görevini Ordu’da sürdürür. Yaklaşık 80.000 mülteci Ordu, Giresun, Tirebolu’ya göç eder. Daha sonra Trabzon ve ilçelerinden göç eden Türk halkı daha batıda yer alan yerleşim yerlerine giderek muhacir oldular uzun süre.

“Bilindiği gibi Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale Cephesi’ndeki Türk zaferi Rusya’nın mevcut sıkıntılarını daha da artırmış, baş gösteren Ekim 1917 Bolşevik İhtilali bütün cephelerde Rus birliklerinin dağılmasına yol açmıştı. Kafkas Cephesi’nde aradaki mesafenin uzaklığı ve irtibatsızlık gibi nedenlerle ayakta kalabilen Rus kuvvetleri de Kasım 1917 sonlarında çözülmeye başlamışlardı. Rus siperlerinden zaman zaman ‘Çanakkale’yi istemiyoruz, Boğazlar’ı istemiyoruz’, ‘Harbe son verin’ pankartları yükselir. Türk askerine karşı dostluk gösterileri yapılırken, Trabzon’daki Rus kuvvetleri arasında da disiplinin zayıfladığı, emirlere uyulmadığı birbirine resmi selam yerine ‘yoldaş’ şeklinde hitap ettikleri görülmekteydi. (Aynı yapıt, s. 17)”

18 Aralık 1917’de Osmanlı devleti ile Rusya, Erzincan mütarekesini imzaladı. Bu anlaşmadan sonra Rusların işgal ettikleri Türk yerleşim yerlerinden çekilmeleri hızlandı. Bu çekiliş sırasında Ermeniler, milis güçleri oluşturarak Türk kıyımı yapmak için kolları sıvadılar. Trabzon’da büyük insan kıyımı olmamışsa buna engel olan işgal güçleri arasında bulunan Türk kökenli Rus askerleridir.

“Ermeni Taşnak Komitesi’nin ileri gelenlerinden Tigranyun 400 atlıyla Trabzon’a gelerek Rum gençleriyle anlaşmış, Türkleri katletmek için hazırlıklara girişmişti. Rusların, kendilerini silahlı Kürtlere karşı koruyabilmeleri bahanesiyle silahlandırdıkları Ermeniler Türk ve Müslümanlara karşı bir program dahilinde baskı ve zulüm yapmaya başlamışlardı. Ermenilerin Trabzon’un kenar mahallelerinde 38 Müslüman’ı katlettikleri söylenmekteydi. (Aynı yapıt, s. 19)”

Ermenilerin bir Türk kıyımına girişeceklerini anlayan Rus komutanlar, birliklerinde görevli Ermeni asıllı subay ve erleri önceden tahliye etmeye çalıştılar. Erzurum’dan gelen Ermeni Yüzbaşı Bedros, Ermenilerden oluşan 250 kişilik bir birliği vapura bindirmedi. Trabzon’a Türk birliklerinin girmesinden iki gün önce Bedros, türlü bahanelerle Kemeraltı Cami’sine topladığı 200 kişiyi yakmak istedi. Bunu öğrenen Türklerin camiye hücum etmesi ve Cemiyet-i Hayriye-i İslamiye derneğinin karşı çıkmasıyla bu kıyım önlendi.

“Bedros ve 260 kişilik çetesi aynı günün gecesi Türk mahallelerine baskın girişiminde bulunmuşsa da silahla karşı konulması üzerine Erzurum’daki komiteye katılmak üzere Trabzon’u terk etmişti. Maçka Rumlarının yardımıyla Zigana Dağı’nı aşmışsa da Torul halkının karşı koyması üzerine pek çok ölü ve yaralı vererek geri dönmek zorunda kalmıştı. Bunlardan Trabzon’a dönebilen 61 çeteci Ermeni, Rus ordusunun mensupları olarak vapura binebilmişti. (Aynı yapıt, s. 23)” Torul’da halkın bu kahramanlığını anlatan bir anıt var mı acaba?

“Türk kuvvetlerinin Trabzon’a gireceği gün Türk askerini karşılamak üzere bir Rus mürettep piyade alayı ile süvari birliği, bandoları eşliğinde Kavak Meydanı yönünde şehrin girişinde yerlerini almışlardı. Bu arada 37. Tümen’den önce Trabzon’a giren milis kuvvetleri mahalle içlerini, köprü başlarını ve kavşak noktalarını tutmuşlardı. O sırada Ortahisar’daki müftülük binasının önündeki bayrağın altında toplanan Trabzonlular, bşlarında müftüleri olmak üzere tekbirler getirerek kurtarıcılarını karşılamaya çıkmışlardı. Nihayet beklenen an gelmiş, 37. Tümen Trabzon’a girerken Türk donanması da kurtarma harekâtına denizden katılmıştı. Cemiyet-i Hayriye-i İslamiye başkanı ve üyeleri Soğuksu’da karargâh erkânıyla birlikte Rus gemilerini ve Değirmendere’deki cephaneliği gözlemekle meşgul bulunan tümen komutanına veda etmişler, karşılama görevini yapan son Rus kuvvetleri de vapura binmişlerdi. Bayram havası içindeki şehirde her taraf bayraklarla donatılmış, Türk birlikleri resmi binaları işgal ederek, iaşe ve malzeme depolarına el koymuşlardı. (Aynı yapıt, s. 23-24)”

Trabzon’a giren milis güçleri arasında üç kadın asker vardı. Bu üç kahraman kadın milis, işgal sırasında ahlaki düşkünlük gösteren otuz Türk kadınının peşine düştü. Bu kadınlardan onu ele geçirilmiş, on beşi intihar etmiş, beşi ise bulunamamıştı.

Türk ordusu, yaklaşık iki yıl süren bir işgalden sonra 24 Şubat 1918’de Trabzon’u teslim alıp kurtarmıştı. Bu güzel günün 106. yıldönümü Trabzon’umuza ve tüm ulusumuza kutlu olsun.                               

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  24 Şubat 2024

 

 

ÇOCUĞA, İNSAN OLMAYI YASAKLAMAK


İnsanlar üzülünce eğni ya da tini acıyınca ağlar. Ağlama, insanın tinsel irinini akıtmasıdır. Zaman zaman insan ağlamalı, yoksa tinsel irinle dolar içi.

Bazı ağlamalar yardım çağrısıdır. Kişi, ağladığında çevresindekilere, özellikle de sevdiği kişilere, “Gel, bana yadım et. Sorunumu birlikte çözelim. Düştüğüm kötü durumdan kurtulmam için bana destek ol!” der gözyaşlarından oluşturduğu köprüyle.  Bu köprü, insanlar arasındaki en sağlam bağlardan biri.

Kimi zaman ağlama, bir karşı çıkış, direnmedir. İnsan ağlayarak boyun eğmediğini söyler karşısındakine. Ağlayarak kendi kişisel alanını savunma ve düşüncesini anlatıp dinletme isteği, özgürlüğünü kullanma amacı gözyaşlarıyla akmaktadır. Bu gözyaşları, birey olarak kabul edilme savaşımının bir belirtisi.

Kişilerin ağlamalarında kimi zaman bir teslimiyetin, çaresizliğin sesi ve gözyaşları vardır. Her gözyaşı damlası, her hıçkırık çekilen acının, içine düşülen çıkmaz durumun simgesi. Kişi gözyaşlarını akıttıkça, hıçkırıklarını çoğalttıkça içindeki yangın sönmeye başlar. Son hıçkırıklar, kesik kesik işitilir. Bunlarla insanın yangın yeri olan yüreği soğumaya başlar ve yavaş yavaş soğuyan yürek ferahlar, sıkıntı ve acı gözyaşlarıyla toprağa akıp hıçkırıkların derin soluklarıyla havaya karışır.

Kimi ağlamalar sevinç ve mutlulukla doludur. Bu ağlamalarda gözyaşları akarken gözbebekleri güler. Hıçkırıkların yerini bir mırıltı, gülüşle karışık bir ses alır. Bu, mutluluğun gözyaşına dönüşmesidir. Her gözyaşı, bir gül goncası. Bu goncalar, ağladıkça açılır ve sonunda güllere dönüşür rengarenk. Güzellikleri, gözyaşlarıyla sulanmalarındandır.

İnsan bazen sıkıntıdan, içinde oluşan boşluktan ağlar. Bu ağlayış, yavandır. Karşısındaki kişiler pek etkilenmez bundan. Bu ağlayışla kişi, sıkıntısını az da olsa azaltıp içindeki boşluğu doldurur.

İnsan, yakınlarını ya da sevdiklerini sonsuzluğa uğurladığında ağlar. Bu; bir kopuşun, yaşamımızda yer eden birini sonsuza dek göremeyecek olmanın sesidir. İçten kopan bu hıçkırıklar, üzüntülü bir uğurlamanın tükenmez dalgaları. Gözyaşları, uçmağa varır ve melek olur.

İnsanoğlu ağlar. Ağlamazsa içini soğutamaz. İnsanın içi soğumayınca içten içe eritir onu yüreğindeki yangın. İnsan taş olsa yangına dayanamaz. Bu yangın insan yüreğini, gönlünü kül eder. Dıştan bakılınca donuk bir cisim gibi dolaşır ortalıkta.

Çocukların bazılarına ağlamak yasaklanır anne ve babalarınca. Ağladıklarında sert bir biçimde uyarılırlar. Hele erkek çocuksa “Erkekler ağlamaz. Kadın gibi ağlama!” diye çıkışılır onlara. İnsanın erkeği, kadını mı olur? İnsan olan ağlar. Hem de yeri geldiğinde feryat ederek salya sümük. Bir tinsel boşalma insana yasaklanır mı hiç?

Çocuklarına ağlamayı yasaklayanlar, onları tinsiz, duygusuz bir kalıba dökmek isterler. Bu da onların yetişkinlikte birçok sorunla karşılaşmasına neden olmakta.

Çocuklar ağladığında bırakalım içlerini döküp yüreklerini soğutsunlar. Hıçkırıklarla, gözyaşlarıyla anlatmaya çalıştıkları dertlerini, sorunlarını anlayalım. Onların dertlerine ortak olup sorunlarının çözmek için gidecekleri yolda birlikte yürüyelim. Gerektiğinde birlikte ağlayalım.

Ağlamak kötü bir şey olsaydı göz pınarlarımızda ve onlardan akan gözyaşlarımız olur muydu hiç? Çocuğa, yetişkine insan olmak yasaklanır mı, böyle bir şey olanaklı mı?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  23 Şubat 2024

 


ÇOCUKLARA KÜSÜLÜR MÜ?


Çocukların en büyük korkusu, anne ve babasını yitirmektir. Onları yitirme korkusunu çocuklara veren genellikle ebeveynleri. Anne ya da babaların çocuklarıyla ilişkilerinde tehditkâr bir dil kullanması, onlara yersiz, anlamsız bir kaygı yükler. Bu kaygı, giderek büyür ve derin bir korkuya dönüşür. Kaygı ve korku giderek özgüven eksikliğini getirir.

Çocuklara verdiğimiz cezalar, çoğu zaman onlara kaygı ve korku yükler. Kaygı ve korkunun çocuğun tinsel sağlığına çok fazla zarar verdiğini söyleyebilirim. Bu nedenle çocukta, kaygı ve korkuyu oluşturacak her türlü sözden, davranıştan kaçınmalı.

Anne ve babaların çocuklarını küsmekle tehdit etmesi sıkça görülen bir davranış. “Bak, söylediklerimi yapmazsan sana küserim.” der bazı anne ve babalar. Bu tümce, çocuğu kaygıya boğmaya yeter de artar bile. Çocuğa küsmek, olmaması gereken bir şey. Çünkü böyle bir durumda çocuk, kendini yalnız, terk edilmiş olarak duyumsar ve kaygılanır. Bu nedenle anne ve babalarının dediklerini yapar. Giderek “hayır” sözcüğünü sözlüğünden çıkarır. Başta ebeveynlerine hayır demez, sonrasında arkadaşlarına ve çevresinde olan hiç kimseye. Doğru ya da yanlış olsun her şeye “evet” diyen bir çocuk, sonrasında bir yetişkin ortaya çıkar. Bu durum, kişiliksizliğe sürükler çocuğu. Böyle yaparak sorun çözüldü mü? Hayır! Sorun, büyük bir sayrılığa dönüştü ebeveynlerce.

Bazı anne ve babalar, çocukları sözlerini dinlemediğinde çok sinirlenip üzüldüklerini söyler. Hatta bu yüzden sağlıklarının bozulup sayrılandıklarını haykırırlar çocuğun yüzüne karşı. Sayrı olmak, güzel bir durum değil insanlar için. Sürekli sayrılananların sonu ölüm. İşte, bu çocuktaki kaygıların en büyüğü. Bir gün kendi yüzünden anne ya da babasını yitirme kaygısı. Bu, giderek derin bir korkunun karabasanına, umutsuzluğuna dönüşür. Çocuk, ne yapacağını şaşırır. Çözümü, anne ve babasının her dediğini yapmakta bulur. Olumlu ya da olumsuz söylenen her şeyi yapar. Böylece kendi kimliğini, kişiliğini, beğenilerini yitirmeye başlar. Özsaygısı yok olur böylece. Özsaygısı olmayanın özgüveni olur mu hiç?

Artık çocukta, kim olursa olsun karşısındaki kişinin her söylediğini kabullenip yapma düşüncesi egemendir. Bu neden bu çocuklar iyiyi, kötüyü, güzeli, çirkini, zararlıyla yararlıyı ayırt edemezler. Yanlışı çok yapar, kendilerine zarar verirler.

Anne ve babanın çocuğu yetiştirirken yaptıkları yanlış davranışlar, kullandıkları hatalı sözler en sevdikleri yavrularını başkalarının kuklası yapar ister istemez.

Aile ortamı bir kumar masası değil. Çocuklar da bu kumarın aracı olamaz. Onları yetiştirirken tehdit, şantaj gibi insana yakışmayan yöntemler kullanılmamalı. Onları kaygılandıracak, korkutacak söz ve davranışlardan kaçınmalı. Bilerek ya da bilmeyerek yapılacak küçük yanlışların büyük sorunlara yol açacağı bilinmeli. Bu nedenle çocuklara karşı kullanacağımız her sözü, onlara göstereceğimiz her davranışı iyice ölçüp biçmeli.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  22 Şubat 2024

 

AYNADA GÖRÜLEN SOYSUZLUK


Eski Rize Belediye Başkanı ve aynı ilin eski milletvekili olan Şevki Yılmaz’ı, kamuoyu Atatürk ve cumhuriyet karşıtlığı, düşmanlığıyla tanır. Yılmaz, her fırsatta Atatürk ve devrimlerine karşı düşmanlığını kusar. Bunu da Müslümanlık ve Osmanlıcılık adına yapar. Söylemlerindeki kin, öfke ve kötücül dil ilgi çekici.

II. Abdülhamit’in torunlarından Berna Osmanoğlu’nun düğününe nikâh şahidi olarak katılan Şevki Yılmaz, mikrofonu bulmuşken bir de konuşma yaptı. Bağışlayın bu bir konuşma değil, kuduz bir varlığın salyalarını ortalığa saçması. Yılmaz, evli çiftlere mutluluk dilemek yerine “Osmanlıyı süren soysuzları da lanetle anıyorum.” diyerek nefretle çoğalttığı salyalarını kustu. Gittiği düğüne de kuduz virüsünü bulaştırmaya çalıştı. Osmanoğlu ailesine yaranmaya çalışırken genç çiftlerin yaşamlarının en büyük mutluluk anı olan düğünlerine kara bir leke düşürdü.

Şevki Yılmaz’ın “Osmanlıyı süren soysuzlar” dediği kimler? Başta Atatürk olmak üzere cumhuriyetimizin kurucuları.

Atatürk’ün soyu sopu belli. Bu konuda yazılan onca araştırma sonunda yazılan kitaplar var. Birkaçını buraya yazayım, belki Şevki Yılmaz ve onun gibiler okuyup öğrenir. 1- Mehmet Ali Öz, Atatürk’ün Ailesi; 2- Ali Güler, Atatürk’ün Saklanan Şeceresi; 3- Ali Güler, Benim Ailem Atatürk’ün Saklanan Ailesi; 4- Vasilis Dimitriadis, Bir Evin Hikayesi…

Atatürk düşmanları, ikide bir soy sop konusunu gündeme getirirler, neden?

Psikolojide yansıtma yöntemini burada anımsatmam gerek. Peki, yansıtma nedir? “Bireyin kendinde bulunan kusurları, eksiklikleri başkalarında görme davranışının” adıdır yansıtma. Toplumda bazı kişilerde sıkça rastlanan bir davranış biçimi bu.

Kendi soyu sopuyla ilgili bilinmemesi gereken şeylerin olduğunu bilen biri, başkalarını soysuzlukla suçlar. Aslında insanoğlu bir ayna. Karşınızdaki kişiye baktığınızda kendinizi görürsünüz aslında. Soylu biri aynada soyluluğunu, soysuz biri ise soysuzluğunu görür. Ayna asla yalan söylemez.

Şevki Yılmaz da Atatürk aynasına baktığında kendini görmekte. Onun adına üzüldüğümü söyleyebilirim. Ne de olsa kılığı kıyafetiyle insan görünümlü biri. Biz, ondan kendi soyağacını kamuoyuyla paylaşmasını bekliyoruz.

Atalarımız, tinbilimdeki yansıtma yöntemini yıllar önce “İşkilli büzük dingilder.” sözüyle dile getirmiş. Ancak ne yazık ki bazılarının ağızları dingildemekte. Ne denli acı bir durum değil mi?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  20 Şubat 2024

 

LANSMAN, LOKASYON DA NE?


Türkiye’de batılılaşma eğilimleri Osmanlının gerilemesiyle hız kazandı. Çünkü gerileme, toplumsal bir özgüven eksikliği oluşturdu. Tanzimat dönemi, batılılaşmanın büyük atılımı. Batılılaşma olur da batıcılık olmaz mı? Nedense batı hayranları; Avrupa’nın sanayileşmesini, bilimsel gelişimini değil de dillerini, davranışlarını, yaşam biçimlerini örnek aldılar.

Tanzimat’la başlayan batıcılık özentisi, önce dile yansıdı. Özellikle aydınlar, kentliler, okumuşlar günlük konuşmalarına Fransızca sözcükler serpiştirdiler. Güzel Türkçemiz yabanıl sözcüklerle kirlenmeye başladı. Yabancı sözcüklerle kirlenen, anlaşılırlığını, ezgisini yitiren bir dil ortaya çıktı. Bunu da kültürlü görünmek adına yaptılar. Halkın anlamadığı sözcükleri kullanmanın dillerini, düşüncelerini, bakış açılarını, yaşamlarını varsıllaştırdığını sandılar. Oysa bu durumlarıyla gülünç duruma düştüler.

Yabancı dillerin etkisiyle kirlenen bir dil, zamanla anlatım gücünü yitirir. Bu da yurttaşlar arasındaki anlamayı, anlaşmayı, iletişimi güçleştirir. Giderek toplum; anlamadığı, anlatamadığı, doğru düzgün konuşup yazamadığı bir dilin tutsağı olur. Bu da dilde ve kültürde yok oluşu getirir.

Kişi, anadiliyle düşünüp yazar ve konuşur. İnsanın düşünsel gelişimini sağlayan onun anadili. Bir kişi, anadilini ne denli güzel konuşup yazarsa o denli kültürlüdür. İnsanlar yabancı dil öğrenmeli. Ancak öğrendiği yabancı dilin sözcükleriyle ana sütü gibi temiz Türkçesini kirletmemeli.

Günümüzde türlü nedenlerle yabacı kültür özentisi içinde olanlar var. Bu kişiler, hayranı oldukları dillerden sözcükler taşımaktalar sorumsuzca, duyarsızca ve bilinçsizce.

İslamcılar, günlük konuşma dillerinde çokça Arapça sözcük kullanarak daha iyi Müslüman olduklarını düşünmekteler. Bu biçimsellik, ne yazık ki özü yok etmekte. Oldum olası İslamcılar da batıcılar gibi güçlüye hayranlar. Batıcılar, emperyalist kültürün savunusunu açıkça; İslamcılar ise bunu açıkça değil, gizli bir utangaçlıkla yaparlar. Bu durum kendi diline, kültürüne, toplumuna yabancılaşmadır. Bunu yapanlarda özgüven yoksunluğundan söz edebiliriz. Bu kişiler; kendilerine, toplumlarına, tarihlerine, dillerine, kültürlerine, halklarına güvenmiyorlar. Onların bu zayıflığı, içlerinde yabancılara karşı derin bir özentiyi, sevgiyi, hayranlığı beslemekte içten içe.

Son yıllarda hem batıcılar hem de İslamcılarda emperyalist ülkelerin dillerine karşı bir yönelim var. Birçok sözcüğün Türkçesi varken yabancı kökenli olanı kullanmak niye? Bakanlar, milletvekilleri, gazeteciler, devlet görevlileri, sanatçılar(!), spor adamları, televizyon sunucuları, radyo konuşmacıları, üniversite öğretim üyeleri ve birçok kişi Türkçe olan “tanıtım” yerine, Fransızca “lansman” sözcüğünü kullanmakta. Yine Türkçe “konum” sözcüğünün yerine ise İngilizce “lokasyon”u dilimize sokmaktalar. Böylece Güzel Türkçemiz, yabancı sözcüklerle kirletilmekte. Bu, her şeyden önce büyük bir duyarsızlık ve sorumsuzluk. Ayrıca ulusal dile ve kültüre karşı saygısızlık. Bu yapılanı, düşman bile yapmaz bize.

Yurdumuzun kurtarıcısı, devletimizin kurucusu, cumhuriyetimizin ve devrimlerimizin önderi Atatürk: “Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” diyerek dilimizin bağımsız yaşamamız, ulusal varlığımız için ne denli önemli olduğunu belirtmiştir.

Dil yoksa ulus da yok! Dil olmadığında kültür de olmaz. Bir ulus, dili ve kültürüyle var olur. Bunları yok ettiğinizde ulusal kimlik yitirilir. Ulusal kimlik yitirildiğinde ne ulus kalır ne de ulusun yaşadığı yurt toprakları.

Bir sözcüğün Türkçesi varsa onu kullanmalı. Yoksa yabancı dil istilasını engellemek için o sözcüğe, Türkçe karşılık bulmalı. Bir kişi, anasından öğrendiği dil yerine niye başka anaların dillerine özenir? Ana sütü gibi tertemiz Türkçemizin içine yabancı sözcükleri sokarak kültürel kirlenmeye yol açanlar, kartal yürüyüşlü kargaya benzemekteler. Türkçemizde ana sütü tadındaki “tanıtım, konum” sözcükleri varken “lansman ve lokasyon” da ne? İnsan, ana sütünü kirletir mi hiç?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  19 Şubat 2024

ANNE VE BABA SÜREKLİ KAVGA EDERSE (Pazar Yazıları)


Bazı evlerde, anne ve babalar sürekli kavga eder. Bu evlerde, bağrış çağrış eksik olmaz. Anne ve baba, en küçük sorunda ya da normal olarak sakince konuşulacak bir konuda avazı çıktığı kadar bağırırlar. Bu bağrışların sonrasında olan kavgaların aile içinde en çok etkilediği kişiler ise çocuklar.

Olur olmadık yerde bağırıp çağırma, çoğu kişilerde öğrenilmiş bir davranış. Bazılarında ise ciddi anlamda tinsel bozukluk. Tinsel bozuklukların çoğunun da kökeni kişinin yetiştiği aile ortamı ve çevresine dayanmakta. Okullarda yaşanan bazı olumsuzlukların da bu tinsel bozukluktaki etkisi yadsınamaz.

Sürekli bağıran bir anne ya da babanın bulunduğu bir evde tinsel sağlığı bozulmayan bir çocuk varsa, ki bazen olmakta, bu çocuk gerçekten çok güçlü. Bağrışmalara ister istemez çocuklar da bir süre sonra katılıyor. Bu katılmalarda kimi zaman annesinin, kimi zaman da babasının yanında yer almakta. Eşine bağıran ebeveyn, çocuğuna da bağırıyor. Önceleri susan çocuk, bir süre sonra bağırarak kendini savunma yolunu seçmekte. Çünkü gördüğü savunma biçimi, bu. Unutmayalım ki çocuklar, çok iyi kopyacıdır. Büyüklere öykünüp onlardan öğrenirler. Yanlışı da doğruyu da büyüklerinden öğrenir çocuk.

Bağırmalar yüzünden eşler artasında saygı kalmaz. Saygının olmadığı yerde güven ve sevgiden eser kalmaz. Birbirini sevmeyen, bağrışmalar sırasında nefret kusan bu eşlerin çocuklarına iyi, güzel, doğru örnek olması olanaksız. Böyle bir ortamda çocuğun sorumluluk duygusu çok zor gelişir. Bu nedenle bu tür bir aile içinde büyüyen çocuk, genellikle başarısız olur. Çevresiyle uyumsuzluğu da ilgi çeker.

Anne ve baba, birbirine saygı göstermeyince zamanla çocuk da her ikisine karşı saygısını yitirir. Saygı yok olunca söz dinlemez bir çocuk çıkar ortaya. Anne ve babanın uyarıları, görevlendirmeleri, çocuğun umurunda bile olmaz. Bu tür ortamdaki çocukların çoğunun öğrenilmiş bir davranışla bağırıp çağırdığını söylemiştim. Çok azı ise pasif bir savunma içinde göğüsler yaşadığı ortamdaki saldırganlığı, kargaşayı. Olana bitene kayıtsızlık en belirgin davranış. Hiçbir konuda düşüncesini söylemez. Birçok şeyi susarak karşılar. Evde çok az da olsa olan söyleşilere katılmaz. Düşüncesi sorulduğunda susmayı yeğler.

Bağrış çağrışın, kavgaların olağan duruma geldiği evlerde aile bağları gevşer. Zamanla da kopar bu bağlar. İçtenlik, yardımlaşma, dayanışma yitiverir. Çocuk, özgüven sorunu yaşar. Bu da onu başarısızlığa iter.

Annesine, babasına saygı göstermeyen bir çocuk hem çocukluk hem de yetişkinlik döneminde kimseye doğru düzgün saygı göstermez. Gücün karşısında susup bağlılık gösterir. Zayıfları ise ezmekten zevk duyar. Dostluklar kuramaz. Kursa da bunlar uzun süreli olmaz.

Nice zeki, yetenekli, çalışkan çocukların ailelerindeki olumsuzluklar yüzünden harcanıp gittiğinin tanığıyım. Bu nedenle atalarımız çocuklar için: “Yüzü güzel olacağına bahtı güzel olsun.” derler. Baht güzelliğini oluşturan da çocuklarına taht kuran da anne ve baba. Bu nedenle hangi çocuk olursa olsun erinçli bir ailede büyümeli.

Çocuklar, bir toplumun geleceği. Bu nedenle onlara aile, okul ve toplum içinde değer verilmeli. Onların tinsel sağlıklarını bozan ortamların olmaması çok önemli. Özellikle geçimsizliği, belirleyici bir davranış olarak benimsemiş kişilerin anne ve baba olmaları toplum için büyük bir olumsuzluk. Tinsel bakımdan sağlıklı anne ve babalar, tinsel sağlığı yerinde çocuklar yetiştirir.

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   18 Şubat 2024

ERDOĞAN’N MISIR GEZİSİ


Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan, on iki yıl aradan sona Mısır’a gitti. Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah Es Sisi, Erdoğan’ı içtenlikle karşıladı. İki ülke, on iki yıllık bir aradan sonra yeniden ilişki kurması umut ve mutluluk verici.

Mısır’la ilişkilerimiz; Erdoğan’ın iş bilmezliğini, ideolojik saplantılarını Türkiye’nin çıkarlarına yeğlemesi yüzünden koptu. AKP hükümetinin Mısır konusundaki duyarsız, sorumsuz tavrının nedenlerinden en önemlisi de iktidar partisi yöneticilerinde tarih bilgisi ve bilincinin eksikliği. Yüzeysel ve saplantılı tarih bilgisi, onların ufuklarını daraltıp siyasal olaylara bakışlarını sığlaştırmakta. Tarihsel diyalektiğin gerektirdiği bakış açısından yoksunlar. Ne yazık ki Türkiye odaklı bir tarih bilinçlerinin olmaması, onları birçok siyasal kararda yanlışa sürüklemekte. Bu da ülkemize zarar vermekte.

Mısır, 868 yılından başlayarak 1882’deki İngiliz işgaline dek kısa kesintilerle bir yılı aşkın bir süre Türk egemenliğinde (Tolunoğulları, İhşidiler, ve Memlükler) yaşadı. Bu ülkeye asker olarak giden Türkler, Mısırlı kadınlarla evlenip çoluk çocuk sahibi oldular. Ayrıca son dönemlerde Mısırlı yöneticilerin çoğu Türk kadınlarla evlendiler. Osmanlı sarayının damadı olmayan Mısır hıdivi yok gibidir. Günümüz Mısır’ında Türklerin torunları hâlâ yaşamakta. Bu kişilerin sayıları azımsanmayacak ölçüde. Ayrıca Türklerin yönetimleri sırasında kültürel iletişim söz konusu. Birçok Türk gelenek ve göreneği bu ülkeye taşınıp yerleşti. Mısırlıların Türkiye’ye sevgilerini bilmek gerek.

Mısır ve Suriye, İsrail’le savaşma geleneği olan iki ülke. Mısır olmadan Araplar, İsrail’le savaşamadılar bugüne dek. Günümüz Mısır’ı, bölgenin en kalabalık ülkesi. Petrol ülkesi olmamasına karşın güçlü bir ülke. Aynı zamanda son yıllarda dünyanın yükselen yıldızı BRİCS’in de üyesi. BRİCS üyesi olmak demek, Atlantik’ten uzaklaşmak demek.

Erdoğan, BOP eşbaşkanlığının verdiği sorumsuzlukla komşularımızla ilişkileri bozdu. “Arap Baharı” masalıyla “Arap Karakışı”nın oluşmasına yol açtı müttefikleri ABD, İngiltere, İsrail ve diğer emperyalist ülkelerle. Birçok Arap ülkesi emperyalist kışkırtmalarla iç karışıklık yaşadı ve zayıfladı. Arap kanı döküldü. O dönemin Türkiye’sinin Başbakanı Erdoğan, Dışişleri Bakanı da Ahmet Davutoğlu idi. İşte, BOP’çuluğun egemen olduğu hükümetin ABD dayatmalarına boyun eğdiği bir dönemde Erdoğan, Mısır’la ilişkileri kopardı bir anda. Neymiş efendim Sisi darbe yapmış. Kime karşı? İngiliz-ABD yapımı Müslüman Kardeşler Örgütünün lideri Mursi’ye karşı. ABD’nin demokrasi şekerine sardığı uyuşturucuyla tarih, ülke bilincini yitirmiş Erdoğan-Davutoğlu, demokratik olmayan ülkelerle ilişkilerini sürdüremezmiş. Başta Suudi Arabistan olmak üzere petrol varsılı Körfez ülkelerinde sanki demokrasi varmış gibi.

Devletler arası ilişkilerde asıl gözetilecek olan ülke çıkarları. Ülkemizin güvenlik, ekonomik, siyasal çıkarlarını bir yana bırakıp ABD’nin dünyada egemenlik kurmak için demokrasi ve özgürlük masallarına inanarak dost-düşman ayrımı yapmak niye?

Erdoğan, BOP eşbaşkanlığı döneminde Mısır, Libya, Suriye, Yemen, Irak başta olmak üzere birçok İslam ülkesiyle ilişkileri kopardı. Bin yılı aşkın süren dostlukları, ABD-İsrail çıkarları için elinin tersiyle itti. Tarih bilinci eksikliği, yönettiği ülkenin yüksek çıkarlarını koruyamama sorumsuzluğu, ABD-İsrail politikalarına körü körüne bağlılık bu büyük yanlışın asıl nedeni.

Yaşam, insanların yaşadıklarından aldığı derslerle dolu. Bu dersler, zamanla deneyimlere dönüşür. Doğaldır ki deneyimleri olumlu, doğru bir biçimde yorumlayıp içselleştirmek de tarihsel birikim, bilinç ve siyasal birikim gerektirir.

Erdoğan’ın Mısır’la bozduğu ilişkiler, yaşamın ve bölgemizin siyasal gerçekleriyle uyuşmadı. Yaşam, bunun yanlışlığını süreç içinde defalarca kanıtladı. Bu ilişki bozukluğu hem Türkiye’ye hem Mısır’a hem de Batı Asya’daki komşularımıza çok zarar verdi. Kime mi yaradı Mısır-Türkiye ilişkilerinin bozukluğu? Başta ABD-İsrail olmak üzere tüm emperyalist ülkelere ve terör örgütlerine…

Erdoğan, 15 Şubat 2024 günü Kahire’ye gitti. Sıcak bir biçimde, dostça karşılandı. On iki yıllık bir aradan sonra iki ülke ilişkileri yeniden kuruldu. Bu, önemli bir girişim. Bu gezinin yararlarını önümüzdeki günlerde göreceğiz. Tüm bölge ülkelerinin çıkarları açısından çok önemli Türkiye ve Mısır ilişkileri.  Ne diyelim? Zararın neresinden dönülse kârdır.

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   17 Şubat 2024


BİRİLERİ ÇOK PARA KAZANSIN DİYE ÖLÜYORUZ


Yapsatçılara çok para kazandırmak için çürük yapılarda oturduğumuz için ölüyoruz topluca.

İş bilmez yöneticilerin oluşturduğu çarpık ve altyapısız kentlerde her yağış sele dönüştüğünden ölüyoruz.

Maden ocaklarında gerekli önlemler alınmadığı için ölüyoruz.

Trafik kurallarına uymak zor geldiği için yollarda ölüyoruz.

Salgınlarda zamanında davranmadığımız için ölüyoruz.

Ortaçağ kültüründen bir türlü kurtulamadığımız için töre cinayetlerinde ölüyoruz.

Bilginin, bilimin, kültürün, sanatın gücüne inanmayıp silahlanarak adam olunacağını sandığımız için ölüyoruz.

Bize yaşam veren doğanın ne büyük nimet olduğunu bir türlü anlamayıp onu sürekli zehirlerle kirlettiğimiz için ölüyoruz.

İşyerlerinde gerekli iş güvenliği önlemleri alınmadığı için göz göre göre ölüyoruz “iş kazası” adı altında.

Dünyanın neredeyse hiçbir ülkesinde görülmeyecek bir biçimde ölüyoruz ve bu ölümlere de “kaza” diyoruz.

Peki neden ölüyoruz?

Vahşi kapitalizmin özeğinde insan yok, para var. Bu durum, vahşi kapitalizmin sağ ayağı liberalizm, sol ayağı sosyal demokrasi için de değişmez. Önemli olan para olduğundan ne yoldan, nasıl kazanırsan kazan. Kapitalizmin egemenlerine göre insan onlara iyi hizmet ettiği ve çok para kazandırdığı sürece önemli.

“Önemli” diyorum, “değerli” demiyorum. Değer verilen insan pisi pisine ölmez. Kendisini yönetenlerce değer verilen bir yurttaş, göçükte, yıkıntıda, yollarda arabaların altında, sel sularında boğularak can verir mi?

Çok para kazanma, insanları sömürerek varsıllaşma asıl amaç olduğunda insanın da doğanın da değeri kalmaz. Doğa, açgözlüler için yağmalanan bir alan. İnsan ise bu yağmada kullanılan bir araç durumuna getirilmiş durumda.

13 Şubat 2024 günü Erzincan’ın İliç ilçesinde altın madeninde toprak kayması oldu ve dokuz işçi toprak altında kaldı. Yetkililer açıklamalar yapmaktalar “Tüm ekiplerimiz dokuz yurttaşımızı bulmak için seferber oldu.” diye. Toprak kayması olmadan niye seferber olmadı ekipleriniz?

Yapılan tüm uyarıları işitip gerekli önlemleri almak için neden seferberlik yapmadınız zamanında?

Yandaşlara toprağımızı, maden alanlarımızı, ormanlarımızı peşkeş çekerken onları gerekli iş güvenliği önlemlerini almak için niçin seferber olup yurttaşınızın canını güvence altına almadınız?

Yurttaşınızı bir lokma ekmek için ilkel koşullarda çalıştırılmasına nasıl göz yumdunuz bunca zaman? Toprak kayması olunca mı aklınız başınıza geldi?

Aydınlık gazetesi, aylar öncesinden iki kez söz konusu madenle ilgili uyarıcı yayınlar yaptı ne yazık ki ne gören oldu ne de işiten. Gazete, ilk olarak 26 Ocak 2020 günü “Ölmek İstemiyoruz” başlığını attı. Ölmek istemeyenler kimler mi? Orada çalışanlar ve çevrede yaşayanlar… Aradan iki yıl geçtikten sonra 22 Haziran 2022’de Aydınlık yeniden uyardı kamuoyunu ve yetkili yetkisizleri. Bu uyarı da bir işe yaramadı nedense.

Madende altın çıkarmak için siyanür kullanıldığı bazı basın organlarınca yazılıp söylendi. Kimi aklı erenler bu konuda uyarılarda bulundu. Ne yazık ki ne yetkilileri ne denetleme görevi olanlar ne de işletmeciler bu uyarılara kulak asmadı. Dokuz işçi, toprağın altında kalınca üzüntülü maskeler geçirdiler yüzlerine seferber olarak çalışıyorlar. Dokuz işçimizin cansız eğinlerini bulunca vicdanınız rahatlayacak mı? Bu işçilerimizin ailelerin yüzlerine utanmadan nasıl bakacaksınız iş güvenliğini savsaklayan yetkili yetkisizler.

Bir ülkenin yöneticilerinin görevi, yurttaşlarının can güvenliğini sağlayıp onlarının sağlıklı bir biçimde yaşamasını sağlamaktır.

Siyanürün toprağı, madenin yakınından geçen Fırat Nehri’ni zehirlemesi söz konusu. Yetkililerin vurdumduymazlığı, bilgisizliği, sorumsuzluğuyla bir kez daha ölüyoruz ulusça.

Erzincan, ülkemizde en çok ve şiddetli depremlerin olduğu bir ilimiz. Burada böyle işler yapılırken önlemler bin kat daha artırılmalı. Önlem almayınca ceza yazmakta resmi görevliler. Ceza yazınca can güvenliğinin sağlandığını, toprağın ve suyun temiz kalacağını sanmaktalar. Resmi görevliler de işletme sahipleri de insanı, toprağı, suyu, ülkeyi kurtarmak yerine günü kurtarmaktalar. Çok yazık, çok…

Zamanında önlem alacaksın insanını, suyunu, toprağını, ülkeni korumak için. İş olup bittikten sonra “kriz masası” kurup iş yapar gibi görünmekle cansız eğinlere can verilmiyor. Akan gözyaşları dinmiyor. Siyanürle zehirlenen su, toprak ve canlılar temizlenmiyor. Bırakın halkı aldatmayı da işinizi gereği gibi yapın, Türk halkını enayi yerine koymayın artık!

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       14 Şubat 2024

 

ÇAMBURNU’NDA ORMAN YANGINI


1979’un yazıydı. Arkadaşım Osman Nuri Saral’la Of sokaklarını arşınlayıp söyleşmekteydik. İkimiz de Fatih Eğitim Enstitüsü’nü bitirmiştik. O, matematik bölümünü bitirmişti; ben de Türkçe bölümünden mezun olmuştum. İkimiz de atamamızın yapılması için kura çekimini beklemekteydik.

Neredeyse her gün buluşurduk Osman’la. Gün boyu söyleşirdik onunla. Kimi zaman başka arkadaşlarımızda katılırdı bize. Fırsat buldukça yakın ilçelere, arada sırada Trabzon ve Rize’ye giderdik gezmek için. Gittiğimiz yerlerde arkadaşlarımızla buluşurduk. Gençlik tükenmez bir erke, dağ pınarları gibi ne suyu kesilir ne de sesi. Gençlik ülküleri, bitip tükenmez.

Öğlene doğru buluşurduk arkadaşlarla. Akşam olduğunda el ayak çekilirdi şirin ilçemizden. Bazı akşamlar, ıssızlaşmış ilçe alanında futbol oynardık. Ülkemizin belki de ülkemizin ilk gece maçlarını oynadık sokak lambalarının, kimi zaman da ay ışığının derin, loş gölgelerle aydınlattığı bir alanda. Kimler vardı kimler… Ali İhsan Coşar, Muzaffer Taka, Atilla Düzel, Şeref Saral, Sebahattin Öner, Nurettin Malay, Mustafa Saral, Turan Saral, Reşat Saral, Recep Bakkaloğlu, Raci Sarıalioğlu, Alpaslan ve Yavuz Kalemci kardeşler… Uçmağa varmış arkadaşlarımız içimizde büyük bir eksiklik…

Kan ter içinde biten maçlardan sonra Kalyon Fırınına yürürdük arkadaşlarla. Fırına yaklaştığımızda ekmek kokusu gelirdi burnumuza. Ekmekler yeni çıkardı gecenin sabaha kavuşmakta olduğu bir zamanda. Sıcak ekmeğin arasına tereyağı da koyardı fırıncı. Koca ekmeği kaşla göz arasında bitirirdik.  O ekmeğin tadını yıllarca hiçbir yerde bulamadım. Ekmek mi lezzetliydi, yoksa biz çok açtık da öylesine iştahla yerdik koca ekmeği.

1979 yazında bir gün hava çoktan kararmıştı. Of’un doğudan batıya doğru uzanan Cumhuriyet Caddesinde yürüyorduk Osman’la. Yürürken derin bir söyleşinin içindeydik. Cumhuriyet Caddesinden sağa dönüp gündüz insan kalabalığı ve köy dolmuşlarının işgal ettiği belediyenin önündeki küçük alana yöneldik. Oradan Atatürk Bulvarına döndük. Yönümüz batıya doğru. Kaşımızda Çamburnu’nun sarıçam ormanları dalga dalga yükselmekte güneye doğru karartılar içinde. Az sonra karşı tepede, ormanın içinde bir ışık belirdi. Çok geçmeden ormanın yandığını anladık. Bir şeyler yapmamız gerek. Yangını olduğumuz yerden izleyemeyiz.

Genciz... Ülkemizle ilgili büyük ülkülerimiz var. Yurdumuzun bir çöpüne bile zarar gelmesini istemiyoruz. Hele dünyada, deniz kıyısında doğal olarak yetişen birkaç sarıçam ormanından biri olan bir dünya varsıllığının yanıp kül olmasına seyirci kalamayız. Hemen ne yapacağımıza karar verdik. Şimdi adını anımsayamadığım, benzinli testeresi olan Çaykara-Karaçamlı bir tanıdığı bulduk. Osman’ın birkaç yıl önce aldığı arabasına bindik. Hızla yangın yerine ulaştık. Çevredeki köylerden bazı kişiler, yangını söndürmek için var güçleriyle uğraşmaktalar. Testereyi görünce sevindiler. Hemen yangının çevresini açmaya başladık. Bu arada ormancılar da geldi tüm araç ve gereçleriyle. Ormancılar, yaptığımız işten mutlu oldular. Osman’la yangına çok yakınız. Söndürmek için elimizden geleni yapmaktayız. Yangını söndürmeye odaklanmışken arkadaşımın “Yanıyorum!” diye bağıran sesini işittim. Dönüp baktığımda onun yeni aldığı ve ilk kez giydiği tişört yanıyordu. Hemen onu söndürdük. Verilmiş sadakası vardı ki derisine bir şey olmamıştı. “Gelen mala gelsin.” deyip avunduk içinde bulunduğumuz durumla. Bu arada yangın kontrol altına alınmış, sönmek üzereydi. Biz ormancılardan izin alıp geri döndük. Testerenin benzini bitmişti. Osmanların yakıtlığından benzin doldurduk testereye. Karaçamlı emekçi arkadaş bizden para almadı. Of’a gelip evlerimize dağıldık.

İki genç adamın orman yangınını söndürmek için gösterdiği olağanüstü çaba usuma geldikçe bir hoşluk duyarım içimden. Osman’la konuştuğumuzda ara sıra bu anımızı anlatırız. O, tişörtünün keyfini çıkaramadan yandığına hala üzülür.

Ormandan döndüğümüzde kendimizi bir kahraman olarak gördük. Bu kahramanlığımız günlerce sürdü.

Memleketime her gidişimde Çamburnu’ndan geçerken yanık sarıçamlardan çevreye yayılan çıra kokusu gelir burnuma. Çıra kokusu, yaşamım boyunca sevdiğim en güzel kokulardandır. Ancak yangın söz konusu olunca güzelliğinin de kokusunun da tadı kaçmakta.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  12 Şubat 2024

TAVUK BESLENMEYEN, MEYVE DİKİLMEYEN KÖYLER (Pazar Yazıları)


            Tavuk ve meyve, köylerimizin olmazsa olmazı… Köylere gittiğimizde neredeyse her evin bahçesinde, gübreliğinde eşelenen tavukları görürüz. Hele yaz mevsimiyse kuluçka bir tavuğun peşinde civcivleri görmek olası. Bir de tavukların reisi horozun fiyakalı yürüyüşü vardır ki izlemeye doyamazsınız. Horozu, tavukları ve civcivleriyle görsel, işitsel bir varsıllıktır bu görünüm.

            Tavuklar, bahçelerde sebzelerin yapraklarını yer çoğu zaman. Komşunun bahçesine girip orada pisler. Bazı komşular, bu durumdan rahatsız olur, bu güzel hayvanların bahçelerini az da olsa zarar vermelerine, avlularının kirletilmesine karşı çıkar. Kimi zaman bu nedenlerle komşular arasında kavgalar çıkar. Bu kavgalar, istenmeyen düşmanlıklara yol açar. Oysa komşunun tavuğundan rahatsız olduğunu söyleyen kişinin tavukları da diğer komşuların bahçelerinde ve avlularındadır. Ortada bir zarar varsa herkes için söz konusudur aslında.

            Köylerde her evin bahçesinde bölgenin toprak yapısına, iklimine uygun olarak meyve ağaçları görmek büyük bir görsel toy. Meyve, çocuklar ve büyükler için bir şölen, doyulmaz bir lezzet. Çocukları, meyvelerin olgunlaşmaya başlamasıyla ağaç dallarında görebiliriz. Kimi kuş gibi kanatlanır dallar arasında. Kimi ise sincap çevikliğinde dolaşır ağacın bedeniyle dalları arasında. Bazı çocuklar, meyve ağaçlarına tırmanma konusunda çok başarılı değildir. Çoğu zaman dalların üstündeki kardeşlerine, arkadaşlarına dil dökerler kendilerine bir meyve atsınlar diye.

            Dallardaki çocuklardan bazıları, dalların gücünü yanlış hesaplayıp dalın kırılmasıyla yere düşer. Kiminin elleri kayar yaş dallardan ve kendini yerde bulur. Düşerken dallar çizer yüzlerini, kol ve bacaklarını. Kimi zaman kol ve bacaklar kırılır, başlar yarılır, burunlar kanar. Her meyve mevsiminde Kırığı çıkığı olan çocuklar görmek olanaklı. Çoğu zaman bu kırık çıkıklar, zamansız olduğundan il ve ilçe merkezlerindeki sayrıevlerine gidilemez. Bu nedenle köylerde alaylı kırık çıkıkçılardan umar beklenir. Bu kişiler, deneyimlidir. İşi, yaparak yaşayarak öğrenmişlerdir. Olanaksızlıklar içinde sağlatım yaparlar. Kimi zaman kırılan kol ya da bacakların kırık yerlerini denk getiremezler tam olarak. Bu nedenle kol ve bacaklar eğri, çarpık olarak tutturulur. Dirsekten başlayan eğri kollar görürseniz, bilin ki köylerdeki kırıkçı çıkıkçıların işidir bu.

            Köylerde her meyve, her bahçede yetiştirilmez. Bazı komşular, komşu çocuklarının bahçelerindeki meyve ağaçlarından meyve yemelerine karşı çıkmaz, tersine onları bu konuda yüreklendirirler bile. Doğaldır ki her komşu bir olmaz. Bazıları, çok az sayıda olsalar bile, meyve ağaçlarına başka çocukların çıkıp yemesinden hoşlanmaz. Bu konuda sorun çıkarıp yakınırlar. Bu yakınmalar, kavgaya dönüşür kimi zaman. Kavgalar, bazen büyür; düşmanlıklara yol açar. Bu, istenmeyen bir durum…

            Ülkemizin köylerine gittiğinizde eğer ev kapılarında tavuklar göremez, seslerini işitemezseniz bilin ki orada bu konuda kavgalar yaşanmıştır. Komşuların ortak kararıyla tavuk beslememe kararı verilmiştir. Yine bir köyde meyve ağaçları yoksa orada komşuluk ilişkilerinin iyi olmadığını, hoşgörünün bulunmadığını, komşular arasında anlaşmazlıkların olduğunu anlayabilirsiniz.

            Bir yerleşim yerinde bulunan tavuklar, meyve ağaçları oradaki hoşgörünün, insanlar arasındaki anlayışın, dostluğun, yardımlaşmanın, ortak iş yapabilme gücünün, sevginin, köydeki erincin, kişiler arasındaki saygının göstergesi. Aslında yaşamımızdaki bazı hayvan ve bitkiler; toplumun sosyal ilişkileri, kişilerin tinsel durumları hakkında bizlere bilgi verir.

Toplumsal yaşamda paylaşmaktan, dayanışma içinde olmaktan daha güzel bir şey var mı?

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   11 Şubat 2024

           

BOLLUK İÇİNDE YOKSUL ÇOCUKLAR


Günümüz çocuklarının bir bölümü bolluk içinde yaşamakta. Bir başka deyişle bir elleri yağda, bir elleri balda. Anneler ve babalar, çocukları ne isterse almaktalar onlara. Bu nedenle çocukların çoğu maymun iştahlı...

Maymun iştahlı çocuk, doğal olarak hiçbir şeyin değerini bilmemekte. Tabağında yemek bırakmakta. Tadına bakıp yiyeceği bırakanlar çok. Bu yemeklerin çöpe dökülmesine içi sızlamıyor bile. Giysi dolapları dopdolu… Özellikle reklamlarda gördüğü her şeyi istemekte. Çünkü modanın dışında kalmaktan korkuyor deliler gibi. Bu da aslında çocuğun bağımlılığı… Reklamlarla yönlendirilmekte çocuklar. Moda denen toplumu ve kişiyi bir kalıba döküp tüketime yönlendirme yüzünden çocuklarımız elimizden sabun gibi kaymakta. Ne yazık ki giderek modanın, reklamların ve sanal dünyanın tutsağı olmaktalar.

Çocukların yediği önünde, yemediği arkasında olduğundan ne yiyip içtiklerinden ne giydiklerinden ne de yaptıklarından doyuma ulaşmaktalar. Günümüz çocuk ve gençlerinin çoğunda doyumsuzluk söz konusu.

Bir bebek doğar doğmaz onu oyuncaklara boğmakta anne, baba ve diğer akrabalar. Oyuncak nasıl olsa kolayca alınır bir şey olduğu düşüncesi oluşmakta çocukta. Oyuncağı kırıldığında ya da yittiğinde hemen yenisi alınıp çocuk mutlu(!) edilmekte. Bu da çocuğun malına sahip çıkmama, onun değerini bilmeme davranışının oluşmasına neden olmakta. Böyle bir durumda çocuk, oyuncağıyla ve çevresindeki insanlarla duygusal bağ kuramıyor.

Çocuklarımıza bol bol oyuncak almak yerine, onlarla oynayalım. Onların düşledikleri dünyaya ortak olalım. Onlar, düşsel öyküleri kurgulama ustasıdır. Onların düşsel öykülerini dinleyelim. Bu öykülere, değer verdiğimizi içtenlikle gösterelim. Öykülere verilen değer; çocuğun kişiliğine, düşüncesine, duygularına, düşlerine, varlığına verilir aslında. Kendini tüm varlığıyla değerli bulan çocuk, özgüven kazanıp özsaygısı artar. Özgüveni, özsaygısı tam çocukta duygusal, dinsel varsıllık gelişir. Bu da duygudaşlık yapmasını sağlar. Duygudaş birey, çevresiyle uyumludur. Bu da onun yaşamı boyunca barış içinde, umutlu, başarılı, araştırmacı, tutsaklaştırılamayan, yaşamın zorlukları karşısında yılmayan bir kişi olmasını sağlar.

Anne ve babaların ne işi olursa olsun bu, çocuklarıyla ilgilenmelerini etkilememeli. Onlarla nitelikli zaman geçirmeli. Çünkü bir ailede en önemli iş, çocuklarla ilgilenmek, onları dinlemek ve onlarla zamanı paylaşmak… Onların biz büyüklere saçma sapan gelebilecek düşsel öykülerini, büyük bir ilgiyle dinlemeli. Dinleyişimizdeki içtenlik ve öyküleriyle ilgili soracağımız sorular güvenli bir konuşmanın, sağlıklı bir ilişkinin alt yapısını oluşturmalı.

Çocuklara insan değeri verilmeli. Onları bizimle eşit birey olarak görmeli. Onlara karşı davranışımız, bir kedi yavrusunu sever gibi sevmek gibi olmamalı. Bir oyuncağa ya da bir teknolojik ürüne karşı hayranlık gösterir gibi sevmemeli onları. Çünkü onlar, etten ve kemikten oluşmakta tıpkı büyükler gibi. Onların da duyguları, düşünceleri, bakış açıları, beğenileri ve kendine özgü davranışları bulunmakta. Onların farklılıklarına saygı gösterilmeli. Farklılıkların özgünlük, varsıllık olduğu kabul etmeli.

Kimi ebeveynler, çocuklarının kendilerine benzemelerini ister. Bu, çocuklara yapılabilecek en büyük kötülük. Çünkü onun özgürce gelişimi önlenmekte bu yolla. Çocuğun benzeyeceği tek kişi var, o da kendisi. Bu nedenle onun doğal gelişimi, doğal yollardan benlik kazanması, yeteneklerinin ortaya çıkması, becerilerini geliştirmesi engellenmemeli. Unutulmamalı kuşlar, kendi kanatlarıyla uçar. Kanatları yolunup kırılmış kuş, kuş olmaz; başka bir varlık olur.

Günümüz çocuklarının çoğu; varlık, bolluk içinde yoksulluk ve yoksunluk çekmekte. Bu; duygu, sosyalleşme yoksulluğu… Eğinleri sağlıklı görünse de tinsel eksiklikleri her alanda kendini göstermekte. İnsan yaşamındaki en büyük yoksulluk da varsıllık da tinsel ve sosyal alanda olandır.

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         10 Şubat 2024

 

 


DEPREM ANITLARI


Ülkemizde bugüne dek olan deprem ve salgınlarda en çok tartışılan ve üzerinde anlaşılmayan konu, ölü sayısıdır. Yaşamım boyunca birçok büyük depremin tanığı oldum. Korona salgınında evlere kapanıp birçok kişinin yaşamdan kopuşunu görüp işittik. Her felaket sırasında ve sonrasında hep ölü sayısı tartışıldı. Ben de “Türkiye’de her şey saklanır, ancak ölü saklanmaz.” diyerek bu karşı çıkışlara karşı durmaya çalıştım.

Kahramanmaraş merkezli depremler sırasında en çok yıkıntılarda yitirdiğimiz insanlarımızın sayısı tartışıldı. Depremden epey sonraydı. Bir arkadaşımla baharı solumak için Marmara Denizi kıyısında bir çay bahçesindeydik. Konumuz, depremdi. Konuşma sırası, depremdeki ölü sayısına geldi. Arkadaşım: “En az iki yüz bin kişi öldü. Bunun yüz bini Hatay’da.” dedi. “Bu konuda bir kanıtın var mı?” dedim. “Yok…” deyip sürdürdü konuşmasını. “Bu, benim tahminim ve sosyal medyada okuduklarımdan edindiğim bilgiler.”

Arkadaşımın gözlerine baktım. “Ülkemizde her şey saklanır, ancak ölü saklanmaz.” dedim. Yıllardır bu konularda sıkça söylediğim gibi. “Çünkü insan ölüsü ağırdır, ayrıca hızla kokar.” diye sürdürdüm sözlerimi. “Yurdumuz insanının bir huyu var. Diriyi arayıp sormaz, ancak ölüsünün peşini bırakmaz. Ne eder, eder ölüsüne karşı görevini yapar.” sözleri döküldü dilimden. Gerçekten de böyle değil mi? Çoğu zaman aile bireylerimiz, akrabalarımız, komşularımız, arkadaşlarımız ve tanıdıklarımızın değerini yaşadıklarında pek bilmeyiz. Ancak onları yitirdiğimizde içimizde fırtınalar kopar. Onlara son görevimizi yapmak için çırpınırız. Onların başına bir gömüt taşı dikmek, bizim erince kavuşmamızı sağlar.

Kahramanmaraş merkezli depremlerde yitirdiğimiz insan sayısı: 53.537… Bu sayıya, ölüsü der dirisi de bulunamayan yitikler eklenmemiş. Arkadaşıma: “Şu gördüğün kıyı boyunca elli üç bin beş yüz otuz yedi kişiyi dizsek akşama dek hepsini sayabilir misin?” diye sordum. Şaşırdı birden. Düşündü bir süre. “Sanırım zor sayarım.” diyerek yanıtladı beni.

“Gümüşhane ya da Korkuteli’ne gittin mi hiç?” diye sordum. “Korkuteli’ne gittim.” dedi. “Sokaklarında yürümüşsündür sanırım. Bir an düşün! Korkuteli’nin ilçe merkezi ve köylerindeki insanların tümü yok oluyor birden. Az mı bu insan sayısı?”

“Orta büyüklükte bir kent yok oluyor. Çok bu sayı…” dedi düşünceli düşünceli.

Büyük deprem felaketinin etkilediği on bir ilde deprem anıtı yapılmalı. Bunun için kentlerde simgeleşen yıkıntılar var. Bence onlar kaldırılmamalı. Bu yerler kamulaştırılarak anıta dönüştürülmeli. Ayrıca kent caddeleri boyunca depremde yaşamını yitirenlerin ad, soyadları, doğum tarihleri, kısa özgeçmişleri yazılı fotoğrafları asılmalı. Bu yollarda yürüyenler, ister istemez bu kişilerin gözlerine bakıp derin üzüntü duyacaklar. Bu derin acı, onlarda bir deprem bilincinin oluşmasını sağlayacak. Halkı kandırarak, yurttaşın gözünü boyayarak ve imar cambazlıklarıyla kesesini doldurarak oy avcılığı yapan siyaset simsarlarının peşinden kimse gitmez o zaman. Çünkü insanlar, fotoğraflarla her göz göze geldiklerinde kendi kendilerine: “Burada benim fotoğrafım da asılı olabilirdi.” diye içinden geçirecek. Bu da kişisel ve toplumsal duyarlığı artıracak depremlere karşı. 

Evet, yüreği yeten bir belediye başkanı, vali, kaymakam, bakan varsa yıkıma uğrayan kentlerimizde deprem anıtları yapar. Yıkıntılar altında can veren yurttaşlarımızın fotoğraflarını kent alanlarına ya da caddelerine asar. Bu iş için yürekli, yürekli olduğu kadar da işini hakkıyla yaptığına inanan yöneticiler gerekli. Çünkü o fotoğrafların gözlerine en çok yöneticiler bakacak, doğaldır ki bakabilirlerse…

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  8 Şubat 2024