2023’Ü UĞURLARKEN

        Bir yılı daha iyisiyle kötüsüyle geride bıraktık. İnsanlık olarak yeninin uğuruna, umuduna, güzelliğine, tazeliğine ve bilinmezliğine inanırız. Zaten insanı ayakta tutan da umudu değil mi?

Bilinmezlik, kişinin merak duygusunu artırır, yaşama isteğini çoğaltır. Bilinmez bir zamanın kendisine neler getireceğini merak eder. O merakı yaratan, aslında insanın içinde her mevsim yeşerip boy atan umut ağacı. O umuttur ki tohumu doğduğumuz gün içimizde yeşerip dal budak salar. İnsan, yaşamdaki son soluğunu alırken bile o umut ağacının bir yaprağı bile sararıp solmaz. Çünkü insanın içindeki güçlü yaşam pınarı besler o ağacı.

2023’te hem ülkemiz hem de dünya, büyük olumsuzluklar yaşadı. Yurdumuzda büyük bir deprem yaşandı. Evleri yıkılanlarla bizim de çatımız çöktü başımıza. Yıkıntılar altında can verenlerle ulusça can verdik birlikte. Susuz, aşsız kalanları yüreğimizde duyumsadık. Onları, insanlığımızla besledik. Umutlarını, gönül pınarlarımızla ayakta tuttuk. Günlerce sofralarımızın neşesi, yiyeceğimizin lezzeti, ağzımızın tadı yok oldu. Çoğu zaman lokmalar düğümlendi gırtlağımızda derin bir hıçkırık gibi. Gözyaşlarımız, içimizdeki sonsuz yürek denizinde yitiverdi. Geceler boyunca deprem bölgesindeki artçı sarsıntıları duyumsadık duygudaşlıkla. Mutluluk düşlerimiz, yıkıntıların altında kaldı aylarca. Soframızdakini, cebimizdekini paylaştık ellerimiz titremeden, gözümüz arkada kalmadan.

Yaşanmaz kentler kuran devlet yöneticilerine, belediyelere, yapsatçılara, fırsatçılara kinlendik uzun süre. Evimizi başımıza yıkan, insanımızı perişan eden, yerleşim yerlerimizi yaşanmaz kılan sorumsuzluğun, açgözlülüğün, iş bilmezliğin, bilimsel düşünmemenin, bilgisizliğin, beceriksizliğin ve ilkelliğin bedelini ödedik ulusça.

Ekonomik bunalımla soframızdaki ekmeğimizi, cebimizdeki paramızı, içimizdeki düşleri, yüreğimizdeki geleceği çaldırdılar asalaklara devletimizi yönetenler. Yıllardır üretmeden tüketen bir sistemi egemen kıldılar bin bir bereketin olduğu memleketimin topraklarına. Küresel sermayeye boyun eğmekte yıllardır ülke yöneticilerimiz.

Beynini ve bedenini emperyalizme satmış hainlerce Mehmetçiklerimiz düşürüldü toprağa 2023’ün son günlerinde. Şehitlerimizle yüreğimiz yandı ulusça. Acımız içimizde, çok derinde bir kor ateş gibi. 

ABD-İsrail’in arkasında sıralanan emperyalist güçler, Filistin’e saldırdı karadan, havadan ve denizden. İçeceğini yiyeceğini kesip havasını zehirlediler. Dünyanın en mazlum halkı, uygarlığın doludizgin geliştiği dünyanın gözü önünde kırılıp kıyılmakta. Mazlumun mazlumu bir halk, soykırıma uğratılmaya başlandı. Dünyanın tuzu kurularının görmezden geldiği bu soykırım, yüreğimizi yakıp yüzümüzü kızarttı insanlık adına.

Varsıllar, sofralarındaki yiyeceğin çoğunu çöpe atarken o çöplerden beslenen yoksullara, yeryüzündeki adaletsizliğe üzülüp başkaldırdık içten içe. Amerika kıtasının kuzeyinde ve Avrupa’da dünyanın kanını içenler semirdikçe Afrikalıların iskelete dönen bedenlerine bakıp bakıp dünyanın utanmazlığına şaştık.

Dünya kurulduğundan beri insanın insana yaptığı kötülüğü hiçbir şey yapmadı. İnsanın insandan çektiğini ne doğadan ne de vahşi hayvanlardan çekti kişioğlu.

Doymak bilmeyen bir açgözlülüğün vahşiliğini sıkça gördük dünya üzerinde 2023’te. Gördükçe de çoğu zaman insanlığımızdan utandık. Doğa ananın bize verdiği onca nimete karşın değerini bilmezler yüzünden acı çekti inanların çoğu.

2023’te yaşanan tüm olumsuzluklara karşın insanoğlu; gelecekten, 2024’ten umudunu kesmedi. Geleceğin güzel olacağına inandığı için yaşama gücü çoğalmakta. İnsanlığın yaşama gücü, umudu yenecektir insanlığın yüzünü kızartanları. Gelecekte insanoğlunun mutluluk düşleri gerçekleşecek. Sonsuz kardeşliği, erinci, mutluluğu yaşayacak. Bu dünya açgözlülere, kan emici emperyalistlere kalırsa zaten dünya diye bir gezegen kalmaz. Kendilerini de insanlığı da yeryüzünü de tüketirler. İnsanlık var olmak için emperyalizmi yok etmeli.

2024 Yılı insanlığın erdemlerinin egemen olduğu bir dünyanın muştusu olsun. İnsanlık da dünya da var olsun. Emperyalizm ise dirilmemek üzere yok olsun bu dünyadan.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  31 Aralık 2023

ATATÜRK’ÜN ANKARA’YA GELİŞİNİN 104. YILI

          Mustafa Kemal Paşa ve Temsil Heyeti, 27 Aralık 1919 Cumartesi günü sabahı, geceyi geçirdikleri Beynam köyünden hareket ederek Ankara’ya gitmek için yola çıktılar. Kent, sabahın erken saatlerinden beri ayaktaydı. Ajanslar, haberi erkenden duyurmuştu halka. Tellallar boğazları yırtılırcasına duyurmuştu Paşa’nın gelişini. Halk, heyecanlıydı.

Çankaya ve Dikmen tepelerinden güzel sesli hafızların okudukları ezan ve salatlar işitilmekteydi. Köylerden çok sayıda atlarla ve kağnılarla binlerce kişi gelmişti Mustafa Kemal’i karşılamak için. Öğleye doğru tellallar: “Geliyor!” diye bağırdılar. Seçilen atlı alayı, Ulucanlar’dan Hacıbayram caminin önüne toplanarak dini tören yaptılar. Yedi yüz yaya, üç bin atlıdan oluşan Seymen alayını Ankara’daki dervişler izliyordu. Dervişler; Nakşi, Rüfai, Sadi, Bayrami ve Mevlevi tarikatlarındandı. Ayrıca çevre köylerden gelen Kızılbaşlar ve kendilerini gizleyerek Bektaşiler yürüyordu karşılamak için Atatürk ve arkadaşlarını.

Dervişlerin arkasından Ankara esnafı gelmekteydi. Onların da arkasında okullar vardı. Yirmiye yakın polis ve jandarma da karşılayıcılar arasındaydı. Cadde ve sokaklardan insan seli akmaktaydı. Yediden yetmişe herkes karşılayıcılara katılmıştı. Halkın bir bölümü Namazgâh tepesine, bir bölümü de istasyon yolunda sıralanmıştı.

“Anakara şehri namına istikbal heyetinde Müdafaai Hukuk Cemiyeti azasından Müftü Rifat Efendi, Binbaşı Fuat Bey, Kınacızade Şakir Bey, Aktarbaşızade Rasim Bey, Toygarzade Ahmet, Ademzade Ahmet, Hatip Ahmet, Kütükçüzade Ali, Hanifzade Mehmet, Bulgurzade Tevfik Beyler vardı.

Dikmen bağlarının eteğinde bir çeşmenin önünde Eskişehir mebusu Emin (Sazak) ve Ankara eşrafından Naşit Efendi ve arkadaşları bekliyordu.

Yirminci Kolordu Kumandanı Ali Fuat Paşa ve Vali Vekili Yahya Galip Bey Emir gölüne yani Gölbaşı’na kadar gelmişlerdi.

Biz tam üçü on geçe Kızılyokuş’tan iniyorduk. Yolda Paşa’ya yetiştiğimizden Paşa, Rauf Bey’le beni otomobiline almıştı. Oradan başlayan istikbalcilerin “yaşa” sesleri, alkışları arasında ilerlemekte idik. Çankaya ve Dikmen tepelerinden güzel sesli hafızlar ezan, salat okuyorlardı. Kızılyokuş’ta iki kurban kesildi, o zaman hemen tamamen hali bir boş yer olan Yenişehir’de reji memurlarından Salamon Efendi isminde bir zatın ahşap, küçük bir evi vardı. Oraya gelince Seymenler tarafından bir dana kurban edildi.

Ve istikbal heyeti ve memurlar burada idiler. Paşa otomobilden inerek hepsinin hatırını sordu ve ellerini sıktı. Ve daha ileride yedi yüz kadar zeybek kıyafetinde, ellerinde palalarla dizilmiş gençleri gördük. Paşa bunlara “merhaba” diye selam verdi, cümlesi “sağ ol” diye mukabele ettiler ve şöyle bir muhavere geçti.

Mustafa Kemal Paşa: Arkadaşlar, buraya niçin geldiniz?

Gençler: Millet yolunda kanımızı akıtmaya geldik.

Mustafa Kemal Paşa: Bu fikirde sabit misiniz?

Gençler: And olsun.

Mustafa Kemal Paşa: Var olunuz.

Bu sırada binlerce halk da “yaşa” sesleriyle, alkışlarıyla ortalığı çınlatıyordu. (Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber II. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1986, s. 498)”

Sonunda istasyona doğru sapıldı. Bu alanda jandarma ve polisler dizilmişti. Atatürk, onları selamladı. Ardından kız ve erkek öğrencilerin arasından geçip yürüdü Paşa. Hükümet alanına alkışlar, tezahüratlar ve dualarla gelindi. Burada konuşmalar yapıldı. Öğrencilerin üşüdüğünü anlayan Atatürk, çocukların okullarına gönderilmesini istedi. Vali Yahya Galip Bey, kendilerinin de üşüdüğünü söyleyince konuşmalar kısa kesildi.  

Hükümet konağına gidildi. Orada ısınıldı. Ardından kolordu ziyaret edildi. Törenler bitip gün geceye kavuşurken Atatürk ve arkadaşları, kentin dışındaki ziraat mektebine geçildi. Orada, gelenlerin yatıp dinleneceği odalar vardı. Atatürk ve arkadaşları 118 gün bu okulda çalışmalarını sürdürdüler.

Atatürk’ün Ankara’ya gelişinin 104. Yılı kutlu olsun. Atatürk’ü, 27 Aralık’ta onunla Ankara’ya gelen koca yürekli kahramanları ve Kurtuluş Savaşı’mıza varıyla yoğuyla tüm özverisiyle katılan Ankaralıları saygıyla anıyorum.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  27 Aralık 2023

                                                                 

 

ATATÜRK'ÜN KAMAN’DAN BEYNAM’A GİDİŞİ

Mustafa Kemal Paşa ve Temsil Heyeti, 25 Aralık 1919 Perşembe gecesini Kaman’da geçirdiler. 26 Aralık sabahı, Beynam’a doğru yola çıkıldı. Beynam’a iyice yaklaştıklarında ve hava kararmaya başladığında otomobillerden biri çamura saplandı. O yıllarda yollar asfalt değil, toprak.

Otomobillerin çamura saplanması, yol boyunca sık sık rastlanan bir şey. Bu durum, yolculuğu iyice zora sokmakta. Bir arabanın çamurdan kurtarılması saatlerce sürmekte. Atatürk ve arkadaşlarının olanaksızlıklarına bir de soğuk havayı eklediğimizde yolculuğun nasıl zorlukla geçtiğini anlayabiliriz.

Daha önce Mustafa Kemal Paşa’nın bulunduğu otomobil, Çiçekdağı’nda çamura saplanmıştı. Araba, elbirliğiyle çıkarıldı. Ancak Temsil Heyeti üyelerinin üstü başı çamur içinde kalmıştı. Bu zor uğraşıdan sonra da içinde Rauf, Mazhar Müfit, Hakkı Behiç ve Bedri beylerin bulunduğu otomobil çamura saplandı. Bütün çabalara karşın arabayı yerinden kımıldatamadılar.

Hakkı Behiç Bey, otuz sekizi bulan ateşle ayakta durmakta güçlük çekmekte. Çaresizlik, doğaya teslim olma egemen herkeste. Sonunda bu dört kişi ve sürücü, geceyi otomobilde geçirmeye karar verdiler. Ancak kar yağışı aralıksız sürmekte. Bu hava koşullarında burada gecelemek olanaksız. Çünkü yaşamsal tehlike söz konusu.

“Gece olmuştu. Ben, elbette yakında bir köy vardır, diğer otomobiller gitti; Beynam yakın olmak lazımdır mütalaasıyla tüfeğimi alarak köyü bulmağa çıktım. Birkaç dakika sonra arkamda Rauf Bey’in: ‘Mazhar Müfit, Mazhar Müfit’ diye seslenmekte olduğunu gördüm. Durdum, Rauf Bey’in de tüfeği elindeydi. Yanıma geldi: ‘Be birader, gece karanlığında seni kurtlara mı parçalatacağız, yalnız nereye gidiyorsun?’ diyerek beraberce yürümeğe başladık. Fakat karanlıkta yolu şaşırmıştık. Doğru gideceğimiz yerde sağ tarafa doğru dağa çıkan bir küçük dağ yolunu takibe başladık. Hemen bir saat yürüdük, köyden eser yok. Hep yokuş çıkıyor, sık ormanlık arasında karanlıkta bulunuyorduk.

Doğrusu, yol uzadıkça biz de yorulmağa başladık. Elimdeki tüfek ve belimdeki kurşunlar yüzlerce okka sıkletinde imiş gibi bir ağırlık veriyordu.

Nihayet bir köpek sesi işittik. Her halde bir köye yaklaşıyoruz diye sevindik. Biraz sonra uzakta ağaçlar arasında bir ışık gördük. Gayret arttırarak ışığa yaklaştık. Bu, bir kulübe imiş. Kulübede bulunan zabit bizi hürmetle kabul etti. Birer çay pişirdi ve içirdi.

Dinlendik; meğer doğru yolu takip edip de dağ yoluna sapmasa imişiz Beynam köyü on dakikalık bir mesafede imiş.

Zabit efendi, bize birer katır hazırlattı ve kılavuz da verdi. Beynam köyüne geldik. Paşa’yı köy muhtarının odasında yerde yayılmış bir şilte üzerinde uyumakta bulduk. Odanın sedirinde Rüstem Bey, Paşa’nın karşısında Doktor Refik Bey yatıyordu.

Muhtar ağa, sobayı yaktı, yaş olan üstümü başımı kurutmağa çalışırken Rauf Bey, her türlü yorgunluğuna rağmen ‘Arkadaşları otomobilde bırakamam’ diyerek köyden manda, öküz tedarik ile ve bazı köylülerle otomobilin saplandığı yere tekrar giderek sabaha karşı otomobili ve içinde kalanları köy getirdi.

Rauf Bey’in bu arkadaşlığı doğrusu takdire sezadır. Sabah oldu, o gün Ankara’ya varılmak mukarrer olduğundan Paşa hareket etti; biz de ancak bir saat sonra yola çıkabildik ve Paşa’ya Ankara’ya yakın bir mahalde yetişebildik.  (Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber II. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1986, s. 496-497)” Atatürk ve Temsil Heyeti’nin Sivas’tan Ankara’ya gelirken karşılaştığı zorluklar saymakla bitmez. Bugün insan usuna gelmeyecek güçlüklerle karşılaştılar.  

Türkiye’yi sıcak koltuklarında oturup en konforlu yataklarında uyuşup uyuyanlar değil; bir köy evinin odasında, yerdeki şiltenin üstünde dinlenmeye çalışarak ulusunun geleceği için umut dolu düşler görenler işgalden kurtardı. Atatürk’e ve onunla ülkemizi kurtarmak için yola çıkanların hepsine sonsuz saygı göstermek her yurttaşımızın insanlık ve yurt görevi. Bunun tersini yapıp düşünenler, o günün işgalcilerinin ve günümüz emperyalistlerinin safındalar. Atatürk karşıtı olmak, Türk ulusunun destansı kurtuluşuna karşı olmaktır bu böyle biline.

                                                                                 Adil Hacıömeroğlu

                                                                                 26 Aralık 2023

TÜRKİYE’NİN DÜŞMANI, NATO

NATO dendiğinde dünyanın her yerinde yaşayan insanın usuna ABD gelir. NATO, ABD dışındaki üyelerinin güvenliğini değil; Amerika’nın çıkarlarını savunmak için var. Kuruluşundan beri amacı, bu. II. Dünya Savaşı sonrasında ABD, NATO aracılığıyla Batı Avrupa’yı teslim aldı. Geçmişin anlı şanlı ülkeleri, uzun süren dünya savaşlarının yarattığı yıkım, bitkinlik, güç yitimi ve yorgunlukla Yeni Dünya’nın efendisine boyun eğdiler. Eski Dünya’nın efendileri, Yeni Dünya’nın efendisinin gönüllü askeri oldular.

Türkiye, NATO’ya girmek için büyük özverilerde bulundu. Öncelikle ulusal sanayisinden vazgeçti. Ülkemizin kuruluş ideolojisi olan Altıok’u zaman içinde teker teker kırıp attı. Her alanda tam bağımsız yaşama ülküsünü bir yana bırakıp ABD’ye bağımlılık süreci başladı. Modernleşen ve üretime dayalı tarımımız topal ördeğe döndü. Birçok tarım ürününü ABD’den almak zorunda kaldık. Dünyanın kendi kendine yeten ülkelerinden biriyken NATO ile başlayan süreçte, ABD süt tozu ve margarinleriyle birkaç kuşak çocuk büyütüldü bu topraklarda. ABD çıkarları uğrana Kore’ye gittik. Askerlerimiz, NATO uğruna Kore’de toprağa düştü.

ABD’nin ülkemizde kurduğu Gladyo’nun kışkırtmalarıyla gençlerimiz birbirini kırdı yıllarca. Ulusal bütünlüğümüz etnik köken, inanç temelli bölücü tohumların Gladyo tarafından toprağımıza ekilmesiyle tehlikeye girdi.

Muavenet’i batıran ABD... Ülkemizin Kemalist aydınlarını   öldürten yine ABD... Bilim adamlarımızın cinayetlere, kaza görünümlü öldürülmelerinin arkasından Gladyo çıkmakta. Eşref Bitlis gibi yurtsever bir askerin ölümünün arkasından NATO çıkmakta. Ülkemizdeki darbeleri yaptıran da ABD ve NATO.

Kırk yıldır ülkemizin bütünlüğüne, devletimizin varlığına, ulusumun birliğine saldıran terör örgütü PKK’nın en büyük destekçisi ABD/NATO. Bölücü terör örgütünün eline silahı tutuşturan yine sözde müttefikimiz.

ABD ve NATO olmasaydı İsrail, Gazze’de Filistinlileri soykırıma uğratabilir miydi?

NATO, üye sayısını artırıp sınırlarını genişlettikçe saldırganlaşmakta. NATO’nun genişlemesiyle ABD, gücüne güç katmakta. Güçlenen Amerika, Türkiye’ye daha çok zarar verip ülkemizi daha çok tehdit eder. Bu durumda insan sormadan edemiyor: “Neden ABD ile müttefikiz, niye NATO’dayız?” diye.

Birkaç gün önce on iki Mehmetçiğimiz toprağa düşürüldü hainlerce. Ellerindeki silahlar İsveç yapımı. Ceplerindeki paralar ABD’den. Tüm lojistik destekleri Amerika’dan. TBMM’deki siyasal partiler, Mehmetçiklerimize saldırı konusunda üzülme yarışı yapmaktalar. TBMM’deki tüm partilerin önünde altın fırsat var. Bu fırsat bugün TBMM’ye geliyor komisyonda görülmek üzere. İsveç’in NATO’ya üyeliği… Partilerin teröre karşı içten karşı çıkışlarının testi olacak İsveç’in NATO’ya kabul edilip edilmemesi. Bakacağız gerçekten PKK’ya ve onun efendisi ABD ve NATO’ya kimler karşı. Kimlerin gözyaşları yüreklerinden akmakta, kimler timsah gözyaşı dökmekte?

Türk halkının ABD ve NATO karşıtlıkları yüzde doksanın üstünde. TBMM, milli iradenin tecelli ettiği yerse bakacağız milletin iradesi mi, yoksa ABD’nin siyasal baskısı mı etkili olacak partilerin ve milletvekillerin üstünde. İsveç’in NATO’ya alınıp alınmaması TBMM üyelerinin milletin vekili mi, yoksa ABD’nin kurşun askeri mi olduklarının bir sınavı olacak. İzleyip göreceğiz bunu.

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            26 Aralık 2023

ŞEHİTLERİMİZİ TOPRAĞA DÜŞÜREN ABD VE PKK

23 Aralık 2023 günü geldi kara haber Irak’ın karla kaplı dağlarından. Önce altı Mehmetçiğimiz emperyalizmin piyonu ihanet çetesinin satılık militanlarınca şehit edildi. Üstünden yirmi dört saat geçmeden altı Mehmetçiğimiz daha düştü toprağa emperyalizmin satılık ellerince. İhanet; devletimize, cumhuriyetimize, toprak bütünlüğümüze ve ulusal birliğimizedir. Bu nedenle ihanetin karşısında ulusça birleşmeli, iç cepheyi sağlam tutmalı. Unutulmamalı ki ihanet, iç cephenin çatlaklarından sızar içeri.

İhanetin nereden, nasıl, hangi amaçla geldiğini anlamak için öncelikle ülkemizin düşmanını iyi saptamak gerek. Biz devletimizi, cumhuriyetimizi kime karşı kurduk. Emperyalizme karşı… Hem de tüm ezilen uluslara örnek olacak bir Kurtuluş Savaşı verdik emperyalizme karşı. Bu savaş, güneş batmayan İngiliz İmparatorluğunun parçalanıp çöküşe gitmesinin en büyük adımı oldu. Türkiye’yi ve onun önderi Atatürk’ü örnek alan ezilen ulusların çoğu emperyalizme başkaldırarak bağımsızlıklarını kazandılar. Demek ki bağımsızlığımızın ve cumhuriyetimizin en büyük düşmanı emperyalizm.

İngiliz emperyalizmi çökerken onun yerine dünya sahnesine ABD çıktı. Ne yazık ki dünya tarihinin emperyalizme karşı ilk Kurtuluş Savaşı’nı yapan Türkiye, 1945’ten sonra yavaş yavaş ABD’ye yaklaştı. Böylece ülkemizin Atlantik süreci başladı. Ardından Türkiye, NATO’ya girerek Kurtuluş Savaşı ile elde ettiğimiz kazanımların birçoğundan vazgeçti. Halkımızın kanıyla canıyla kazandığı tam bağımsızlığımız ne yazık ki adım adım terk edildi. Ulus devletimiz, ABD emperyalizmince yıkım sürecine sokuldu. İç cephe bölünmeye başladı ABD kışkırtmalarıyla. Önce sağcı-solcu diye bölünüp cepheleştirildi halk. Sonrasında Alevi-Sünni ayrışması için çalışıldı. Ardından Kürt-Türk kışkırtmasına başvurdu emperyalizm. Şimdilerde laik-antilaik ayrışmasıyla tehdit edilmekte ulusal birliğimiz. Ne yazık ki her dönemde ABD, kısmen amacına ulaştı.

PKK terörü nerdeyse kırk yıldır sürmekte. Nedense bu terörün niye, kimlerce desteklendiği açıkça devletimizin yöneticilerince anlaşılmadı. Anlayanların sesi de cılız çıktı. Bir terör örgütünün yıllarca uluslararası destek olmadan ayakta kalması ve üstün silahlarla saldırılar yapması tek başına olanaklı mı? Doğaldır ki değil…

PKK, uzun zamandır ABD’nin denetiminde. O, bölgedeki ulus devletleri güçsüzleştirip parçalamak için kullanılmakta. ABD bütçesinden PKK’ya pay ayrılır, bölücü örgüte binlerce TIR dolusu silah yardımı yapılır. PKK’lı teröristler, ABD subaylarınca eğitilir. Onlara Suriye ve Irak’ta hava koruması yapılır. Nedense devletimizin yöneticileri bu gerçekleri görmezden gelir. Ülkemize asıl silah doğrultanın ABD olduğu bilmezlikten gelinir büyük bir aymazlıkla. Düşman, doğru belirlenmeyince onunla savaş da sonuca bir türlü ulaşmamakta.

Suriye ve Irak topraklarında yuvalanmış PPK teröründen kurtulmak isteyen Türkiye’nin öncelikle yapması gereken iş, Suriye ve Irak’ın toprak bütünlüklerinin sağlanması. Kendi toprakları üzerinde Şam ve Bağdat’ın egemenliklerinin kayıtsız ve koşulsuz olarak kurulması. Bunun olması için de Türk Hükümetinin önyargısız bir biçimde Suriye Hükümeti ile el sıkışması. Bu konuda adım atmayan RTE ve AKP’nin terörle savaşımı eksik ve yetersiz. Ayrıca topraklarımızda bulunan ABD üslerinin kapatılmaması, ülkemizi bölmek isteyen ABD’ye destek olarak alınmalı. Bu konudaki aymazlık sona ermeli.

Irak’ın kuzeyinde toprağa düşen on iki kahramanımızın asıl katili ABD, tetiği çeken el PKK olsa bile. PKK’nın kökünün kurutulması, ancak ABD’ye karşı geniş bir Asya ittifakının kurulmasıyla olur.

AKP Hükümeti, bir yandan Şeyh Sait’in adını bulvarlara vererek öte yandan da PKK terörüyle savaşamaz. Bir yandan ABD ile kol kola yürüyerek diğer yandan da PKK’nın kökü kurutulamaz.

PKK, İsrail’den ayrı olarak düşünülemez. PKK’nın bölgemizde ikinci İsrail’i kurmak için savaştığını, savaştırıldığını bilmek gerek. Bu nedenle hem ABD ile dostluk hem İsrail’le her koşulda ticaret hem Gazze’deki soykırıma karşı çıkmak hem de PKK terörüyle savaşım birlikte olmuyor. Bu siyaset biçimi kendi içinde son derece çelişkili bir durum ve ülkemize zarar vermekte. AKP yöneticileri, böyle bir siyasete “denge siyaseti” deseler de bu, kendi içinde büyük bir dengesizlik.

Mehmetçiğimizin şehit olmasını istemiyorsak ilk yapılacak iş, NATO belasından kurtulmak. İkincisi ise ABD’ye karşı yeni bir ittifak sistemi kurmak. Ayrıca iç cephenin bileşmesi için hükümet ve muhalefet el ele vermeli. Çünkü savaştığımız sorun ulusumuzun, devletimizin geleceği ve var olmasıyla ilgili.

CHP’nin çiçeği burnunda genel başkanı Özgür Özel’in TBMM’de grubu bulunan partilerin terörü kınayan bildiriye, hangi gerekçeyle olursa olsun imza atmaması kabul edilir bir şey değil. Bu tavır, partinin kuruluş ilkelerine ters. Böylesi bir davranış, CHP’yi PKK ile aynı safa itti halk nezdinde. Atatürk’ün kurucusu olduğu partinin bu duruma düşmesi içler acısı.

Halkımızın yüzde seksenden fazlası ABD karşıtı. Ne yazık ki TBMM’de bulunan partilerin büyük çoğunluğu ABD dostu. Bu durum böyle gitmez. Halkla partiler arasındaki bu ters çelişkiyi yine halk çözecek. Çünkü böyle olduğu sürece iki yakamız bir araya gelmez.

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            25 Aralık 2023                                                                             

                                                                                             

 

TARİHİNİ BİLMEYEN GENÇLER (Pazar Yazıları)

Hafta içi İstanbul’un Anadolu yakasında bir AVM’deki aşevinde yemekteydik. Nerede olursam olayım çalışanlara hâl hatır sorar onlarla söyleşirim fırsat oldukça. Çalışanların hepsi, arı gibi gençler… Masadan masaya koşmaktalar. Yemek yiyenler; kalkıp gidince ivedilikle masalardaki çatal, bıçaklar ve boş tabakları kaldırıyorlar. Kullanılmış peçeteler, ıslak mendiller tabakların içine dolduruluyor el çabukluğuyla.

Masalar boşalıp iş bitince ceplerinden telefonları çıkartıp dalıyorlar sanal dünyanın derinliklerine. Yeni bir müşteri gelinceye dek telefonlarını ellerinden bırakmıyorlar. Yeni bir müşteri, kapıdan girdiğinde hemen telefonlar ceplere sokulup gelen kişi ya da kişiler karşılanıyor. Hemen masalara kâğıttan küçük örtüler konup üstlerine çatal ve bıçakları yerleştiriyorlar. Bu iş bittikten sonra bir adım geri çekilip gelenlerin ne yiyeceğini soruyorlar. Yemek istekleri, çalışanların ellerindeki elektronik aygıta yazılıyor. Az sonra yemekler, çalışanların elbirliğiyle getiriliyor. İçecekler, masaya özenle yerleştiriliyor.

Yemeğimizi yedik. Sıra çay içmeye geldi. Çalışan: “Bir isteğiniz var mı ağabey?” diye sordu. Ben de: “Çay ısmarlarsan içeriz.” dedim. “Ağabeyimin emri olur.” diyerek kanatlanıp uçtu sanki. Çok geçmeden çaylarımızı getirdi genç adam. Ona, nereli olduğunu sordum. “Gaziantep… Şahin Bey… Şahin Bey’le Şehit Kâmil yan yana…” dedi.

“Şahin Bey kim?” diye sordum.

Düşündü kısa süre, sonrasında yanıtladı beni: “Tam olarak bilmiyorum, ama büyük bir ağa olabilir.” dedi.

Öğrenimini sorunca liseyi bitirdiğini öğrendim. Şahin Bey’in kim olduğunu bilmemesine üzüldüğümü anladı yüzümden. “Ağabey ben Gaziantep’te doğup büyüdüm, ancak kökenim Şanlıurfa-Birecik. Zaten depremden sonra ailem, Birecik’e taşındı.” dedi durumu kurtarmak için. Böyle deyince Şanlıurfa ile ilgili sorumu yönelttim ona. Ne yazık ki atalarının yıllarca yaşadığı toprakların tarihine de yabancı…

Konuşmalarımız, diğer çalışanların ilgisini çekmiş olacak ki iki çalışan daha yanımıza yaklaştı. Bir önde, diğeri utangaç ve çekingen arkada. Aslında uyanık… Soru sormamdan korktuğu belli olmakta duruşundan, ancak merak da etmekte konuşmamızı. Birecikli çalışan, bana gülümseyen arkadaşını göstererek: “Buna sor bakalım, biliyor mu?” dedi.

Gülümseyen çalışan Muş-Malazgirtli… “Muş’u düşman işgalinden kim kurtardı?” diye sordum. Güldü: “Bilmiyorum, Muş, düşmanlar tarafından işgal mi edilmiş? Gerçi ben Malazgirtliyim, Muş’u bilemem.” diye yanıtladı beni. Bu yanıttan sonra söylenecek bir şey yok!

İki lise mezunu genç, kendi yöresel tarihini bilmiyor. Demek ki Kurtuluş Savaşı ve yerel tarih ne okullarda doğru düzgün öğretilmiş ne mahalle kahvelerinde konuşulmuş ne de ailelerde anlatılmış. Neden?

İlk çalışanın, Şahin Bey’i “ağa” sanması çok önemli. Çünkü gencin yaşadığı bölgede güç demek, ağa demek. Bir şey yapılırsa ağa yapar. Bir yere, birinin adı verilmişse ağadan başkası olamaz ona göre. Çünkü bilinçaltına derince işlenmiş feodalite, ağalık düzeni.

Bir toplumun gençlerinin ulusunun kahramanlarını tanımaması çok acıklı bir durum. Doğup büyüdüğü topraklardaki halkın yiğitliğini, yurtseverliğini, yaşamak için yaptığı savaşları bilmemesi kabul edilir bir şey mi? Gaziantep, Şanlıurfa gibi kahramanlık destanları yaratıp yazmış kentlerimizde doğup büyüyenlerin dedelerinin başarılarıyla gurur duymaması çok acı. Yalnızca Gaziantepliler, Şanlıurfalılar mı bilecek bu kentlerin tarihini? Doğaldır ki hayır! Tüm Türkiye bilecek bu kentlerimizin tarihini, kahramanlıklarını.

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, çıkmış TBMM kürsüsüne kendisinin sivil toplum örgütü olarak gördüğü tarikat ve cemaatlerle işbirliği yaptığını söylüyor. Bunun da Güneydoğu’daki gençlerin PKK’ya katılımını engellediğini söylemekte. Ah Milli Eğitim’im ah, sen kimlerin eline düşmüşsün? MEB, öncelikle bölgedeki çocuk ve gençlere yaşadıkları toprakların tarihini öğretsin. Bir ülkeye aidiyet, tarih bilinciyle olur. İslam’da olmayan tarikat ve cemaatlere güç katacağına, Türkiye’nin tarihini öğretmektir senin görevin. Tarikat ve cemaatler, toplumu ayrıştırıp böler; tarihsel bilgiye dayalı ulus bilinci ise halkı birleştirir.

Yusuf Tekin, TBMM’de söylediği talihsiz sözleriyle tekin biri olmadığını gösterdi. Oturduğu koltuğun sorunluluğunu taşıyacak biri de değil.

Ey Tekin, öncelikle sen git, çocuklarımıza ve gençlerimize Kurtuluş Savaşı tarihimizi doğruca öğret! Bak bakalım bu bilinci kazanmış biri, dağa çıkar mı? Halkımızın tarikat ve cemaatlerin safsatalarını öğrenmeye gereksinimi yok! Şunu da anımsatayım Yusuf Tekin, tarikat ve cemaat liderlerinin de feodal ağalardan farkı bulunmamakta. Her ikisi de feodalitenin tarihin çöplüğünde olması gereken halkın sırtındaki asalaklar. Sanıyorum öncelikle senin Türk tarihini öğrenmen gerek!

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            24 Aralık 2023

ATATÜRK’ÜN MUCUR’DA İKİ GECESİ

Atatürk’le yurdumuzun kurtuluşu için yola çıkan arkadaşları, 21 Aralık 1919 sabahı saat dokuzu on geçe iki gece kaldıkları Kayseri’den karlı bir havada ayrılırlar. Kayseriler, bir gün daha kalmaları için ısrarcı oldular. Ancak gidilecek yerler, konuşulacak insanlar vardı. Memleketin kurtuluşu için her günün, her saatin, her dakikanın büyük önemi bulunmaktaydı.

Gitmek istedikleri yer, Hacıbektaş’tı. Orada, Çelebi Cemaleddin Efendi ile Hacıbektaş Dede Postu Vekili Salih Niyazi Baba ile görüşecekti Mustafa Kemal Paşa.

Cemaleddin Çelebi, topladığı kişilerden oluşturduğu milis gücüyle I. Dünya Savaşı’nda doğu cephesinde Ruslarla savaşmıştı. Ayrıca 12 Haziran 1919’da Atatürk, Amasya’ya geldiğinde Gezirlik’te; onu karşılayan Vaiz Abdurrahman Kâmil Efendi öncülüğündeki Amasyalılar arasında o da bulunmaktaydı. Baştan beri Atatürk’ü destekleyen bir yurtseverdi.

Cemalettin Çelebi ile post vekili Salih Niyazi Baba arasında anlaşmazlıklar vardı. Ulusal birliğin çok önemli olduğu içinde bulunulan günlerde kişisel anlaşmazlıkların da giderilmesi gerekiyordu. Alevi ve Bektaşilerin ulusal birliğin dışında kalması düşünülemezdi.

Hacıbektaş’a varmadan önce Mucur’a gidip geceyi orada geçireceklerdi. İlk dinlenme ve gereksinim molası Himmetdede köyünde verildi. Sabahleyin on dakikalık gecikme nedeniyle on beş dakikalık dinlenme beş dakikaya indirildi Hüsrev Bey tarafından. Molada; Kayseri’den yolluk olarak verilen börekler, pastırmalar, sucuklar ve piliçler paylaşılarak yendi. Bu sırada kar yağışı yağmura döndü. Bu da yerdeki karı cıvıklaştırdı. Bu nedenle öngörülen saatte varılamadı Mucur’a. İki üç saat gecikilince akşam sekiz buçuğa doğru Mucur’a ulaşılıp Hükümet Konağı’nın önünde duruldu. Burada, onları Kaymakam Cevat Bey karşıladı, habersiz geldikleri halde.

Gece, ilçe eşrafı kaymakamlıkta toplandı. Milli Mücadele konusunda görüşmeler, bilgilendirmeler yapıldı. Paşa, o gece hükümet binasında yattı. Diğerleri ise eşrafın evlerine paylaştırıldı. Konuk oldukları evlerde çok güzel ağırlandılar. Zor bir yolculuktan sonra rahat bir gecenin sabahında erkenden kaymakamlık önünde buluşuldu Hacıbektaş’a gitmek için.

Hacıbektaş’a gidildi. 22 Aralık gecesi orada konuk oldular. Ertesi gün, yani 23 Aralık 1919 akşama doğru Mucur’a dönüldü. Atatürk, yine Hükümet Konağı’nda geceledi. Diğerleri de daha önce kaldıkları evlerde geceyi geçirdiler. Böylece Atatürk ve arkadaşları, Mucur’da iki gece kalmış oldular. Mucurluların Atatürk ve arkadaşlarına gösterdikleri ilgi ve yakınlık övgüye değer.

Mustafa Kemal Paşa ve Temsil Heyeti üyeleri 24 Aralık 1919 Çarşamba günü sisli, kesintili olarak yağan bir yağmurlu havada Kırşehir’e doğru yola çıktılar. (Bu yazıda, Mazhar Müfit Kansu’nun Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, Cilt II, Türk Tarih Kurumu Yayınları kitabından yararlanıldı.)

Mustafa Kemal’i Atatürk yapan, onun halkla yola çıkmasıdır. Kurtuluş Savaşı’nın her aşamasında halkına danıştı. Çıktığı zor yolda halkıyla yürüdü. Onun en büyük güç kaynağı ulusuydu.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

23 Aralık 2023

TARİHTEN DERS ALMAYAN ENVER PAŞA

1337 Yılında Delhi Sultanı Muhammet Tuğluk, yüz bin süvariyi fetih için Himalayalar üzerinden Çin’e gönderir. Süvariler, dağda donar. Yalnızca on asker sağ kalır. Onlar da geri dönerek felaketin haberini getirirler Hindistan’a. Sultan, bu on kişinin savaştan kaçtığını varsayarak onların idam ettirir. Himalayaların zorlu koşullarından, cehenneminde kurtulan bu on kişi, Sultan’ın gazabından kurtulamaz.

Hindistan, sıcak bir ülke… Himalayalar ise dünyanın en yüksek dağları… Bu dağların dorukları buzlu, yamaçlarının yüksek kısımları yılın her mevsiminde karlı ve soğuk… Özellikle kuzey yamaçları daha da soğuk…

Delhi koşullarında giyinip kuşanan yüz bin süvari, dünyanın doruğuna tırmandıkça hastalanmaya, donmaya başlar. Ne yazık ki Çin fatihi olmak için yola çıkan Sultan Tuğluk’un süvarileri donmuş anıtlara döner Himalayalarda hem de Çin’e varamadan ve Çinlilere karşı kılıç sallamadan.

Delhi’den Himalayalar üzerinden Çin’e giderken coğrafya sürekli değişmekte. İklim, her adımda farklılık göstermekte. Yol boyunca neredeyse dört mevsim yaşanmakta. Ne yazık ki Delhi Sultan’ı Çin’i fethetmeyi düşünürken ne coğrafya koşullarını ne de yol boyunca değişen iklimi göz önüne aldı. Bu olay, dünyanın her yerinde harp okullarında okutulur. Özellikle kurmay subaylara bir askerî harekâta girişmeden önce iklim ve coğrafi koşulları göz önüne bulundurmaları, bu örnek üzerinden öğretilir.

Enver Paşa, Sarıkamış harekâtını başlattığında Sultan Tuğluk’u usuna getirmiş midir acaba? Harp akademisinde bu dersi dinlemiş midir sınıf arkadaşları gibi?

Eğitimde önemli olan şey, öğretilenleri yaşamla ilişkilendirip içselleştirmekte.

“Askerler, hepinizi ziyaret ettim. Ayağınızda çarığınız, sırtınızda paltonuz olmadığını da gördüm. Fakat karşınızdaki düşman sizden korkuyor. Yakın zamanda saldırarak Kafkasya’ya gireceğiz. Orada her türlü bolluğa kavuşacaksınız. İslam dünyasının tüm umudu sizin son bir yardımınıza bakıyor. (Prof. Dr. Bingür Sönmez-Reyhan Yıldız, Ateşe Dönen Dünya: Sarıkamış, Sokak Kedisi Yayınları, 8. Baskı, s. 185)” 17 Aralık 1914’te Enver Paşa, yazlık giysilerle ya da don gömlekle savaşa gönderilmek üzere olan askerlere, bu buyruğunu gönderiyordu. Kolordu karargâhına giden bu buyruk karşısında askerlerin ne düşündüklerini bugünden duygudaşlık yaparak anlamak çok zor. Oysa Ruslar, Kars ve Sarıkamış’a kadar demiryolu yapmışlardı. Hem asker hem de ordunun gereksinmeleri trenle taşınmaktaydı kilometrelerce öteden.

Sarıkamış’ta askerimiz daha çok soğuktan donarak ve tifüs salgınıyla kırıldı. Dağları aşıp giden kahramanlarımız olsa da savaşın sonucuna bakmalı. Bu yenilgiden sonra Ruslar, Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’nun büyük kısmını işgal ettiler.

Tarihten ders almasını bilmeyen bir devlet yöneticisinin ve ordu komutanının bilgiye, bilime, birikime, eğitime önem vermemesinin felaketidir aslında bu yenilgi. Büyük komutan olmak, tarih yazmak için öncelikle tarihten ders almak gerekmez mi?

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            23 Aralık 2023

SARIKAMIŞ, KAPANMAZ BİR YARA


Alışkanlıklarımdan biridir. Her 21 Aralık akşamı Erzurum ve Kars’ın hava durumunu öğrenirim radyo ve televizyonlardan. 22 Aralık sabahı olur, gündüz ve gece sıcaklıklarını yazarım belleğime. Kendimce hesaplar yaparım. Aynı doğal koşullarda ve enlemde her yüz metrelik yükseltide sıcaklığın bir derece düşebileceğini var sayarak Allahuekber dağlarının yamaçlarında, doruğunda sıcaklığın kaç derece olduğunu belirlerim kendimce. 22 Aralık 1914'te karla kaplı dağları aşarak Ruslara karşı kış koşullarına uygun giyimi kuşamı olmadan yürüyüşe geçen on binlerce Mehmetçiği düşünürüm. Onlarla duygudaşlık yaparım.

Çocukluğum, Sarıkamış şehitlerinin çokça anlatıldığı bir yörede geçti. Çevremizde Sarıkamış’ta şehit olan çok sayıda asker vardı. Babamın iki amcası, Sarıkamış’a gitti ve bir daha geri dönmedi. Herkes şehit olduklarını anlatırdı. O sırada dedem ve diğer kardeşi Rusya’da gurbetteydiler. Onlar da ağabeylerinin sonlarının ne olduğunu öğrenemediler. Zaten savaş koşullarında geri dönemediler Rusya’dan. Bolşevik devrimi olduktan sonra da tutsak edildiler uzun süre. Dedem bir yolunu bulup beş arkadaşıyla kaçtı bu tutsaklıktan. Köyümüze geldiğinde ailemizden kimsenin kalmadığını gördü. Üstelik atalardan kalma evimiz de işgalci Ruslarca yakılmıştı. İşte, ailemizin küllerinden doğup yeniden var olması Sarıkamış felaketinden sonradır.

Birinci Dünya Savaşı 28 Temmuz 10914’te başladı. Osmanlı Devleti ise Almanya ile 2 Ağustos 1914’te yaptığı anlaşmayla savaşa katılma kararı verdi. Yavuz ve Midilli dahil olmak üzere on beş parça savaş gemisinden oluşan Osmanlı donanması, Rusya’nın Sivastopol ve Novorossisk limanlarını bombaladı. Ardından Rusya, Osmanlıya savaş ilan ederek doğu sınırlarımızdan ülkemize girmeye başladı 1Kasım 1914’ten itibaren. Bu işgal girişimine karşı Türk ordusu direnişe geçti.

Peki, doğu sınırımızı ve topraklarımızı savunmakla görevli 3. Ordumuzun durumu nasıldı? Bu sorunun yanıtını ordu komutanı Hasan İzzet Paşa’dan öğrenelim:

“Hasan İzzet Paşa, ordusunun durumunu 12 Eylül 1914 tarihli aşağıda gösterilen telgrafla Başkumandanlık Vekâletine bildirmişti:

‘3. Ordu’nun er mevcudu halen 160.000 civarındadır. Bunun ancak az bir kısmı elbiseli olup kalanı başıbozuk kıyafetlidir. Bunların giysileri de don ve gömlekten ibarettir. Bu durumun disipline etkisi dikkate alınmasa bile, buranın sert havası ile birçoğunun hasta olacağı şüphesizdir. Sağlanan her türlü kumaştan elbise yapmak ve Erzincan atölyelerini gece ve gündüz işletmek gibi tedbirlerden başka, koyun postundan ceket, keçeden mintan yapmak gibi hatıra gelebilecek bütün imkânlara başvurulmuştur. Elbiseleri kısmen iyi olanlara bir şey verilmese dahi, buradan sağlanabilecek bu gibi giysilerle erlerin pek azı korunabilecek ve bu bölgenin uzun ve şiddetli kışı birçok erin hastalanmasına ve ölmesine sebep olacaktır. En azından 100.000 erlik elbiseye ve bu oranda mahruti çadıra ihtiyaç vardır. Sağlanabilecek kaput, ayakkabı, elbise ve çadırların acilen gönderilmesini istirham ederim. (Hasan İzzet Altınanıt, Ülkem Ateş Çemberi ile Kuşatılmış iken… Sarıkamış, Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Bingür Sönmez, Babıali Kültür Yayıncılığı, Birinci Baskı, Mart 2013, s. 84-85)” Dünyayı kasıp kavuracak olan bir savaşa girmeden önce Erzurum merkezli 3. Ordunun durumu budur. Don gömlekten başka giyimi olmayan askerlerle Allahuekber dağlarını aşmayı düşünen bir askeri yönetim söz konusu. Hem de hava sıcaklığının eksi yirmi derecenin altına düştüğü koşullarda…

“Üçüncü Ordu iaşe bölgeleri içinde motorlu taşı işleyebilen tek yol Trabzon-Erzurum arasındaki şosedir. Trabzon’dan hareket eden bir kolun Hasankale’ye gidiş-dönüşü otuz günde tamamlanmaktadır. Başka bir deyişle, ordunun bir günlük ihtiyacı bir ayda taşınabilmektedir. Asıl sıkıntı ise erzak ya da cephane bulmak değil, cepheye ulaşmaktır. (Prof. Dr. Bingür Sönmez-Reyhan Yıldız, Ateşe Dönen Dünya: Sarıkamış, Sokak Kedisi Yayınları, 8. Baskı, s. 208)” Görüldüğü gibi yüz bin kişiyi aşkın bir ordunun günlük gereksinmelerini karşılamak o günün koşulları içinde neredeyse olanaksız. Başkomutan Enver Paşa’nın cepheye gelmek için Trabzon’dan Erzurum’a yaylı at arabasıyla beş günde ulaşabildiği düşünüldüğünde hava, yol ve coğrafi koşulların ne denli güç olduğu, olumsuzluk yarattığı anlaşılır.

Osmanlı Devleti; Bezm-i Alem, Bahr-i Ahmer ve Mithat Paşa gemileriyle Sarıkamış cephesine İstanbul’dan yardım gönderdi. Bu gemiler, taşıdıkları yükü ve askerleri Trabzon limanına indirecekti. Ancak 7 Kasım 1914’te Ruslar, bu gemilerin üçünü de Zonguldak yakınlarında batırdı. Böylece bu yardım girişimi, amacına ulaşmadı.

Enver Paşa ile 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa arasında harekâtın yapılması konusunda sert tartışmalar olur. Hasan İzzet Paşa, bu kış koşullarında harekâtın başarısız olacağını savunur. Enver Paşa ise ne olursa olsun harekât yapılmasını savunur.

“Enver Paşa, Hasan İzzet Paşa’yı haşlayan sert bir hava içinde: ‘Hatalı hareket ettiniz. Başarılı olamadınız. Rus ordusu burada yok edilmeli idi. Şimdi derhal harekete geçeceksiniz ve Rus ordusunu Sarıkamış cephesinde yok edeceksiniz.’ Ordu Kumandanı Hasan İzzet Paşa’nın cevabı da serttir:

‘Olmaz! Etrafı görüyorsunuz; kış, kar başlamıştır. Bu olumsuzluklar ve bu mevsim içinde bir ordu harekâtı iyi netice vermez. Kış şiddetini kaybetsin, yollar harekâta imkân sağlasın düşmanı yok edeceğim. (Altınanıt, s. 126)” Görüldüğü gibi Enver Paşa’nın ne Ordu Komutanını dinleyecek ne doğal koşulları görecek ne de askerin olanaksızlıklarını anlayacak durumu vardır. Üstelik Hasan İzzet Paşa, Enver Paşa’nın Harp Okulundan hocası…

Hasan İzzet Paşa, harekâtın olmaması konusunda diretince Enver Paşa: “Hocam olmasaydınız sizi idam ettirirdim. (Aynı yapıt, s. 127)” demiştir.

Enver Paşa, tüm uyarılara karşın Sarıkamış harekâtını başlatır. Sonuç mu? Felaket olur. Askerlerimizin çoğu, Allahuekber dağlarında soğuğa yenilir. Her yan donarak şehit olan Mehmetçik ile dolar.

Sarıkamış harekâtının 109. Yılında şehitlerimizi saygıyla anıyorum.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                  

ATATÜRK, HACIBEKTAŞ’TA

Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları geceyi Mucur’da geçidiler. Sabahleyin iki otomobille Hacıbektaş’a doğru yola çıkıldı. Bozuk yollar, arabaların rahatça yol almasını engellemekteydi.

“Fakat otomobiller Hacıbektaş’a kadar, tabii yoldan gidebildiler. Çiftliğe geldiğimiz zaman öğle olmuş ve karnımız acıkmıştı. Köy halkı Alevi idi. Bizi bir evin selamlık denilen odasında kabul ettiler. Fakat Salih Baba henüz gelmemişti. Bir saat bekledikten sonra Salih Baba bir araba ile geldi. Vürudu ile yemek de çıktı. Kahveler içildi. Bu yol için program yoktu. Binaenaleyh yola çıktık ve Salih Baba’yı Rauf Bey’le beraber bulunduğum otomobile aldık. Salih Baba zayıf, sakallı, orta boylu, mütebessim çehreli, çok zarif bir zattı. (Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber II. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1986, s. 493)”

Hep birlikte Çelebi Cemaleddin Efendi’nin yanına gitmek için yola çıkıldı. Yolda masonluk konusundan söz açıldı. Salih Baba, bu konuda arabadakileri bilgilendirdi. Onun akıcı bir dille anlattığı öyküler sayesinde yolculuk kolay geçti. Böylece Hacıbektaş’a vardılar. Çelebi Efendi’nin evine varıldı. Halk, buraya “saray” dermiş. Ev; haremlik ve selamlığı olan, siyah toprak sıvalı, büyükçe bir yer.

Evin merdivenlerinden çıktılar. Burada bir odaya alındılar. Oda sedirlerle çevrili. Birkaç iskemle ve sigara masaları var. Odadaki gösterişsizlik konukların ilgisini çekti. Burası, kabul odası. Kısa süre sonra Çelebi Efendi gelir odaya.

“Çelebi Cemaleddin Efendi orta boylu, tıknazca ve kara sakallı, başında yeşil bir sarık sarılmış, cübbeye benzer siyah bir pardösü giymiş kıyafette idi. Paşa bizi takdim etti. İlk mülakatlara mahsus havai sözler söylendi. Ve bir müddet sonra ‘İstirahat buyurunuz’ diye Cemaleddin Efendi hareme gitti. Ortalık kararınca odaya bir masa getirilerek rakı takımları konuldu. Cemaleddin Efendi geldi. Rahatsız olduğundan içmediğini, fakat şerefimize içeceğini söyleyerek rakıya başladı. Paşa: ‘Biz de içmiyoruz’ cevabını verince Cemaleddin Efendi: ‘Burada içmemek nasıl olur?’ Bu adeta bizi tahkirdir!’ diye kadehi Paşa’ya sundu.

Birkaç kadeh rakıdan sonra yemek yenildi. Ve Paşa, Çelebi ile görüşerek, tamamen Kuvayi Milliye’ye taraftar olduğuna dair söz aldı ve buraya gelmekten maksadımız da hasıl oldu. Bu müzakere pek uzun sürmedi. Çelebi Efendi derhal vaziyeti kavradı ve adamlarına lazım gelen talimatı vereceğini vadetti. Paşa’nın, vaziyet ve giriştiğimiz mücadele hakkında verdiği tafsilat Çelebi’nin nazarı dikkatini celbetti. Hatta Çelebi daha ileri giderek cumhuriyet taraftarlığını ihsas ettirdi ise de Paşa zamanı olmayan bu mühim mesele için müsbet veya menfi bir cevap vermeyerek gayet tedbirli bir surette müzakereyi idare etti. Anlaşılıyor ki Cemaleddin Efendi cumhuriyete taraftar, hele Salih Baba, hür fikirli, çok ileri bir zat. Ertesi gün Hacı Bektaş türbesi ziyaret edildi ve Salih Niyazi Baba’nın öğle yemeği davetinde bulunduk. Salih Baba türbenin ve dergâhın her tarafını gezdirdi. Meydan evi denilen mahalde yere küçük ve alçak bir masanın üzerine konulan büyük bir sininin etrafına oturduk. Hepimizin önünden dolaşan uzun bir havlu, yemekte çatal, bıçak vardı. Çok nefis bir yemek… Can denilen müritler pek mükemmel ve sessiz hizmet ediyorlardı. Doğrusu yemekteki bu intizama hayret ettik. Yemeği müteakip ucu zıvanalı sigaralar ve kahveler de ikram edildi. O gün akşam üstü Mucur’a avdet edileceğinden, hareket zamanına kadar hoş bir sohbet ile vakit geçirildiği gibi, Çelebi ile Baba arasındaki ihtilaf bir derece halledilir bir şekle konuldu. (Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber II. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1986, s. 494)” Görüldüğü gibi ülkemizin birçok yerinde yaşayan Alevilerin lideri durumunda bulunan Çelebi Cemaleddin Efendi ile Salih Niyazi Baba’nın Milli Mücadele için desteği alındı. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa aralarında az da olsa sorunlar bulunan bu iki Alevi önderinin yakınlaşmasını da sağladı.

Yemekte çatal ve bıçağın olması ilgi çekici. O dönemde çoğu yerde elle yemek yendiği düşünüldüğünde bu, ileri ve modern bir davranış.

Cemaleddin Çelebi, cumhuriyet konusunda sanki Atatürk’ün kafasındakileri okudu. Bu konuda öngörüsü övgüye değer.

Atatürk ve arkadaşları Aş Baba’yı, Kırklar meydanını, camiyi, Balım Sultan’ı ziyaret ettiler. Aleviler arasındaki iş bölümüne hayranlık duydular.

“Bir sıra Mustafa Kemal Paşa yanıma sokularak: ‘Büyük babalara ellişer lira verelim.’ dedi. Ben de muvafık gördüm. Aş Babadan başlayarak ellişer lira verdik. Hizmet edenleri de sevindirdik. Fakat Aş Baba parayı alırken: ‘Eyvallah, fakat bu benim şahsıma değil, dergâha aittir.’ dedi. (Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber II. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1986, s. 495)”

Atatürk ve yanındakiler, geceyi Mucur’da geçirmek için Hacıbektaş’tan ayrıldı. 23 Aralık 1919 Salı gecesini Mucur’da geçirdiler.

Mustafa Kemal Paşa ve Temsil Heyeti, 18 Aralık’ta Sivas’tan ayrılarak dokuz günde vardılar Ankara’ya. Yol boyunca yerleşim yerlerine uğrayarak halkla görüştüler. İşgale karşı yapacakları savaş için halkın desteğini aldılar. Atatürk, yaptığı her şeyi halkıyla yaptı. Halkın desteğini almadan hiçbir işe girişmedi. Onun büyük başarısının temelinde yatan da bu.

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            22 Aralık 2023

ATATÜRK VE ARKADAŞLARI KAYSERİ’DE

Atatürk ve arkadaşları, Ankara’ya gitmek üzere 18 Aralık 1919 Perşembe günü Sivas’tan yola çıktılar. Yola çıktıklarında hava kar yağışlı ve çok soğuktu. Bu havada üstü açık arabalarla yolculuk etmek bir başka zorluktu. Önce Kayseri’ye gideceklerdi. O zamanın hava ve yol koşullarında Sivas’tan Kayseri’ye bir günde varılamıyordu. Bu nedenle gün kararmadan bir kasabada mola verildi. Gece, burada geçirildi.

19 Aralık 1919 Cuma günü saat tam dokuzda yola çıkıldı yeniden. Kar yağışı gittikçe hızlanmaktaydı. Yerlerde epeyce kar birikmişti. Kayseri’ye yaklaşmışlardı. Yolda dolma tekerli olmayan arabanın iç lastiği patladı. Bu arabada Mazhar Müfit ve Hüsrev beyler vardı. Üç araba da durdu. Lastik değiştirildi. Değiştirilen lastik yine patladı bir süre sonra. Bu kez diğer iki araba yavaşça yollarına gittiler. İkinci yedek lastik yerine kondu. Lastiği patlayan araba, yeniden yola koyuldu.  Diğerlerini yetişmek için hızlandı. Yarım saat sonra aynı arabanın iç lastiği yeniden patladı. Terslik olacak ya… Yedek lastik yok! Sürücü, paçavra gibi ne bulduysa patlayan lastiğe doldurup yola çıktılar. Öndeki arabaları yetişme umudu kalmamıştı artık.

“Akşam oluyor, Kayseri’ye yaklaştıkça kar daha ziyadeleşiyordu.; nihayet karla örtülü yolu da kaybettik. Geçen otomobillerin izinden istifade ediyorduk. Fakat şiddetli yağan kar, izleri kapamıştı. Bilmem nasıl oldu bir kar yığınına saplandık. Ve durduk. Hüsrev Bey, ben, Yüzbaşı Bedri Bey ve şoför o kadar uğraştığımız halde, otomobili kardan çıkaramadık.  

Ortalık kararmağa başladı, kısa bir müzakereden sonra olduğumuz yerde kalmaktan başka çare bulamadık. Kayseri’ye varan arkadaşlar elbette bize muavenet için, bir çareye tevessül edeceklerdi; bu cihetle olduğumuz yerde beklemekten başka yapacak hiçbir tedbir yoktu. Yalnız, gece karpit lambalarını yakarak olduğumuz yeri göstermek istedik ve bu soğukta ve karda bir kurt hücumuna maruz kalmamak için Bedri Bey makineli tüfeği ateşe hazır vaziyete getirdi. Biz de tüfeklerimizi ele alarak, otomobilin etrafında uyuşuk ayaklarımızı harekete getirmek üzere dolaşıp durduk. (Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber II. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1986, s. 490)” Yolculuk, görüldüğü gibi hiç de kolay olmaz. Bin bir güçlükle karşılaşırlar.

Mustafa Kemal Paşa, Kayseri’ye varır. İmamzade Reşit Ağa’nın evine konuk olur. Mazhar Müfit ve Hüsrev beyler de bu evde konuk olacak biçimde hazırlıklar yapılmıştı. Rauf Bey, Nuh Efendi’nin; diğerleri de farklı kişilerin evlerinde konaklayacaktı.

Reşit Ağa’nın evinde sofra hazırlanıp Mustafa Kemal Paşa’nın önüne konmuş. O: “Arkadaşlarım gelemeden sofraya oturmam.” deyince Amerikan kolejinden bir kamyon bulunmuş. Kamyona jandarmalar binmiş. O zamanlar Kayseri’de bir kamyon bulmak çok zor iş. Kamyonu bulan Taşçızade Mehmet Efendi.

“… Her ne ise kamyonun gelmekte olduğunu gördük ve sevindik.

Nihayet otomobili kamyona bağlayarak kardan kurtardık ve Kayseri’ye hareket ettik, İmamzade Reşit Ağa’nın hanesine geldiğimiz zaman, gece yarısına bir saat vardı.

Donacak bir haldeydik, Paşa’yı hazırlanmış sofraya oturmamış, gezinmekte bulduk. Merak ile: ‘Aman yahu, nerede kaldınız, merak içindeyim.’ dedi. Ben de: ‘Bizi bırakıp kaçtınız, bu olur mu?’ dedim. ‘Ne bileyim, dedi, arkadan yavaş yavaş geliyordunuz; kara saplandığınızı zannetmedim. Neyse geçmiş olsun. Bu havalarda bu kırık dökük otomobillerle bundan daha iyi seyahat mümkün olur mu?’

Biraz ısındık ve sofraya oturduk. Paşa’nın güzel hikayeleriyle çektiklerimizi unutarak güle güle yemek yedik. Ertesi gün Kayseri’de kalacaktık; ziyaret edilecek yerler vardı.

Gece yarısını geçmiş idi ki, yatak odalarına çekildik. Paşa sağdaki odada, ben karşıdaki odada, Hüsrev Bey de yanımdaki odada mükemmel ve çok rahat yapılmış yataklara kavuştuk. Odalar, yanan sobalarla mükemmel teshin (ısıtma-AH) edilmişti. Rahat uyuduk. Doğrusu Reşit Ağa’nın misafirperverliğini unutamıyorum.

Sabahleyin mükemmel bir kahvaltı yaptık; evet, mükemmel diyorum, bizim aylardır ki tereyağ, kaymak, süt, bal gördüğümüz yoktu. Bu gibi şeylerden mahrum kaldıktan sonra insan bir gün kavuşursa kıymetleri o zaman daha ziyade artıyor.

Paşa kahvaltıda yine şakaya başladı. Ev sahibine: ‘Azizim, biz her sabah sütten, kaymaktan bıktık. Sizin meşhur pastırmanız vardır, üzerine birkaç taze yumurta kırılsa da daha kuvvetli bir kahvaltı alsak, nasıl olur. Bugün gezeceğimiz yerler var, öğle yemeğini biraz geç yiyeceğiz!’ dedi. Ve Paşa bana bir göz işareti yaptı. Reşit Ağa: ‘Başüstüne efendim.’ diye fırladı gitti.

Paşa: ‘Öyle değil mi? Kaymaktan, sütten, baldan filan bıktık.’ deyince bir kahkaha attık. ‘Adi bir çay ile bir dilim ekmekten ne haber Paşam?’ dedim. ‘Canım pastırmalı yumurta istedi de onun için söyledim.’

Beş on dakika geçmeden pastırmalı yumurta geldi. Nihayet mükemmel bir yemek yedik demektir. Arkadaşlar da birer birer geldiler, birleştik. Askeri kulübü gezdik; bir küçük mütevazı evdi. Sonra bazı mektepleri ve Ermeni cemaatine ait mektebi ve papazını gördük. Fakat Kayseri’yi terk etmek üzereymişler.

İleri gelenlerle, işimiz hakkında müzakerelerde bulunuldu. Kayserililer umumiyetle Kuvayı Milliyeci ve fedakâr ve vatanperver insanlardır. Her şeye hazır olduklarını memnuniyetle müşahede ettik. (Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber II. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1986, s. 491-492)”

Kayseri’de konaklamak iyi oldu Mustafa Kemal ve arkadaşları için. Burada kentin ileri gelenlerine Kurtuluş Savaşı’nın amacı anlatılıp destek alındı.

Yukardaki alıntıda benim ilgimi en çok çeken şey, Paşa’nın arkadaşlarıyla ilişkisinde doğal ve içten davranması. Onlarla şakalaşması, onların Paşa’ya takılmaları saygı ve hoşgörü çizgisinde olmakta. Konuk olduğu ev sahibiyle ilişkisinde de kardeşlik hukuku söz konusu. Anadolu insanının özverisi bu konaklamada her yanıyla ortada.

Kurtuluş Savaşı’nın çok zor koşullarda kazanıldığını bilmeli her yurttaşımız. Bu da döneme ait anıların okunmasıyla olur. Kulaktan dolma bilgi ve söylentilerle bu büyük halk savaşımı kavranıp öğrenilemez. Her şeyden önce çok okumaya gereksinmemiz var.

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            18 Aralık 2023

 

ATACAN’IN ÇAY İÇMESİ (Pazar Yazıları)

        Atacan (12), ilginç bir çocuk… İyi bir gözlemci… Yürüyüp konuşmaya başladıktan sonra sorgulayıcılığı, buna koşut olarak da benliği son derece gelişti. Bu süreçte en beğendiğim özelliği ise kendini, çevresinde büyük, küçük demeden herkesle eşdeğer görmesi. Büyüklerin olduğu bir ortamda kendisine çocuk tavrı gösterilerek yetişkinlerden ayrı tutulmasına hep karşı çıktı. Her ortamda kendine bir birey olarak değer verilmesini, saygı duyulmasını istedi.

Yıllar önce bir gün eşim ve Atacan’la bir aşevine yemeğe gittik. Yemeklerimizi yedik. Yemekten sonra alışkanlık olduğu üzere çaylarımız geldi. Gelen çay, iki bardak… Yani Atacan için çay getirmemiş aşevi çalışanı. Çocuk, gözleriyle aynı hizada bulunan masadan kafasını kaldırarak ve kırmızı gözlüklerinin üstünden ters ters bakarak çayları getiren çalışana: “Benim çayım nerede?” diye sordu. Çalışanın şaşkınlığı uzun sürmedi. “Özür dilerim, senin çay içebileceğini düşünmemiştim, özür dilerim. Hemen getiriyorum çayınızı.” dedi. Az sonra da çayı geldi. Bizim bardaklarımız yarıya inmişti çoktan. Onun çayının yarısını, benim bardağıma döktüm. Boşalan bölümü, çocuğun önündeki soğuk suyla doldurdum. Bir tane şeker atıp karıştırdım. Sonrasında “Buyur, iç!” dedim.

Çayına kavuşan çocuk, arkasına yaslanıp gülümsedi önce. Çünkü isteği yerine getirilmişti. Ardından masaya yaklaşarak çay bardağını eliyle iyice kavrayıp ilk yudumunu aldı. Gözleri parladı birden. Çayını çabucak içip bitirdi. Masamızı gözlemlemekte olan aşevi çalışanına seslendi: “Abi, bir çay daha içebilir miyim size zahmet olmazsa?” dedi. Çalışan, “Tamam!” anlamında başını salladı. Çabucak gidip üç bardak çay getirdi. Bu kez Atacan’ın bardağı yarımdı. Hemen su doldurduk bardağın boş kısmına. Çocuğun keyfi yerinde…

Çayını içerken Atacan, bir yandan çevresine bakıyor. Çünkü çay istediğinde yan masalarda oturanlar, belli etmeden gülümsemişlerdi, biraz şaşkınlıkla. Bunu fark etti çocuk. Çay içerken onlara bakmasının nedeni bu. Keyifli görünmesi de bundan. Bir işi başarmanın keyfi bu. Bir çocuk olarak önüne çay getirterek bir utku kazandığını düşünmekte. Böyle yaparak bizimle eşit olduğunu kanıtlamanın mutluluğunu, sevincini yaşayıp keyfini sürmekte.

Atacan, ilk çay içme başarısından sonra gittiğimiz her yerde çay istedi. Kendisini çocuk yerine koyup çay getirmeyenlere hep kızdı içten içe. Aşevi çalışanlarına, incelikle kendini anımsattı.

Ailecek, dostlarla çay bahçelerine gittiğimizde Atacan oturur oturmaz çay ister. Çünkü bu onun için bir özgürlük, eşitlik göstergesi. Özgülük, eşitlik kavgasını veren çocuk iyi bir çay içicisi oldu. Çay içmesinin bir başka nedeni de Türkiye’nin dünyada çay içmede birinci olmasını sağlamak. Bunu bir ulusal yarış olarak görmekte. Türk çayı içmek, onun için önemli. Türlü yollardan dışarıdan gelen çayları içmez. Önerildiğinde o çaylarla yerli çayımız arasındaki farkları anlatır zevkle. Çayımızı, her ortamda tanıtmaktan mutluluk duyar.

Çocuk, çay içmeye başlayınca bu tılsımlı içeceğin bir sosyalleşme aracı olduğunu kolayca kavradı. Yolda izde arkadaşlarımıza, tanıdıklarımıza rastladığımızda “Çay içmeye gidelim.” der. Çay içince söyleşilerin koyulaşacağının farkında.

Çocukların sevgiyle büyüyüp saygıyla kişilik kazanacağı gerçeğini bilerek onları kendimizden ayrı tutmak çok yanlış. Onların küçük bedenleri içinde büyük bir kişilik taşıdıklarını unutmamalı. Çocuklar, olağanüstü gözlemciler. Yapılan yanlışları da doğruları da çok kolay kavramaktalar. Onları adam yerine koymalı, ona göre davranmalı. Tersi olduğunda Atacan’ın ilk gittiğimiz aşevinde yaptığı gibi kendini adam yerine koydurtur. Çocukları, buna zorunlu bırakmayalım.

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            17 Aralık 2023

KONUKLARA HOŞ GELDİN DEMEYEN ÇOCUK VE GENÇLER

        Tablet ve telefondaki oyun bağımlılığının birçok tinsel ve sosyal sorunu ortaya çıkardığını neredeyse her ebeveyn ve öğretmen gözlemlemekte. Bu sorunların ortaya çıkmasındaki asıl neden çocuk ya da genç, oyuna başladığında yaşamın tüm alanlarıyla ilişkisini kesmekte. Yaşamı, elindeki tablet ve telefondan ibaret saymakta. Yaşamın gerçekleri yerine, sanal bir dünyayı koymakta.

Sanal oyun bağımlılığı, çocuk ya da genci yaşamın somut gerçeklerinden ve olağan akışından koparmakta. Yaşamın ekranda gördüğü gibi olduğunu sanmaktalar. Bu nedenle sosyalleşmeden uzaklaşmaktalar. Çünkü oyun, giderek insan ilişkisinin yerini alıyor. Bu çocuk ve gençler, oyuna bağlandıkça insanlardan uzaklaşmaktalar.  Artık yaşamlarından başta insan olmak üzere tüm doğal varlıkları çıkarmaya başladılar çoktan.

Oyun bağımlılığı tuzağına düşmüş çocuk ve gençler, yolda izde karşılaştığı akrabalarına, arkadaşlarına, tanıdıklarına doğru dürüst bir selam vermiyor. El sıkışma, sarılma gibi yakınlık, içtenlik gösteren eylemlerden uzak durmaktalar. Hâl hatır sorulmamakta. Boş ve kaçamak gözlerle bakmaktalar karşılarındakine. Zaten bağımlı çocuk ya da genç, yürürken de telefonda oyun oynamayı sürdürmekte. Yolda karşılaştıklarıyla birkaç söz konuşmak, hâl hatır sormak onlar için zaman yitimi. Oysa insanlarla selamlaşmak, hâl hatır sormak; insanı sosyal bir canlı yapan en belirgin davranışların önemlilerinden biri. Çünkü insan, yalnız yaşayamayan sosyal bir varlık. Onu ayakta tutan, sosyalleşmenin getirdiği toplumsal iş bölümü. Bağımlılık yüzünden çocuk, insan olarak var olma kuralından kendini soyutlamakta.

Toplumumuzun vazgeçilmezlerinden biri, evlerimize gelen konuklar… Türk geleneklerinin en başında gelir evlerimize gelen konukları ağırlamak. Konukları olduğunca mutlu etmek, ev sahiplerinin en çok özen gösterdiği davranış biçimi. Evimize gelen kişileri kapılarda karşılayıp içten “Hoş geldiniz!” demek, konuklarımıza verdiğimiz değeri gösterir. Yine onları kapıdan geçirip tokalaşıp kucaklayarak uğurlamak da geleneğimizin önemli bir parçası.

Oyun bağımlısı çocuk ve gençler, evlerine gelen konuklara “Hoş geldiniz!” demiyorlar. Çünkü onlar geldiğinde de gözleri, usları ekranda... Anne ya da babalarının uyarmalarıyla yarım ağız bir “Hoş geldiniz!” demekteler. Ne yazık ki bunun sonrası gelmiyor. Hâl hatır sorma aşamasına geçmiyor bu zoraki hoş geldin.

Oyun bağımlılığı, çocuk ve gençleri en temel insan davranışından uzaklaştırmakta. Bu da onu, toplumdan soyutlayıp yalnızlığa itmekte. Bu da çocuk ve gençlerin sağaltımı zor tinsel ve sosyal sayrılığın içine gömmekte.

Tablet ve telefonlardaki oyun bağımlılığı, toplumuzu ve insanlığı tehdit eden en büyük sorunlardan biri. Bu konu, geçiştirilecek bir sorun değil. Bu sorunu, elbirliğiyle çözmeli. Özellikle konunun uzmanları, bu önemli soruna çözüm bulmak için kolları sıvamalı. Çünkü çocuk ve gençler, toplumumuzun ve insanlığın geleceği. Gelecek, kolay harcanacak bir şey değil.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  16 Aralık 2023