ATATÜRK’E DİL UZATAN ZAVALLI


       
Ayasofya ibadete açıldı. Günlerden beri halkın ilgisini canlı tutmak için medya seferber oldu. AKP iktidarı, Ayasofya’yı ibadete açarak ekonomik sıkıntıları örtmek istedi. MHP destek oldu. CHP ve İYİP açılması için iktidarı kışkırtarak yol verdi. Böylece Ayasofya, iktidar ve muhalefetin paslaşmasıyla sorunsuz açılıverdi.
Öncelikle söyleyeyim ki Ayasofya, tıpkı İstanbul surları gibi Türk’ün gücünün kanıtıdır. Ulusumuz, bu iki tarihsel yapıta gözü gibi bakmalıdır. Bu yapıtlara özen gösterilmezse büyük bir insanlık değerini yitiririz. Ayasofya’nın mimari özellikleri korunmalı. Onu sıradanlaştırmamalı.
Televizyonlardan Ayasofya’nın açılışını izledim çoğu kişi gibi. Salgın dönemindeyiz. Herkesin dikkatli olması gerek. “Sosyal ara” kuralını unuttu çoğu kişi. Bu nedenle salgına yayılması için uygun ortam yaratıldı. Bazı kişilerin Ayasofya’yı, Kâbe derecesinde bir tapınak olarak gördüklerini televizyon röportajlarından üzülerek izledim. Orda kılacakları bir vakit namazının bütün günahlarını affettireceğini düşünenleri hayretle gördüm. Önemli olan namazın kılınması, nerede kılındığı çok önemli değil.
Tarihçilerimiz ve ilahiyatçılarımız öncelikle tarihsel camilerimizin özeliklerini cemaate anlatmalılar. Bilgi eksikliği, insanları yaptıkları işlerin özünden uzaklaştırmakta. Birçok kişinin Ayasofya’nın varlığını yeni keşfetmesi ilginçtir.
Ayasofya’nın müze yapılması, bu tarihi yapıya gösterilen saygının ve Türk’ün gücüne saygının güzel bir örneğiydi. Ayrıca bir olayı değerlendirirken o zamanki koşulları göz önünde bulundurmak gerek. Bugünün değer yargılarıyla dünün olayları değerlendirilemez.
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethinden sonra Ayasofya’da namaz kılmıştır. Bu doğrudur. Bizans İstanbul’unda cami vardı da kilisede mi namaz kıldı Fatih? Böylesine görkemli bir yapıya Fatih’in hayran olması doğaldır. Bu nedenle zaman geçirmeden Fatih Cami’nin temeli atıldı ve yapımı tamamlandı. Ardından Kanuni döneminde Mimar Sinan Süleymaniye’yi, I. Ahmet zamanında Sedefkâr Mehmet Ağa da Sultanahmet Cami’sini yaptı. Bu üç cami de Türk-İslam sanatının seçkin örnekleridir.
Ayasofya’nın müzeye çevrilmesiyle Türkiye, Montrö Boğazlar Sözleşmesiyle İstanbul ve Çanakkale boğazlarını egemenliğine aldı. Nüfuslarının önemli bir kısmı Ortodoks olan Yunanistan, Yugoslavya, Romanya ile Hitler ve Mussolini’nin yayılmasına karşı Balkan Paktı oluşturuldu. Ardından Hatay, anavatana katıldı. Burada saydığımız üç önemli tarihsel başarıyı yok sayarak bunlar karşısında sevinmeyecek bir Türk yurttaşı düşünülebilir mi?
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Ayasofya’nın açılışında bir konuşma yaptı ve ardından dua okudu. Duasında Atatürk yoktu. Konuşmasında “Bizim inancımızda vakıf malı dokunulmazdır, dokunanı yakar; vakfedenin şartı vazgeçilmezdir, çiğneyen lanete uğrar.” sözleriyle Atatürk’ü hedef alıp suçladı. Bu sözler, dünün İngiliz muhiplerinin bugünün ABD işbirlikçilerinin ve İsrail yardakçılarının ağzından çıkar ancak. Bu sözler, Kurtuluş Savaşı’na, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna, ulusumuzun tarihine ihanettir.
Türk milleti yüz yıldır, ülkesini kurtarana rahmet; emperyalizmle işbirliği yapan hainlere lanet okur. Ayrıca beddua etmek Fetullah’ın yöntemi. Atatürk’e beddua etme ihanetinde bulunan Erbaş, FETÖ’nün hangi tezgâhında biçimlenerek Türk milletine düşman oldu?
Erbaş, daha önce de ileri geri sözler söyledi Atatürk ve cumhuriyet için. Bilinçaltına yerleşen İngiliz kodlarından, ABD yalanlarından bir türlü kurtulamıyor. Ne yazık ki bu emperyalist yalanları, kendine inanç yapmış. İstanbul’un Fatihi, Sultan Mehmet’le bu eşsiz kenti düşman çizmesinden kurtarmış Atatürk’ü, aklınca karşı karşıya getirmekte. Bilgisizliği, tarih saptırması ve kışkırtıcılığıyla Atatürk’ün kurduğu Diyanet İşleri Başkanlığına yakışmıyor Ali Erbaş. Halkı bölen, kışkırtan biri, bu koltuğu işgal etmemeli.
Erbaş, Fatih’in kılıcı elinde çıktı hutbe okumaya. O kılıç nasıl da sakil durdu elinde. Görenler baston sandı elindekini. Fatih’i de Atatürk’ü de içselleştirememiş biri Türk’ün kılıcını taşıyamaz, İngiliz’in ihanet sopasını taşır elinde.
Hiç şüphesiz ki kamuoyu, Erbaş’ın gaflet ve ihanet kokan sözlerine gereken tepkiyi gösterecektir. Erbaş, bu tepkiler karşısında daha önce benzer ihanet sözleri edenler gibi sözlerinin yanlış anlaşıldığını söyleyecek. Sözlerinin arkasında duracak yürekliliği bile gösteremeyecek. Çünkü ihanet, korkakların işidir, cesaret ise haklıların. Millet cesaret gösterir, emperyalist sever yobazlar ise korkaklık.
Ali Erbaş’a bir çift sözüm var: “Türk Milletinin kahramanları dokunulmazdır, dokunanı yakar.”
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       25 Temmuz 2020


BİR DEMOKRASİ ALDATMACASI, CHP KURULTAYI


  
CHP, 37. Olağan Kurultayını bu hafta sonu 25-26 Temmuz 2020 tarihlerinde yapacak. Bu kurultayda genel başkan ve parti meclisi üyeleri seçilecek. Kurultayda seçilecek genel başkan, bu kişi yüzde doksan dokuz Kılıçdaroğlu olacak, parti meclisi üyeleriyle partiyi yönetecek ve ana muhalefet partisinin önümüzdeki yıllara damgasını vuracak politikalarını üretecek(!).
“Demokrasi, özgürlük ve adalet” sözcüklerini dilinden düşürmeyen bir parti yönetiminin ve bir genel başkanın parti kurultayı yaklaşırken kendi örgütlerinde bu sözcüklerin içeriklerine ne denli uygun davrandığını bilmekte yarar var.
İlçe kurultayları, neredeyse tek listeyle yapıldı. Kılıçdaroğlu muhaliflerinin liste çıkarılmasına izin verilmedi. Tabanda yapılacak bir demokratik yarış, “Kavgalı parti görüntüsü vermeyelim.” düşüncesiyle baskılanarak önlendi. Oysa sağlıklı bir demokrasi, tabanın katılımıyla olur. Bu katılım hem yönetime seçilebilme özgürlüğü, hem de görüşlerini söyleyebilme hakkıdır. Tabanın, üyelerin düşüncelerini söyleyemediği, seçilme hakkını kullanamadığı bir partinin yönetim anlayışında “demokrasi, özgürlük ve adalet” olduğundan söz edilebilir mi?
İlçe kurultaylarında genellikle Kılıçdaroğlu yandaşı delegeler kazanıyor. Bu delegeler, il kurultaylarında genel merkez delegelerini belirlemekte. Burada da genel merkezin istediği kişiler delege yazılıyor. Bu listeler çok az fireyle kazanıyor ve büyük kurultayda genel başkanla parti meclisini belirliyor.
Kılıçdaroğlu’nun karşısına şimdilik üç kişi genel başkanlığa aday adayı olduğunu açıkladı. Bu kişiler: Aytuğ Atıcı, Tolga Yarman ve İlhan Cihaner…  Bu üç kişinin altmış sekiz kurultay delegesinin imzasını alarak aday olmaları söz konusu. Genel merkezin eleyip seçerek Ankara’daki kurultaya katılma hakkı tanıdığı delegelerin muhalif adaylara imza vermesi çok zor. Belki bu adaylardan biri yeterli imzayı toplar. O da çok zor… Böylece usulen bir genel başkanlık yarışı olur. Bu da demokrasi gösterisi olarak sunulur kamuoyuna.
Kurultay yaklaşırken Kılıçdaroğlu’nun karşısına üç kişinin aday olarak çıkması medyada demokrasi belirtisi olarak gösterilmekte. Seçilme olasılığı yüzde bir bile olmayan kişilerin aday olması yalnızca göstermelik bir aday yarışıdır. Böylece kamuoyu bu yolla aldatılmaktadır. Çünkü genel başkan çoktan seçildi. Nerede mi? İlçe kurultaylarında… Ankara’daki büyük kurultay, ilçelerde belirlenen genel merkez yönetiminin onaylanmasıdır.
Yaklaşık 1360 kurultay delegesi, 136 sandıkta oy kullanacak. Anlaşılacağı üzere her sandıkta on delege. Sandıklarda oy kullanacakların kim oldukları belli. Bu nedenle Kılıçdaroğlu’na oy vermeyenler açıkça belli olur. Delegelerin çoğu siyasal geleceklerini ilgilendirecek böyle bir riski almaz. Bir nevi açık oylama olacak. Bunun adı da demokrasi…
İsteriz ki CHP kurultayında geleceğin, 2024 yılında cumhurbaşkanı adayı olacak biri genel başkan seçilsin. Cumhurbaşkanlığı seçiminde aday bile olamayacak birinin partiye, en yüksek oyu alarak genel başkan seçilmesi ne işe yarar ki?
Kurultayda yine ülke sorunları tartışılmayacak. Parti meclisine seçilecekler göstermelik bir yarışın içinde olacaklar. İktidar ve muhalefetin her fırsatta eleştirdiği “Tek Parti Dönemi”nin CHP kurultaylarını özlemekteyiz. Günlerce süren, kulislerde vekil hesaplarının, belediye ihalelerinin konuşulmadığı; Türkiye’nin dört bir yanından gelen delegelerden oluşan komisyonların ülke sorunlarını tartıştığı CHP kurultaylarını unutmak olanaklı mı? O dönemin delegeleri, beş yıldız otellerde değil; Ankara’nın hanlarında, okul sıralarında sabahlayarak ülke sorunlarını tartışırdı. Birkaç hafta süren kurultaylarda ülkemizin tüm sorunları tabandan tavana doğru gündeme getirilip tartışılır ve çözümler bulunurdu. İşte cumhuriyetçilik ve halkçılık buydu. CHP halkın partisiydi, devlet halkın devletiydi.
Şimdi usumuza şu sorular geliyor: Bugünkü CHP mi, yoksa “Tek Parti Dönemi”nin CHP’si mi daha demokratik? Çok partili bir görüntü veren bugünkü sözde demokrasimiz mi demokratik, yoksa ülke sorunlarının kıyasıya tartışıldığı dünün “Tek Parti Dönemi” mi?
                                                                                   Adil Hacıömeroğlu
                                                                                   24 Temmuz 2020



YEMEK GÖRGÜSÜ



Çocukluğumuzda kamuya açık alanlarda yemek yeme alışkanlığı yoktu. Ülkemiz nüfusunun çoğu kırsal kesimde yaşamaktaydı. Böyle bir durumda köylerde lokantalar olmayacağına göre herkes, evinde yerdi üç öğün yemeğini. Akraba ve komşulara yemeğe gitmek, en önemli sosyal etkinlikti.
Lokantalar il, ilçe ve bucaklarda bulunurdu. Halkımızın çoğu geçinmekten acizdi. Bu nedenle lokantada karın doyurmak, zor işti çoğu kişi için. İl ya da ilçeye işi için gidenler, zorunlu durumlar dışında açlığa dayanıp evine döndüğünde karnını doyururdu. Çoluk çocuğunun nafakasını, lokantaya verecek bir cömertlik düşünülemezdi bile çoğu kişi için.
Ben beni bildim bileli yolculuk yaparım. Bu yolculuklarımız zorunluluktandı. Babam Trabzon-Oflu, annem de Denizli-Çallı olunca nerdeyse her yıl yaz dinlencelerinde yaşadığımız Doğu Karadeniz’den Ege’ye yolculuk yapardık ailece. Kimi zaman yarıyıl dinlencesinde de giderdik Çal-İsabey’e. Ülkemizi doğudan batıya gezerdik bu sayede. Farklı kültürleri tanırdık. Baba memleketinden ana memleketine gitmek her zaman heyecan verici olurdu.
Kentlerarası yolculuklarımızda çoğu kişi gibi yiyeceklerimizi hazırlardık. Koku yaymayan yiyecek hazırlanması esastı. Çocuk bu, ne zaman acıkacağı, ne zaman susayacağı, ne zaman ayakyoluna gideceği belli olmaz. Bu nedenle uzun yolculukta mola yerlerine varmadan acıkan çocuk, yoktan anlamaz. Bu nedenle acıkan kardeşlerimden birine hemen çıkınımızdan bir lokma bir şey verilir açlığı yatıştırılırdı. Bu yolculuklarda acıkmayan tek kişi, bendim sanırım. Çocukluğumda yemek yememek için bin takla atardım. Ama yetişkinlikten sonra durum, tersine döndü.
Mola yerlerinde hazırladığımız yiyecekleri yerdik. Benim iştahsızlığım karşısında kaygılanan babam, beni lokantaya götürüp yemek ısmarladı. Ama durum değişmezdi. Çoğu zaman bir tabak yemeği bile bitiremezdim. Anımsadığım kadarıyla ilk kez lokantaya gittiğimizde babamın bana söylediği söz şu idi: “Önüne, tabağına bak! Kimsenin yediğiyle, içtiğiyle ilgilenme. Başkalarının tabağına bakmak hem ayıp hem de görgüsüzlük.” Bu uyarı öyle kafama işledi ki bu yaşıma geldim, hala kimsenin ne yediğine bakmam. Yediklerinden, içtiklerinden söz edenlerin söyleşilerine pek katılmam. Böyle bir söyleşi, beni sıkar.
Bugün ne yapıyor kişiler? Yediklerinin fotoğraflarını çekip paylaşıyorlar. Özellikle dinlence dönüşlerinde “Geziniz nasıl geçti, gittiğiniz yerden memnun kaldınız mı?” sorusuna, genellikle “Yemekler çok güzeldi.” yanıtını vermekte çoğu kişi. Günler süren bir dinlenceden insan usunda yalnızca yenen yemekler kalmakta. Yenen yemekler ballandıra ballandıra anlatılmakta. Neredeyse herkes, herkesin ne yiyip içtiğini merak etmekte görgü kurallarını bir yana bırakarak.  
İnsanların yiyip içtiklerini paylaşmalarının nedeni, bilinçaltlarına yerleşen ve bir türlü silemedikleri hangi açlık duygusudur?
Kapitalizmin tüketimi pompalayan, özendiren anlayışı güzelim geleneklerimizi yok etmekte. Başkasının tabağına bakmayı görgüsüzlük sayan bir anlayıştan, yediği yemeğin fotoğrafını paylaşan ve gezip gördüğü yerlerde yemekten başka bir şey anımsamayan bir toplum durumuna geldik. Nasıl mı? Açgözlü kapitalizm sayesinde karnımız doysa da gözümüz doymuyor.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       22 Temmuz 2020


HERKES AKILLI OLURSA KİMSE AKILLI OLMAZ



Dinlencedeyiz. Korona günlerinin zorunlu, gönüllü tutsaklığından sonra doğayla baş başa kalmanın özgürlüğünü, dinginliğini, coşkusunu yaşamaktayız. Kent yaşamının karmaşası, gürültüsü, kirliliği, griliğinden uzaklaşmak insana iyi gelmekte. Bu nedenle doğası bozulmamış, denizi kirlenmemiş, betonu az, ağacı, kuşu, hayvanı, böceği çok bir yerde dinlence de olmak çok güzel.
Dinlencemizin en güzel ve ilginç yanı geceleyin gökyüzünde yıldızları görmek. Çocukluğumun tatlı düşlerini anımsatmakta bana dinlencedeki gökyüzü. İlerleyen yaşıma karşın gökyüzüne bakarak türlü imgeler kurmaktayım.
Dalga sesleriyle geceyi dinlediğimde en büyük yoldaşım ay. Gerçeği söylemek gerekirse geceyi dinlemekten çok, yıldızlarla konuşmaktayım saatlerce. Bu söyleşimizin tanığı dalgalardır.
Mürefte’nin dingin, bozulmamış doğası insanlar için bir yaşam kaynağı. Zeytin ve üzümün verimli toprağı, bereketini eksik etmiyor insanlardan. Yaz sıcağını duyumsatmayansa neredeyse kesintisiz esen poyraz. Poyrazın serinliğinde dinginleşen beden, insan tinini de erince kavuşturmakta.
Dinlencemizin en mutlusu Atacan (9). Günün önemli bölümüzü denizde geçirmekte. Akranı olan dayısının üç kızıyla (Mercan, Ada ve Ela) önce yüzüyorlar Marmara’nın maviliğinde. Yorulunca eve çıkıyorlar denizden. Dalgaların ezgisiyle mavi düşler kurmaktalar. Düşlerinin sınırı yok! Bu mavi düşler; kimi zaman engin bir deniz, kimi zaman da sonsuz bir gökyüzünü kaplamakta. Bahçede türlü oyunlar oynamaktalar. Çoğu zaman yalınayak koşmaktalar toprağın üstünde. Ağaçlara tırmanmaya çalışmaktalar. Bu konudaki becerilerinin zamanla gelişeceğine inanmaktayım. Böceklerle dostlar... En çok da sevdikleri salyangozlar… Geceleyin dışarda bıraktığımız sandalyelere yapışan salyangozları özenle alıp çalı diplerine bırakmaktalar. Salyangozlar da böylece yaşamlarını doğal ortamlarında sürdürüyorlar.
Nerede olursam olayım, hangi saatte uyursam uyuyayım sabahları hep erken uyanırım. İçimde, tıkır tıkır işleyen bir doğal saatim var. Güneşin doğuşuyla ayaklanırım. Gece bitmiş, gün başlamıştır artık. Sabahın doyumsuz güzelliğini izlemek, sessizliğini duyumsamak, temizliğini solumak beni tinsel bir erince kavuşturur. Hangi mevsim olursa olsun bu durum değişmez. Her mevsim önümüze farklı renk, ses, güzellik, türlülük, koku sunar. Aslında her gün bir farklılığın başlangıcıdır. Bir kişi, yaşamı boyunca aynı günü bir daha yaşayamaz. İnsanı yaşama bağlayan, onun içini umutla dolduran bu farklılıktır.
Yazlık evde ilk uyanan benim. Uyanıp aşağıya iner, bir yandan gün doğumunun eşsizliğiyle esrikleşirken bir yandan da çay demlerim. Sabahın temiz kokusuna karışan çay kokusu bir başka olmakta nedense. Çay demlenip ilk bardağımı içmeden Atacan görünür. Önce “Günaydın!” der, sonra yanıma gelir oturur. Bu sabah da öyle oldu. Çay içip bir yandan güneşi dalgaların ritmik ezgisiyle izlerken önümdeki kitaba bakmaktaydım. Atacan’a da kitap okumasını önerdim. O, bu önerimi kabul etmedi. Bana türlü gerekçeler söyledi. Bahaneler uydurdu. Heyecanla diğer çocukların uyanıp kalkmasını beklemekte yüzmek, oynamak, koşturmak için.
Çocuk, bugün kitap okumamakta kararlı, ben de okutmakta. Ancak bu konuda zorlayıcı değilim. Kitap okumanın yararlarını anlatmaktayım ona. Beni dinledi bir süre. Sonrasında “Herkes akıllı olursa kimse akıllı olmaz.” dedi birden. Bu tümce karşısında şaşkınlığımı gizleyemedim.
“Ne demek istediğini anlayamadım, açıklar mısın sözünü?” dedim.
O: “Herkes kitap okur, çok bilgilenip kültürlü olursa akılsız kişi kalmayacak ve tüm insanlar birbirlerine benzeyecekler. Bir süre sonra herkes karşısındakinin akılsız olduğunu düşünecek. Böylece kimsenin kimseden farkı olmayacak.”
Bu sözlerden sonra söyleyecek sözüm kalmadı. İyi bir doğa gözlemcisi olan çocuk, “her şeyin karşıtıyla var olacağı” bir gerçeği, diyalektiğin önemli bir kuralını dili döndüğünce anlattı. Oyunun ve doğayla dost olmanın da önemli bir eğitim olduğunu düşünerek konuyu kapattım.
Gerçeği kimin, ne zaman, nerede söyleyeceği belli olmaz. Çocukları ciddiye almalı, onlardan öğreneceklerimiz var.
                                                                                   Adil Hacıömeroğlu
                                                                                   21 Temmuz 2020

AMACINIZ BARO’YU KURTARMAK MI, FEYZİOĞLU’NDAN KURTULMAK MI?



AKP Hükümeti, çoklu baro için çalışmalara başladı. Amacı, kendi denetiminde olmayan meslek odalarını ele geçirmek. Bunu da yaparken “demokrasi” kılıfını kullanmakta. Zaten ülkemizde iktidar ya da muhalefet olsun yaptıkları tüm antidemokratiklikleri, diktatörlük özlemlerini, beceriksizlikleri, Cumhuriyet’e karşı tavırlarını sakladıkları maske demokrasi.
Türkiye’de bazı meslek odalarının cumhuriyet karşıtı, HDP severliği açıkça görülmekte. Bu durum, kamuoyunu rahatsız etmekte. Bunu düzeltmek, oda üyelerinin elinde. Herkes bulunduğu yerde kurumuna sahip çıkacak.
Barolar, iktidarın demokratik olmayan uygulamalarını mı eleştirdi… Hemen iktidar yetkilileri, baro düzenini değiştirmeyi tartışmaya açmaktalar.
İzmir Barosu, 23 Nisan’da Atatürk ve ulus düşmanı HDP’li birini mi konuşturuyor. Suç baronun yapısında değil, seçilen yanlış yöneticidedir. Demek ki baroların Kemalist düşünceli, cumhuriyet değerlerine bağlı üyeleri; görevlerini eksik yapmış, düşüncesini baro yönetimine yansıtamamıştır.
Kurum yöneticileri yanlış yapabilir. Bu, doğaldır. Böyle bir durumda o kurumu ortadan kaldırmak çözüm değil. O kurumların ülkemizin değerlerine saygılı davranmalarını sağlamaktır. Bunu da o meslek kurumunun üyeleri yapmalı.
Çoklu baro isteği, bir FETÖ projesi. Abdullah Gül’ün bu konudaki itirafları ilginçtir. AKP’nin FETÖ projelerine sarılması anlaşılır gibi değil. FETÖ projelerini gerçekleştirerek emperyalizme güç katarsın. FETÖ projelerini gerçekleştirerek FETÖ ile savaşılamaz.
Çoklu baro tartışmaları gündeme gelir gelmez ilk karşı çıkış, Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’ndan geldi. Feyzioğlu, çoklu baroya şiddetle karşı çıkarak AKP’yi, yapmakta olduğu yanlıştan döndürmeye çalıştı. AKP yöneticilerine işin yanlışlığını anlatarak onları ikna etmeye çalıştı. Bu konuda epeyce yol aldığı da söylenebilir.
Feyzioğlu’nun AKP yöneticilerini ikna etme çabaları, başarıya ulaşmak üzereyken özellikle PKK ve FETÖ’nün kışkırtmasıyla sosyal medyada Feyzioğlu’nun linç kampanyası başlatıldı. Feyzioğlu ile ilgili onlarca uydurma bilgiler yayımlandı. Bu yalanlar, Feyzioğlu’nun Atatürk’ü tutuklamaya çalışan Elazığ Valisi Ali Galip’in torunu olduğunu yazmaya dek götürüldü. Bu yalan yayılırken yayanların bir gram sorgulama yapmadan mantık ölçülerini bir yana bırakarak yalana teslim olmaları ilginçtir. Hele bu kişilerin bu yalanı, Atatürkçülük adına yaymaları anlaşılır gibi değil. Bundan da anlıyoruz ki ülkemizdeki Atatürkçü(!) olanların Atatürk’ü öğrenmeleri ivedilik göstermekte.
Çoklu baro tartışmaları sırasında CHP ve HDP yöneticilerinin gerek TBMM Anayasa Komisyonu’nda gerekse medyada AKP’den çok Feyzioğlu’nu eleştirmeleri ilgi çekmekte. Bu eleştiriler çoğu zaman, karalama kampanyasına dönüşmekte. Ne yazık ki bazı baro yöneticilerinin de aynı tutum içinde olmaları anlaşılır gibi değil.
Bazı baro başkanları, Ankara’da yürüyüş yapmaya çalıştılar. İşi sertleştirdiler. RTE, sertleşen çekişmeleri ister. Böyle durumlarda geri adım atmaz. Diyalog yerine, kavgayı seçen baroların sanki içten içe çoklu baroyu ister görünmeleri çok önemli. Diyalog yollarını kapatıp işi düelloya vardırdın mı, bu düelloda biri kazanıp diğeri kaybeder. Açık diyalog yollarını kullanmadan işi sokağa taşımak, AKP’nin ekmeğine yağ sürdü.
Çoklu baro en çok PKK ve FETÖ’nün işine gelmekte. Bu nedenle CHP’yi bu konuda zorlayan da bu iki terör örgütü. PKK ve FETÖ’nün çok istediği çoklu baro, ne yazık ki yanlış savaşım stratejileri yüzünden çıkmak üzere. Az da olsa diyalog kanalları açık. Bu kanallardan en yararlı verimi almanın yolu da baroların Feyzioğlu’nun başkanlığında birleşmeleri ve PKK-FETÖ kışkırtmalarına kulaklarını tıkamaları.
Sokağa çıkan barolara ve CHP’ye sesleniyorum: Amacınız çoklu baroyu önlemek mi, yoksa Feyzioğlu’ndan kurtulmak mı?
                                                                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                                                                           7 Temmuz 2020
Not: TBMM Anayasa Komisyonundaki konuşmalar için bakınız. https://aydinlik.com.tr/haber/feyzioglu-karsitliginda-birlestiler-212385


SOSYAL MEDYA KÜFÜRBAZLARI



Son günlerde sosyal medya küfürbazları gündemde. Bu nedenle de sosyal medyanın varlığı ve yararlılığı tartışılmakta. Ayrıca hükümet de sosyal medyada bazı kısıtlamaların yapılması için yasal önlemler almanın peşinde.
Hükümetimiz, muhalefet partilerimiz, basınımızın anlı şanlı köşe yazıcıları ve ekran bülbülleri yıllardır küfür çukuru olan sosyal medyadaki bu durumu yeni fark ettiler nedense.
Öncelikle söyleyeyim ki küfrü kim, hangi nedenle yaparsa yapsın yanlıştır ve insanlık dışıdır. Uluorta önüne gelen kişiye küfreden zavallılara, insan demek yakışık almaz. Küfrederek siyaset yapan kim olursa olsun hiçbir partide yeri olmamalı! Bu küfürbazlara göz yuman hangi parti yöneticileri olursa olsun bu aktöresizliğe ortak oluyor demektir. Böyle bir yozluğun, çürümenin, kokuşmanın siyaset adına yapılması, hem üzücü hem de ilgi çekicidir.
Önce Başak Demirtaş’a küfredildi. Aktöresiz bu insanımsıya ülkemizin tüm erdemli insanları gereken yanıtı verdiler. Sonrasında yargı da devreye girdi.
Birkaç gün önce yeni doğum yapmış Esra Albayrak üzerinden küfür üretti aktöresizler. Amaçları, hem Tayyip Erdoğan’ın hem de Berat Albayrak’ın canını acıtmaktı. Bu küfürbazlar da kamuoyundan gereken tepkiyi gördü.
Düşünsel planda siyasal savaşım olmadığı için başta parti genel başkanları olmak üzere üst düzey yöneticilerin gözüne girme yarışı yapılmakta. Bunun için de daha keskin sözler etmek söz konusu oluyor. Kim karşıtına daha çok bağırıp daha çok hakaret ederse o kişi daha iyi partili olarak kabul görmekte. Böyle bir anlayış, küfre kapı açmakta. Bundan anlaşılacağı üzere küfre meydan veren, siyaset düzenindeki yanlışlık ve bilinçsizlik.
Türkiye’de uzun süredir siyasal partiler arasındaki tartışmalarda düşünce, izlence üzerinde konuşmalar yok! Grup toplantılarında özellikle ve öncelikle AKP Genel Başkanı Erdoğan’la CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun kullandığı dil sorunludur.  Karşıtına ağzına geleni söylemek siyaset yapmak değil. En pis sokak kavgalarında bile kullanılmayacak hakaret sözlerini kolayca kullanmakta bu iki siyasetçi. Bu kaba dil, hem halkımızı bölmekte hem de küfrü, hakareti, kötü sözü meşrulaştırıp olağan duruma getirmekte. Parti tabanları da hakaret etmeyi siyaset yapmak sanmakta.
Yalnız sosyal medyada değil, yaşamın her alanında küfür çok yaygın. En küçük anlaşmazlıkta hemen küfretmekte insanımız. Bu küfürbazlık, nedense günlük yaşamda gerekli tepkileri görmüyor. Görmeyince de yüreklenip çoğalıyor.
Erdemli olmak, haksızlık sana yapıldığı zaman değil; başkasına yapıldığı zaman haksızlığa karşı çıkıp ayağa kalkmaktır. Ne yazık ki bu ilke, görmezden gelinmekte. Şöyle ki Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’e yıllardır sosyal medyada en ağır küfürler edilir. Bugüne dek siyasal parti yöneticilerinin bu küfürlere karşı çıktığını görmedim, işitmedim. Bu küfürlere ses çıkarmayanlar, bu küfürlü sosyal medya ortamını hazırladılar. Küfür kime yapılırsa yapılsın karşı çıkılmalı.
Bir insanın annesine, eşine, çocuğuna küfredilir mi? Bu küfürleri yapan insan olur mu? Ya, bu küfürleri görmezden gelenlere ne demeli?
Parti genel başkanlarına önerimdir. Küfürle içtenlikle savaşmak istiyorsanız öncelikle siz dilinizi düzeltin. Ayrıca parti üyelerinize hoşgörülü olmayı aşılayın. Bu da onların bol kitap okumasıyla olur. Bilgisiz parti tabanlarının sizi yarı tanrı yaptığı doğrudur. Ancak bu yarı tanrılığın biteceği günler de gelir O zamanı da siz düşününüz!
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       2 Temmuz 2020