KILIÇDAROĞLU’NUN ADAYLIK ISRARI


         Neredeyse bir yıldır Kılıçdaroğlu, işi gücü bırakıp cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olmak için elinden geleni yapmakta. Söylemleri, ilişkileri, tavırları cumhurbaşkanlığı adaylığına yönelik.

         Kemal Bey, adaylığının önünü açmak için öncelikle parti içinde çıkacak sesler ve olası rakipler için örgütsel bir baskı kurdu. Parti örgütleri susup genel başkanlarının adaylığını destekler göründü.

         Kılıçdaroğlu’nun koltuğunda gözü olanlar ise öne atılıp genel başkanları aday olduğunda kesinlikle kazanacağını sahte bir coşkuyla kamuoyuyla paylaştılar. Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda genel başkanlarının arkasında olduklarını da sözlerine eklemeyi unutmadılar doğal olarak. Bu arkada duruşun, Kemal Bey’in ayağının kaymasını beklemek olduğunu birçok siyasal gözlemci anladı. Arkasında bulunarak boşalacak koltuğa yakın durmak amacı bu. Bu kişiler, ikide bir açıklamalarında genel başkanlarının açık arayla seçimi kazanacağını söylediler. Böylece Kemal Bey’i inandırdılar kazanacağına.

         YCHP’nin iki büyükşehir belediye başkanı Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş, yapılan kamuoyu sormacalarında kimi zaman Tayyip Erdoğan’dan önde göründüler. Bu da onların adaylıklarını konuşulur kıldı. İmamoğlu ve Yavaş’ın kamuoyu sormacalarında öne çıkması Kılıçdaroğlu’nu kaygılandırdı. Bu nedenle parti içinde örtülü yaptığı mıntıka temizliğini açıkça sürdürdü. Her iki belediye meclislerinde Cumhur İttifakının çoğunlukta olduğunu ve olası bir başkanlık boşalması durumunda, koltuğa AKP’li birinin oturacağını vurguladı ısrarla. Bu belediyelerden birinin AKP’ye geçmesinin kabul edilemeyeceğini söyledi. Bu söylemde, mantık hatası büyük… Örneğin, bir siyasal parti yönetme konusunda Türkiye’yi mi, yoksa İstanbul ya da Ankara’yı mı yeğlemeli? Bu sorunun yanıtı elbette Türkiye olmalı. Zaten yerel seçimlere ne kadar zaman kaldı ki? Diyelim ki olası bir cumhurbaşkanlığı seçimi başarısından bir yıl sonra yerel seçimler var.

 

         Kemal Bey, İmamoğlu ve Yavaş’ın adaylıklarını engellemek için olağanüstü bir çaba gösterdi. Öncelikle parti tabanını kendisinin kazanacağına inandırdı. Bu iki başkanın adaylığının parti disiplini ve işlerliği açısından yanlış olacağını anlattı partisine. İmamoğlu’nun Akşener’le yaptığı Saraçhane gösterisinden sonra Almanya gezisinden apar topar döndü. Bir gün sonra aynı alana altı masanın liderleriyle çıktı Akşener-İmamoğlu rüzgârının kesmek için. Ardından Ekrem Bey’i, Ankara’ya grup toplantısına çağırdı. Grup toplantısında baba-oğul olduklarını söyleyerek evladın babaya karşın aday olamayacağı algısını yarattı. İmamoğlu’nu, halkın gözünde küçültemeye, değersiz kılmaya çalıştı tıpkı Muharrem İnce’ye yaptığı gibi. İnce’nin adaylığını kürsüde açıkladığında “Gel buraya Muharrem!” diyerek orada bitirdi partisinin cumhurbaşkanı adayını. Kılıçdaroğlu’nun baba-oğul benzetmesi kayıtsız ve koşulsuz bir bağlılığın göstergesi. Oğul, babadan bağımsız bir iş yapamaz; yaparsa asi, olur anlayışını kamuoyuna anlattı bu sözle. Bu söylem, daha çok mafya ilişkileriyle aşiret geleneklerinde karşımıza çıkar. Dersimli Kemal de aşiret köklerinin geleneğini dayattı Ekrem Bey’e.

         Kendi adaylığını kesinleştirmek için altı partiyi bir araya topladı. Demokrasi kahramanı görüntüsüyle altılı masadaki sorunların, uyuşmazlıkların üstünü örttü. Oysa altılı masanın iki büyük ortağından biri olan İyi Parti, ısrarla Kılıçdaroğlu’nun aday olduğunda kazanamayacağını söyledi. Bunu kamuoyuna “Kazanacak Aday” diyerek İmamoğlu ya da Yavaş’tan birinin aday olması gerektiğini vurguladılar hep Akşener ve arkadaşları.

         Peki, Kılıçdaroğlu’nun kazanamayacağını bile bile aday olma ısrarı niye?

         Önümüzdeki seçimler, Kılıçdaroğlu’nun son şansı. Başarısızlık durumunda genel başkanlık koltuğunda oturması çok zor, hatta olanaksız. Bunu en iyi bilen de Kemal Bey… Ancak yazın ABD ve İngiltere gezilerinden önce RTE’nin seçilme olasılığı iyice zayıflamıştı. Bu da Kılıçdaroğlu’nu oldukça umutlandırdı. Nedense koşullar hızla değişti. Koşulların RTE lehine değişmesinde, Kemal Bey’in gereksiz çıkışları ve yurtdışı gezilerinin payının olduğu da yadsınamaz. Olası adaylığında HDP tam ve İP’in kısmen desteğiyle yüzde kırk civarında oy alacağını hesaplamakta. Bu oy oranını, kendi başarı hanesine yazıp: “Bakın, son kırk beş yılda CHP’ye en yüksek oyu aldırdım.” diyerek bir dönem daha koltuğunu korumak isteyecek. Ha, burada körün taşı örneği denk gelirse ve seçimi kazanırsa onun için büyük başarı olacak.

         Kılıçdaroğlu, kendini kurtarmanın hesabını yapmakta. Eğer derdi ülke olsaydı bir izlencesi, ülkemiz sorunlarına usçu çözüm önerileri olurdu. Her sorun karşısında “Bunu ben çözerim.” ya da “Bu sorunu da bu kardeşiniz çözecek.” diyerek sorunlar çözülmez. Sorunlara inandırıcı seçenekler sunmuyor. Üstelik son aylarda AKP’nin terk ettiği açılım süreci ve borçlanma ekonomisi izlencesini sahiplenmekte. Bu da kendi tabanındaki umutsuzluğu artırmakta.

                                                                                Adil Hacıömeroğlu

                                                                                30 Ocak 2023

ADIM BAŞI ÇOCUK MU AZARLANIR?

 

        Günümüz anne, babası her şeyi biliyor(!). Özellikle de öğrenim görmüşler… Bu tür ebeveynler, çocuklarını mükemmel yetiştirmeye çalışanlar… Hiç hata yapmayan, kusursuz bir çocuk yetiştirme uğraşı içindeler.

        Atalarımız; yüzyılların deneyimleri, doğa ve olay gözlemleri, diyalektik bakış açılarıyla doğruyu yapmak gibi yanlışı da yapmanın bir insan davranışı olabileceğini söylemişler. İşte “Hatasız kul olmaz.” sözü bunlardan biri. Oysa bu sözü söyleyenler, çifter çifter diplomalar edinmemişlerdi. Onların ellerindeki tek güç, usçu düşünmeydi.

        Sözünü ettiğim velilerin en belirgin özelliği, çocuklarının yaptıkları yanlışlara hoşgörü göstermemeleri. En küçük yanlışta, kaşlar çatılıp dudaklar büzüşmekte ve ses titrek, boğuk bir sinirlilikle çıkmakta. Kimi zaman iki el, çocuğun yakasında, onu sarsmakta. Yanlışı, çocuğun yüzüne yüzüne çarpmayı bir beceri, her şeyden önce de bir eğitim sanmaktalar. Bu işin yapılacağı yer, zaman önemli değil. Özellikle başkalarının yanında bunu yapmayı annelik, babalık olarak düşünmekteler. Hatayı kaçırmayı, onu bağışlamayı ya da görmezden gelmeyi annelik, babalık görevini eksik yapmak olarak görmekteler nedense.

        “Çocuktur hata yapar.” sözü uslara gelmez. “Çocuk, düşe kalka büyür.” anlayışı çoktan unutulmuştur. Küçük büyük herkes için hatalar, bir okul. Hatalar, insan eğitiminin bir aracı. Özellikle çocuklar, yanlıştan öğrenir. Yanlışı yapmayan biri, doğruyu nasıl yapsın? Yanlışı bilmeyen, doğruyu bilebilir mi? Yanlışla doğru, gece ile gündüz gibi birbirini doğurur. Biri olmadan diğeri de olmaz. Bu, bir doğa kuralı; diyalektik düşünüşün temeli.

        Azarlayıcı veli tiplerinin hepsi, birbirinin benzeri. İnsan içinde çocuklarını azarlamakta hiçbir sakınca görmemekteler. Azarlama başlayınca önce çocuğun yüzü asılıp dudakları titremeye başlıyor. Ardından gözlerine kuzey yeliyle yağmur yüklü bir bulut gelip oturur. Bulutun buğusu, gittikçe çoğalıp gözler görünmez olur. Sonrasında iri inci taneleri dökülmeye başlar pınarlardan. Yanaklarda sele dönüşür bu damlalar, dudaklarda ise acıya.

        Çocuk azarlanıp ağlayınca özgüveni yerle bir olmakta. Arkadaşlarının, aile dostlarının, hiç tanınmadıkları kişilerin yanında böyle bir durumu yaşadığı için insanların yüzüne bakacak durumu kalmaz. Bir salyangoz gibi kabuğunun içine çekiliyor. Eşle dostla mutlu olabileceği bir ortam cehenneme döner bilisiz bir anne baba yüzünden. Zaman durmuş, gün zehir olmuştur. Ne yediğinin tadı tuzu ne de söylenenlerin, yaşananların bir değeri vardır artık. Küçük yüreğine büyük bir nefret külçesi düşmüştür. Yürek ezim ezim ezilir bu külçenin altında. Bir serçenin kanat çırpışı çevikliğinde ve ritmindeki yüreği, acıyla devinimsiz kalır nerdeyse.

        Ebeveyn ise öfkelidir. On dokuzuncu yüzyıldan kalan bir kömürlü lokomotif gibi dumanlar çıkmaktadır her yanından kapkara, boğucu. Aslında şaşkın, pişman ve çaresizdir. Dumanını savuracak bir yel bulamaz. Öfkesini dindirecek bir çise arar.

        Çocuğunu olduk olmadık yerde azarlamayı ebeveynlik sananlar; her bağrışta, her kaş çatışta, her saldırıda o küçük yüreklerde dağların devrildiğini niye görmezler? Her azarlayış; çocuğun özgüvenine, üretkenliğine, yaratıcılığına vurulan bir balta darbesi. Küçücük bir fidanın bu balta vuruşlarına dayanması olanaklı mı sanıyorsunuz? Her şeyden önce çocukları yüreğinde yan yana büyüttükleri adı sevgi ve saygı olan iki capcanlı fidanı doğramakta bu azarlayışlar.

        Anne ya da baba, çocuğunun yanlışını söyleyecekse bu, üçüncü kişilerin yanında asla olmamalı. Yanlışı söylerken kullanılacak dil çok önemli. Azarlayıcı bir bakış, bir söz olmamalı. Yanlışı söylerken bile saygılı, sevgi ve şefkat dolu bir dil kullanılmalı. Sevgi dolu bir dokunuş, bakış birçok yanlışı silip süpürür.

        Fidanlar, özgür bir ortamda güneşe doğru boy atar. Onların toprağını ve suyunu kirletmeye, köklerini kurutmaya, güneşini kesmeye, bedenini örselemeye ne hakkımız var?

       

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               29 Ocak 2023

       

 

       

SEÇİMLERDE 2+2=4 EDER Mİ?


        Matematik yaşamın her alanında geçerli bir bilim. Ancak hesabı doğru yaparsan, denklemi gerçeklere uygun kurarsan doğru sonuçlar alırsın.

        Zaman zaman seçimlerde güç kazanmak için partiler arasında ittifaklar yapılır. Kimi kez bu ittifaklar, beklenenden başarılı olur. Yani 2+2=5 eder. Kimi zaman da başarısızlık söz konusudur. Yani 2+2=3 eder. Seçimin gerçekleri, matematiğin işlem gücünü zorlar, kişiyi yanıltır. Bu nedenle ittifak yaparken doğru izlenceler oluşturulmalı. Ayrıca halkın gereksinmelerine yanıt verip vermediği ölçülüp tartılmalı.

        20 Ekim 1991 Genel Seçimlerinde ittifaklar konusunda ilginç veriler söz konusu. Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi ile Alparslan Türkeş’in Milliyetçi Çalışma Partisi önceki seçimlerde seçim barajının aşamamıştı. Ancak iki partinin oyları, her seçimde artmaktaydı. TBMM’ye girmek için RP, MÇP ve Aykut Edibali’nin IDP’si ittifak kurdular. Böylece 1991 seçiminde ittifak sayesinde %16,87 oranında oy alarak bu üç parti de TBMM’ye girdi. Bir önceki seçimde bu üç partinin aldıkları oy oranlarının toplamına bakıldığında başarı çok büyüktü. Üç partinin de ortak paydası milliyetçi-muhafazakârlıktı. Ortak yönlerin güçlü olması, başarıyı getiren asıl etken.

        1991 Genel Seçimlerinde ikinci ittifak, SHP ile HEP arasında yapıldı. İki yıl önce yapılan yerel seçimlerde SHP, il genel meclisinde %28,71 oy oranıyla birinci parti olmuştu. Ankara, İstanbul, İzmir başta olmak üzere otuz dokuz ilin belediye başkanlığını kazandı Erdal İnönü liderliğindeki parti.

        Bölücü örgüt PKK’nın siyasal uzantısı olan HEP, bir türlü seçim barajına yaklaşamıyordu. HEP’i TBMM’ye sokmak için SHP harekete geçti. HEP’li adaylar, SHP listelerine girdi. İki yıl önceki yerel seçimlerde birinci olan SHP, 1991 seçimlerinde DYP ve ANAP’ın ardından %20.75 oy oranıyla üçüncü sırada yer aldı. SHP’nin HEP’le yaptığı ittifak halk tarafından onaylanmadı ve büyük bir yenilgi yaşandı. Bunda az da olsa belediyelerdeki başarısızlıkların payı vardı. Ancak yenilginin asıl nedeni, bölücü örgütün siyasal uzantısıyla yapılan işbirliğiydi. Bu durumu daha iyi açıklamak için bu seçimde SHP, Artvin’den Kocaeli’ye dek uzanan Karadeniz sahil şeridinde milletvekili çıkaramadı. Özellikle geleneksel olarak CHP’nin kaleleri, oy depoları olan Karadeniz ve İç Anadolu illeri bir daha kazanılmamak üzere yitirilmişti.

        2023 Cumhurbaşkanlığı ve TBMM seçimleri için altılı masa kuruldu. Bu ittifakın öncüsü CHP… Masada oturan partilerin ortak paydası, tarihsel olarak yok! Ortak bir izlence oluşturulmamış. Ülke sorunlarına çözüm önerileri hazırlanmamış. Bölücü örgütün siyasal uzantısı HDP ile dirsek teması söz konusu. Neredeyse onun izlencesi, görüşleri egemen altılı masaya.

        Altılı masaya oturan partiler, ellerine kâğıt kalem almış hesap yapmaktalar. Partilerin sormacalarda çıkan oy oranlarını toplayıp çıkarmaktalar. Böylece kendilerini umutlandıran rakamlara ulaşmaktalar. Oysa yaşam rakamlardan ibaret değil. Bazı ittifakların getirisi olduğu gibi, götürüsü de olur. Bunu düşünmüyorlar bile. Sanki partilere oy veren seçmenler kurşun asker… Liderler “Oy ver!” diyecekler, onlar da mührü basacaklar onların dediği yere.

        Sözüm, tüm siyasetçileredir. Seçmen sizin kurşun askeriniz değil. Siz, istediniz diye istemediği bir ittifaka, partiye oy vermez. Her kişinin kendine göre bir usu, görüşü, nedenleri ve değerlendirmesi vardır. Belki her şeyi yapabilirsiniz, ancak insan aklına gem vuramazsınız.

        Siyasetçiler tarihten ders çıkarmalı, özelikle de CHP. 2019 seçim sarhoşluğu ayaklarınızı yerden kesmesin. 1989 yerel seçimlerinde kazanılan utkuyla ardından gelen 1991 hezimetini unutmamak gerek.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       28 Ocak 2023

                              

UĞUR MUMCU MU, ALİ KEMAL ANMASI MI?


        YCHP’li Kadıköy Belediyesi, ABD Gladyosunca katledilişinin 30. yıldönümünde Uğur Mumcu için bir anma düzenledi Caddebostan Kültür Merkezinde. Etkinliğin adı: Uğur Mumcu ve Tüm Demokrasi Şehitlerini Anma gecesi…

        Amaç Uğur Mumcu’yu anmaksa tüm demokrasi şehitleri(!) nereden çıktı? Bu demokrasi şehitleri(!) kimler ve neye göre belirlenmiş? Üstelik 24 Ocak günü Mumcu’nun katledildiği gün değil mi? Böyle bir günde Mumcu’nun dışında birçok kişiyi ekleyip anmayı sulandırmak niye?

        Anmanın adından da belli oluyor ki amaç, Uğur Mumcu’yu anmak değil. Onun Kemalist; emperyalizme, bölücülüğe, liberalizme, yobazlığa karşı olan görüşlerini halka anlatmak hiç değil. “Demokrasi(!) şehitleri” adı altında Kemalizme karşıt kişileri araya kaynatmak. Neyse ki duyarlı bir yurttaşın uyanıklığıyla rezalet ortaya çıkıyor. Atatürk ve Kurtuluş Savaşı karşıtlığıyla ünlenen Ali Kemal de Kadıköy Belediyesinin demokrasi şehitleri arasından çıkıveriyor. Peki, neden?

        Ali Kemal, Mütareke döneminde gazeteci… Damat Ferit hükümetinde içişleri bakanı… Atatürk’e ağza alınmayacak iftiralarla saldıran bir vatan haini… 6 Kasım 1922’de Sakalı Nurettin Paşa’nın öncülüğünde İzmit’te linç edildi halk tarafından din ve vatan haini denerek.

        Kılıçdaroğlu’nun yönetimindeki CHP, çoktan köklerinden koptu. Bu kökler: Atatürk, Kemalizm ve Kurtuluş Savaşı… Sığındığı liman, Atlantik… Limanın Atlantik olunca Atatürk’ten de onun ideolojisinden de Kurtuluş Savaşı’ndan da vazgeçiyorsun doğal olarak. Kökleri kuruyan ağaç örneğinde olduğu gibi devriliveriyorsun köklerini kurutan Atlantik’in kucağına. Atlantik de sana, yeni bir ideolojik kimlik çıkarıyor liberalizm soslu, bölücü hamurlu, yobazlık kokulu.

        Kemalizmin yerine şekere sarılı zehri veriyor eline halka yedirmek için Atlantik efendileri. Bu şeker; “demokrasi, barış, insan hakları şerbetli… Zehir ise ülkenin, insanının tutsaklığı…

        Kurtuluş Savaşı şehitlerini anmayanlar, demokrasi şehitlerini anıyorlar nedense. Çünkü Atlantik bunu istemekte. Yeminli Atatürk düşmanları Şeyh Sait’e, Seyit Rıza’ya saygı duruşuna geçiliyor. Atatürk ve Cumhuriyet’e karşı en büyük şer odağının temelini atmış Said-i Nursi’nin kitaplarına yasak konduğunda ortaya atılıyor demokrasi kahramanı(!) Kılıçdaroğlu. Böyle olunca onun belediye başkanı da Uğur Mumcu perdesi altında andığı demokrasi şehitleri arasında Ali Kemal’i de sokuşturuyor. Şaşırdık mı? Hayır… Çünkü turpun büyüğü heybede…

        Sen, ideolojik olarak Atlantik’e teslim olursan…

        ABD’de destek aramak için fellik fellik dolaşırsan…

        Dünyanın en kanlı İngiliz sömürgeci-emperyalistinin sermayesini temiz para olarak görürsen…

        HDP’siz bir adım bile atmazsan…

        Tescilli Atatürk düşmanlarıyla helalleşmeye kalkarsan…

        Hele de “Biz eski CHP değiliz.” dersen…

        Senin belediye başkanın Ali Kemal’i de anar, Damat Ferit’i de…

        Atalarımız: “Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir.” diye boşuna dememiş.

        Ali Kemal’in fotoğrafı yanlışlıkla araya sıkışmış değil. Araya sıkışan ideolojik sapma. Atatürksüz, Altıoksuz, köksüz düşünsel yapı…

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       27 Ocak 2023

 

YANLIŞ STRATEJİ, YANLIŞ SONUÇ


        AKP, 2019’da yapılan yerel seçimleri Ankara, İstanbul’da yıllar sonra yitirdi. Ülkemizin en büyük iki ilini, CHP kazandı. Yıllardır AKP (RP/FP) ve CHP arasında el değiştiren Antalya’yı da AKP, CHP’ye kaptırdı.   

        Adana ve Mersin büyükşehir belediyeleri, MHP’den CHP’ye geçti. Bu illerin büyükşehir belediye başkanları MHP yönetimiyle sorunlar yaşamıştı. İP, ayrılınca buralarda güç yitirdi MHP. Bu dağınıklık ortamında zaten bu illerde her dönem güçlü olan CHP’nin kazanması kolay oldu.

        Büyükşehirlerde belediye meclis üyelikleri, diğer illerimizde il genel meclisi sonuçlarına bakıldığında AKP oylarında büyük bir düşüş yoktu. Neredeyse oylarını korumuştu. CHP seçmenleri de artmamıştı. Ancak seçmenler, AKP hükümetini uyarmak için olağanüstü diyebileceğimiz bir oy dağılımı göstermişti. Seçmenin aynı zarf içinde çıkan ve farklı partilere kullandığı oylar, aslında hem iktidara hem de muhalefete uyarılarla doluydu. İki büyük ilin büyükşehirlerinde CHP’yi yeğleyen seçmen ilçe belediyeleriyle meclis üyeliklerinde AKP’ye destek verdi.

        Seçmen, oy pusulalarına bastığı farklı mühürlerle AKP’ye “Aklını başına topla! İşini doğru yap! Halkı ezen ekonomik politikalardan vazgeç!” derken CHP’ye de “Kavgayı bırak, uzlaşarak çalış. Sana beş yıl öndelik veriyorum, bakalım başarabilecek misin?” dedi. Her iki partinin, seçmenin iletilerini anlayıp anlamadıklarını 2023 genel seçimlerinde göreceğiz.

        2019 yerel seçimlerinde AKP’yi düş kırıklığına uğratan yenilgi, Ankara ve İstanbul büyükşehir belediyelerinin CHP’ye kaptırılmasıydı? Peki, bunun nedeni neydi?

        Ankara ve İstanbul’un CHP’ye kaptırılmasının asıl nedeni, bu illerin 2014’te seçilmiş belediye başkanlarının RTE’ce görevlerinden ayrılmalarının istenmesi. Çok geçmeden iki başkan da görevlerinden ayrıldı. Başkanların görevden ayrılma nedenleri hiçbir zaman kamuoyunca bilinmedi. Bu durum için iki seçenek düşünüldü halk tarafından. Görevden alına Kadir Topbaş ve Melih Gökçek’in FETÖ ile ilişkili oldukları yayıldı fısıltı gazetesiyle. Bu konuda AKP yönetimi sustu.

        Topbaş ve Gökçek’in görevden el çektirilmesi konusunda halk tarafından düşünülen diğer neden ise bu başkanların derin yolsuzlukları olduğu kanısıydı.

        Kamuoyunun sorularının havada kalması, AKP’yi iki büyük ilde oldukça yıprattı. Özellikle RTE’nin bu konuda suskunluğu, halk içinde şüpheleri artırdı. Şüphenin çoğalması, güvensizliği getirdi. Bu da büyükşehirlerde AKP’nin oy yitirmesine neden oldu.

         AKP’nin büyükşehirlerde oy yitirmesinin önemli bir nedeni de seçim öncesinde yiyecek maddelerinin oldukça pahalanması. Bunu önlemek için AKP hükümeti ve o dönemin AKP’li belediyeleri önlem aldıysa da sorun çözülemedi. Mutfakların en önemli iki temel besin maddesi olan patates ve soğanın aşırı zamlanması, halkın tepkisine neden oldu. Patates ve soğanın pahalılaşması yüzünden el sürülmeyecek duruma gelmesi sandığa yansıdı. Seçmen büyükşehirlerde AKP'yi uyardı oylarıyla. Ancak ilçe belediyeleriyle belediye meclislerinde ona desteğini sürdürdü.

        Durum yukarıda anlattığımız gibiyken seçimi muhalefetin kazanmasını, HDP/PKK’nın desteğiyle olduğunu dile getirdi muhalefet. Bu durum, seçmeni de parti yönetimlerini de yanılttı. Bu yanlış söylem, muhalefet partilerinin 2023 cumhurbaşkanlığı ve TBMM seçimleri için yanlış stratejiler geliştirmesine neden oldu.

        Oysa her şey çok açık… 2018 Cumhurbaşkanlığı seçiminde RTE, yüzde ellinin üstünde oy alarak seçildi. RTE’nin oyları muhalefete kaymadığı sürece seçimleri yitirmesi olanaksız. Demek ki bir muhalefet adayının seçilmesi için RTE’nin seçmeninin bir bölümünün oyunu alması gerek. Bundan da anlaşılıyor ki seçimin belirleyicisi HDP/PKK seçmeni değil, RTE-AKP’den alınacak oylar...

        Strateji yanlış kurulursa başarısızlık kaçınılmaz olur. Yanlış stratejiyle yanlış sonuç alınır. Muhalefetin 2019 seçimlerinde kazandığı başarı üzerine bir strateji oluşturulmakta. Ancak başarının altında yatan nedenler gerçekçi bir biçimde araştırılıp çözümlenmemiş. İşte, yanlış strateji de yanlış çözümlemeler üzerine kuruldu.

        2019’daki muhalefet başarısı, HDP/PKK’ya değil, usçu bir anlayışla oyunu kullanan seçmene yazılmalı.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               26 Ocak 2023

 

 

 

 

 

 

BAYKAR’A SALDIRI NİYE?


        Baykar… Ulusuna hizmet ülküsüyle yaşamını sürdürmüş, her şeyini yurdunun gelişmesi ve bağımsız yaşaması için vermiş koca yürekli bir adamın temelini attığı savunma sanayi kuruluşu. Kurucusu, Özdemir Bayraktar…

        Özdemir Bey, Atatürk’ün tam bağımsızlık anlayışını iyi kavramış biriydi. Bunun için özellikle de milli savunmanın dışa bağımlılıktan kurtulması için yola çıktı. Düşündüğü hava savunma sistemlerini geliştirmek için Türk devletinin içine yerleşmiş Amerikancı Gladyo elemanlarıyla savaştı. Bunun yanı sıra katı bürokratik kuralları aştı bir bir. Ülkemizin NATO süreciyle başlayan ABD’ye bağımlılığı, ulusal kaynaklara dayalı sanayileşmeyi engellemekteydi. Hele ki savunma alanında NATO’dan bağımsız iş yapmak oldukça zordu. Bu durum, ülkemizin ulusal bütünlüğünü tehlikeye atmaktaydı. İşte, tam da bu koşullarda Sayın Bayraktar ortaya çıktı.

        Kendi ayaklarının üstünde durmayı, kendi parasıyla iş yapmayı özgürlük ve bağımsızlık olarak bilen Özdemir Bey, kimseden bir kuruş almadan işe girişti. Devletin olanaklarından yararlanmayı düşünmedi. Emeğine, alınterine ve aklına güvendi. Bu durumuyla bakıldığında ona, bir vatan fedaisi diyebiliriz.

        Türk ordusuna, Amerikancı FETÖ eliyle savaş açıldığında TSK’nın yanında yer aldı. Birçok siyasetçi gibi demokrasi yalanlarına kanmadı. Saldırının nereden, niye yapıldığının farkındaydı. Ergenekon ve Balyoz’dan tutuklu generaller, Silivri’den çıktıklarında onları Özdemir Bayraktar karşıladı. Bu duruşuyla hem yürekliliğini hem de savunma sanayinde yapmakta olduğu işlerin ülke toprakları için olduğunu anlatmaktaydı.

        Özdemir Bey’in iki oğlu (Haluk ve Selçuk) da babaları gibi bağımsızlık ülküsüyle yetişti. Babasının kurduğu işi geliştirmek onların işiydi. Özdemir Bayraktar, beklenmedik bir biçimde aramızdan ayrılıp sonsuzluğa göçtü. Arkasında savunma sanayindeki atılımlarını sürdürecek iki yurtsever evlat bıraktı.

        BAYKAR, öncelikle İHA ve SİHA’lar üretti. Bunlar, kısa sürede TSK’nın kullanımına sunuldu. Bu insansız hava araçlarıyla PKK, yok edilmeye başlandı. PKK’nin belinin kırılması, ülkemizin bölücü terörden kurtulmasının teknolojik altyapısının mimarıdır BAYKAR.

        Karabağ Savaşı’nda kardeş Azerbaycan’a üstünlük sağlayan BAYKAR’ın İHA ve SİHA’larıydı. İnsansız hava araçlarıyla Ermenistan hedefleri yok edildi. Karabağ, yıllar sonra işgalden kurtarıldı.

        BAYKAR’ın ürettiği insansız hava araçlarını almak için birçok ülke sıraya girdi. Şu anda üretim, satışa yetişemiyormuş. BAYKAR’ın ürettiği insansız hava araçları, alanında rakipsiz.

        BAYKAR, önce Bayraktar Akıncı’yı Türk Silahlı Kuvvetlerinin kullanımına sundu. Ardından Bayraktar Kızıl Elma’yı üretip uçurdu. Bu da insansız bir hava aracı… Teknolojik alanda üstün bir uçak.

        Türk Milleti, BAYKAR’la gurur duymakta. Ülkemize düşmanlık yapanlar ve onların içerdeki işbirlikçileri ise hep diş bilediler kuytularda.

        Ali Babacan, diş bileyenlerin sözcüsü olarak ortaya atıldı. BAYKAR’ı hedef aldı. Kendince kara çalmaya çalıştı. Bundan önceki çıkışı ise Anayasamızdaki Türlüğün çıkarılmasıydı. Ne rastlantı değil mi? Önce Türklüğü hedef alacaksın, ulusunu kimliksiz bırakmak için… Sonrasında ulusal savunma araçları üreten BAYKAR’ı… Böylece de Anayasadan kimliğini sildiğin ulusu, savunmasız bırakacaksın. Peki, bunu kim adına yapıyorsun? ABD ve onun işbirlikçileri adına… Başları ezilmiş FETÖ ve PKK’yı kurtarmak için kolları sıvayacaksın. Kendince de buna gerekçeler uyduracaksın. Türk Milleti, bu ihaneti bağışlamaz, yanına da koymaz.

        Ey Babacan, sakın unutma ki Bayraktar kardeşler yalnız değil. Onların arkasında seksen beş milyonluk Türkiye ve Türk dünyası var. Ayrıca emperyalizme karşı baş kaldıran dünyanın mazlumları da burada. Sen ise yaptığın bu ihanetle anılacaksın tarih boyunca. Şunu belirteyim ki sen, BAYKAR’la başladın ABD adına saldırına. Biraz yüz bulursan yakında TUSAŞ; ASELSAN, ROKETSAN gibi ulusal kuruluşlarımızı da hedef alırsın. Çünkü senin için efendilerine hizmetin sınırı yok!

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       19 Ocak 2023

 

       

       

MUHALEFETİN ALTIN FIRSATI


        Her şey yolunda giderken Rusya, Ukrayna’nın NATO adına kışkırtıcılığını önlemek için harekete geçti. ABD ve AB ülkeleri sorgusuz sualsiz Ukrayna'nın arkasında durdu. Rusya’ya geniş çaplı ambargo uygulandı. Buna karşılık Rusya, Avrupa’ya verdiği doğal gazı kesti büyük bir oranda. Rusya’nın yaptırımı, Avrupa’nın sanayileşmiş ülkeleri zor durumda kaldı. Zaten korona salgınıyla iyice daralmış üretim, zora girdi bu savaşla. Fabrikalarda üretim etkilendi. Birçok fabrika, çarklarını durdurdu. Halk ısınma sorunuyla karşı karşıya kaldı. Bu ülkelerde savurganlığa karşı önlemler alındı. Özellikle erke tüketiminde tutumluluk yaygınlaştı. Buna karşın bazı ülkelerde halk, karşı çıktı sıkı önlemlere. AB ülkelerinde toplumsal muhalefet artmaya başladı.

        Dünyanın birçok ülkesinde başlayan ekonomik bunalım, Türkiye’yi de etkiledi. Döviz yükseldi. Dövizin yükselişine koşut olarak benzin, mazot, doğal gaz, elektrik ederleri fırladı. Böyle olunca tüm tüketim ürünlerinde aşırı pahalılıkla karşı karşıya kaldı halk. Bu, tabanda homurtulara neden oldu. Aylıklar, pahalılığın altında ezildi. Özellikle dar gelirliler, boğazından kesmek zorunda kaldı yaşama tutunmak için. Lokmalar küçüldü, sofralardaki çeşni azaldı. Halkın ekmeği küçülürken fırsatçıların banka hesapları şişti.

        24 Ocak 1980’de yürürlüğe giren serbest piyasacılık, küresel ekonomik bunalımla iflas etti. Serbest piyasacı sistem, üretimi yerle bir ettiği için ekonomik bunalıma karşı çoğu zaman hükümet yöneticileri çaresiz kaldı. Kimi zaman ne yapacaklarını şaşırdılar. Pahalılığa karşı el yordamıyla bir şeyler yapmaya başladı AKP hükümeti. Ne yazık ki aylar geçmesine karşın piyasa kontrol edilemedi. Hem bugünlerde yaşadığımız ekonomik bunalımın önünü kesmek hem de gelecek yaşayabileceğimiz olası ekonomik bunalımlara hazırlıklı olmak için bir üretim seferberliğine ne yazık ki başlanmadı. Çünkü beyinleri, emperyalistlerin serbest piyasacılığıyla yıkanmış AKP yöneticilerinin usuna, bir üretim devrimi yaparak devletçiliği ülkemize egemen kılmak gelmiyor.

        Özellikle geçtiğimiz yaz, AKP oyları en düşük düzeye düştü. AKP oyları güneş görmüş kar gibi erirken nedense muhalefet partilerinin oyları artmadı. Karasızların oranı yüzde kırkları geçti. Peki, AKP-MHP’den kopan oylar, niye muhalefete yönelmedi? Üstelik altılı masada oturan bazı partilerin oyları da düşmeye başladı. Bu durum çok ilginç değil mi?

        İktidar partisi ve onun destekçisi MHP, oy yitirirken muhalefetin çekim merkezi olamaması, muhalefetin de serbest piyasayı savunması değil mi? Üstelik altılı masanın olası bir iktidarında, ekonominin Ali Babacan’a emanet edileceği dile getirildi. Bunun gerekçesi de Babacan’ın dışarıdan, yani para simsarlarından, kolaylıkla para bulabileceğiydi. Ardından YCHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu; önce ABD’ye, sonra İngiltere’ye gitti. Gitmesinin nedenini de bu ülkelerde “temiz para” bulmak için olduğunu açıkladı. Dünyanın en kirli parasının bulunduğu emperyalist merkezlerde “temiz para(!)” aramak, insanımızı yalnızca gülümsetti. Bu geziler ve ekonomide Babacan’ın ortaya atılması sistemin değişmeyeceğinin bir göstergesi oldu yurttaşlar için. Altılı masa muhalefetinin kitabında üretim devrimi, devletçilik, ülke kaynaklarını verimli kullanmak yok! Olmayınca da halka umut veremiyorlar.

        Altılı masada yer alan partiler, her fırsatta ABD ve AB sevdalarını dile getirmekteler. AB’ye girmeye amaç olarak görmekteler. Bu partilerin özellikle dış politikada ülkemiz çıkarları yerine, emperyalistlerin yararlarını düşünmeleri. Ege, Doğu Akdeniz, Libya, Yunanistan gibi ülkemiz için yaşamsal olan çıkarlar konusunda Türkiye lehine, doğru duruşlar gösteremedi altılı masa. Ayrıca PKK ve FETÖ konusunda ödün verici tutumları gözlerden kaçmadı. Çoğu zaman PKK’nın siyasal temsilcisi HDP’ye kol kanat germeleri, büyük kitlelere güven vermedi. Ülke sorunlarında ulusalcı bir duruş benimsenmemesi dikkatlerden kaçmadı.

        Altılı masadan çelişkili açıklamalar oldu sürekli. Bu çelişkiler, halkın gözünden kaçmadı. Altılı masanın sürekli toplanması kanıksandı. Çünkü ne bir cumhurbaşkanı adayı belirlendi ne de ülkemizin sorunlarını çözmek için inandırıcı bir izlence oluşturuldu. Bu durum, AKP’deki şaşkınlığı azalttı. Ona toparlanma fırsatı verdi. Peş peşe vaatler açıklandı: Konut projesi, sosyal yardımlar, asgari ücret artışları, tekelci marketlere karşı tavır, savunma sanayindeki peş peşe gelen üretimler, az da olsa bir kısım yatırımlar…

        Altılı masa partileri, oylarını artıramadıkları gibi AKP’ye de soluklandırdı. Ellerine geçmiş altın fırsat; ülke topraklarına dayanmayıp emperyalistlere güveni esas alan bir anlayış, serbest piyasada ısrar, “demokrasiyi(!)” savununayım diye PKK ve FETÖ’nün koruyucusu durumuna gelmeleri yüzünden tepildi.

        Altılı masayı oluşturan partilerin en büyük eksikliği, dünyayı iyi okuyamamaları. Dünyanın güç merkezi hızla Asya'ya kaymakta. Atlantik’in siyasal, ekonomik, kültürel ve askersel alanlarda gerilediğinin farkında bile değiller. Farkındaysalar da 1945 sonrası genlerine işlemiş Atlantikçilik, onları doğru çözümlerden alıkoymakta.

        Altılı masada yer alan Babacan ve Davutoğlu, küreselcilerin temsilcisi olduğunu halkımız bilmekte. Ne yazık ki bu durum, emperyalizme karşı büyük bir Kurtuluş Savaşı vermiş, dünyanın ezilen uluslarına yol göstermiş YCHP yöneticilerini hiç rahatsız etmemekte. Üstelik böyle bir durumu, yani küreselci olmayı, olumluluk olarak görmekteler. Bir ağaç kökünden koparsa yaşayamaz, kurur. YCHP yöneticileri kökünden koptu. O kök, Atatürk’tü. Atatürksüz bir CHP’nin iktidar olanağı bulması oldukça zor.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       18 Ocak 2023

NASIL İKTİDAR OLUNUR?


        Her siyasal partinin kuruluş ve var olma amacı, iktidar olmaktır. İktidara gelmek istemeyen bir parti olmaz. Her ülkede onlarca parti kurulur. Bunların birkaçı iktidara gelir. Diğerleri ise hükümet olma amacına ulaşmak için sürekli bir çaba içindedir kendilerince.

        Öncelikle söyleyeyim ki iktidara gelmenin ana koşulu, halkı inandırıcı bir izlencenin olmasıdır. Halkın isteklerini, günlük ve uzun vadeli gereksinmelerini çözümleyici önerilerden uzak bir izlenceyle halkın oyu alınamaz. İzlenceniz ne denli iyi, içeriği ilgi çekici olursa olsun bunu, halkın anlayabileceği bir dille anlatamadığınızda izlenceniz bir işe yaramaz. Bu da halkla iyi iletişim kurmakla olur. İyi iletişimin aracı da dil…

        Bir parti, izlencesini oluştururken halkın ivedilik gösteren gereksinmelerinin kısa sürede çözebileceğini söylemeli. İvedilik göstermeyen sorunlarla ilgili de halkı inandırıcı tasarımlar, amaçlar olmalı izlencede. Çözüm önerileri inandırıcı, usa yatkın olmalı.

        Doğru, uygulanabilir bir izlencenin yanı sıra doğru ittifaklar da iktidara gelmenin önemli koşulu. Doğru ittifak, gerçekçi bir izlence çerçevesinde olur. İzlencesi, inandırıcı ve gerçekçi ve amacı olmayan ittifaklar yarar yerine zarar verir lokomotif partiye.

        İttifaklarda göz ardı edilmemesi gereken en önemli şey, ilkelerdir. Belli ilkeler çerçevesinde olmayan seçim işbirlikleri dağılmaya mahkum. Bu tür birliktelikler, dağılmasa da süreç içinde birbirlerini kemiren bir aygıta dönüşür. Her parti, kendi izlencesini dayatıp kendi ilkelerini öne çıkarır. Herkes bir yana çekiştirince ittifak kendi içinde çürüyüp çöker.

        Meclis sistemi terk edilip Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilince ittifaklar zorunlu oldu neredeyse. Kazanmanın koşulu, yüzde elliden fazla oy almak olunca en küçük partinin bile oyları önem kazandı. İktidara gelmesi olası partilerin bu oyları almak için ilklerinden akla mantığa uymaz ödünler vermesi de olağan karşılanmakta kimilerince.

        Önümüzdeki seçimlerde iki ittifak öne çıkmakta. Birincisi, Cumhur İttifakı… Bunu oluşturan partilerin amaç, ilke birliktelikleri söz konusu. Birçok konuda üç aşağı beş yukarı anlayış birliği var aralarında. Özellikle devleti yönetmedeki ana ilkelerde uyum söz konusu.

        İkincisi ise Millet İttifakı… Bu ittifak, önümüzdeki seçimlere katılmak için daha çok partiyi bir araya getirme peşinde. Görünürde altı parti var. Bir de dışardan destek veren ve anahtar parti görünümünde HDP bulunmakta. Altı parti, aylardır toplanıp görüşmekteler. Henüz bir izlence ve cumhurbaşkanı adayı açıklamadılar kamuoyuna. Bu yedi partinin tabanlarına bakıldığında birbirleriyle dünya görüşü bakımından oldukça farklı ve karşıt görüşler söz konusu. Bu zoraki, dıştan dayatmalı birlikteliğin seçime dek ayakta kalması oldukça zor. Yalnızca Erdoğan karşılığı üzerine kurulan bir birliktelik halkın desteğini alamaz. Öncelikle halkın yaşamakta olduğu ağır sorunların çözümü için usçu çözüm önerileri olmalı. Ne yazık ki bu konuda inandırıcı çözüm önerileri henüz ortaya atılmadı. “Sorunları biz çözeriz.” demek, inandırıcı değil. Sorunların nasıl, kimlerle çözüleceği anlatılmalı.

        Altılı masanın öncüsü ve kurucu partisi CHP, iktidar arıyorsa kendi tarihine bakmalı. Öncelikle Kemalizm ilkelerini savunmalı. Çünkü ülkemizin ağır sorunlarının çözümü, Altıok’ta. Kendi tarihini, Altıok’u reddederek iktidar beklentisi, boşa kürek çekmektir.

        İktidar, gerçekçi ve ulusal izlencelerle olur. Ayakları ülke topraklarına basmayan izlenceler, halktan destek görmez. Hele de emperyalist güçlerin telkinleriyle Türkiye hiç yönetilemez.

        Doğru izlenceler, gerçekçi çözümler, Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü önceleyen izlence ve söylemlerle karşıt partilerin tabanlarından oy almak kolaylaşır. Böylece iktidar yolu açılır.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       16 Ocak 2023

 

“BU TUVALET KAĞIDINI DENEDİNİZ Mİ?”

 

        Koşuyolu’nda güzel bir cumartesi öğleni… Güneş arada sırada bulutlarla kucaklaşmakta. Güzden kalma bir gün…

        Anneler, çocuklarıyla gelmiş parka. Babalar çok az… Onların hep işi olur zaten. İşi başından aşkın adamlar çocuk gezdirir mi buralarda?

        Halı sahalarda, Koşu Yolu Spor Kulübünün minik futbolcuları umutla çalışmakta. Tel örgülerin dışı anne ve babalarla dolu. Kimi dayanamayıp çocuğuna bağırıp onu yönlendirmekte. “Topu iyi sür!” demekte belki de yaşamında topa ayak sürmemiş biri.

        Öte yandan bir anne: “İşini ciddiye almıyorsun oğlum!” diye çığlık atmakta.

        Bir başkası: “Arkadaşını gör, arkadaşını. Görmezsen nasıl pas vereceksin?” diye inlemekte.

        Giyimiyle kendini ünlü bir teknik direktöre benzeten adam; bir eli montunun cebinde, tespihli diğer eliyle bilmiş bilmiş seslenmekte oğluna: “Kafayı kaldır oğlum, kafayı.” Tel örgü boyunca yürümekte sürekli. Bu yürüyüş çift kale maçın ritmine göre. Çocuklarla gidip çocuklarla geri dönmekte.

        Ne diyelim? Umut yüklenen çocuklar…

        Köpeklerini gezdirenler, ilgi çekici…Kimi köpeklerinin ardından dışkılarını toplamakta ellerindeki poşetlerle. Dışkı toplayanlar arasında genç erkekler de var. Kendi çocuğu olsa altını temizleyip bezler miydi bu gençler?

        Parkı çevreleyen yeiçler, neredeyse dopdolu. Ekonomik bunalımın üst düzeyde olduğu bir dönemde ateş pahası bu kahvaltı, nasıl da insanların midesine oturmaz hayret etmekteyim. En az iki kişi var masalarda. Çoğu masalarda dört beş kişi bulunmakta. Birbiriyle konuşan az. Bir ellerinde çatal, diğerinde cep telefonu. Gözler ekranlarda. Be kardeşim birbirinizle konuşmayacak, ekrana kilitlenecektiniz de niye geldiniz buralara? Yoksa evinizde su mu çıktı?

        Birkaç aile parktaki büfede tost yaptırmış. Ağaçların önündeki oturaklarda ellerinde çay ve ayranlarla kahvaltı etmekteler. Böylece kahvaltıyı ucuza getirmekteler. Çocukları, yanlarında hem oynuyor hem de tostlarından ısırtıyor anneleri. Buradakiler, kendi aralarında söyleşmekteler.

        Susadım. Parktan yukarı doğru yürüdüm. Ünlü bir market var yolun karşısında. Döner kavşaktaki yaya geçitlerinden ağır adımlarla geçtim. Marketin önünde sebze ve meyveler bulunmakta. Portakal, indirimli... Kaçırmayayım. Bir torba aldım elime ve seçmeye başladım. Görevli bir genç geldi. Yeni portakallar getirdi. Onları koymadan eskilerin kasalarına bakıp sinirlendi. Kasaların bulunduğu blok beş altı santim öne doğru kaymış. Bir kişinin tutarak kaldırıp itmesi zor. Çünkü epeyce ağır görünmekte. Ama o, müşterileri suçlamakta. “Bak, ben yeni geldim. Ellemedim senin kasalarına.”

        “Yok abi, sana söylemedim. Sen yapmazsın!”

        “Nereden bu kadar eminsin benim yapmadığıma?”

        “Ben bilirim abi. Akşama dek bin bir türlü insanla karşılaşıyorum. İnsan sarrafı oldum. Bazı tipler vardır, onlar yaparlar böyle şeyleri.”

        Markete girip çıkanlara bakıyorum çoğu orta yaşın üzerinde. Birçoğu yürümekte zorluk çekmekte. Bu kişilerin bu kasaları çekmesi olanaksız.”

        “Bak yakışıklı adam, istersen suçlama insanları. Onların günahını alma. Belki de sen bu kasaları buraya koyarken hafifçe kaydırmışsındır yerinden.”

        “İşte, bu olmaz abi! Ben sabah erkenden gelip bunları tek tek yerleştirdim. Benim yapmam olanaksız. Ben işimi düzenli, dikkatli yaparım.”

        Artık söylenecek bir şey yok! Portakalları torbaya doldurup içeri girdim. Beş şişe su aldım. Kasaların birinin önündeki sıraya girdim. Önümde orta yaşlı süslü püslü bir kadın. Kasada güzel, bakımlı denecek genç bir kız. Kız, işini yapmakta ivedilikle. Kadının aldıklarını teker teker geçiriyor kasadan. Kadının ivediliği yok! Oldukça rahat… En son tuvalet kâğıdı geçti kasadan. İndirimli bir ürün… Kadın, paketi evirip çevirdi, bakıp inceledi. Sonrasında kasadaki kıza derin bir sesle: “Siz, bunu daha önce denediniz mi, nasıl?” diye sordu.

        Kız ne desin? Şaşkınca “Denemedim. Nasıl olduğunu bilmiyorum.” dedi.

        İçimden gülmekteyim. Belli etmemeye çalışıyorum. İçimden “A be kadın, bu markette çalışanlar, satılan ve özellikle de indirimli her ürünü nasıl denesinler? Diyelim ki denedi. Ne diyecek sana?

        “Bak Hanım Efendiciğim, bunu denedim. Kullandığımda eşsiz ve tanımsız bir haz vermekte. Bedenimi de tinimi de mutlu etmekte. Sizin yerinizde olsam birkaç paket alırım.” Böyle bir yanıt verseydi kasadaki kız, mutlu olacak mıydı kadıncağız acaba?

        Ah, kentimin yalnız insanı… Kahvaltı eden de çocuğunun büyük bir futbolcu olacağı umudunu her gün yükselten de köpeğinin dışkısını toplayan da tuvalet kağıdının niteliğini soran da nasıl bir yalnızlık, boşluk, amaçsızlık içinde.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       14 Ocak 2023

       

ÇATAL KAZIK YERE BATMAZ


        “CHP yarın Şam’a gidecek yüz bulamayacak göreceksiniz, ama inşallah biz en kısa zamanda Şam’a gidecek, oradaki kardeşlerimizle muhabbetle kucaklaşacağız. O gün de yakın. İnşallah Selahaddin Eyyubi’nin kabri başında Fatiha okuyacak, Emevi Camisi’nde namazımızı da kılacağız. Bilali Habeşi’nin, İbn-i Arabi’nin türbesinde, Süleymaniye Türbesi’nde, Hicaz Demiryolu İstasyonu’nda kardeşliğimiz için özgürce dua edeceğiz. (5 Eylül 2012, Gazeteler)” Bu sözler, emperyalistlerin komşumuz Suriye’yi ateşe verdiğinde bir elinde benzin bidonu, diğerinde demirci körüğü, sırtında çıra demetiyle yangına en önde koşan zamanın dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu’na ait.

        Yüzyıllardır birlikte yaşadığımız, aynı siperlerde şehit olduğumuz, akrabalık ilişkimiz olan bir komşu devleti yakıp yıkmak için herkesten önce ön alan Davutoğlu’ndan söz edeceğiz bu yazımızda.

        21. Yüzyılda fetih ruhuyla dolup taşan, emperyalistlerin telkinleriyle “Yeni Osmanlıcılık” düşleri gören biri Davutoğlu. Suriye’yi yıkarak Şam’ı fethedip Emevi Camisi’nde namaz kılma düşüyle yaşayan emperyalizmin piyonu.

        “Komşularla sıfır sorun.” diyerek yola çıkıp bakanlık görevinden ayrıldığında “Sıfır komşu, içinden çıkılmaz sorunlar” bırakan stratejik usu olmayan bir siyasetçi Davutoğlu. Emperyalistlerin Batı Asya ülkelerinde akıttığı her kan damlasında payı olan bir aymaz kişi. Irak ve Suriye kana bulanırken Şam, Bağdat, Kudüs, Halep, Basra, Ramallah, Humus, Musul, Zor, Kerkük, Beyrut, Gazze sokaklarında Müslümanlar bir bir katledilirken ve bu kentlerin caddeleri insan kanıyla yıkanırken Davutoğlu Şam’daki Emevi Camisi’nde namaz kılmayı düşlüyor. Bu ne namazı acaba? “ABD ve piyonları, Batı Asya ülkelerini darmadağın edip halklarını katletti; bunun için şükür namazı kılacağım.” mı demek istemekte. Bu namazı kılabilseydi Davutoğlu, duasını da ABD için yapacaktı sanırım.

        Davutoğlu, önce başbakanlık görevinden alındı. Görevinden alınmasına en çok ABD üzüldü. ABD’li yetkililer, “Ankara’daki adamımızı yitirdik.” diye açıklama yaptılar. Sonrasında ayrıldı kendisini siyaseten var eden partisinden. Yeni bir parti kurup adını “Gelecek” koydu. Suriye’nin geleceğini karartan dışişleri bakanı, kendi halkının geleceğine göz dikti ABD’nin “Ankara’daki adamı” olarak. 2023 seçimleri yaklaşınca birtakım muhalefet partileriyle altılı masayı kurup ittifak yaptı. Masanın arkasında HDP oldu hep. HDP’nin görevi suflörlüktü. Davutoğlu, masaya oturunca kendini çok önemsedi. Düş dünyasında gezinmeye başladı. Daha sonra inandığı düşlerini gerçekmiş gibi anlatmaya başladı, daha önceki siyasal görevlerinde olduğu gibi.

        Geçen hafta yapılan dokuz saatlik altılı masa toplantısında ev sahibiydi. Sonrasında gündeme bomba gibi düşen açıklamasını yaptı. “Cumhurbaşkanı içeriden veya dışarıdan olsun, genel başkanlar her kararda doğrudan cumhurbaşkanı gibi imza yetkisine sahip olacak.” Bu söylediğinin Anayasaya aykırı olduğunun farkında değil Profesör Hazret. Böyle bir şeyin uygulamada ortaya çıkaracağı sorunları usuna bile getirmiyor. Bu sözlerin, altılı masayı yere sereceğini de düşünmemekte.

        En az yüzde elli artı bir oy alarak seçilmiş bir cumhurbaşkanını vesayet altına sokmakta Ahmet Bey. Bu, bir başka deyişle cumhurbaşkanını yönetecek bir ekip kurma peşinde. Bundan da anlaşılacağı üzere Davutoğlu, cumhurbaşkanından sorumlu devlet bakanı olmak istemekte bu yolla.

        Söylediği sözle ortalığı, pardon altılı masayı karıştıran Ahmet Bey, sözlerini düzeltmek isterken yeni gaflara imza attı. Davutoğlu’na bir televizyon canlı yayınında: “Bir cumhurbaşkanı seçtiniz diyelim. O cumhurbaşkanı ‘Sizin oyunuz düşüktü, ben bu kararı veriyorum.’ derse…” sorusu soruluyor. O: “Bunu dediği anda kriz çıkar, Meclis desteğimizi çekeriz. Ülke seçime gider.” yanıtını veriyor.

        Fol yok, yumurta yok ortada… Ancak Davutoğlu, seçilmesi olası cumhurbaşkanının iplerini eline almış bile kendince. Çıkaracağı siyasal krizleri şimdiden usunda kurgulamış.

        Ne diyelim, kişi ABD’nin “Ankara’daki adamı” olunca krizden başka bir şey düşünemiyor nedense.

        Davutoğlu bir profesör… Konuştuklarında mantık yok! Bu mantıksızlık, eğitim döneminde kazandığı bir yetenek midir, onu bilmem. Ancak keşke atalarımızın söylediği sözlere biraz kulak kabartsaydı bu yanlışları yapmazdı. Atalarımız yüzlerce yıl öncesinden Ahmet Bey’e: “Çatal kazık yere batmaz.” diye seslenmekte. Tabi ki anlayana…

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       12 Ocak 2023

       

 

 

       

“BEBECAN”


        Başlıktaki ad, rahmetli Kamer Genç’in buluşu. TBMM kürsüsünden onlarca kez zamanın ekonomiden sorumlu bakanı Ali Babacan’a “Bebecan” diye seslendi. Onun ABD’ye ve emperyalist finans kuruluşlarına bağlılığını sürekli gündemde tuttu Kamer Genç. “Bebecan”ın Türkiye’nin yararına değil, ABD çıkarı için çalıştığını hep gündemde tuttu. ABD muhiplerine karşı savaştı usanmaksızın. Bu savaşım, çoğu zaman bazı partililerini de rahatsız etti.

        “Bebecan” bakanlık yaptığı dönemlerde “Açılım süreci”nin en ateşli savunucusuydu. Ayrıca borçlanma politikasıyla ülkemiz ekonomisine ağır darbeler indirdi. Tarım ve hayvancılığı, küresel sermayenin isteği doğrultusunda yok olma noktasına getirdi. Cumhuriyet’in bin bir emekle ve yoksul halkın alıntreriyle yapılan fabrikaları özelleştirme adı altında, yok pahasına elden çıkarıldı. Hem sanayide hem de tarımda dışa bağımlık arttı. İşsizlik çoğaldı. Köyler boşaldı. Kent varoşlarına göçen çiftçiler, boğaz tokluğuna buralarda sürünür oldu. Türkiye’nin kaynakları küresel sermaye gruplarına peşkeş çekildi onun döneminde.

        Ne zaman ki AKP, açılım siyasetinden vazgeçmeye başladı, “Bebecan” da geri çekilir göründü siyasetten. Önce bakanlıktan ayrıldı. 15 Temmuz sonrası ülkemizde oluşmaya başlayan Atlantik’ten kopma eğilimi güçlendi. Buna koşut olarak sıcak para ekonomisinden de vazgeçildi. Ulusal kaynaklar harekete geçirilmeye başlandı. AKP, bu dönemde ulusal ve yerli olanı keşfetti. Bu da en çok ABD’yi rahatsız etti. ABD muhipleri de bu süreçte AKP’den kopmaya başladı. Bu kişilerin başında da “Bebecan” vardı.

        “Bebecan” dünyada gerileyen, ülkemizde nefret edilen ABD’nin eski günlerine dönmesine deva olmak için Deva Partisi’ni kurdu. AKP’nin terk etmekte olduğu küresel politikaların savunucusu oldu Deva ile.

        Habertürk’te katıldığı bir söyleşide “Bebecan” Anayasamızın 66. maddesinde yer alan “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” anlatımını yeniden ele almayı önerdi. Bu bölücülüğü yeniden diriltme, kapanan “açılım” sayfasını yeniden açma isteği. Ayrıca tarihin çöplüğüne giden BOP’u, çöplükten çıkarma düşüncesi. Bundan da anlaşılacağı üzere “Bebecan” bildiğinden şaşmıyor, efendilerine hizmet etmekten geri adım atmıyor.

        Anayasamızın 66. Maddesindeki “Türklük” tanımı, Atatürk’ün Medeni Bilgiler kitabında el yazısıyla yazdığı “Türklük” tanımıyla örtüşmekte. Anayasamızda yer alan “Türklük” Büyük Taarruz’la kurtarılan vatan topraklarına Mehmetçiğin süngüsüyle kazındı. Türklüğü yok etmek isteyenler, Türklüğü bu topraklardan silmek, anayasadan çıkarmak için Toroslardaki son Yörük çadırını yok etmeleri gerek. Bu olmayacağına göre bu bölücü, yıkıcı düşünce hiçbir zaman yaşama geçmez.

        “Bebecan” Anayasamızın 66. maddesinin değiştirilmesini düşünüp söylemesi, ABD ve BOP’un bebesi olduğunu göstermekte. Altılı masada yer alan partilerin tabanında “Atatürkçüyüm” diyen birçok kişi var. Atatürk’ü Anayasadan, dolayısıyla da emperyalizmden kurtardığı vatan topraklarından silmeye yönelik bu girişime sessiz mı kalacak “Atatürkçüyüm” diyen yurttaşlarımız? Böyle bir ihanete olası bir seçim utkusu için göz mü yumulacak?

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       5 Ocak 2023

“SENİN GENÇLİĞİNDE DİNOZORLAR YAŞIYOR MUYDU?”


        Atacan’la (11) zaman zaman dereden tepeden konuşuruz. Merak ettiği konularda sorular sorar durur. En çok ilgi duyduğu alan tarih… Geçmişi çok merak etmekte.

        Çoğu zaman, son yıllarda hızla gelişen teknolojiden söz ederiz eşimle. Günlük yaşamımızda kullandığımız birçok araç ve gerecin son yirmi otuz yılda yaşamımıza girdiğini anlatırız. İnsanlığın teknolojik alanda hızlı gelişimi, şüphesiz ki baş döndürücü. Özellikle yaşı ellinin üstünde olanların teknolojik gelişime ayak uydurmaları övgüye değer. Özellikle ülkemiz yurttaşlarının hangi yaş ve eğitim düzeyinde olursa olsun teknolojiye uyumu üst noktada. Bu; insanımızın çağa, gelişmelere, koşullara uyum yeteneğinin bir yansıması.

        Atacan’a kimi zaman çocukluk ve gençlik günlerimi anlatmaktayım. Ona, televizyonu ilk kez lise ikinci sınıfta izlediğimi söyleyince gözlerini fal taşı gibi açtı. Çocukluğumda, ilk ve ortaokula gittiğimde yaşadığımız yerde elektrik olmadığını söyleyince şaşkınlığı iyice arttı. O da çocukluğumda ve gençliğimde nelerin olup olmadığını sormakta sık sık. Ben de anlatmaktayım ona hangi teknolojilerin, nasıl ve ne zaman yaşamımıza girdiğini bıkıp usanmadan.

        Teknolojinin içine doğmuş bir çocuğun, benim çocukluğumu anlamasını beklemiyorum. Zaten o da pek anlamıyor. Onu, elli altmış yıl öncesine döndürüp yaşatmak olanaksız. Bunu sağlayacak bir zaman tüneli henüz bulunmamış.

        Özellikle çocukluğumda var olan olanaksızlıkları, ekonomik yetersizlikleri, ulaşım alt yapısının eksikliğini, günlük gereksinmeleri karşılamaktaki güçlükleri, yaşamımızı sürdürmek için gerekli olan mal ve hizmetlerin yetersizliğini, okulların iç burkucu durumunu ona anlatmaktayım. Her şeye karşın o dönemde çok mutlu olduğumuzu da eklemekteyim sözlerime.

        Teknolojiye teslim olmadığımız dönemde insanlar arasındaki yardımlaşma, dayanışma, sevgi, saygı, güvenin çok yüksek olduğunu da belirtmekteyim söz arasında. İnsanların her nimetin değerini bildiklerini söylemekteyim. Yokluk ve yoksunluğun çoğu kişiyi çok tutumlu yaptığını da vurgulamaktayım. Günümüz savurganlığının o günlerde olmadığını anlatmaktayım sık sık.       

        Dediklerimin çok fazla işe yaradığını düşünmüyorum. Bazı gerçeklerin öğrenilip kavranılması için kişinin anlatılanları az da olsa yaşaması gerektiğine inanmaktayım. En azından sözü edilen koşullara yakın bazı olayların içinde bulunup bir kısım olanaksızlıkları yaşamak gerek. Çünkü en büyük öğretmen, yaşam. Bu nedenle Atacan’ı yaz dinlencesinde ülkemizin değişik bölgelerinde kırsal yaşamı görmesi için gezilere götürmekteyiz. Bu geziler, anlattıklarımdan daha etkili olmakta. Kimi zaman da İstanbul’un yoksulluk ve yoksunluğunun çok olduğu mahallerine gitmekteyiz.

        Geçmişimi anlatırken çoğu zaman dalıp gitmekteyim o yıllardan belleğimde iz yapan anılarına. Atacan da anlattığım her ayrıntıyı sorgulamakta. Birkaç yıl önceydi, tam dalıp gitmişken ben geçmişimin zaman tünellerine o: “Senin gençliğinde dinozorlar yaşıyor muydu?” diye sordu. Ben “Hayır! Ancak şu anda benim kuşağım dinozor gibi. Soyumuz yavaş yavaş tükenmekte. En zor koşullarda yaşamda kalmayı başardık. Oysa, dinozorlar zor koşullara dayanamayıp yok oldular. Bu durumumuzla dinozorlardan üstün canlılar olduğumuz da söylenebilir.” deyince şaşırdı. Benim çocukluğum ondan o kadar çok uzaktaydı ki... Ona göre ilkel bir yaşamdı benim yaşadıklarım, bugünün çocuklarının düşleyemeyeceği kadar uzaktaydı benim çocukluğum ve gençliğim.

    Durum böyleyken dinozor çağında doğup büyüyen yurttaşlarımızın değerlerini bilelim. Onların kısacık bir yaşama birkaç çağ sığdırdıklarını unutmamalı.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               4 Ocak 2023