O ENKAZLARIN MİMARI SİZSİNİZ (Deprem Yazıları-2)

            Şubat 2001’de Belçika’nın Genk kentindeydim. Bu kentte, belediye meclis üyeliği yapan bir öğretmen arkadaşımla belediye hizmetleri konusunda konuştuk uzun uzun. Ona sordum: “Burada kaçak kat yapılıyor mu?”

Ali Bey, gülümseyerek “Burada kaçak kat yapmak kimsenin usuna gelmez. Bu nedenle böyle bir sorunla karşılaşmayız belediye olarak.” Şaşkınlığımı görünce sürdürdü sözlerini: “Burada evinizde yapacağınız en küçük değişikleri bile belediyeye sormak zorundasınız. Örneğin, balkonunuzu kapatamazsınız. İşinize geldiği gibi tadilat yapamazsınız. Bunların hepsi için izin almalısınız.”

“Almazsak ne olur?” dediğimde ise “Ceza alırsınız, ayrıca yaptığınız her şeyi yıkıp eski durumuna getirmek zorundasınız.”

Bir arkadaşım yeni bir ev almıştı. Evin her yerinde değişiklikler yaptı. Bu değişikler yetmezmiş gibi on yıl içinde evde üç kez değişiklikler oldu. Balkonlar salon ve odalara katıldı. Banyodaki fayanslar, fazla masraf olmasın diye kırılmadı. Üzerlerine yeni fayanslar yapıştırıldı hem de üç kez. Koca banyoda üç kat fayans var. Her fayansın bir ağırlığı var ve yapının belli bir bölümündeki taşıyıcı sisteme ağırlık bindirmekte. Bu değişikliler için ne belediyeden izin aldı ne de bu işi bilen bir mühendise danıştı. Zaten belediye yetkilileri bu tip değişikliklere bugüne dek müdahale ettiğini görmedik. İstanbul’un hangi sokağında, caddesinde yürürseniz yürüyün neredeyse her yapıda benzer değişiklikleri dışarıdan fark edebilirsiniz.

1999 Gölcük depreminde kolonları kesilen yapılar görüp işitmiştik. Bugün İzmir-Bayraklı’ya bakıyoruz. Yine aynı sorun karşımıza çıkmakta. Yıkılan yapıların alt katlarında bulunan işyerlerinin kolonlarının kesildiği söylentisi var. Bakalım doğrulanacak mı bu söylentiler?

Peki, kolonlar kesilirken, yapılarda herkes kafasına göre değişiklikler yaparken belediye yetkilileri ne iş yapıyor? Sulak alanlara, çok katlı yapıların yapılmasına kimler izin verdi? Yıkılan yapıları kimler denetledi? Bu yapıların malzeme kalitesi, yalnızca yapsatçının vicdanına mı bırakıldı?

İzmir’deki yıkım baştan sona derslerle dolu. Öncelikle depremden kaçan kişilerin yolları tıkamasına söyleyecek söz bulamıyorum. Yolların tıkanması nedeniyle yardım ekiplerinin bazıları yıkıntılara ulaşmakta güçlük çekti.

Deprem olmuş. Her yan darmaduman… Sen kaçıyorsun da nereye? Gideceğin yerin güvende olduğunu nereden biliyorsun? Sen kendi derdine düşerken binlerce insanı tehlikeye attığının farkında değil misin?

Telefonların sürekli meşgul edilmesinin açıklaması var mı? Tamam, herkes yakınlarını merak ediyor. Bu haktır. Ancak uzun uzadıya konuşmanın ne gereği var?

Deprem konusunda hazırlıklı değiliz. Yapılaşma konusunda olağanüstü bir biçimde eksiğiz. Deprem sonrasında yapılacaklar konusunda eğitmek gerek yurttaşlarımızı.

İşi olmayan birçok yurttaşın merak duygusunu tatmin için enkazın başında birikip hatta üzerine çıkmasına ne diyelim? Enkazdan insan kurtarmak, bir uzmanlık işi. Enkazın tepesine çıkıp poz vermek niye? Orda ağırlık yaparak yıkıntının altındaki insanların üzerine daha çok ağırlık verme davranışını anlamak olanaklı mı?

Bakanların, siyasal parti temsilcilerin yıkıntılar bölgesindeki gösterişlerine anlam veremedik. Yıkıntılardan siyasal pay çıkarmak niye? Her siyasi kişi, yıkıntıların yanına gittiğinde yanlarında birçok kişi var. Güvenlik güçlerinin bir bölümü bu kişileri korumak zorunda kalıyor. Onların gelmesi sessizliği, kurtarma ekiplerinin işlerine odaklanmalarını bozuyor. Bakanların İzmir’e gitmesi doğaldır. Ancak işlere engel olamadan çalşanlarının eşgüdümünü sağlamak için.

Ey İzmir’de yıkıntılar arasında siyasal çıkar elde etmeye alışan sen, bu işin sorumlusu sensin. Yıllardır oy uğrana göz yumduğun, zaman zaman yüreklendirdiğin yapsatçılığa dayalı kentleşme örneği senin yapıtın.

Sokağa çıksanız önünüze gelen yurttaşa sorsanız “Belediyelerde, devlet dairelerinden rüşvet var mı?” diye ne yanıt alırsınız acaba? Ben söyleyeyim. Halkımızın büyük çoğunluğu rüşvetsiz işlerin görülmediğini söyler size. Hangi partiden olursa olsun belediyelerin yüzde doksanı rüşvet batağında. Peki, son kırk yılda rüşvet nedeniyle görevden alınan belediye başkanı ya da görevlisi var mı? Yok! Demokrasicilik oyunu öyle hale geldi ki, bölücü örgüte her türlü yardımı kanıtlanan bir belediye başkanı bile görevden alınıp yargılandığında bile “Seçimle gelen, seçimle gider.” denerek savunulmakta yapılan kötü iş. Depremde ihmali görülen bir belediye başkanı yargı önüne çıkarılsın, görün particiliğin düştüğü pislik çukurunu. İşitin demokrasi söylevlerini!

Ey hükümet, Türkiye’yi kalkındırmak için üretimi artırmak zorundasın. Dağı taşı betonlaştırma hastalığından vazgeç! Yandaşın değil, yurttaşın çıkarını düşün. Ulusça kalkınalım. Kentleri hurafelerle değil, bilimle yapılaştırıp oluşturalım.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               31 Ekim 2020

 

 

 

 

 

 

ÖLDÜREN DEPREM Mİ? (Deprem Yazıları-1)

 

30 Ekim 2020 Cuma günü saat (bugün) 14.51’de İzmir, AFAD’ın açıklamasına göre 6.6 şiddetinde bir depremler sarsıldı. Kandilli’nin ve başka ülkelerinin açıkladığı depremin şiddetine ilişkin açıklamalar farklı. Ortak nokta, 6.9… Neden? Türkiye’nin depremle ilgili iki farklı kurumunun iki farklı rakam vermesi niye?

Depremin merkezi Ege Denizi’nde Yunanistan’ın Sisam Adası yakınları. Kuşadası’na yaklaşık on yedi kilometre uzaklıkta. Ayrıca İzmir’in Seferihisar İlçesine çok yakın. Depremin merkez üssü, yıkımın olduğu Bayraklı’ya yaklaşık yetmiş kilometre. Depremin merkez üssüne yakın Söke, Kuşadası, Selçuk ve Seferihisar’da yıkılan yapı yok şimdilik! Kurtarma çalışmaları bitince buralarda hasarlı yapı olup olmadığı belirlenecek. Ancak Bayraklı, Bornova’da birçok yapı depreme dayanamadı ya yıkıldı ya da ağır hasar gördü.

Türkiye, bir deprem ülkesi. Özellikle de yerleşimin, kentleşmenin, nüfus yoğunluğunun çok olduğu yerlerin neredeyse hepsi deprem bölgelerinde. Neredeyse her yıl büyük depremlerle karşılaşmaktayız. Buna karşın bu depremlerin yıkıcılığına karşı önlem yok denecek kadar az. Neden? Çünkü merkezi yöneticiler de yerel yöneticiler de depremlerden ders çıkarmıyorlar. Ayrıca inşaatçılığı ülkemizin biricik ekonomik etkinliği olarak görmekteler. Bu nedenle de Türkiye’nin neredeyse her kademesindeki seçilmiş yöneticilerin büyük bir çoğunluğu yapsatçı ve yüklenicilerden oluşmakta. Her meslek kümesi, kendi çıkarlarını korur. Bu da öyle olmakta. Dağ taş ruhsatlı, ruhsatsız yapılarla dolmakta.

Kaçak yapılar, belediyelerin göz yummasıyla yapılır. Yine aynı belediyeler, bu yapıların yollarını yapıp elektrik, su, doğalgaz ve kanalizasyon şebekelerini bağlar. Bu yolla kaçak yapı, kâğıt üzerinden ruhsatlanmasa da yerel yöneticilerce resmiyet kazanır. Ne karşılığında mı oluyor bu iş? Her yasadışı işte olduğu gibi rüşvet, bu işin temelini oluşturmakta. İmardan sorumlu birimlerde sorumluluk alan kişilerin çoğu bu işten nasiplenmekte. Özellikle belediyenin demokratik(!) yollarla seçilmiş yöneticileri aslan payını almakta.

Kaçak yapıların yapılmasında rüşvetin dışındaki nedenlerden biri de oy devşirme. Kaçak yapılara göz yumularak bu yapıları yapanların oylarını alma isteği ağır basmakta. Bu nedenle hangi parti olursa olsun bir belediyeyi kazandığında yandaşlarının kaçak yapı işine göz yumduğu gibi yüreklendirir de. Amaç, bir sonraki seçimi garanti altına almak.

Sonrasında mı ne oluyor? Nasıl olsa merkezi hükümetler, belli aralıklarla “imar affı” ya da imar barışı” adı altında aflar çıkarırlar. Burada amaç, hem hazineye gelir kazandırmak hem de oy devşirmek. Bu arada son çıkan imar barışının TBMM’de iktidar ve muhalefet oylarıyla çıktığını söyleyelim. Bundan da anlaşılıyor ki, iktidarla muhalefetin yapılaşmaya bakış açıları temelde aynı. Son otuz yılda İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisinde imar değişiklerine iktidarla muhalefetin genellikle oydaş olduklarını söylemek şaşırtıcı olmaz. AKP döneminde İstanbul’un yağmalanmasına yalnızca Hüseyin Sağ arkadaşımızın muhalefet ettiğini söyleyelim.

Depremde, selde, heyelanda ya da kendi kendine yıkılan yapıların nedeni merkezi ve yerel yönetimlerin pis bir popülizmle uyguladıkları siyasettir. Oy kaygısı, memleket kaygısının önünde. Yandaşı varsıllaştırmak, insanların can güvenliğine üstün gelmekte. Herkes, bir biçimde adamını bulup yasadışı işlerine göz yummasını sağlamakta.

Türkiye’de şu kısacık ömrümüzde tanığı olduğumuz yüzlerce deprem oldu. Bu depremlerin çoğunda yurttaşlarımız yaşamlarını yitirdiler. Öyle depremler var ki ölenleri sayamadık bile.

Peki, karton kutular gibi devrilen yapıları yapan yapsatçılar, yükleniciler, bu yapıların projelerini denetlemesi gereken belediye mühendisleri, ruhsatlarını imzalayanlar, imar değişikliklerini onaylayanlar, kentlerinin yıkıma uğraması suçunu doğaya atan siyasetçilerden yargılanıp hesap verenini gördünüz mü? Gölcük depreminde göze batan bir Veli Göçer yargılanıp ceza aldı. Bunu da belirtelim. Yüzlerce insan ölüyor. İnsanların bin bir emekle sahip oldukları evler başlarına yıkılıyor. Ancak bunun sorumlusu nedense yok ortalarda.

Kentlerimiz merkezi bir planlamayla yapılaşmalı. Doğru düzgün eğitimi bile olmayan yapsatçıların insafına terk edilmemeli ketlerimiz. Kar amacıyla yurttaşın zor durumundan yararlanan yapsatçılık sistemiyle sağlıklı kentler kurulamaz. Bu nedenle bu iş, devlet eliyle yapılmalı. Planlamadan, denetime dek her aşamada devlet olmalı. Devletçilikle kurtulur kentlerimiz. Liberalizmin kokuşmuşluğu, kentlerimizi yok etmekte, insanımızın enkaz altında can vermesine neden olmakta.

Şimdi öldüren kim? Deprem mi, yoksa bu çürük yapıları yapanlar ve bunların yapılmasına göz yumanlar mı? Bu cinayetler, para ve oy uğruna bilerek, planlanarak işlenmekte. Halkımız, bir kısım asalağın varsıllaşması için enkaz altında can vermekte. İzmir depreminde yıkılan yapıların sorumluları “taammüden adam öldürmek” suçundan yargılanmalı. Bakalım, bu yürekliliği gösterecek savcılar çıkacak mı ortaya?

Devletin, belediyelerin asıl görevi felaket olmadan önlem alıp can kurtarmaktır; enkaz kaldırmak değil.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               30 Ekim 2020

KENDİ YAPAMADIKLARINI ÇOCUĞUNDAN BEKLEYENLER

Birçok anne ve baba kendi yapamadığı işleri çocuklarının yapmalarını istemekte. Bu yolla kendi yaşamlarındaki eksiklikleri, doyumsuzlukları, özlemleri gidermek istemekteler. Bunların olmasını isterken de çocukları üzerinde inanılmaz bir baskı kurmaktalar. Çoğu zaman bu baskılar, çocukları bunaltıp her şeyden soğutmakta.

Veli ve öğretmenlerin çoğu, kendilerini kusursuz insanlar olarak göstermekte çocuklara. Bu da çocukları çoğu kez şaşırtmakta. Çocuklar içten olmayan konuşmaları, davranışları çok kolay fark eder. Bu nedenle büyüklerin kendilerini olduklarından farklı göstererek çocukların gözlerini boyamak istemeleri, küçükler tarafından kolayca anlaşılmakta. Bu da ilişkilerde güvensizlik yaratmakta. Zaten insan çocuk da olsa kendince birtakım yaşam deneyimleri edinmekte. Kusursuz insanların olamayacağını bizzat yaşayarak görmekte. Ayrıca doğadaki diğer canlıları da olumlu ve olumsuz yönleriyle gözlemlemekte.

Çocuklarımızın karşısında olumlu ve olumsuz yanlarımızla çıkalım. Olduğumuzdan farklı göstermeyelim kendimizi. Bir insanı, sonsuza dek kandırmak olanaksız. Bu nedenle geçmişimizi, özellikle de öğrencilik dönemimizi anlatırken abartıya, olamayanları olmuş gibi göstermeye, kendimizi olağanüstü canlı gibi tanıtmaya hiç gerek yok! Biz de çocuklarımız gibi bir çocukluk yaşadık, koşullarımız farklı da olsa, yanlışıyla doğrusuyla. Bize de öğretmenlerimiz, anne ve babalarımız kızdılar. Yeri geldi bağırıp çağırarak azarladılar. Biz de büyürken çok yanlışlar yaptık. O yanlışların her biri, bizim öğretmenimiz oldu. Yanlışlardan öğrene öğrene büyüyerek doğruları yapmayı öğrendik.

Biz büyükler de zaman zaman tembellik yaptık okulumuzda. Zayıflar aldık. Derslerden kaytardığımız da ödevleri yapmadığımız da ders çalışmadığımız da oldu. Çoğu zaman derslerden sıkılıp ilgimizi başka alanlara kaydırdık. Örnek verecek olursam ben, ders çalışma zamanlarımda çoğu zaman kitap okudum. Ödevlerimi yapmak yerine, arkadaşlarımla top peşinde koşturdum. Biraz büyüyünce de siyasetle ilgilenip toplantılara katıldım. Arada sırada kahvede kâğıt oynadım dostlarımla saatlerce. Daha birçok şey… Mükemmel bir öğrenci değildim. İnsandım. Bir insanın beşer şaşarlığı kapsamında davrandım çoğu zaman. Sınıfta hiç kalmadım. Ama ikmale kaldım ergenlikten sonra.

Bazı öğretmenlerimizi çok sevip olumlu yanlarını örnek aldım. Bazılarından nefret etmedim, ama olumsuz yanları benim için öğretici oldu. Yeri geldi kopya çektik, kopya alıp kopya verdik. Kopya çekerken ve kopya verirken birer kez yakalandım.

Velilerin çoğu, başarısız bir eğitim yaşamının içinden gelmekteler. Buna karşın çocuklarının çok başarılı olmasını istemekteler. Yüz üzerinden doksan dokuz alan öğrenciye surat asmaktalar. “Sen, öğrencilik yaşamın boyunca kaç kez 99 aldın?” sorusuna dürüstçe yanıt vermeliler.

Şimdi diyelim ki veli çok başarılıydı öğrenciliğinde. Olabilir. Ancak çocuğundan aynı başarıyı beklemesi yanlış. Koşulları, uyaranları, yetenekleri farklı çünkü. İnsan robot değil ki istediğimiz gibi kurup ona iş yaptıralım. Yaşam başarısının yalnızca okulda alınan notlarla da olmadığı herkesçe bilinmekte.

Anne ve babalar, öğrenim yaşamları boyunca alamadıkları notları çocuklarının almalarını beklemeleri çok yanlış. Çocuklar, velilerinin eksik kapatıcıları değil. Onların sosyal tatmin araçları hiç değil. Bu nedenle çocuklarımızı ağır yük ve sorumlulukların altına sokulması çok yanlış. Bu ağı yükler, çocukları ezip şaşkınlığa, özgüvenlerini yitirmelerine sürüklemekte. Kendi yaşamımızda nasıl yanlışlar yaparak öğrendiysek benzer yanlışlardan çocuğumuzun öğrenmesini niye engellemekteyiz? Yaşam, inişli çıkışlı bir yol… Önemli olan bu yolda güvenle yürümek. Kimi zaman sendeleyebiliriz, hatta düşebiliriz bile. Yeter ki düştüğümüz yerden kalkmasını bilelim.

Elbette ki çocuklarımız bizim yapamadığımız birçok şeyi yapacaklar. Yaşamı onlar sürdürecekler bizden sonra. Birçok konuda bizden daha ilerde düşüncelere, anlayışlara, varlıklara, donanım ve bilgilere sahip olacaklar. Bütün bunlar, doğal akış içinde gerçekleşecek.

Her çocuk bir dünyadır. Bırakalım çocuklar kendi dünyaları içinde boy atıp kendi yollarını seçsinler özgürce. Mutlu olabilecekleri işleri yapsınlar. Öğrencilikleri işkenceye dönmesin yüksek beklentiler nedeniyle uygulanan baskılarla. Çocuklarımız geleceğimizdir. Geleceğin bizim olmasını istiyorsak onların yaratıcılıklarını, üretkenliklerini, özgürlüklerini, özgüvenlerini bir hiç uğruna törpülemeyelim.

                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           30 Ekim 2020

 

 

 


EMPERYALİZME KARŞI CUMHURİYET


Cumhuriyet’imiz, dünyada emperyalizme karşı verilen ilk Kurtuluş Savaşı’yla kuruldu. Bu nedenle emperyalizme karşı kurulmasıyla dünyada tektir. Bundan da anlaşılıyor ki Cumhuriyet’imiz antiemperyalist temeller üzerinde kurulmuştur.

Aslında Cumhuriyet’imiz, 23 Nisan 1920’de, Ankara’da TBMM’nin toplanmasıyla kuruldu. 23 Nisan’da halk, emperyalizme teslim olan İstanbul’daki padişah iradesini, yönetimini reddederek Ankara’da önce kendi meclisini, hemen ardından da hükümetini kurdu. Ankara, emperyalizme karşı savaşımda halkın ve onu temsil edenlerin karargâhı oldu. Yüzyıllar sonra bir ailenin yönetim iradesini halk, elinin tersiyle iterek kendi yönetimini kurdu. İşte, 29 Ekim 1923’te 23 Nisan’da edimsel olarak yaşama geçen halk iktidarının adı, Cumhuriyet oldu.

Peki, Cumhuriyet nedir?

Cumhuriyet, tam bağımsızlık demektir. Tam bağımsızlıksa yurt toprakları üzerinde ulus egemenliğinin olmasıdır. Eğer tam bağımsızlık yoksa demokrasi de özgürlük de adalet de yoktur.

Cumhuriyet demek, vatanın bütünlüğünü ve ulusun birliğini savunmaktır. Bu konuda en küçük ödün vermek Cumhuriyet yıkıcılığına hizmettir.

Cumhuriyet demek, Atatürk’ün ölüm döşeğindeki vasiyeti gereğince komşularımıza (Sovyetler Birliği) karşı batı ittifaklarına girmemektir. Ülkemizi yok etmek isteyen Batı emperyalizminden zerre kadar yarar beklememektir. ABD emperyalizmin denetimdeki NATO’dan çıkmak, AB kapısında beklememek, Gümrük Birliği'nden en kısa sürede ayrılmaktır. 

Cumhuriyet demek, emperyalizme karşı dururken ezilen ulusların yanında yer almaktır.

Cumhuriyet demek, “bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme” karşı savaşmaktır. Hangi nedenle olursa olsun emperyalizmle işbirliği yapmamaktır. Özellikle de günümüzde dünya kapitalizminin dayattığı başta liberal olmak üzere tüm kapitalist ekonomik modelleri reddetmektir.

Cumhuriyet demek, ülkemize yapılan Atlantikçi tüm dayatmalara karşı çıkmaktır. Atlantik boyunduruğundan çıkıp her alanda bağımsızlıkçı politikalar izlemektir.

Cumhuriyet demek, Mavi Vatan’ı emperyalist saldırılara karşı savunmaktır.

Cumhuriyet demek; Kıbrıs’ta, Doğu Akdeniz’de, güney sınırımızda, Azerbaycan’da, Ege’de emperyalizme karşı ulusal çıkarlarımızı ve onurumuzu savunmaktır.

Cumhuriyet demek, “milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üzerine” çıkarmaktır. Emperyalizmin dayattığı kültürel dayatmaların karşısına ulusal kültürümüzle ayakta durmaktır.

Cumhuriyet demek; el âleme avuç açmamak, yurdun dört bir yanında fabrika bacalarının tütmesini sağlamaktır. Tarımda, hayvancılıkta, sanayide ülkemizi bir üretim üssü durumuna getirmektir.

Cumhuriyet demek; iletişim ve ulaşım araçlarının devletleştirilerek millileştirilmesi demek.

Cumhuriyet demek; özelleştirmelere karşı çıkarak devletçi ve halkçı bir anlayışla üretim seferberliği yapmak, kalkınmaktır.

Cumhuriyet demek, varsılın değil; kimsesizin, yoksulun kimsesi olmaktır. Ezilenin yanında, ezenin karşısında olmaktır.

Cumhuriyet demek, dilini yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmaktır.

Cumhuriyet demek; ulusal eğitim anlayışıyla çağcıl eğitim sistemini uygulamaktır. Eğitimde fırsat eşitliğini sağlamaktır.

Cumhuriyet demek; yüzyıllardır ezilip horlanan, dışlanan, bilgisizliğe tutsak edilen köylü çocuklarının eğitilerek ülkemizi yönetmesi demektir.

Cumhuriyet demek; salgın hastalıkların yurt topraklarından kökünü kazıyıp kendi aşını üretmektir.

Cumhuriyet demek; ülkemizin etnik kökenlere, mezhep farklılıklarına göre ayrıştırılması değil; özgür, eşit yurttaşlık temelinde birlik olması demektir.

Cumhuriyet demek; yöneticilerin batılı emperyalist ülkelere karşı değil, halka karşı sorumluluk duyması demektir.

Cumhuriyet demek; ağacını ormanını, kurdunu kuşunu, dağını, ovanı, akarsuyunu, gölünü, denizini, madenlerini, tarladaki ürününü, toprağını, kentini soygun düzenine karşı korumak demektir.

Cumhuriyet demek; fabrikada üreten işçinin, tarlada alınteri döken çiftçinin, dağda hayvan güden çobanının haklarını kimseye yedirmemek; taşeron sistemine karşı çıkmaktır.

Cumhuriyet demek; ulusu türlü nedenlerle kamplaştırmak değil, iç cepheyi birleştirmektir.

Cumhuriyet demek; tarihine sahip çıkmak, köklerinden kopmamaktır.

Cumhuriyet demek; Kemalizmin ifadesi olan Altıok’u yaşama geçirmektir.

Cumhuriyet demek; ulus kimliğini özgürce haykırmak demektir.

Cumhuriyet demek; insanlarımızı, geçmişin uyuşturucu zihniyetlerinden kurtararak geleceğin aydınlık düşünceleriyle donatmaktır.

Cumhuriyet demek; geçmişin kavgasını yapmak değil, geleceğin ışıklı yolunda hep birlikte yürümektir.

Cumhuriyet demek; devlete karşı yıkıcılığı değil, yapıcılığı öne alarak ülkenin birliğini savunmaktır.

Cumhuriyet demek; adam olmaktır, adam…

Cumhuriyet’i savunmak demek; Amerikancı PKK ve FETÖ’ye karşı savaşıp terörü yok etmektir.

Cumhuriyet demek, Diyarbakır annelerinin evlat nöbetini yüreğinde duyumsamak demektir.

Cumhuriyet’i savunmak demek; halkımız düşüncelerine, kıyafetlerine, etnik kökenlerine, inançlarına, sınıfsal durumuna, cinsiyetlerine göre bölüp dışlamak değil; her yurttaşımızı kucaklamak demektir.

Cumhuriyet’imiz, emperyalizme karşı kuruldu. Cumhuriyet’imizi bugün de emperyalizme karşı korumak zorundayız. Emperyalizme karşı çıkmadan, savaşmadan Cumhuriyet savunulamaz.

                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           29 Ekim 2020

 

 

 

“YANLIŞIMI YÜZÜME KARŞI SÖYLEME!”


Atacan (9), tüm karşı çıkmamıza karşın internet oyunlarına başladı. Bu başlama, onu bağımlı yaptı. Peki, internet oyunlarının çocuklarda bağımlılık yapacağını bilmemize karşın Atacan, bu tuzağa bu nasıl düştü?

Öncelikle şunu söyleyeyim ki Atacan, Şubat 2020’ye dek bilinçli ve örnek bir internet kullanıcısıydı. İnterneti bilgilenmek için kullanır, orada oyun oynamazdı. Bu, yaşına göre olağanüstü bir başarı. İnternete girer; bilim videoları, belgeseller izlerdi. Burada da kendince seçimler (ki bu seçimleri çok doğruydu.) yapardı. “Bu video, benim düzeyime uygun değil. Bu film bana göre değil.” biçiminde değerlendirmelerle düzeyine uygun bulmadığı videoları izlemezdi.

Çocuğun interneti bilinçli ve doğru kullanması, onun bilgilenmesini sağladı birçok konuda. Özellikle doğa, tarih, coğrafya, biyoloji, fen, teknoloji tarihi, etnografya, folklor, müzik gibi alanlarda düzeyinin üzerinde bir bilgiye erişmesini sağladı. Bu bilinçli kullanım, veli olarak bizi de mutlu ediyordu.

İnternette, özellikle de akıllı telefonda oyun oynamadığı için arkadaşlarının çoğu tarafından dışlandı Atacan. Arkadaşları günün moda deyimiyle ona “ezik” demeye başladı. Bu tavır, çocuğu üzüp etkiledi. Bu konuda ona bazı savunma önlemleri önerip benimsetmeye başlamama karşın eşim, okulun rehberlik öğretmenine gitti. Bu durumu görüştü. Rehberlik öğretmeni: “Çocukların kendi aralarında geliştirdikleri bir internet ve oyun dili var. Bu dille konuşmaktalar artık. Sizin çocuğunuz bu dilin dışında kalamaz. Bu nedenle az da olsa internette oyun oynamalı çocuğunuz.” deyince eşim, o gün oyunlar indirip telefonunu Atacan’a verdi. Çocuk da hiç istememesine karşın oynamaya başladı bu oyunları.

13 Mart’a kadar çok az zaman geçirmekteydi internette. Bağımlılık oluşmamıştı henüz. Doğa ve insan sevgisiyle donanmış bir çocuk vardı kaşımızda. Davranışlarıyla örnek bir adam… Salgın nedeniyle okullar dinlenceye girince evde oturmak zorunda kalan çocuk, internet oyunlarını daha çok oynar oldu. Artık izlediği bilim videoları, belgeseller uçup gitmişti yaşamından. Eskiye göre kitap okuması azaldı. Bizlerle söyleşileri yok olmaya, huyları da değişmeye başladı. İletişim sorunları ortaya çıktı. Sinirli, gergin bir çocuk oldu oyunlar yüzünden. Artık bizimle oturmaz oldu. Odasına çekilip saatlerce oyun oynamakta. Bundan da anlaşılacağı üzere çocuğumuz bizden kopmaya başladı.

Salgın döneminde evde kalmamız sırasında eşimde internetten alışveriş etme alışkanlığı olağanüstü arttı. Buna da fazla ses çıkarmadım üç ay boyunca dışarıya hiç çıkmayan eşimin bu alışverişlerle dışarıyla bir bağlantı kurarak soluklandığını düşündüm. Nisan ayının ortasıydı. Bir de baktım kurye kapımıza bir televizyon getirdi. Alışverişleri yapmak eşimden, kuryelerin getirdiği korona şüphelisi paketleri almak benden… Televizyonu korona önlemelerine uyarak balkona bırakıp sordum: “Bu ne?”

“Televizyon…” dedi.

“Ne olacak bu?”

“Atacan’ın odasına koyacağız.”

Oysa bu düşünceye hep karşı çıktım. Çocukların odalarına konan televizyonların onları, ailelerinden kopardıklarının tanığıydım. Başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Televizyonu, balkondan sokağa atacak durumum da yok! Çaresizce onu çocuğun odasına koyduk. O da bir elinde televizyon kumandası, diğer elinde telefon koltuğuna yerleşti. Çocuğun yüzünü gören cennetlik olacak neredeyse. Son günlerde çocuğun yemeğini odasına da taşımaya başladı annesi. Böylece bağımlılığı artmaya başladı.

Her şeye karşın Atacan’ı internetteki oyun bağımlılığından kurtarmak için elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Vazgeçmem olanaksız. Çocuğumun olumsuz yönde değişen huylarını gördükçe içim yanıyor. Bu nedenle onu bağımlılıktan kurtarma savaşımımı sürdüreceğim. Bu işten vazgeçmek yok! Milyonlarca çocuk, bu bağımlılığın tutsağı ülkemizde. Bağımlılıktan kurtarma savaşımım başarıya ulaştığında bu konuda önemli bir deneyimin de sahibi olacağım.

Bugün Atacan, yine telefonda oyun oynamaktaydı. Durumuna çok üzüldüm. Kafasını okşayarak “Benim güzel oğlum oyun mu oynuyor telefonda?” dedim.

O: “Yanlışlarımın farkındayım. Yanlışımı yüzme karşı söyleme! Çok üzülüyor um söyleyince…” diye yanıtladı beni.

Söyleyecek bir söz yok! Ben de çocuk da yanlışın farkındayız. Birlikte aşacağız bu durumu. Birlikte kurtulacağız bu bağımlılığın çıkmazından.

Rehberlik öğretmeninin yanlış yönlendirmesini, bağımlılığın yolunu açmasını; eşimin bir öğretmen olarak bu yanlış kararı uygulamasını yeneceğiz çocuğumla.

                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           28 Ekim 2020


“HAYAT, ZATEN BİR DERS DEĞİL Mİ?”


Korona salgını hız kesmeden sürmekte. Herkes kendince korunma önlemleri almakta. Korona önlemlerine en çok uyan küçük çocuklar. Sokağa çıkmak, kimseyle görüşmek istemiyorlar. Kendilerini tam bir korumaya almış durumdalar.

Atacan (9), zorunlu olmadıkça kapıdan dışarıya adım atmıyor. Konuk olmayı, konuk almayı çoktan unuttuk. Haftada iki gün okula gitmekte. Okulda arkadaşlarıyla fazla kaynaşmıyorlar. Birbirlerine değmeden oyunlar oynamaktalar. Böyle giderse çocukların korona günlerine özgü yeni oyunlar bulacakları kesin. Yaşanan zor günler yaratıcı düşünce ve uygulamaların ortaya çıktığı zamanlardır. Salgın günleri de birçok yaratıcı düşüncelerin filizlenip boy atmasına yarayacak.

Haftada iki gün okul olunca üç gün dersler evde internet üzerinden yapılmakta. Bu dersleri çocukların büyük bir coşkuyla izledikleri söylenemez. Derslerde sıkıldıklarını gözlemlemekteyim. Çocukların çoğu, velilerinin zorlamalarıyla bilgisayar başındalar. Veli korkusu olmasa çoğu derslere katılmayacak bile.

Atacan, internet üzerinden derslere katılmakta. Ders başlamadan önce gönülsüz davransa da öğretmenlerini ekranda görünce dersleri izlemek için can atmakta. Buna karşın arada sırada sıkılmakta. Zaman zaman dersten, konudan kopmakta.

Bugün derslerden birinde Atacan, oturmaktan sıkılmış olmalı ki kalkıp salonda dolaşmaya başladı. Başta “Olabilir, belki ayakları uyuşmuştur otura otura.” dedim içimden, ses çıkarmadım. Baktım ki işi uzatıyor, onu uyardım.

“Dersine dön!” dedim.

“Dersteyim, görmüyor musun? Hayat, zaten bir ders değil mi?” dedi gülerek.

Doğru söze ne denir? Bir şey denmez. Ben de demedim zaten.

                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           27 Ekim 2020

KENDİ EKSİKLİKLERİNİ ÇOCUĞUNUN YAPMASINI İSTEYEN VELİLER


Toplumumuz, ekonomik olarak hızlı bir gelişme gösterdi. Cumhuriyet’in kalkınmacı anlayışıyla hızlı bir sanayileşme süreci yaşadık. Buna koşut olarak tarım da gelişti. Özellikle turizm alanındaki yatırımlar ülkemiz ekonomisine önemli katkılar yaptı. Toplumsal kalkınmanın varsıllığı bireylere de yansıdı. Elli yıl öncesine göre daha bolluk içinde yaşayan aileler var. Gelir dağılımının tüm eşitsizliğine karşın toplumun önemli bölümü bu gelişmeden pay aldı, ama az ama çok.

Toplumdaki ekonomik gelişmeler, nüfusumuzun önemli bölümünü kentlere çekti. Yurttaşlarımız, kent yaşamıyla sosyal, ekonomik, teknolojik, sanatsal, ekinsel, sportif alanlarda birçok olanağa kavuştu. En önemlisi de eğitim ve sağlık alanında kavuştuğu olanak ve kolaylıklardır. İnsanlar, kırsal yaşamda bulamadıkları birçok olanağa kavuşunca dizginlenemez bir istekle bu olanaklardan yararlanmaya başladı.

Kırsal yaşamda olanaksızlıklar nedeniyle kişiler, düşledikleri birçok şeyi yapamadılar. Sanatsal, ekinsel, sportif alanlarda düşledikleri; olanaksızlıklar nedeniyle öğrenemedikleri, eğitim göremedikleri alanlarda eksiklerini gidermek istediler. Ancak zaman geçmişti. Ağaç yaşken eğilirdi. Birden çok yabancı dil öğrenmek çok zordu, belli bir yaştan sonra. İş ve aile yaşamının zorlukları içinde bunu gerçekleştirmek neredeyse olanaksızdı. Bu nedenle çocuklarını bu alanda eğitme gereği duydu büyükler. Çocuklarını yabancı dille eğitim yapan okullara yönlendirdiler. Çocuklar, bir dil öğrendi öğrenmesine de bu yeterli olmadı aile büyükleri için. Bir dilin yanına bir dil daha, olmadı, bir dil daha…  Yabancı dil öğrenmenin iyi bir ekmek kapısı olacağı düşüncesindeydi ebeveynler. Bu konuda çocukların görüşleri alınmadı, eğilimleri sorulmadı, yetenekleri hesaba katılmadı. Bu arada yabancı dil öğrenmenin günümüzde bir zorunluluk olduğunu söyleyelim. Burada karşı çıktığımız şey, yabancı dil öğretme isteğinin tüm akademik eğitimin önüne geçmesidir. Kaç dil bilinirse bilinsin eğitim dili anadilimiz Türkçe olmalı.

Anne ve babanın kendilerinde gördükleri en büyük eksikliklerinden biri, bir müzik aleti çalamamak. Hemen çocuklarını bir müzik kursuna göndererek bu eksikliği gidermeye çalıştılar. Ekonomik olanakları daha iyi olanlar öğretmenler, öğreticiler, eğitmenler tutarak kursu eve getirdiler. Önce piyona, olmadı keman, olmadı gitar, o da olmadıysa başka müzik aletleri devreye girdi. Bazı çocuklar, dizi filmlerden ya da türlü kişilerden görerek çok az bilinen müzik aletlerini yeğlediler. Müzik yetenek işi. Her müzik aletinin öğrenileceği bir dönem vardır. Bu öğrenimde çocuğun bedensel gelişimi de önemli, yeteneği de…

Bir bölüm çocuk, müzik aletlerini çalmayı başardı. Diğerleri başka alanlarda eğitim görmeye yönlendirildi. Kimi resim kursuna gitti, kimileri de tiyatro. Dizi sektörü dorukta olduğu için oyunculuk kursları ilgi gördü. Sanat işin göstermelik yanı, asıl amaç ise paralı bir iş edindirmek çocuklarına.

Olanak bulmuşken çocukları bir de spor dallarından birinin kursuna göndermek gerek. İnsanlar sosyo-ekonomik durumlarına ve çocuğun cinsiyeti, biraz da bedensel durumuna göre tenis, jimnastik, atletizm, futbol, yüzme, kürek, basketbol, voleybol, masa tenisi, kayak, güreş, dövüş sporları, vücut geliştirme gibi alanlarda çocuklarını eğitmeye çalışmaktalar. Her ailenin beklentisi farklı. Düzenli spor yapan yetişkinin çok az olduğu ülkemizde, bu spor aşkının asıl nedeni ebeveynlerin kendilerinde gördükleri bu eksiklikleri çocukları aracılığıyla gidermek istemeleridir. Sosyo-ekonomik durumu düşük düzeyde olan veliler içinse çocuklarına yüksek düzeyde bir gelir kapısını açmaktır.

Spor, sanat gibi alanlarda başarılı olan çok az kişi, kısa sürede büyük gelirler elde edebilirler. Böylece rahat bir yaşamın kapısı açılabilir kişiye. Bu nedenle bazı çocukların ekonomik nedenlerle kurs kurs gezdirildiğine tanıklık etmekteyiz.

Öğrenciler, haftada birkaç kursa gitmekteler. Buna okula gittikleri günleri ekleyelim. Bazıları, merkezi olarak yapılan sınavlara hazırlandıklarından dersanelerdeler hafta sonu. Kimileri özel ders almaktalar. Hepsini bir araya getirdiğimizde çocuklara oyun oynayacak, arkadaşlarıyla gezip tozacak, ailesiyle sosyal, sanatsal ve ekinsel etkinlikler katılacak, yeşil bir alanda soluklanacak zaman bırakmıyoruz. Özgürce gelişimini, anlamsız bir koşturmacayla engellemekteyiz. Çocukları kalıplara sokup biçimlendirmek isteğindeyiz, niye?

Ebeveynler, bir araya geldiklerinde çocuklarının bilgi, ders, sanat ve spor yeteneklerini yarıştırmaktalar farkında olarak ya da olmadan. Çocuklar büyüdüklerinde mesleksel ve daha başka alanlarda yarıştırılmaktalar ebeveynlerince. Kendi başarısızlıklarını bu yolla örtmeyi düşünmekteler.

Doyumsuz bir iştahla kurslarda yaşamlarının en güzel anlarını geçirmekte çocuklar. Onların yeteneklerini belirleyerek ona göre çocukları sanat ve spor alanlarına yönlendirmek en iyisi değil mi? Onlara geniş zamanlar bırakarak özgürce seçimler yapmasını sağlamak, anne ve babalarının görevi değil mi?

Çocuklarımız, bizim eksiklerimizi giderecek kişiler değil. Biz, kendi yaşamımızı yaşamaktayız; onlar da kendi yaşamlarını biçimlendirip yönlendirerek yaşayacaklar. Çocuklarımızı kalıplara dökerek kendimize benzeterek doğru mu yapıyoruz? Oysa biz ayrı, onlar ayrı kişiler…

                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           27 Ekim 2020

 

YUMRUKLARI SIKILI, KAŞLARI ÇATIK ÖĞRETMENLER(!)


Öğretmenlik, kutsal bir görev… İnsanı, toplumu bilgisi ve verdiği eğitimle biçimlendiren insan mimarları… Bir toplumun geleceğini kurmakla görevli özverili bir meslek kümesi… Neden-sonuç ilişkisi kurup çözümleyici düşünmesi gereken sürekli öğrenen düşünce işçileri…

Öğretmenliği bir meslek olarak benimseyip gereğini yapanlar çoğunluktadır. Ne yazık ki her meslek kümesinin içinde olduğu gibi öğretmenlerin içinde de meslek ilkeleriyle uyuşmayan kişiler var. Bu kişiler, öğretmenliği bir meslek olarak değil, ücretli bir iş alanı olarak görenlerdir. Çocukları gereği gibi eğitip öğretmek çok da umurunda değil bu tür kişilerin. Onların ilgilendikleri tek şey, aybaşında alacakları ücretleridir.

Üzülerek söylüyorum ki öğretmen olmanın ilkeleri konmamış ülkemizde. Tıp Fakültesi mezunu olamayan sağaltımcı olamaz. Mühendislik fakültesini bitirmeyen bu mesleği yapamaz. Hukuk bitirmeyen avukatlığın yanından geçemez. Ancak ülkemizde çok değişik alanlarda öğrenim görmüş kişiler öğretmenlik yapabilir ve yapmakta. Bir mesleği yücelten ve ona saygınlık kazandırmanın birinci koşulu; meslek ilkelerinin, sınırlarının iyi belirlenmesi.

Öğretmen yetiştiren kurumlardan mezun olmasına karşın kendini mesleğin tinsel atmosferine kaptırmayanların sayısı az değil. Birçok öğretmen kendini yetiştirmemekte. Düzenli kitap okuyup araştırma yapanlar çok az. Kişi kendini yetiştiremeyince öğrencilerin sorularına yanıt veremiyor. Öğrencileri için farklılık yaratamıyor. Onların merak duygularını karşılayamıyor. Öğrenciye sanatsal, ekinsel, düşünsel, bilimsel zevkler aşılayamıyor. Öğrencilerinin ufku değil de ufkun arkasını görme isteklerini karşılayamıyor.

Sınıfta karşısında oturanların çocuk/genç değil de robotlar olduğunu sanmakta bazı öğretmenler. Neredeyse öğrencilerin tümü, dersi kaynatmak ister. Derste arkadaşıyla konuşmayan öğrenci, parmakla gösterilir. Ödevini yapmayan öğrenci elbet de olacak. İyi, pekiyi alanlar olacağı gibi zayıf da alanlar olacak. Çalışarak sınava girenler çoğunluktaysa kopya çekenler de arada sırada çıkacak bir sınıfta. Kitabını, defterini, kalemini unutan öğrencinin olmaması olanaklı mı? Nasıl anlatılan konuyu anlayanlar varsa anlamayanlar da olacak yanı sıra. Öğretmen ders anlatırken başka şeylerle meşgul olan öğrenciler belki de çoğunluktadır. Öğrenci, öğretmeninden çekindiğinden başka şeylerle meşgul almasa dahi usunda kırk tilki dolaşır. Bu tilkilerin dolaşmasına da kimse engel olamaz. Bir ders saatinin tümünde tüm ilgisini anlatılanlara toplayan öğrenci sayısı çok azdır. Bu da şaşırtıcı değil sanırım.

Öğretmenlerin bazıları, öğrencileri bilgisi, örnek davranışları ve duruşuyla etkileyip onlara ders dinletemediği için sıkılı yumruk, çatılmış kaşlarla derse girer. Öğrencinin dersi bozabilecek en küçük davranışına çok sert karşılık verir. Kişiliği oturmakta olan gencin yüreğinde onulmaz yaralar açılır böylesi davranışlarla. Özgüvenleri ve karşısındaki kişilere güvenleri zedelenir. Azarlandığı, dışlandığı için kendini kötü hisseder. Kendisine ve karşısındakilere saygısını yitirir.

Öğrencinin okula gelmesindeki amaç, öğrenmektir. Öğretmenin sınıfa girmesindeki amaç da öğretmektir. Bu amaçları gerçekleştirmede asıl etken öğretmen. Bu nedenle koşullar ne olursa olsun, öğrenci amaç dışı hangi davranışlarda bulunursa bulunsun, koşulları öğrenmeye uygun duruma getirmek öğretmenin görevi. Kolayı herkes yapar, önemli olan zoru başarmak. Öğrenmek istemeyene öğretmek ustalık ister. Doğaldır ki birtakım ruhsal sorunları olan öğrenciler vardır. Bu çocukların sorunlarını sağaltımcılar çözecektir. Ancak böyle kişilerin çok az olduklarını da ekleyelim.

Öğrenciye karşı hoşgörüsünü yitiren öğretmenlerin eğitim sistemimize ve toplumun geleceğine büyük zararları var. Her şey yaptığın işi benimseyip içselleştirmek ve kendini hem mesleki hem de ekinsel olarak geliştirmekle olur. Her meslekte olduğu gibi öğretmenlikte de kişi kendini geliştirmeli.

Bağırıp çağırmakla çocuk/genç eğitilemez. Adı üstünde “delikanlı” karşımızdakiler. Kanları deli akmakta. O delişmen akışı durdurmak olanaksız. Bu nedenle onların delişmenliğinden yararlanarak onları eğitmeli. Öğrencisine saygı duymayan öğretmenler, mesleklerini gerçek anlamda yapamazlar.

Türkçemizde “halden anlamak” diye bir deyim var. Öğretmenlerimiz halden anlamalı. Çocuğun/gencin yerine kendini koymalı. Kendi öğrencilik yıllarını bir an olsun usundan çıkarmamalı. Sınıfında kızıp bağırdığı öğrencilerinin davranışlarının benzerlerini kendisinin yapıp yapmadığını sorgulamalı.

Herkes zamanla öğrenip olgunlaşmakta süreç içinde. Yanlışları yapa yapa doğruları öğreniyor. Kimseye doğru davranışlar gökten zembille inmiyor. Yaşam bir deneyimler demeti. Deneyimlerim çoğu, yanlışlardan çıkarılan derslerden oluşmakta.  

Dünyada hiçbir şey, hiçbir kişi mükemmel değil. Her şeyin bir olumlu bir de olumsuz yanı olur. Bir şeyi, bir düşünceyi, bir kişiyi değerlendirirken diyalektik bakış açısıyla görmeliyiz karşımızdakini. Karşıtlıklar bir arada olur. Bu nedenle öğrencilerin yanlışları varsa en az bir o kadar da doğruları vardır. Doğruları çoğaltmanın yolu karşımızdaki kişiyi ezip tinsel olarak yok etmek değil, onun doğrularını gerektiği zaman övmekle olur. İnsanları yüreklendirmeden onların başarılı olmasını bekleyemeyiz.

Öğretmenler, sınıfa yumrukları sıkılı, kaşları çatık girmemeli. Kavgaya mı gidiyorsunuz, yoksa karşınızdakilere bir şey öğretmeye mi? Öğretmene yakışan, güler yüzlü olmaktır. Her davranışıyla öğrenciye güven vermelidir. Karşılıklı güvenin olmadığı yerde eğitim amacına ulaşamaz. Güvensizlik insanların içini kemiren bir hastalık. Bu hastalığa yakalanmamalı, yoksa sağaltımı çok zor.

Sınıfa kızgın bir tavırla giren bazı öğretmenler, önyargılıdır. Önyargılı olmak, eğiteceğin kişilerle aranda duvar örmektir. Senden bilgi edinmek isteyen kişilere karşı önyargıyla yaklaşmak ne denli doğru?

Çocuklar, bizim çocuklarımız. Gençler, bizim gençlerimiz. Onlar ülkemizin, insanlığın bir parçası… Onların eğitiminde yapacağımız küçük hataların çok büyük olumsuz sonuçları olur. Her bireyi gereği gibi eğitmek gerek. Eğitemediğimiz kişi, toplum adına bir yitiktir. Bu nedenle eğitim konusunda görevli olanların yüksek bir sorumluluk bilinciyle davranması gerekmekte. Toplumun hiçbir bireyi, kişisel yanlışlara feda edilemez.

                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           26 Ekim 2020

 

 

ÇOK SÖYLEME ARSIZ EDERSİN


Bazı anne, babalar, çocuğun çevresindekiler, hatta kimi öğretmenler çocuklara hoşgörü göstermek yerine, onların en küçük hatalarında kızmak, bağırıp çağırmak için fırsat kollarlar. Kimi zaman bu hoşgörüsüzlük şiddete dönüşür.

Küçük olsun, büyük olsun çocuğun her hatasında ona kızmak, bağırıp çağırmak her defasında çocuğun tinsel durumunu bozmakta ve onun yüreğinde onulmaz yaralar açmakta. Ne yazık ki çocuğu azarlayarak terbiye verdiğini sanan birçok kişi var çevremizde.

Hoşgörüsüzlük, ebeveynlerle çocuk arasındaki iletişimi koparmakta, zamanla da yok etmekte. Çocuk, bu hoşgörüsüzlük karşısında şaşkına dönmekte. Bir şey sorulduğu zaman ne yapacağına karar verememekte. Kendi başına bir iş yapamamakta. Özgürce ortaya koyması gereken becerilerini göstermekten vazgeçmekte. Bu azarlama, söylenme, kızıp bağırma öyle olağan duruma gelir ki çocuk, hangi durumda ebeveyninin neleri söyleyeceğini ezberlemiştir artık. Çoğu zaman bağırıp çağıran ebeveyne çocuk da eşlik eder. Bu gereksiz bağırıp çağırmalar, azarlamalar, kızgınlıklar zamanla çocuğun iç dengelerini bozar. O da ebeveynleri gibi her şeye bağırıp çağırmaya başlar. Böylece çevresiyle ilişkileri, arkadaşlarıyla uyumu bozulur. Olasıdır ki bağırıp çağıran ebeveynlerin birçoğu bu davranışı örnek aldıkları büyüklerinden kopyalamışlar. Onları örnek alan çocukları da ebeveynlerinin yolundan gitmeyi yeğlemişler zaman içinde.

Çocuklar yanlış yapacaklar, tıpkı büyüklerinin yaptıkları gibi. Zaten bir kişinin her şeyi, her gün doğru yapması olanaksız olduğu gibi doğa kurallarına da aykırıdır. Büyüklerin yapacağı iş, çocukların yaptığı yanlışlara hoşgörü göstermek.

Çoğu zaman çocuklar, yaptıkları yanlışlardan öğrenirler. Yanlışlar, onlar için bir okul, bir eğitim aracı olur. Yanlış yapa yapa, yanlış yapmamayı öğrenir minik bedenler. Büyüklerin gerekli yerlerdeki uyarıları önemlidir, ancak çocuğa asıl öğreten yanlışlarıdır. Aslında birey yaşamdan ders çıkarmayı, yanlışlardan öğrenmeyi çocukken öğrenir ve alışkanlık durumuna getirir.

 Çoğu kez yetişkinlere kızarız yanlışlarından ders çıkarmıyor diye. Nasıl çıkarsın ki? Biz ona çocukluğunda gerekli anlayışı gösterdik mi? Yanlışlarından ders çıkarma fırsatını tanıdık mı? Onun yaşadıklarından öğrenmesine izin verdik mi? Zamanında yapılmayanların hesabını yıllar sonra sormak ne denli doğru bir şey?

Eğer çocuk kendisine ve başkasına onulmaz zararlar veriyorsa büyükler, gerekli uyarıları yapmalı. Uygun bir dille ona yaptığı davranışın zararları, yanlışlığı anlatılmalı.

Çoğumuz sobalı evlerde büyüdük. Sobadan az da olsa yanmayan birisi var mı içimizde? Büyüklerimiz defalarca “Sobaya yaklaşma, ona dokunma!” biçiminde uyarılar yaparlardı. Yine de merak ederdik sobanın ısısını, yakıcılığını. Parmağımızın ucunu değdirdiğimizde acıyla çekerdik elimizi sobadan. Bu küçük bir deneme, büyüklerin uyarılarından daha etkili olurdu ve sobaya bir daha yaklaşmazdık.

Atacan, yürümeye yeni başlamıştı. Onu, sık sık çocuk parkına götürürdük. Önce biz kaydıraktan kaydırdık çocuğumuzu. Sonra işi öğrenince kendisi kaymaya başladı. Bir süre sonra büyük çocukların kaydıraklara merdivenlerden değil de kaydırakların içinden yürüyerek çıktığını gördü. Kendisi de denemek istedi bunu. İlk denemesinde arka üstü düştü. Hiç ağlamadı. Bir şey olamamış gibi yeniden denedi. Olmadı, bir daha, bir daha… Ben, çocuğun yanındayım. Eşim karşımızdaki çay bahçesinde bir yandan çay içerken bizi gözlemekte. Bir ara Atacan’a yardım edecek oldu, engelledim. Çocuk, belki yüz kez denedi ve sonuncusunda başardı. Bebekler için yapılan o kısacık kaydırağın tepesine çıkıp önce gerindi. Yüzünde güller açmaktaydı. Sevinç ve mutluluğuna diyecek yoktu. Başarmanın verdiği özgüven onu çok mutlandırmıştı. Çocuğun işine karışıp ona yardım etseydim ya da daha da kötüsü düştüğünde ona kızsaydım ve üstünü kirlettiği için azarlasaydım onun özgüveni oluşmayacaktı erkenden. Ben, bir baba olarak çocuğumun özgüvenini baltalayacaktım.

Yıllar önce bir öğrencim vardı. Yaşam dolu bir adamdı. Derslerinde üstün başarıları yoktu; ancak uyumluluğu, sorumluluk anlayışı, saygısı, çevresindekilere sevgisi, öğrenme isteği üst düzeydeydi. Zaten bir çocuğun yaşama hazırlanmasında bu saydıklarım yeterli. S.Y. Bir erkek çocuktu ve kabına sığmazdı. Apartman dairesinde yaşadığından salonda top oynar, evin içinde koştururdu sık sık. S.Y.’nin titiz bir annesi vardı. Evde bir minderin yerinin değişmesine, sehpalardaki dantelli örtülerin azıcık yerinden kaymasına bile dayanamazdı. Çocuklarının ödevlerini bir dakika bile geciktirmesi onun sinir sistemini altüst ederdi. Çocuğun öğretmenlerine sevgi göstermek için yaptığı küçük şakalar da bile kaşları çatılır, yüzü değişirdi. Her şeye bağırıp çağıran, söylenen, kızan bir anneye S.Y. alışmıştı artık. Onun söylenmesi, onun için bir anlam ifade etmemeye başladı. S.Y. bir gün annesi tam bağıracakken ses kayı cihazının düğmesine basar ve annesinin bağırtısının kaydeder. Her günü boş verelim, gün içinde defalarca bağıran bir anne var. Annesi tam bağıracakken S.Y. ses kayıt cihazını açıp “Sen yorulma anne, ben buradan dinlerim.” diyerek anlamsız, amaçsız söylenmenin gereksizliğini karşısındakine anlatmaya başlar. Bu tavır karşısında yanlış davranışını anlayan anne, her defasında gülmeye başlar. Bir süre sonra annenin kızıp bağırmaları azalır, ama tamamen bitmez. S.Y. çocuk usuyla bir yanlış davranışla usçu bir savaşım için usçu bir çözüm buldu. Çözümü de işe yaradı. Annesinin kızıp bağırdığında nasıl gülünç duruma düştüğünü uygulamalı olarak gösterdi.

Çocuklar gibi büyükler de zaman zaman yanlış işler yapar. Özellikle çocuklarına karşı hatalı sözler söyler, yanlış tavırlar alırlar. Böyle durumlarda büyüklerin küçüklerden özür dilemesi, çocukların davranışları üzerinde büyük olumlu etkileri olacaktır. Onların özgüvenlerinin oluşmasına ve ebeveynlerine güvenlerinin artmasına önemli katkılar yapacaktır. Toplumumuzda yerleşik olan “Küçükler büyüklerden özür diler.” anlayışını yıkmamız gerek. İnsan ilişkilerinde yanlış yapan kim olursa olsun küçük, büyük fark etmez özür dilemeyi bilmeli. Bu, güvenli ilişkinin vazgeçilmezidir.

Karşılıklı saygıda büyük, küçük ayrımı yapmamalı. Çocukların sevgiyle büyüyüp saygıyla kişilik kazandıklarını bir an olsun bile usumuzdan çıkarmamalıyız.

Çocuklara karşı göstereceğimiz her davranışta, onlara karşı söyleyeceğimiz her sözde kendimizi onların yerine koymak zorundayız. Bir büyük, kendisine yapılmasından hoşlanmadığı davranışları kendisinden küçüklere karşı göstermemeli; işitmek istemediği sözleri çocuklara söylememeli.

Bağırıp çağırmakla kızıp azarlamakla karşısındakini yola getirmeyi düşünmek doğru mu? İnsanlara karşı anlayış göstermek, onların yaptıkları olumlu ya da olumsuz davranışlara sevgiyle yaklaşmak eğiticiliğin ilk adımı. Çocuklarımızın sağlam kişilikli, çevresiyle barışık, erinçli,  özgüvenli olmasını istiyorsak onlara hoşgörü göstermeliyiz. Yanlışlar karşısında bağışlayıcı olmak büyüklüğün şanındandır.

Çocukları bağırıp azarlayarak, onların küçük yüreklerini tarumar ederek onları eğiteceğini sananlar, aslında çok zavallılar. Çünkü kalp kırmaktan, insan üzmekten başka bir seçenek bulamıyorlar çocukları eğitip onlarla doğru, sağlıklı ilişkiler kurmak için. Oysa insan zekâsı, her konuda olumlu seçenekler ortaya çıkarmakta ustadır. Kendi yeteneğini keşfedememiş bir insanın çocuklara örnek olması olanaksızdır.

Hoşgörü, hoşgörü, hoşgörü… Ne kadar mı? Günlük yaşamımızda yere tüküren, çöpünü yere atan, trafikte bizi zor durumda bırakan, banka kuyruğunda sıramızı kapmaya çalışan, aracımızın önüne park ederek saatlerimizi çalan, işyerimizde edepsizliği başarı olarak görenlere gösterdiğimiz hoşgörünün onda birini göstersek yeterli çocuklarımız için.

Çocuklarımızın yanlışları karşısında atalarımızın “Çok söyleme arsız edersin, aç bırakma hırsız edersin.” sözünü hep anımsamamız gerek. Biz çocuklarımızın ne arsız, ne de hırsız olmasını isteriz, öyle değil mi?

                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           24 Ekim 2020

 

MEZAR TAŞINDAKİ FENERBAHÇE FORMASI


Eşimin dayısı Cihan Dımışkı, 8 Ekim 2020 Perşembe günü akşamüstü akciğer kanserine yenilerek seksen yaşında sonsuzluğa göçtü. Kendi halinde, küçük şeylerden mutlu olan birisiydi Cihan Dayı.

Atacan’ın iki dedesi de çoktan sonsuzluğa göçtü. Bu nedenle benim sağ kalan tek dayıma ve eşimin üç dayısına “dede” dedi Atacan (9). Onları “dede” bildi. Cihan Dımışkı’ya Atacan’ın “dede” demesi, onun çok hoşuna giderdi. Çocuğun sıcak, sevimli, girişken, konuşkan durumu herkesçe beğenilir. Ayrıca neredeyse her konuda bir düşüncesi vardır. Bu nedenle karşısındakilerle kolay ilişki ve iletişim kurar.

Cihan Dımışkı’nın yaşamdaki en büyük tutkusu Fenerbahçe’ydi. Gecesi gündüzü Fenerbahçe ile dolu bir adam… Takım tutkusu, onu çok mutlu ederdi. Belki de yaşamında bulamadığı bazı sevgileri, aşkları Fenerbahçe aşkıyla gidermekteydi. Takımı yenilince yemeden, içmeden kesilirdi. Bu durumda fazla konuşmazdı. Çevresindekilerin Fenerbahçe aleyhinde konuşacakları bir söz, yapacakları küçük bir eleştiri onu kızdırırdı. Çoğu zaman da küserdi. Onun bu, tutkuya dönüşen takım sevgisine saygı duymaktan başka yapacak bir şeyimiz yoktu.

Cihan Dedesi, Atacan’ı Fenerbahçeli yapmak için çok uğraştı eşimle birlikte. İlk zamanlar, Atacan futboldan pek hoşlanmıyordu. Sonradan arkadaşları sayesinde futbola ilgi duymaya başladı. Herkes bir takımı tuttuğundan Atacan da bir takım tutması gerektiğini anladı. Bana bir gün: “Süper Lig’deki takımların tarihlerini anlatır mısın?” dedi. Bildiklerimi anlattım. Bilmediklerimizi araştırıp birlikte öğrendik. Anlattığım bilgiler, onun için yeterli olmadı ki internetten araştırmalar yaptı. Üç takımın tarihini beğendi: Altay, Ankaragücü, Trabzonspor… Altay, alt liglerde olduğu için onu tutamayacağını söyledi. Ankaragücü ile Trabzonspor arasında kaldı. Ben, Trabzonspor’u tuttuğumdan bu takımda karar kıldı.

Cihan Dedesiyle zaman zaman takım tartışmaları yapardı Atacan. Onun sonsuzluğa göçtüğünü işitince çok üzüldü. Gece boyunca ölümle ilgili sorular sorup durdu. Çocuklar için ölüm, hep çok uzaklarda ve soyuttur. İlk kez tanıyıp sevdiği birinin ölümü, onu somut gerçekle karşılaştırdı. Kendince bir şeyler yapmak istedi.

Cenaze töreni, 9 Ekim 2020 Cuma günüydü. Sabahleyin erkenden uyanıp kalktık. Kahvaltıdan sonra çıkmak için hazırlıklarımızı yaptık. Atacan, annesinin Fenerbahçe formasını bulup bir çantaya koydu.

Ona: “Formayı ne yapacaksın?” diye sordum.

“Cihan Dede’min tabutuna koyacağım. Sonsuza dek onunla uyusun.” diye yanıtladı beni. Bu yanıt karşısında eşim de ben de sustuk.

Arabamıza bindik. Evimize yakın bir yerden iki yakınımızı da aldık. İstanbul’un trafik karmaşası içinde Şehremini’deki cenaze evine ulaştık. Bir süre sonra Eski Kozlu Mezarlığının gasilhanesine geçtik. Cenaze töreni öncesinde ve sırasında Atacan, tabutun başından hiç ayrılmadı. Dualar okudu sürekli.

Sıra ölüyü gömmeye geldi. Cenaze sonsuz yatağına indirildi. Dokuz tahta kondu. Elbirliğiyle toprakla örtüldü. Çiçekler dikildi. Toprak sulandı. Atacan, formayı anımsayınca onu annesinin çantasından çıkardı. Mezara doğru yürüdü. Biraz geç kalmıştı. Formayı, oradakilere verdi. Topkapılı Cambaz Mehmet’in manevi akrabası olan merhumun oğlu Cengiz, Fenerbahçe formasını mezar taşına giydirdi. Atacan ulaşılmaz bir erinç içindeydi. Sonsuzluğa göçmüş bir yakınına karşı son görevini yapmış bir insanın mutluluğu içindeydi.

Bugüne dek iki hafta geçti. Forma aynı yerinde durmakta. Atacan uygun zamanda, gömütlüğe ziyarete gidecek. Asıl amacı, formanın orada durup durmadığına bakmak olsa gerek.

Atacan’ın futbol taraftarlığı tutucu, körü körüne değil. Farklı takımları destekleyenlere saygı göstergesi, yaptığı bu davranış. Barış içinde birlikte yaşamanın da gereği bu değil mi?

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       23 Ekim 2020

 

SURİYE İLE BARIŞMAK İÇİN ZAMAN YİTİRMEYİN


AKP Hükümeti, Suriye ile barışma konusunda ayak sürümekte ne yazık ki. Bu ayak sürüyüş, ülkemizin çıkarlarına zararlar vermekte. Bu zararlar, Türkiye’yi uluslararası planda sıkıştırmakta. Yeni bağdaşıklarla çıkarlarını korumasını engellemekte.

ABD ve bağdaşıkları, ülkemizi dört bir yandan kuşatmakta. Ülkemizin bu kuşatmayı yarması için yeni dostlara gereksinimi var. Yeterince düşmanı olan Türkiye’nin yeni düşmanlar edinmesi, komşular ve bölgemiz ülkeleriyle yapay, birçoğu da ABD kaynaklı yaratılan sorunları büyütmesi yurdumuzun çıkarına değil. Komşularımızla bozulan ilişkilerimizin neredeyse hepsi, ABD-İsrail çıkarları doğrultusunda emperyalist ülkelerce yaratıldı. Emperyalistlerce yaratılan bu sorunlar, daha çok Türkiye’nin zararına oldu. Bu nedenle ülkemiz bölgede yalnızlaştı, terörle savaşmak zorunda kaldı, Mavi Vatan’daki çıkarlarını savunmada gerekli dostları bulamadığından kesin sonuca ulaşamadı.

Türkiye’nin ABD kaynaklı ve ülkemizi zayıflatmaya yönelik sorunlardan kurtulmasında kilit ülke Suriye’dir. Suriye ile ilişkileri normalleştiren Türkiye, bir anda birçok sorunu rafa kaldırdığı gibi çözümsüz gibi görünen önemli konularda üstünlük sağlar.

Öncelikle Suriye’nin toprak bütünlüğü sağlanmalı. Türkiye bu konuda elinden gelen her şeyi yapmalı. Körü körüne Münafık Kardeşler örgütünü destekleme ya da örtülü bir biçimde koruma sevdasından vazgeçmeli. AKP yöneticileri, Münafık Kardeşler’in İngiliz yapımı ve sonrasında ABD kuklası olduğunu iyi bilmeli. Arap ülkelerini köleleştirip ulusalcı dalgayı yok ederek petrolün üstüne oturmak isteyen İngiltere-ABD, ne yazık ki dini kullanarak Münafık Kardeşler örgütünün palazlanması için her şeyi yaptı. Bu örgütün emperyalistlerce desteklenmesinin nedenlerinden biri de ABD’nin SSCB’yi kuşatmak ve parçalamak için oluşturduğu Yeşil Kuşak Projesidir. Ayrıca Arap ülkelerinin parçalanması ve birbirleriyle savaştırılması, İsrail’in soluklanmasını sağlamakta. Bu nedenle Batı Asya ülkeleri arasındaki siyasal çatışmaların neredeyse hepsi İsrail’in yararınadır, dolayısıyla da ABD’nin. Bu nedenle AKP hükümeti gördüğü oyuna gelmemeli, Suriye ile zaman geçirmeden ilişkileri düzeltmeli.

Suriye ile barış sağlanıp siyasal ilişkiler kurulduğunda öncelikle ülkemizdeki terör sorunu tarihe gömülür. Terörü besleyen bataklık böylece kurutulmuş olur. Bu durumdan hem Suriye hem de Türkiye büyük bir yarar sağlar.

Güney komşumuzla barışmamız, Doğu Akdeniz’de elimizi güçlendirecektir. İki ülke de Mavi Vatanlarındaki haklarını, ABD ve piyonlarına karşı korumuş olacaktır. Böylece Türkiye’nin Mavi Vatan’da eli güçlenecek. Suriye barışı, Rusya ile ilişkileri de güçlendirecek, böylece Doğu Akdeniz’de dengeler ülkemiz lehine değişecektir.

İdlip, Suriye toprağıdır. Hiç tartışma konusu olmaksızın burada Şam’ın her türlü egemenlik hakları uygulanmalı. İdlip’te Suriye’nin yasal hükümetine silahlı muhalif güçlerin olması hiçbir biçimde kabul edilemez. İdlip’in Rusya ile bir anlaşmazlık konusu edilmesi anlaşılamaz. İçinde yaşadığımız siyasal koşullar, ülkemizle Rusya’yı bağdaşık olmaya itmekte. Yaklaşık yüz yıldır Türkiye-Rusya arasında yazgısal bir siyasal işbirliğini zorunluluğu görülmeli. Bu nedenle Erdoğan yönetiminin bu konuda ısrarı yersiz ve Türkiye’nin çıkarlarına aykırıdır. AKP’nin ülkemize zarar veren bu politikası en kısa sürede terk edilmeli.

Rusya ve Suriye ile aradaki sorunların aşılmasıyla KKTC rahatlayacak. Uluslararası alanda KKTC’yi tanıma, tanıtma hızlanacak ve Rum kesimin bütün kozları elinden alınacaktır. Bu yolla da Türkiye’nin ABD ve yandaşlarınca güneyden kuşatması yok edilecek.

Rusya ile Suriye konusunda işbirliği yaparak aramızdaki en önemli sorunun ortadan kalkmasıyla Azerbaycan’ın Karabağ topraklarına kavuşması hızla sağlanacak. Bu sorun, kalıcı bir biçimde ortadan kaldırılacak. Azerbaycan, böylece savaş durumundan çıkarak ekonomik gelişmesini hızlandıracak. Güney Kafkasya’nın barış ve istikrara kavuşmasıyla Türkiye’nin Orta Asya’daki soydaş ülkelerle ilişkileri ileri bir aşamaya girecek. Böylece “Kuşak Yol” çerçevesinde Çin’le ülkemiz arasındaki karasal bağlantının güvenliği de sağlanacak.

Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerini sağlamlaştırmak, güvenilir bir zemine oturtmak için Ukrayna ile ilişkilerindeki diline özen göstermeli. Kırım konusunda Rusya’nın yanında yer almalı, ABD-Ukrayna’nın değil. Abazya’nın bağımsızlığını tanınmalı.

İdlip sorununun halledilmesiyle Rusya ile stratejik ortaklık kurulur. Böylece Türkiye’nin eli, ABD’ye karşı güçlenir. Bu konudaki gecikmeler diğer sorunların halledilmesini de engellemekte.

Suriye ile köklü tarihsel bağlarımız bulunmakta. Bin yılı aşkın bir süredir birlikte yaşayan iki ülke halkı var. Kültürel yakınlığımız, komşuluğumuz, tarihsel bağlarımız bizi bir olmaya zorunlu kılmakta. Erdoğan’ın bu konuda inadı bırakarak Esat’a el uzatması Türkiye’nin yararına; ABD, İsrail, PKK ve FETÖ’nün zararınadır. Siz olsanız ne yaparsınız?

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   21 Ekim 2020

 

 

 

+