PİYASA DENETİMİ


Neredeyse herkes, alışveriş etmek için çarşıya, pazara çıktığında aynı şeyi söylemekte. “Piyasa niye denetlenmiyor.” Evet, piyasa denetlenmiyor. Çünkü 24 Ocak 1980’de alınan ekonomik kararlarla devletçilik rafa kaldırıldı. Yerine serbest piyasa geldi. Gelirken de “Kişisel ve ekonomik özgürlük gelecek, rekabet olacağı için her şey ucuzlayacak.” denerek halkımız, serbest piyasacıların büyük yalanlarına inandırıldı. Oysa serbest piyasa, başta ABD olmak üzere batılı emperyalistlerin dayatmasıydı ülkemize.

Dünyada, bağımsızlık ve özgürlüğü için emperyalizme karşı ilk kurtuluş savaşını vermiş bir ulusun çocukları: “ABD ve diğer emperyalistler, bizim piyasamızın nasıl olacağına niçin karışırlar? Ülkemizin devletçi uygulamaları, onları neden bu denli ilgilendirir?” diye sormadılar. Soranlar ise başta serbest piyasanın öncüsü Turgut Özal olmak üzere o dönemin yöneticilerince “özgürlük düşmanı, komünist” olarak suçlanıp karalandılar. Ülkemiz, 12 Eylül darbesinin demir yumruğu, ABD memuru Özal’ın ekonomik kararlarıyla hızla emperyalizmin boyunduruğuna girerken dönemin antidemokratik koşulları gereği halkın büyük bir bölümü yeni sisteme inandırıldı. Bir avuç Kemalist devrimci, bu yıkım kılgısına (projesine) karşı durdular. Ancak güçleri Cumhuriyet kurumlarına ve değerlerine yönelik bu yok etme saldırısını engelleyemediler.

Serbest piyasa, önce devletin elindeki mal varlıklarını yuttu. Koskoca fabrikalar, yok pahasına kapanın elinde kaldı. Halkımızın açlık, yokluk içinde emeği ve alınteriyle bin bir çabayla oluşturduğu devlet fabrikaları uçup gitti elimizden.

Sonrasında piyasada tekelleşme başladı. Market zincirleri oluştu. Üretim ve tüketim kooperatifleri yok edildi egemenlerce. Üretici birlikleri gözden düşürülüp işlevsizleştirildi. Yeni haller yasasıyla üreticinin ürettiklerini pazara getirip tüketiciye doğrudan ulaştırması güçleşti. Piyasa kör bir yazgıya teslim edildi umarsızca.

Serbest piyasa uygulamasından önce pazar yerlerinde satılacak ürünlerin ederleri belediye zabıtalarınca belirlenirdi. Ne yazık ki bu uygulama yıllardır olmuyor ve unutuldu. Üretimin olduğu illerimizden kamyonlara doldurulan sebze, meyve ve diğer tüketim malları pazar yerlerine getirilip aracısız bir biçimde satılırdı üretici tarafından tüketiciye. Bu da aracıların kârını/komisyonunu yok ettiğinden tüketim mallarına ulaşmak ucuz olurdu.

Şimdilerde öyle mi? Üreticilerin dört bit yandan getireceği ürünleri satacakları yerler yok büyük kentlerde. Pazar yerlerinde onlarca kamyon görürdük yurdumuzun kokusunu dört bir yandan getiren. Şimdilerde kamyonlar kentlerin halleri arasında komisyoncuların aracılığıyla gelmekte. Üretici, ürettiğini pazara doğrudan sokamıyor. Tüketici de üreticinin malına birinci elden ulaşamıyor.

Peki, bunca belediyeler var kentlerimizde büyük büyük sözler eden. Niye bu belediyeler hem üreticinin hem de tüketicinin çıkarını düşünüp koruyarak üretici pazarları oluşturmazlar? Halkının çıkarını düşünmeyen belediye olur mu?

Belediye yöneticilerinin çoğu, kendilerini liberal yellere kaptırıp savrulmaktalar. Halk, umurlarında değil. Yoksul, onlar için yapmacık bir acıma duygusuyla bakılacak bir sosyal sınıf. Üretici ise ekonomik tekellere çalışan sosyal makine, modern çağın düşük kazançlı köleleri.

Ülkemizde halkçı-devletçiliği savunan bir belediye olsaydı yurdumuzun dört bir yanından üreticilerin kamyonlarının satış yapması için yerler kurardı. Böylece tüketicileri, üç beş komisyoncunun insafına terk etmezlerdi. Doğaldır ki halkçı-devletçiliği savunup uygulamak çok zor iş. Ayrıca yürek ister serbest piyasacılığa karşı çıkmak. Çünkü bu, katıksız Atatürkçü olmayı gerektirir. Sözde Atatürkçülerin sığ batıcılığı, emperyalizmin reçetelerini uygulamayı bırakıp gerçek Atatürkçülüğü uygulamaları gerek. Bu da onlara epeyce yabancı bir düşünce ve uygulama. Atatürk sömürüsü, halkın sömürüsünü de derinleştirmekte. Sömürülen halk, gittikçe yoksullaşmakta. Çözüm mü ne? Çözüm, Atatürk’te… Kemalizmi yaşama geçirerek yoksulluğu önleriz. O zaman ne duruyoruz?

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       25 Eylül 2023

GÜZ PAZARI (Pazar Yazıları)


Bugün 24 Eylül… Aylardır süren geceyle gündüzün, yani karanlıkla aydınlığın savaşımında gece üstün geldi. Bugün, geceler uzarken gündüzler kısalacak. Aynı zamanda 23 Eylül’e dek süren yaz mevsiminin de sonu. Sarının yeşile egemen olduğu güzün de ilk günü.

Sabahleyin uyandığımda minarelerden ezan sesi gelmekteydi gecenin karanlık örtüsünü yırtarcasına. Camilerden gelen ezan seslerine kulak kesildim sessizce ve kıpırdamandan Kıpırdarsam tılsım bozulacakmış gibi geliyor bana. Ezanlar bitince yerimden doğruldum. Gökyüzü alaca karanlıktı. Gerçi kenti aydınlatan sokak lambalarının ışığından gecenin gündüze evrildiği o olağanüstü değişimi istediğimiz gibi göremiyoruz ne yazık ki. Böylece büyük bir doğal olayı, dönüşümü kaçırmaktayız.

Balkona çıktım sabahın serinliğini ve temizliğini duyumsamak için. Önümüzdeki caddeden gürültülü taşıtlar geçmekte. Henüz kent uykuda. Çevremizdeki yapıların camlarında ışık sızıntısı bile yok! Karşımızdaki fırından taze ekmek kokusu, şimdilik egzozların yanık, rahatsız edici kokusunu bastırmakta. Tek tük de olsa fırına gidip ekmek alanlar var. İçimden fırına gitmek geliyor. Ancak bu aralar ekmeği az tüketmekteyiz. Üstelik taze ekmek olunca insan çok yiyor ondan. Sıcak ekmeğin yanında tereyağı ve tulum peynirini de canımız çekmekte.

Temiz ve serin havayı iyice duyumsadıktan sonra mutfağa geçtim çay demlemek için. Çaysız güne başlamak, benim için büyük eksiklik… Çay suyu sınırken balkondaki saksılardan kıl biber ve semiz otu topladım. Onları yıkadım. Yıkadığım suyu biriktirdiğim plastik kabı yine saksılara döktüm.

Güneş, daha yüzünü göstermeden korna sesleri işitilmeye başlandı. Kentlerdeki en büyük sorun, buralarda yaşayanların duygudaşlıklarını unutmaları. Bir de insanın olmazsa olmazı olan saygıyı geçmişin tozlu, sararmış yapraklarına bırakıp gelmişiz bugüne. Hiç olmazsa sabahın köründe çalmayın şu kornaları. Hava sıcak olduğundan evlerin çoğunun pencereleri açık, bir damla yelin getireceği serinlik için. İnsanlar çoluk çocuk sabah uykusundalar… Ama kim dinler bunu. Minibüsçü, o tiz rahatsız edici düdüğünü çalıyor sokak aralarındaki yolcuları uyarmak için. Sanki o ses faciası düdüğünü çalmasa yolcular gitmeyecek gideceği yere, minibüsü fark edemeyecekler. Minibüsler dışındaki bazı taşıtların sürücüleri de arada bir düdüklerine dokunmaktalar. Bazı insanlarda olağanüstü bencillik gelişmiş son zamanlarda. Sanki gittikleri yol, yalnızca kendilerinin... Başka bir taşıt geçmeyecek o yoldan, kendileri oradayken. Hazret geliyor ya, herkes çekilsin bir yana, açın yolları, paşamız geliyor. Sıcak ekmek almak için fırına gidenlerin yolun karşısına geçmesi bile birçok sürücü için dayanılmaz bir şey.

Taşıt düdüklerine sinirlenirken bağıra bağıra konuşanlar belirdi kaldırımda. Normal insan sesiyle niye konuşmazsınız? Bu bağırtı ne? Bağırınca söyledikleriniz daha mı iyi anlaşılmakta? Yoksa yanınızdakiler sağır mı?

“Saygı” sözcüğünü niye unutur bazıları? Duygudaş olmak çok mu zor? İnsanlara bir sabah uykusunu çok görmek niye? Tamam, ben çocukluğumdan beri üstüme güneşi doğdurmam. Bu, benin bitmez bir yarışım, yaşam boyu sürdüreceğim. Ben de isteğim herkes uyuması… Kent geç uyansın ki sabahın sessizliği uzun sürsün. Çok mu bencilim bu konuda bilmiyorum.

Az sonra güneş ışınları, Altıntepe’nin kurşuni yapılarının arasından iplik iplik sızmaya başladı. Gökyüzü ışığa kesti. Güneş hafifçe yükseldi kurşuni betonları aştı. Kızıl kiremitleri yalamakta sarı dev. Güneş yüzünü gösterir göstermez kırlangıçların ritmik çığlıkları doldurdu havayı. Durmak bilmeyen bir kanat çırpış ve bitmeyen ötüşler. Martılar, çoktan kahvaltı arayışına başladılar bile. Karşı yapının çatısındaki televizyon antenindeki karga “Ben buradayım.” dercesine gırtlağını yırtacak neredeyse. Yol kıyısındaki fıstıkçamlarının yapraklarının örtüsü altından serçe cıvıltıları gelmekte. Kumru ve güvercinlerin gözü cam önlerinde. Mutfak camımızın kadrolu güvercini Yoluk, çoktan gelmiş, yiyecek dilenmekte. Kumru Ayşe salon camında. Önce Yoluk’la Ayşe’yi doyurmalıyım. Onlara: “Bulgurları döke saça yemeyin, alt komşularımızla aramı açmayın!” diye öğütlüyorum. Ancak dinleyen kim?

Sonbaharın ilk günü, ancak kuşluk olmadan yaz sıcağı bastırdı. Kahvaltı için biraz daha bekleyeceğim evdekilerin uyanmasını. Ben yine de çayımı içeyim. Çay kokusu her yanda… Çay kokusuyla kitap kokusunu birleştirdim balkon kapısının yanındaki koltuğumda. Yaşamak, doğanın insana verdiği büyük ödül. Bir bardak çay kokusunda derya kadar mutluluğu soluyanlara günaydın!

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       24 Eylül 2023

KÖY OKULLARI YENİDEN AÇILMALI


Sekiz yıllık kesintisiz temel eğitimin uygulanmaya konmasıyla köy okulları yavaş yavaş kapandı. Sekiz yıllık kesintisiz eğitim 28 Şubat 1997’de alınan MGK kararları uyarınca Mesut Yılmaz başkanlığındaki 55. hükümetçe uygulanmaya kondu. Bu hükümet; Anavatan Partisi, Demokratik Sol Parti ve Demokrat Türkiye Partisince kurulmuştu. Milli Eğitim Bakanı ise DSP’den Hikmet Uluğbay’dı.

Sekiz yıllık kesintisiz eğitimle birçok köy okulu yeterli sayıda öğrencisi bulunmadığından kapatılarak merkezi okullara taşımalı eğitim başladı. Peki taşımalı eğitim, ne zaman başladı yurdumuzda? Taşımalı eğitim 1989’da iki pilot ilimizde; Kocaeli ve Kırıkkale’de başlatıldı. 1988-89 Öğretim Yılının ikinci dönemiydi. Taşımalı sistem, zamanın yöneticilerince yararlı görülünce 1991’de tüm yurtta uygulamaya sokuldu. Sekiz yıllık kesintisiz eğitimin başlamasıyla bu uygulama, az öğrencisi bulunan köy okullarının hızla kapanmasıyla iyice yaygınlaştı.

Peki, köy okulları niye kapatıldı? İlk neden, köyden kente hızlı göç yüzünden azalan nüfus. Bazı köylerimizde yalnızca yaşlılar kaldığından neredeyse bazı köy okulları bir iki öğrenciyle eğitim ve öğretim yapmaktaydı. Köylerde nüfusun azalmasında aile planlamalarının da önemli etkisi var. Artık köyde yaşayanlar da çok fazla çocuk yapmıyorlar. Bu hem öğrenci azalmasına hem de tarımda çalışan kişi bulunmamasına yol açmakta. Durum böyle olunca köy okullarının kapatılmasından başka çözüm yoktu. Buradaki birkaç öğrenci, taşımalı sistemle çevredeki daha yakın okullara gönderildiler.

Birden çok köyün merkezi durumundaki birçok köyde ya da bucak merkezlerinde ortaokul vardı. Buralar, taşımalı eğitimin merkezleri oldu. Ancak bir süre sonra buralarda da göç yüzünden nüfus azalmaya başladı. Bu okullar da yavaş yavaş kapandı. Böylece nüfusu yeterli olan az sayıdaki köyümüz dışında okullar kapanmış oldu.

Köy okullarının kapanmasının ikinci nedeni, sekiz yıllık temel eğitime geçildiğinden ortaokulların ilkokul bünyesinde olması gerekmekteydi. Çoğu ortaokulda her dereceden bir sınıf zar zor açılıyordu. Bu nedenle bu okullara atanacak branş öğretmenleri, girdikleri derse göre haftada en az bir, en çok altı ders saatine (Bu sayı, yalnız Türkçe dersleri için geçerli) girmesi gerekti. Bu da öğretmenlerin zamanının boşa geçmesi demek.

AKP iktidarı döneminde 4+4+4 eğitim sistemi getirildi. Yani bu sistemle kesintisiz eğitim kesintiye uğradı. Ortaokullar, ilkokullardan ayrıldı. Durum böyle olunca Köy ilkokullarının tamamı olmasa bile birçoğu açılabilirdi. Ne yazık ki bu yapılmadı. Taşımalı eğitim sürdü. Bu arada Özal’la başlayıp AKP döneminde de uygulanan ekonomik sitemle ve tarım-hayvancılık politikalarıyla köylerden gçö hızla sürdü. Boşalan köyler de ne çocuk kaldı ne de okul.

AKP’nin kesintili ilköğretim okulu sisteminde ilkokulların öğrenci olan köylerde açılmaması da köylerin boşalmasına hizmet etti. Köylerde eğitim, sağlık, tarım kuruluşu kalmadı bu dönemde. Bir başka deyişle devlet kurumları da göçtü köylerden. Devlet köylerden göçünce halk da göçtü kentlere. Köyün üretici, kendi kendinin efendisi yaşamı, kentlerin kıyı köşesinde asgari ücretle sürünmeye bıraktı birçok yurttaşımızı.

Köy okullarının açılması için öncelikle tarla ve bahçelerin şenlendirilmesi gerek. Bu da 1980’den beri uygulanan serbest piyasa ekonomisinden vazgeçmekle olur. Köylere devlet eli değmeli. Bu da uygulanacak halkçı-devletçi ekonomik politikalarla olur. Devlet, köylere sahip çıkmalı. Tarımı ve hayvancılığı destekleyip korumalı. Yurttaşlarımızın köylerinde yaşamaları yüreklendirilmeli. Onların topraklarında üretim yapmaları için her türlü olanak seferber edilmeli. Köylü üretmezse yurt ayakta kalamaz.

Köy okullarının kapatılması, emperyalizmin ülkemize dayattığı ekonomik ve sosyal politikalar yüzünden. Emperyalizmden bağımsız politikaları uygulama zamanı gelmedi mi daha? Emperyalizm istedi diye köylümüz üretimden uzaklaştırılıp göç ettirilir mi toprağından?

Köylümüzü milletin efendisi yapan halkçı devletçi sistemi yaşama geçirerek üretimin onurlu efendisi olan köylümüze hak ettiği değer yeniden verilmeli. Bu da emperyalizmin dayattığı liberal politikalardan kurtulmakla olur.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       22 Eylül 2023

 

 

ÖĞRETMENE SAYGI


Bir toplumun geleceğini ilmik ilmik örerek kuran öğretmenlere saygı gösterilmesi, onların emeğinin değerinin bilinmesi çok önemli. Özveriye, kendini sürekli yetiştirmeye, araştırmaya dayalı bir mesleğin çalışanlarının aylıklarıyla geçinecek durumda olmaması utanılacak bir şey.

Öğretmen, yaşamı boyunca hem öğretecek hem de öğrenecek. Öğrenmezse öğreticiliği azalıp yok olur. Kendini yenilemeyen öğretmen, mesleksel özelliklerini giderek yitirir. Sürekli aynı şeyleri yineleyen biri olur. Bu nedenle öğretmen, sürekli okumalı. Okumak; genelde tüm insanlar için özellikle de öğretmenler için vazgeçilmez bir gereksinme. Düzenli okumayan kişi, öğretmen olamaz. Okumak, bir öğretmen için boş zamanlarını doldurmak için bir düşkü değil; yeme, içme, uyuma gibi temel gereksinmelerden biri.

Öğretmen okuyacak okumasına da bu, nasıl olacak? Aldığı aylıkla karnını doyuramayan birinin her şeyin, özellikle de basılı yayınların ateş pahası olduğu bir ortamda kitap, dergi, hatta gazete alıp okuması epey zor bir iş. Öncelikle öğretmenlerin insanca yaşaması için onların aylıkları günün koşullarına uygun duruma getirilmeli. Öğretmen; geçim derdiyle değil, eğitimi daha iyi duruma getirmek için uğraşmalı. Kafası, yalnızca eğitimle meşgul olmalı.

Öğretmenlik birçok çalışan gibi sekiz saatlik bir zaman dilimine sığacak bir meslek değil. Onun çalışma saatleri, gün boyu sürer. Bir öğretmenin mesaisi, yalnızca derslerle sınırlı sayılamaz. Derslere hazırlanması, sınavları ve ödevleri değerlendirmesi, velileriyle görüşmesi, mesleki ve kültürel gelişmesini sağlaması gibi birçok uğraşısı var. Öğretmen, görevini gereği gibi yapmak için dinlencelerde bile mesleğiyle ilgili kafa yorar. Yapacağı her gezi, onun için bir eğitim aracı olur. Gezi, gözlem ve deneyimleri eğitim aracına dönüştürmek onun görevi aslında. Bunun için ise öğretmen kendinden verir. Özveri, vereceği eğitimin sınırlarını geliştirmesini sağlar.

Öğretmen, okulda günde en çok beş saat derse girmeli. Geri kalan üç saati dinlenme, derse hazırlık, veli görüşmeleri ve öğrencilerin sorunlarının çözülmesiyle geçirmeli. MEB, bu konuda yeni düzenlemeler yapmalı.

Öğrencileri eğitip toplumun yarınını kurtarmak, ağır işçilik. Bu nedenle öğretmenlere yıpranma ödeneği ödenmeli. Dünyada en zor iş, insan eğitmek. Eğitimciye yapılan yatırım, toplumun geleceğinedir. Bunun için öğretmenlerin yaşam düzeylerini artırmak devletin görevi. Bu konuda geç kalınmamalı. 

Öğretmene saygı gösterilmesini istiyorsak öncelikle onun yaşam koşullarını iyileştirmek zorunluluk. Öğretmene saygı, topluma ve geleceğimize saygıdır.

                                                              Adil Hacıömeroğlu

                                                              21 Eylül 2023

 

 

ÖĞRETMEN YETİŞTİRME


Öğretmenlik kutsal bir meslek… Kutsallığı, “öğretmen” sözcüğünün türediği “ög (og)” kökünden gelmekte. “Tanrısal us ve bilgiyi verme” görevi büyük bir sorumluluk. Bunu taşıyacak beden ve tinler gerekli. Bazıları, bu yüksek sorumluluğun altında ezilir, mesleğinin ağırlığı altında yok olup gider.

Öğretmenlik mesleği, yalnızca geçimini sağlamak için yapılan sıradan bir iş değil. Ne yazık ki son yıllarda bu konuya önem verilmedi. Öğretmenlik eğitimi almamış birçok farklı meslekten kişi, öğretmen olarak atandı. Öğretmen oldular mı? Hayır… Kâğıt üzerinde ve resmiyette öğretmen görünseler de mesleki eğitimi almayıp içselleştirmedikleri için öğretmen sayılmazlar.

Öğretmen yetiştirme başlı başına bir sorun… Cumhuriyet’imizin ilk yıllarında bu konuda toplumun gereksinmeleri göz önüne alınarak ve dünyadaki iyi eğitim uygulamaları  incelenerek öğretmen yetiştirme örnek sayılabilecek bir düzeye erişti. Muallim mektepleri ve köy enstitüleri, dünyaya örnek olan okullardı. Buralardan çıkan ve yurda, halka hizmet ülküsüyle dolu öğretmenler; büyük bir özveriyle yurdumuzun dört bir yanında ulusun hizmetine girdi. Toplumsal aydınlanma, baş döndürücü bir hızla sürmekteydi. Toplumsal aydınlanma ve gelişmeyi gören ülkemiz düşmanı emperyalistler, II. Dünya Savaşı’nın bunalımlı ortamını fırsat bilerek ulusal, bilimsel, çağcıl, laik eğitimimizi ortadan kaldırmak için kolları sıvadı.

Ulusal eğitimimizi yok etmek için önce öğretmen yetiştiren kurumları yozlaştırdılar. Ardından da eğitim anlayışımızı değiştirip kendi istedikleri biçime soktular. Eğitim sistemi değişmiş bir ülkenin ileri gitmesi olanaksız. Eğitim yozlaşınca sanayi, tarım, hayvancılık, bilim, sanat, kültür suyun akışına bırakıldı. Ülkemiz, Kurtuluş Savaşı ile kazandığı Cumhuriyet kurumlarını, gelişmesini, kalkınmasını ne yazık ki el ağzına bakarak terk etti.

Cumhuriyet’in öğretmen yetiştiren okullarının neredeyse hepsi yatılıydı. Bu okulların çoğu, “Ağaç yaşken eğilir.” atasözü uyarınca ilkokul sonrası öğrenci alırdı. Çok küçük yaşlardan başlayarak çocuk yaştaki öğrencilere; öğretmenlik ülküsü, yurt sevgisi, halka hizmet duygusu aşılanırdı. Yalnızca bilgi ağırlıklı bir eğitim yoktu buralarda. Bilginin yanı sıra davranış kazandıran bir eğitim öne çıkmaktaydı. Öncelikle çocuk ve genç psikolojisi çok iyi öğrenilirdi. İçinde yaşadıkları ve hizmet edecekleri toplumun özellikleri her yönüyle öğretilirdi. Bu okullardaki öğrenciler, daha öğretmen olmadan bir öğretmenmiş gibi davranırlardı. Türk eğitim ordusunda yer alacak bu kişiler, çok küçük yaşlarda yapacakları işin ağırlığını ve sorumluluğunu taşımaya başlarlardı. Sorumluluk duygusu, işini iyi yapmanın çıkış noktasıydı.

Ortaokul ve liselere öğretmen yetiştiren eğitim enstitüleri ve yüksek öğretmen okullarında yatılılık söz konusuydu. Yüksek öğretmen okullarına giden öğrencilerin hepsi öğretmen okulu kökenliydi. Bu okullar, tamamen yatılıydı. Eğitim enstitülerinde öğretmen okulu kökenli öğrencileri almakla birlikte lise mezunu kişilerden de bu okullara kaydolanlar vardı. Enstitülerde öğrencilerin bir kısmı yatılıydı.

 Bunun yanı sıra yatılı olmayan öğrenciler de bulunmaktaydı.

Cumhuriyet öğretmenleri sorun yaratmaz, sorun çözerdi. Hiçbir gerekçe ve olumsuz koşul; onları çalışmaktan, yurda hizmetten alıkoyamazdı.

ABD emperyalizmi, Türkiye’nin öğretmen yetiştirmesindeki sağlam yapıyı bozmak için kolları sıvadı II. Dünya Savaşı sonrası. Öncelikle yatılılık sisteminde adım adım vazgeçildi. Okullarda uygulanan eğitim izlenceleri yozlaştırılmaya başlandı. Baştan beri bu okullarda görev yapan alanında yetkin öğretmenler, siyasal gerekçelerle yurdumuzun farklı okullarına sürüldü. Yerlerine iktidardaki siyasal partilere yandaşlık yapan kişiler atandı. ABD buyruğundaki siyasetçilerin eliyle ülkemize hizmetten başka amacı olmayın güzelim okullar bir hiç uğruna feda edildi.

Cumhuriyetin öğretmen yetiştiren okulları, yozlaştırılıp amacından uzaklaştırıldı. 12 Eylül Amerikancı darbesinden sonra öğretmen yetiştirme işi, tamamen YÖK’e devredildi. Eğitim fakülteleri kuruldu. Bu okulları merkezi sınavla öğretmen adayları alındı. Mesleki ülkü, çok fazla önemsenmemekte nedense. Genellikle iş bulma kaygısıyla öğretmen yetiştiren fakültelere gidilmekte. Bu da meslek ülküsünü bir yana bırakmakta. Ekonomik kaygılar ön planda ne yazık ki. Bu da öğretmenliği meslek olmaktan çıkarıp günlük bir işe dönüştürmekte.

Ne yazık ki oy kaygısıyla davranan bazı bakanlar döneminde, eğitim fakültelerinden yetişmeyen, ancak ilgili bölümlerden “pedagojik formasyon” alan birçok kişi okullara öğretmen olarak atandı. Öğretmenlik, herkesin yapabileceği bir işmiş gibi bir toplumsal algı yaratıldı toplumda. Meslek ilkeleri, göz ardı edildi.

Tanrısal, kutsal bir meslek; siyasetçilerin öngörüsüzlükleri ve emperyalist reçeteleri uygulamaları yüzünden sorunlar yumağına döndü. Oysa öğretmenlik us ve yürekle yapılan bir iş. Gönlü çocuk, insan sevgisiyle dolu kişilerin yapacağı bir meslek öğretmenlik. Çözüm mü nerede? Çözüm, Cumhuriyet’in kuruluş döneminde uygulanan eğitim sisteminde.

Söylenecek çok şey var, ancak “Öğretmen olunmaz, öğretmen doğulur.” diyerek sözü burada bitireyim yazımı en iyisi. 

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       20 Eylül 2023

 

        

 

 

ÖĞRETMENLIK, ÜSTÜNKÖRÜ YAPILACAK İŞ Mİ?


Öğretmenlik, yalnızca diplomayla yapılacak bir iş değil. Öğretmen olacak kişi, öncelikle verici olacak. Yüreğinden, beyninden, yaşamından, birçok dünyasal kazanımlarından verecek. Kime mi? Öğrencilerine… Yeterli mi? Değil… En yakınlarından başlayarak toplumun tümüne verecek bilgisini, düşündüklerini. Verdiklerinden pişman olmayacak.

Davranışta, giyim kuşamda, konuşmalarında, görgüde öncü olacak öğrencilerine ve topluma. Gönlü, bir ırmak gibi çağlayacak. Kafası, bir okyanus gibi akan en küçük derelerden gelen bilgileri biriktirip saçacak her yana. Yüreği, insanları kucaklamaktan yorulup bıkmayacak.

Vericilik, yeterli bir özellik mi? Doğaldır ki değil… Alıcı olacak. Hangi konularda? Başta öğrencilerinin olmak üzere insanların gönlünü alacak. Gönüllerde yer edecek. Sürekli öğrenecek kitaplardan, öğrencilerinden, herkesten, doğadan, yaşadıklarından… Öğrenme, onun için vazgeçilmez bir eylem olunca öğretmesi de kolaylaşacak. Bilgi ve deneyim küpü, sürekli dolu olacak; içindekiler zamana, yere, koşullara uygun olarak sürekli yenilenecek. Gerçeğin peşinde koşacak tek başına da olsa. Gerçek nerdeyse, kim söylerse söylesin onu su içeceği bir pınar gibi düşünmeli. Kimin, nerede, nasıl, niçin söylediği çok önemli değil. Gerçek; olguları ve olayları kavramanın, düşünceyi olgunlaştırıp geliştirmenin itici gücü. Gerçeğin peşinde koşmak, büyük bir insanlık ülküsü… Gerçekçilik, ona inandırıcılık getirecek.

Öğretmenlikle yalan bir arada olmaz. Zaten çocuklar, yalanı çok kolay fark eder. İnanmış gibi bakarlar, ancak yürekleri adeta bir yalan süzgeci. Yalan, o güzelim yüreğe girip yerleşemez. Bu nedenle yalandan uzak durmalı. Doğruluk, öğretmenliğin değişmez özelliği…

Yapmacıklığın insana yakışmadığı bir gerçek. Çünkü insan, doğanın bir parçası. Bu nedenle doğal davranmalı. Hele ki bir öğretmene yapmacıklık hiç yakışmaz, üzerinde iğreti durur. Çocukların yüreğinde, usunda bir şeyin sahtesiyle gerçeğini, yapayla doğal olanı ayırt eden görünmez bir süzgeç var. Sahtelik, yapaylık, yapmacıklık o süzgece takılıp yok olur.

Öğretmen popülist kaygılarla düşünsel ve davranışsal kuyrukçuluk yapmayacak. Öncülük, onun temel kişilik özelliği olarak ortaya çıkmalı. Düşünceleri su gibi berrak olacak. Günlük siyasetin gelgitlerine kapılıp gitmemeli, insanlık erdemlerinin ve bilimsel doğruların ardına düşmeli yorulmaksızın.

Öğretmenlik doğayı iyi tanıyıp bilmeli. Doğadaki uyumu, yenilenmeyi, yaşamsal sürekliliği, en zor koşullarda bile var olmayı, tükenmeyen umudu, canlılığı, yapay olana karşıtlığı, mantıksızlığa karşı mantıkla yanıt vermeyi, gizli kapaklı iş yapmaya karşı açıklığı görmeli. Bu gördüklerini, davranışa dönüştürüp öğrencileriyle paylaşmalı.

Kitaplarla dost yaşamalı öğretmen. Kitaplarla dostluğu, herkesçe algılanmalı ve örnek olmalı. Kitapların en iyi dost olduğunu söylemeli öğrencilerine ve çevresine. Doğru kitap seçiminde öncü olmalı. Bunu yaparken de mevsime göre değişen esen yele göre yön değiştiren kitap kılıklı yaprakları iyi ayırt etmeli. Egemen güçlerin popüler kitap tuzağına düşmemeli.

Bir kuramı, deneylerle gerçeğe dönüştürmeli. Deney, kuramın yaşama geçirildiği sihirli değnek. Uygulanır olamayın düşünce, yaşama ters düşer. Bilimin deneylerle yaşamla uyuştuğunu bir an olsun unutmamalı.

Ulusların yüzyılların imbiğinden süzüp damıtarak getirdiği değerlere saygılı olmalı, bunların var olması için savaşım vermeli. Değerlerin öğrencilerince benimsenmesine ve davranışa dönüşmesinde öncülük etmeli. Değerlerden kopuş, köklerden ayrılıştır. Kökünken ayrılan bir ağaç yaşamaz, zamanla kuruyup çürür. Çürüyen nesneler, zamanla kokuşur. Düşünsel kokuşma, insanoğlunun en büyük düşmanı. Toplumları yok eden de kokuşup çürüme değil mi?

Öğretmem, maddi çıkarların peşinde koşmamalı, büyük ülkülerin adamı olmalı. Görevi sırasında alacağı manevi hazzı, günlük çıkarların çok üstünde tutmalı.

En önemlisi de umutsuz olmayacak bir an olsun. İnsandan umudunu kesmeyecek. Her insanın eğitilebileceği, az ya da çok bir şeyler öğrenebileceği gerçeğini unutmayacak asla. Umudun olmadığı yerde öğretmenlik olmaz. Eğitim ve öğretim umutla var olur. Umudu ekip yeşerten kişidir öğretmen.

Öğretmenlik üstünkörü yapılacak bir iş değil. Us, yürek, gönül ve özveriyle yapılır. Usu durmayanların, gönlü kararmayanların yüreğindeki meslektir öğretmenlik.       

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       19 Eylül 2023

SANAYİLEŞME AMAÇLI EĞİTİM


Cumhuriyet’imizin kurucuları; ülkemizin içinde bulunduğu yoksulluğu, geri kalmışlığı aşmak için öncelikle sanayileşmeyi amaçlamışlardı. Bunun için de yolların yapılması çok önemliydi. Türkiye’nin büyük kentleri bile birbirine yollarla bağlı değildi. Bu nedenle demiryolu merkezli bir yol yapımına girişildi. Demir ve kara yollarının yapımına girişildi.

Nüfusumuzun çoğunluğu köylüydü ve bu yurttaşlarımızın asıl geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktı. Tarım ve hayvancılık, ilkel yöntemlerle yapılmaktaydı. Bu nedenle tarım ve hayvancılığın modernleşmesi ivedilik göstermekteydi.

Sanayiyi geliştirmek, tarım ve hayvancılığı modern yöntemlerle yapmak için teknik elemanlara gerek vardı. Bunun için de meslek liselerine…

Tekniker yetiştiren meslek liseleri hızla artırıldı. Bu okulların çoğu, yatılıydı. Devlet, bu okullarda okuyan öğrencilerin neredeyse tüm giderlerini üstlenmişti. Hızla sanayileşen Türkiye’de teknikerlerin iş bulamama sorunu yoktu. Zaten yatılı okullardan mezun olan öğrencilerin devlete borçlarını ödemek için zorunlu hizmet süreleri vardı. Bu yolla hem mezun öğrenci kolayca iş bulmakta hem de devlet, öğrenciye yaptığı yatırımın karşılığını almak için onu işe yerleştirmek zorundaydı. Böylece sanayimizdeki ara eleman gereksinimi kolayca karşılanmaktaydı. Bu yanı sıra ticaret liselerinin de açıldığını belirteyim.

Ziraat ve veteriner okullarıyla tarım ve hayvancılığın gereksindiği ara elemanlar yetiştirildi. Böylece karasabandan kurtulan köylü, daha çok üretiyordu. Tohum ıslahı, sulama, gübre desteği, fidan aşılama tekniklerinin çiftçiye öğretilmesi ilk aşamada meyvesini vermiş ve üretim hızla artmıştı.

Meslek liseleri; ülkemizin sanayileşmesi, tarım ve hayvancılığının geliştirilmesinden çok önemli rol oynadı. Bu okulların yatılı olması nedeniyle yoksul çocukları, bu okullar girerek kolayca meslek sahibi oldular. Böylece iş sahibi olarak hem yoksulluktan kurtuldular hem de ülkelerine hizmet etmenin haklı onurunu yaşadılar.

Cumhuriyet okullarının öğrencilerine verdiği en önemli değerlerden biri, yurduna ve halkına hizmet etme ülküsüydü. Bu ülkü; eğitimli kişilerin toplumsal çıkarı, kişisel çıkarın önüne koymaktaydı.

1945’te Atlantik eksenine kayan Türkiye’de ilk değiştirilen eğitim sistemi oldu. 27 Aralık 1949’da ABD ile imzalanan eğitim anlaşması, tam bir yüz karası ülkemiz için. Bu anlaşmayla mesleki eğitim küçümsendi. Klasik liselerin sayısı artırıldı. Neredeyse her liseye de bir Amerikan Barış Gönüllüsü, İngilizce öğretmeni olarak görevlendirildi. Meslek liselerinin gözden düşmesiyle yatılı okul sisteminin çökertilmesi aynı zamanda birbirine koşut oldu. Böylece sanayileşme amacı rafa kaldırıldı. Zaman içerisinde tek tük sanayi kuruluşlarının yapılması, bu durumu değiştirmedi. Tarım ve hayvancılık bir yana itildi. ABD’den süt tozu, katı yağlar getirildi. Tereyağı ve zeytinyağı güya uzman kişilerce kötülendi. Hatta o yıllarda bir türkümüzün sözleri: “Zeytinyağlı yiyemem aman/ Basma da fistan giyemem aman” eklenerek değiştirildi. Böylece yerli üretim gözden düşürülmeye çalışıldı.

Klasik liseler, bolca mezun verdi. Mezunların çoğu üniversiteye giremedi. Üniversite kapılarında zamanla büyük bir birikim oldu. Bu gençlerin bir mesleği olmadığı için iş bulmaları da zor oldu. Bu, yeni bir sektörü yarattı. Dersaneler, girdi yaşamımıza. Gençlerimiz, en verimli birkaç yıllarını dersanelerde geçirdiler.

Son yıllarda üniversite sayısı arttı. AKP iktidarları döneminde seksen bir ilimize, hatta birçok ilçeye üniversite kuruldu. Birçok ilimizde “vakıf” adı altında özel üniversiteler de kuruldu. Bunların çoğu apartman katlarında. Günümüzde öğrencilerin üniversiteye giriş oranları arttı. Öğrenciler, liseden sonra yaklaşık dört beş yıl üniversitede okuyarak iş bulma derdinden bu süre içinde kurtuluyor. Diplomasını eline alınca iş kaygısı başlıyor. Ne yazık ki iş bulamıyor. Çünkü üniversiteler arasında düzey ve derin nitelik farkları oluştu. Birçok üniversitede yeterli öğretim üyesi, deney alanları yok! Doğru düzgün kütüphanesi olmayan yere üniversite denir mi?

Üniversiteler arasındaki nitelik farkları, iş bulurken insanların karşısına çıkmakta. Bazı üniversiteler ve bölümleri bitirenlerin iş bulma olanağı neredeyse yok! Veliler haklı olarak: “Benim çocuğum üniversiteyi bitirdi, diploması elinde. Niye iş bulamıyor?” diye sormakta. Aslında veli haklı. Ancak veliler, bir üniversite aldatmacasının içine düştüklerinin farkında değiller.

Peki, çözüm nerede? Çözüm, Cumhuriyet’in kuruluşundaki eğitim anlayışında. Bu da sanayimizin gelişmesi için gerekli ara elemanları yetiştirecek olan meslek liselerinin amaca uygun artırılması. Son yıllarda meslek liselerinin sayısının çoğaldığı gözlemlenmekte. Ancak bu yeterli değil. Verilen rakamlar biraz da aldatıcı. Çünkü imam hatip liseleri de meslek lisesi kapsamı içinde. Son yıllarda imam hatip lisesi sayısı belirgin olarak arttı. Ülkemizin imam hatip gereksinimi belirlenerek bu liselere, ona göre öğrenci alınmalı. Artan öğrenciler, sanayimizin ivedilikle karşılaması gereken ara eleman gereksinmesinin olduğu alanlara yönlendirilmeli. Meslek liseleri, klasik liselerin üç katı oranına eriştiğinde eğitim sistemimiz yerli yerine oturur. Çünkü neredeyse tüm sanayileşmiş ülkelerdeki oran, üç aşağı beş yukarı böyle.

Mesleki eğitime gereken önemi vermeyen ülkelerin sanayileşmesi olanaksız. Bu nedenle sanayiyi amaçlayan ülkemizin mesleki eğitimi geliştirmesi gerek. Toplumumuzun asıl gereksinmesi budur. Eğitim toplumun gereksinmelerine yanıt vermeli. Ülke kalkınmasına hizmet etmeyen bir eğitim, ulusal amaçlara uygun değil.

                                                              Adil Hacıömeroğlu

                                                              18 Eylül 2023

DEVLET OKULLARI TİCARETHANE Mİ?


Cumhuriyet’imizin kuruluşuyla başlayan fırsat eşitliğine dayalı parasız eğitimimiz, ülkemizin siyasal alanda ABD’ye yanaşmasıyla yok edildi adım adım. Eğitim izlencelerinin içeriklerinin sık sık olumsuz yönde değiştirilmesi; okullardaki eğitimin farklılaşması; iller, ilçeler, mahalleler bulunan okullarda fırsat eşitliğinin yok edilmesi, öğretmenlerin yurt sathına dengesiz dağılması, yıllar içinde okullara ayrılan ödeneklerin kısılması, yöneticilikte liyakatin günlük siyasal çıkarlar uğruna göz ardı edilmesiyle devlet okullarının kamucu özellikleri ciddi anlamda değişti.

Aynı kentte, hatta aynı mahallede bulunan okullar arasında eğitim farklılıkları var. Bu nedenle veliler, çocuklarını bazı merkezi okullarda okutmak istemekteler. Bu nedenle bu okullarda yığılmalar olmakta. Liseler, giriş sınavıyla öğrenci aldıklarından bu iş, kâğıt üzerinde çözülmüş gibi. Ancak yine de veliler, çocuklarını kazandıkları okullara bağış yaparak kayıt ettirmekteler.

İlk ve orta okullarda ise belli okullara yığılmayı önlemek için bağış alınmakta velilerden. Her okula girişin bir bedeli var. Bağış oranları da okullara gösterilen ilgiye göre belirlenmekte. Anlaşılacağı üzere arz talep dengesi oluşmuş okullara kayıtta. Yani parayı veren düdüğü çalmakta. Yalnızca bu kadarla iş bitiyor mu? Doğaldır ki hayır.

Okullardaki öğrencilerin çoğunluğu mahalle dışından gelmekte olduğu için servis araçlarına binmek zorunda. Bu da bir eder yüklemekte okul giderlerine. Okullarda yemek paralı… Yemek ederleri okuluna göre değişmekte. Yemeğe katılmayan öğrenciler, kantinden beslenmek zorunda. Kantinler, ateş pahası. Ne yazık ki evden sefertasıyla okula sağlıklı yiyecekler getiren öğrenci sayısı yok denecek kadar az. Kitaplar, son yıllarda parasız verilmekte öğrencilere. Ancak defter ve diğer kırtasiye ederleri ateş pahası. Yardımcı kitaplar el yakmakta. Öğretim yılı boyunca her öğrenci türlü kağıtlar kullanmaktalar dersleri için. Bu da ek bir yük getirmekte velilere. Çünkü ülkemizdeki kâğıt fabrikaları özelleştirildi. Bu nedenle bazıları, üretimin dışında kaldı. Kâğıt, dışardan dövizle alınmakta. Bunun için kâğıt oldukça pahalı. Kitapların parasız olması böylece bir işe yaramıyor. İvedilikle kâğıt fabrikaları açılmalı, Taşıma suyla değirmen dönmez. Görüldüğü gibi elden gelen övün olmuyor, o da zamanında, istediğimiz ederle gelmiyor.

Okulların çoğu, kurslar düzenlemekte çocuk kulübü adı altında. Burada yapılan bir kandırmaca. Öğretmenlerin aylıkları çok düşük. Bu kurslar, onlara bir ek gelir sağlamakta. Bunu da yaparken yine bir kandırmaca söz konusu. Bu kurslardan aslan payı, okul yönetimine kalmakta. Öğretmenler, velilerin ödediği paranın yarısını bile alamıyorlar ne yazık ki.

Devletçilik rafa kaldırıldığından çoğu okula doğru düzgün ödenek verilmemekte. Hizmetlilerin, okul memurunun ve ücretli öğretmenlerin aylıkları velilerin sırtına bindirilmekte. Yalnız bu kadar mı? Değil… Okulların birçok masrafı velilerden alınan bağışlarla karşılanmakta. Anlaşılacağı üzere resmi ve gayrı resmi bir ekonomik düzen kurulmuş durumda okullarda. Bu düzenin nasıl işlediğini öğretmenler, veliler, sendikalar, öğrenciler, Millî Eğitim Bakanlığının en yukarısından en aşağısına dek tüm yöneticiler bilmekte. Ne yazık ki bu kara düzen herkesin bilmesine karşın sürmekte yıllardır.

Bazı okullarda müdür atanmak için büyük torpiller gerekmekte. Bazı okul müdürlerinin oturdukları odalarındaki konfor, orta büyüklükteki bir işadamında yok! Birkaç yılda bir oturduğu odanın döşemesini (mefruşatını) değiştiren okul müdürleri çoğunlukta.

57. Hükümet döneminde “Nereden buldun?” yasası çıkarılmıştı Zekeriya Temizel’in öncülüğünde. Kıyamet koptu. Ne yazık ki bu yasa yürürlüğe girmedi bile. Devlet memurlarının aylıkları belli. Devlet memuru olan bir yönetici; en pahalı arabaya biniyor, en lüks semtte ev alabiliyor, çok pahalı ve savurgan bir yaşam sürdürüyorsa bu devlet ona: “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” diye sormayacak mı? Ne yazık ki 12 Eylül’den sonra bu tür sorular, devlet katında unutuldu. Çünkü serbest piyasacılık haksız kazancı tetikledi. “Kır şişeyi, dön köşeyi.” liberal anlayışı, topluma egemen oldu ne yazık ki. Kamuculuk unutulunca ve yerine bireycilik konunca haksız kazanç olağanlaştı.

Okullara birer işletme gözüyle bakılmakta. Böyle olunca eğitim eylemi ikincil olmakta. Yoğunlaşılan konu, işletmenin ekonomik olarak dönmesi. Türkiye; her alanda gelişmek, ileri gitmek, demokrasiyi tüm kurallarıyla yaşama geçirmek, bireyler arasındaki adalet ve eşitliği sağlamak istiyorsa yapacağı ilk iş halkçı-devletçi sistemi yeniden topluma egemen kılmaktır. Bunun dışındaki hiçbir çözüm, ulusumuzu esenliğe çıkaramaz.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       17 Eylül 2023

PARALI EĞİTİM


Türkiye, Atlantik sürecine girmeye başladığı 1945’ten sonra en büyük zararı eğitim alanında gördü. Eğitim, bir toplumun gelişmesinin, kalkınmasının, çağcıl uygarlık düzeyinin üstüne çıkmasının en önemli itici gücü. Bu güçten yoksun olan ülkeler, içinden çıkılmaz, çözümlenemez sorunlarla boğuşur yıllarca. Üstelik, eğitimsiz toplumlarda ne iç barış ne erinç ne de demokrasi olur. Demek ki sağlıklı bir demokrasinin kurulması da eğitimle olanaklı.

Cumhuriyet’in halkçı-devletçiliğine dayalı parasız eğitim süreci, Atlantik uğruna kesintiye uğradı. Okullar arasında eşitsiz durumlar oluşturuldu bu dönemde. Oysa halkçı-devletçi eğitim anlayışı egemenken ülkemizin neresinde olursa olsun ilkokul, ortaokul ve liselerin eğitim düzeyleri üç aşağı beş yukarı aynıydı. Büyük kentlerdeki okullarla taşradakiler arasında belirgin ayrımlar yoktu. Hele uygulanan eğitim bakımından uçurumdan söz etmek düşlenemezdi bile. Bu da eğitimde fırsat eşitliğinin var olmasını sağlamaktaydı.

Halkçı-devletçi eğitimden uzaklaşmak, Cumhuriyet’in ruhunu unutmak ülkemize çok pahalıya mal oldu. Atlantik’in zorlaması, ABD işbirlikçisi hükümetlerin boyun eğmesiyle parasız eğitimden vazgeçildi. Yavaş yavaş paralı eğitime geçiş başladı. O dönemde paralı eğitime geçişe, yani özel okulların kurulmasına karşı toplumsal tepki vardı. Çünkü Cumhuriyet öncesini ve sonrasını yaşayan kuşak, henüz yaşamaktaydı ve her iki dönemi kıyaslamaktaydılar. Cumhuriyet kazanımları, onlar için yaşamsaldı ve onlardan vazgeçilmesi söz konusu bile edilemezdi.

Büyük kentlerde tek tük özel okular kuruldu. Bu dönemde özel okulcular, biraz utangaçtılar. Üstelik devlet okullarındaki gençlik, Cumhuriyet kurumlarını sarsacak bu oluşuma şiddetle karşıydı.

1968’de gençlik, özel okulların devletleştirilmesi için ayağa kalktı. Bu karşı çıkış, olumlu sonuçlandı. Özel okulculuk az da olsa geriledi. Ancak 12 Mart Amerikancı müdahalesinden sonra eğitimde, yeniden özelleşme başladı kısmen de olsa. Özel okullar ve dersaneler açıldı büyük kentlerimizde. Özal’ın 24 Ocak 1980 kararlarını, yaşama geçirmek için yapılan 12 Eylül 1980 Amerikancı darbesinden sonra toplumsal muhalefet sert bir biçimde yok edildi. Sendikalar budandı. Üretici birlikleri yok edildi özelleştirmeler uğruna. Meslek odaları, Kemalist kimliklerinden uzaklaştı. Demokratik kitle örgütleri, sivil toplumcu oldu. İşte, tam bu ortamda asıl darbeyi eğitim sistemimiz yedi.

Özel okulculuk yaygınlaştı. Devlet okullarındaki eğitim düzeyi ve nitelikleri bozuldu. Eğitim izlencelerinin içerikleri boşaltıldı. Öğretmenlerin saygınlığı ayaklar altına alındı. Eğitim kurumları, bir ticarethane gibi görülmeye başlandı. Bu ortamda yerden pıtrak gibi dersaneler bitmeye başladı. Yani okullarda öğrenilmeyen ya da öğretilmeyen konular, dersanelerde öğretildi.

Eğitimdeki özelleşmenin ne denli zararlı sonuçlar doğurduğunu 15 Temmuz darbe kalkışmasında gördük. Devlet içinde bir devlet gibi örgütlenen FETÖ, MEB’e seçenek oluşturmuş ve kamuoyunda zincir okullar, dersaneler kurdu. Yüzlerce okul ve dersanede, özellikle yoksul çocukları, ABD hesabına devşirildi. Ne yazık ki bu olumsuz ve yıkıcı durumdan devletimizi yönetenler, gerekli dersleri almamış olacaklar ki eğitimdeki özelleşmenin önüne geçmediler. Şu anda ülkemizde birçok yerli ve yabancı ortaklı özel okul var. Yine tarikat ve cemaatler bu işin içinde. Yüzlerce okulu olan tarikat, cemaat ya da işadamı var. Bazı okulların yabancı ortakları bulunmakta. Kimilerinin de göstermelik sahipleri Türk, asıl sahipleri yabancı. Bu okulların MEB’e seçenek oluşturdukları kesin. Bu, devlet içinde devlet oluşturmak değil de nedir?

Yüzlerce okula sahip tarikat, cemaat ve patronların yarın ABD ya da ülkemize düşmanlık güden başka bir ülkeyle işbirliğine girmeyeceğinin garantisi mi var?

Özel okullar, yalnızca eğitim karşılığında para almıyorlar. Kitapları, kendileri vermekteler öğrencilere. Kitap ederleri, piyasa fiyatlarının katbekat üstünde. Kantin ve yemek ederleri de oldukça yüksek. Ne yazık ki ülkemizde birçok kurumda olduğu gibi özel eğitim kurumları da yeterince denetlenmemekte.

Özel okulların birçoğu, okul olacak nitelikte değil. Birçok okul, apartmandan bozma yapılarda eğitim işini sürdürmekteler. Ne koşup oynayacakları bahçeleri var ne de çok amaçlı salonları. Çoğu okulda, doğru düzgün deney alanları da bulunmamakta.

Özel okulların bir kısmı, MEB’in izlencesinin dışına çıkmaktalar dersleri izlencelerinde. Bu okullar, sınavlara hazırlığı, esas aldıklarından daha çok test ağırlıklı bir izlence sürdürmekteler. Bunlara okul mu, dersane mi demeli?

Paralı eğitimin ülkemize verdiği zararlar saymakla bitmez. Kurtuluş mu nerede? Cumhuriyet’imizin kuruluş ilkelerinde.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       16 Eylül 2023

 

PARASIZ EĞİTİM


         Cumhuriyet eğitimi, devletçiydi. İlk, orta, lise ve üniversiteler parasızdı. Varsıl da yoksul da devletin okullarında yan yana, eşit koşullarda ve parasız okurlardı. Bu, Cumhuriyet’in temelini oluşturan halkçılık ilkesinin gereğiydi.

         Halkçı-devletçi bir anlayışla gelişen Cumhuriyet eğitimi, yatılı okul sistemine dayalıydı. İlkokuldan sonra birçok okul yatılıydı. Öğretmen okulları, köy enstitüleri, sağlık meslek liseleri, ziraat okulları, tekniker okulları, hatta ortaokul ve liselerin bazıları…

         Dönemin en belirgin özelliği, meslek eğitimine önem verilmesiydi. Neredeyse her meslek dalının bir okulu vardı ve bu okullar da yatılıydı. Meslek eğitimine önem verilmesinin nedeni, toplumsal gereksinmeydi. Çünkü yüzlerce yıl eğitimden  uzak yaşayan, on bir yıl boyunca savaşan bir toplum, neredeyse üretimden uzaklaşmıştı. Zaten üretecek gücü de kalmamıştı. Özellikle azınlıkların bir bölümünün yurdumuzdan göçmesi yüzünden birçok meslek yapılamaz durumdaydı. Çağcıl uygarlık düzeyinin üstüne çıkmayı amaçlayan Türkiye’nin en önemli gereksinimiydi meslek eğitimi. Hem tarımda hem de sanayide gelişmekti amaç. İlkel tarım yöntemlerinden kurtulmanın yolu eğitimdi. Yine sanayide ileri gitmeyi de eğitim sağlayacaktı.

         Yetenekli, zeki yoksul çocuklar; yatılı okullarda okutulurdu devletçe. Bu çocukların çoğu, düzenli beslenme, yamasız giysi giyme, çarıktan kösele ayakkabıya geçme ve özbakım becerileriyle bu okullarda karşılaşırlardı. Birçoğu; masada çatal, bıçak ve kaşıkla yemek yemeyi burada benimsemişti. Bu öğrenciler, devletin ekmeğini yiyerek ve onun emeğiyle bir mesleğe atılırdı. Böylece yoksulluk, karanlık, umutsuzluk yazgısından kurtulurlardı. Göreve başladıklarında da devleti korumak birince amaçlarıydı. Devlet malına zarar vermek, onun bölünmezliğine karşı bir eyleme girişmek düşünülmezdi bile.

         Türkiye, Atlantik sistemine girdikten sonra toplumumuz tüm alanlarda etkilendi. Atlantikçilerin ilk hedefi, yatılı okullar oldu. Önce bu okullar hakkında aktöreye sığmaz dedikodular üretip yaydılar. Sonrasında okulları yozlaştırıp amaçlarından saptırdılar. Amaçlarından saptırılmış, eğitim içerikleri yozlaşmış yatılı okullar yavaş yavaş kapatıldı. Her yatılı okul kapatıldığında yüzlerce yoksul çocuğu açıkta kaldı. Yuvasız kuşlar gibiydi onlar. Yeni bir yuva, yeni bir eğitim olanağı aramaktaydılar. Önce bu boşluktan yararlanan tarikat ve cemaatler oldu. Yoksul çocuklarını kendi yurtlarında barındırdılar. Doğaldır ki her şeyin bir bedeli var. Bu bedava yurtlarda kalan öğrencilere o tarikat ve cemaatin düşüncesi aşılandı. Devletin yatılı okullarında okuyarak yurttaş olma bilincine kavuşan yoksul çocukları, tarikat ve cemaat okullarında şeyhlerin ya da hoca efendilerin kulu oldular. Önce İngiltere, sonrasında ABD, tarikat ve cemaatlerin birçoğunu kontrolleri altına aldı. FETÖ örneğinde olduğu gibi bu çocuklar, Amerikan istihbaratının gönüllü askerleri olup içinde doğup büyüdükleri ülkenin halkına silah doğrulttular.

         Devletin yatılılık sistemi çökünce ülkemizin bir bölümündeki çocuklar, gençler bölücü örgütün militanı oldular. Terörist olup kendi komşularına, akrabalarına ve yurttaşlarına silahlarını doğrultup kanlarını döktüler emperyalizmin maşası olarak.

         Okuyamayan, kendini geçindirecek bir iş bulamayan gençlerimizin bir bölümü de ne yazık ki organize suç örgütlerinin tetikçisi oldu. Mafya liderlerinin çıkarları için kan döktüler, suç işlediler.

         Ülkemizde yatılı okul sisteminin ortadan kaldırılmasıyla halk çocukları kapanın elinde kaldı. Cumhuriyet’imiz de giderek kurucu ilke ve değerlerinden uzaklaştı. Tarım alanları betonlaştırıldı. Bazıları yabancılara satıldı. Onur duyduğumuz sanayimizin birçok fabrikası, özelleştirme adı altında satıldı. Satılanların çoğu, üretimden vazgeçti. Birçoğunun yerinde AVM’ler ve pahalı konutlar yükseldi.

         Toplumuzdaki dayanışma, kalkınma, gelişme ve eşitliği sağlayan halkçı-devletçi eğitim sisteminden uzaklaşmanın bedeli kısaca bu. Böyle gidersek kim bilir daha ne bedeller ödeyeceğiz?

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       15 Eylül 2023

KEMALİST EĞİTİM


         Cumhuriyet kurulduğunda en çok önem verilen işlerden biri, eğitimdi. Aslında eğitim çalışmaları Cumhuriyet kurulmadan önce başlamıştı. Düşman, Polatlı’ya gelip dayanmıştı. Top sesleri, Ankara’dan işitilmekteydi. Sakarya Savaşı başlamak üzereydi. İşte, bu çetin koşullarda Atatürk Maarif Kongresi’ni toplamıştı. Bu kongreyle Kemalist Eğitimin temeli atıldı. Çünkü O, ülkemizin düşman işgalinden kurtulacağına inanmıştı. Eğitimsiz bir ulusun kazanılan bağımsızlığı uzun süre koruyamayacağını bilmekteydi. Zaten yüzyıllardır başımıza gelen birçok felaketin nedeni bilgisizlik değil miydi?

         Maarif Kongresi, 15 Temmuz 1921’de Ankara’da toplandı. Kongre’nin açış konuşmasını Atatürk yaptı.

         “Muhterem Hanımlar, Efendiler; Harbi Umumi memleketimize bir mağlubiyet tevcih etti. Bunu vesile yaparak, düşmanlarımız, milletimizi tamamen imha etmek istediler. Buna karşı vukua gelen milli galeyana, Ankara, muazzam bir sahne oldu. Bizi yaşatmamak isteyenlere karşı yaşamak hakkını müdafaa etmek isteyen Türkiya Büyük Millet Meclisi, Ankara’da toplandı. Bugün, Ankara, milli Türkiya’nın milli maarifini kuracak olan Türkiya Muallimler ve Muallimeler Kongresi’nin toplantısına sahne olmakla da iftihar etmektedir. Asırların yüklü olduğu idare ihmalinin devlette vücuda getirdiği yaraları tedaviye harcanacak gayretlerin en büyüğünü irfan yolunda hazırlamalıdır. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, İkinci Basım 2005, cilt 11, sf. 236)” Atatürk, konuşmasının girişinde eğitimde geri kalmamızın nedenini, “Asırların yüklü olduğu idare ihmalinin devlette vücuda getirdiği yaralar…” sözüyle belirtmekte. Yüzyıllardır cepheden cepheye koşan Türkler, ne yazık ki eğitim konusunda ihmal edildi. Bu, toplumsal gelişmemizi birçok alanda etkiledi.

         “Şimdiye kadar takip edilmiş tahsil ve terbiye usullerinin gerileme tarihimizde en mühim bir etken olduğu kanaatindeyim. Milli bir terbiye programından bahsederken, eski devrin bütün hurafelerinden sıyrılmış, doğudan ve batıdan gelen yabancı tesirlerden uzak ve milli karakterimizle orantılı bir kültür kastediyorum. Milli dehamızın gelişmesi ancak böyle bir kültür ile mümkündür. Yabancı kültür, eski usullerin yıkıcı tesirlerini artırır. Yaratacağımız kültür, milli kültür zeminiyle; o zemin ise milletin karakteriyle orantılı olmalıdır. Çocuklarımızı ve gençlerimizi yetiştirirken, birliğimize ve varlığımıza taarruz eden her kuvvete karşı müdafaa kabiliyetiyle donanmış bir nesil yetiştirmeye muhtaç olduğumuzu unutmayalım. Yeni neslin bu ruhuna bu vasıfları ve kabiliyetleri aşılamak lazımdır. Bağımsız ve mevcut kalmak isteyen milletlerin felsefesi en bariz şekilde bu vasıfları tam bir şiddetle talep etmektir. Milli gaye hakkındaki genel görüşümü söylerken, yeni neslin donatılacağı vasıflar arasında kuvvetli bir fazilet aşkı ve kuvvetli bir intizam ve inzibat fikrinden de bahsetmek lazımdır. (Aynı yapıt, sf. 236-237)” Atatürk, bu bölümde, öğrencilerimizi yetiştirirken ulusumuzun varlığına ve birliğine saldıran her türlü güce karşı savunma yeteneği gelişmiş kuşakların yetişmesinin amaçlanmasını ister. Ulusal duyarlılığı geliştirmeyen bir eğitim, halka hizmet etmez.  Eğitimin düzenli ve disiplinli olmasını vurgular Atatürk. Düzen ve disiplinin özellikle dış etkilerle ortadan kaldırılması, ülkemizin geleceğine vurulan en büyük darbe. Özellikle küresel güçlerce dayatılan sözde demokrasi ve özgürlük masallarıyla eğitimde disiplin ve düzeni otoriterlik olarak tanımlanarak yok edilmesi yolundaki çabalar, öğrencilerimizin yetişmesine ve toplumumuzun geleceğine büyük zarar vermekte.

         “Biz bu kongreden eskiden beri çizilmiş alelade yollar üzerinde yürümek değil, belki yukarıdan beri vasıflarını ve şartlarını arz ettiğim milli kültür yolunda rehber olmak gibi mukaddes bir vazife bekliyoruz. (Aynı yapıt, sf. 237)” Mustafa Kemal Paşa, burada ulusal kültürü oluşturma yolundaki çalışmalara kılavuzluk etmenin kutsal bir görev olduğunu vurgulamakta. Demek ki öğretmenlik kutsal bir iş. Zaten “öğretmen” sözcüğünün anlamı da “tanrısal akıl ve bilgiyi öğreten kişi” demek değil mi?

         “Muallimlerin hiçbir müşküle boyun eğmeyerek büyük bir sabır ve metanetle çalışmalarını, çocukların velilerine de yavrularının tahsilini tamamlamak için hiçbir fedakarlıktan çekinmemelerini tavsiye ederim. (Aynı yapıt, sf. 237)” Bu paragrafta, öğretmenliğin özveriyle amacına ulaşacağı vurgulanmakta.

         “Silahla olduğu gibi beyniyle de mücadele eden milletimizin, birincide olduğu gibi ikinci sahada da zafer kazanacağına şüphem yoktur. Milletimizin karakterleri kabiliyetlerle doludur. Bu tabii kabiliyeti geliştirecek usullerle donanmış vatandaşlar lazımdır. (Aynı yapıt, sf. 237)” Hem silahla hem de beyinle yapılan savaşımın kazanılacağı anlatılmakta bu satırlarda. Atatürk, kendi ulusunun gücüne, becerisine, yeteneğine ve kişiliğine güvenmekte. Zaten kendi ulusuna güvenmeyen kişiden ne öncü olur ne de devrimci.

         Devrim, hakla yapılır. Güvenmediğiniz, değer vermediğiniz, hatta çoğu zaman küçümsediğiniz halkla devrim yapamazsınız. Günümüzün sözde ılımlı Atatürkçülerine bakın… Gözleri kendi halkında değil, batı merkezlerinde. Kullandıkları tümcelerin nerdeyse hepsinde halka hakaret, küçümseme ve aşağılama var. Ulusuna güvenmeyen, onu her fırsatta aşağılayan kişilerden Atatürkçü de devrimci de olmaz.

         Günümüzde öğretmenlere büyük görevler düşmekte. Atatürk’ün Maarif Kongresi’ndeki Açılış Konuşmasını her öğretim yılı başında okuyup anımsamalı. Eğitim işinin bir yurt ve ulus konusu olduğu unutulmamalı bir an olsun.

         Öğretmenlerin geçimleri rahatlatılmalı, yaşam düzeyleri yükseltilmeli. Şu anda öğretmenlerin aldıkları aylıklar yüz ağartıcı değil. Çocuklarımızı emanet ettiğimiz öğretmenlerimizin geçim sıkıntısı yaşaması ülkemizi yönetenlerin büyük ayıbı. Her şeye, tüm olumsuzluklara karşın özveriyle çalışan öğretmenlerimize saygı duymalıyız ulusça.

         Ulusal, bilimsel, laik ve çağcıl eğitim anlayışıyla ülkemizin düze çıkacağına inancımız tam. Kemalist eğitimle çağcıl uygarlık düzeyinin üstüne çıkacağız. Bunun dışındaki uygulamalar, ülkemize zaman yitirtir.

                                                                                Adil Hacıömeroğlu

                                                                                14 Eylül 2023

GİYİMDE ÖZGÜRLÜK, ÖYLE Mİ?


         Cumhuriyet’in okullarında okuduk. Cumhuriyet’in aktöresiyle büyüdük. Binlerce yıldan beri bir imbikten süzülürcesine damıtılmış Türk geleneğine göre yaşadık çocukluk ve gençliğimizi.  Okuduğumuz okullarda ne sınıf ne etnik köken ne de mezhep ayrımı söz konusuydu. Yoksul da varsıl da aynı kara önlüğü giyerdi. Önlüğün altındaki giyilenler ne görülür ne de bilinirdi. Aslında kimin ne giydiğini kimse de merak etmezdi.

         İlkokulda giyilen kara önlüğün üstüne takılan yakalıklar bembeyazdı. Kimi kolalanır, kimi de kömür ütüsüyle ütülenirdi. Yakalıkların çoğu, evde dikilirdi önlükler gibi. Anlaşılacağı üzere okul giysilerinin önemli bir kısmı annelerin el emeği ve göz nuruyla hazırlanırdı.

         Ortaokulların çoğunda kızlar kara önlükle gelirlerdi okullarına. Erkekler ise takım elbise giyerdi. Genellikle her erkek öğrenci, öğretim yılı boyunca aynı takım elbiseyi giyerdi. Öğrenciler,  büyüme çağında olduğundan çoğu elbiselerin içine sığmazdı. Ceketlerin kolları, pantolonların paçaları kısalırdı. Giysiler, iyice küçülüp eskimeden ya da yırtılmadan yenisi alınmazdı. Kız ve erkekler şapka takarlardı. Şapka, öğrencileri gururlandırırdı ve okula aidiyet sağlardı.

         Liselerin bazılarında okula özgü formalar giyerdi kız ve erkekler. Ancak çoğunda erkekler, birbirine benzemez takım elbiselerle gelirlerdi okula. Gömleklere kravat takılırdı, tıpkı ortaokullarda olduğu gibi. Kız ve erkekler sarı şeritli şapkalar takardı başlarına.

         Giysiler rengârenk değildi, ancak temizdi. Sadelik, alçakgönüllülük yaşamın her alanda egemendi. İnsanlar tüketimin çılgınlığından, gösterişten uzaktı. Tutumluluk hem doğaya hem de insana saygıydı. Küçülen giysiler, bir sonraki yıl küçük kardeşlerin sırtında görülürdü. Okul kitapları da temiz kullanılırdı. Her yıl kitaplar değişmezdi o zamanlar. Kitaplar, bir alt sınıftaki kardeşe bırakılırdı. Eğer kardeşi yoksa öğrencinin konu komşunun, hısım akrabanın çocuklarına verilirdi bunlar. Kısacası kitaplara kıyılamazdı.

         Özek okullar neredeyse yoktu. Bazı büyük kentlerde tek tük bulunurdu bu paralı okullar. Bu nedenle neredeyse herkes devlet okullarına giderdi. Bu okullarda yoksulun da varsılın da çocukları birlikte okurdu. O dönemde yoksul ve varsıl mahalleri kurulmamıştı henüz. Kimsenin birbirinden farkı ve üstünlüğü yoktu. O kara önlükler, yoksulluğu da varsıllığı da gizler, herkesi eşitlerdi okul sıralarında.

         12 Eylülcü Özal’ın iktidarı döneminde, içi boş bir özgürlük sözü edilmeye başlandı. Özgürlük, amacından saptırılarak tüketim serbestisi anlamıyla topluma dayatıldı. Günümüze dek bu anlayış egemen oldu ülkemizde. Neymiş efendim kara önlük, öğrencilerin tinlerini karartırmış. Öğrencilerin giyiminde tektipçilikten vazgeçmek gerekliymiş. Ülkemizde emperyalistlerin dayatıp estirdiği sözde özgürlük yelleri esmekte.

         Atlantik’ten gelen yel, bize özgü olan ne varsa silip süpürmekteydi. Bu yolla toplum, birbirinden ayrıştırılmaya başlandı. Öne yoksulla varsılın mahalleleri ayrıldı. Sonrasında ise okulları… Giyimler farklılaştı. Tüketim çılgınlığı doruğa ulaştı. Okulların birçoğu moda evlerine döndürüldü kıyafet serbestisiyle. Yoksul, aşağılanıp dışlanmakta. Görgüsüzlük ve doyumsuzluk üst düzeyde. Giyimde cinselliği ortaya çıkarmak günün modası. Cumhuriyet’in ve geleneksel Türk aktöresi unutturulmak istenmekte. Tüketim çılgınlığı kışkırtılmakta sosyal medya ve televizyonlarla. Özellikle reklamlar tamamen tüketimi artırmak için yapılmakta. İnsan gereksiniminden fazlasını tükettiğinde savurganlık ortaya çıkmakta. Savurganlıkla doğal kaynaklar hızla tükenmekte. Böylece doğanın dengesi bozulmakta.

         İktidar sahiplerine sorarsak eğitimde tektipçiliği önlediler kendilerince. Oysa varsıllığın, görgüsüzlüğün ve tüketim çılgınlığının egemen olduğu bir toplumsal sistemi oluşturdular. Bu düzende yoksulun adı da özgürlüğü de yok! Cumhuriyet’imizin yurttaşlar arasında eşitliği sağlayan en temel ilkelerinden halkçılık, emperyalist dayatmayla özgürlük masallarıyla rafa kaldırıldı.

         Giyimde özgürlük (!), serbest piyasacı sistemin tüketimi artırmak için kullandığı bir tuzak. Küresel sistem, “Tektipçiliği ortadan kaldırıyoruz.” düşüncesiyle toplumsal yapımıza, aktöremize savaş açtı aslında. Bu savaşta ne yazık ki ülke yöneticilerinin birçoğu gönüllü asker oldu. TBMM’de temsil edilen partilerin neredeyse hepsi bu konuda aynı düşünmekte. Türkiye’ye hizmet etmesi gereken bu siyasal partilerin küreselcilerin çıkarları doğrultusunda davranmaları niye?

                                                                                Adil Hacıömeroğlu

                                                                                13 Eylül 2023

 

PURTULDAN KİLİM


         Çocukluğumuzda, bize yaşamı öğreten büyüklerimizin (dede ve ninelerimizin) çoğu, önce aralıksız süren Trablusgarp’tan I. Dünya Savaşı’na dek süren on bir yıllık savaş dönemini yaşamışlardı. Ayrıca Osmanlının son dönemindeki yıkılışın çatırtılarının, parçalanmanın getirdiği sosyal ve siyasal sorunların, dönemin yoksulluğunun, yokluğunun, karışıklıklarının, çatışmalarının içinde doğup büyümüşlerdi.  Bu kuşaktan bazıları, II. Dünya Savaşı’nın tüm yoksunluklarını da yaşamışlardı acı dolu yüreklerle.

         On bir yıl süren savaşlarda birçok aile yok oldu. Bazı aileler parçalandı. Neredeyse her aileden cephelere gidip dönmeyenler vardı. Sakat kalanlar ise sayılmayacak denli çoktu. Bu acılarla yürekleri dolup çelikleşmişlerdi. Zor koşullara dayanmalarının nedeni, belki de acıların üst üste gelmesiydi. İşgal yıllarında göç ettiler doğup büyüdükleri topraklardan. Gittikleri yerlerde yoksullukları da acıları da çoğaldı. Boyun eğip vazgeçmediler, olumsuz koşullara direndiler. Yaşamın güçlüklerine karşı içsel, düşünsel, bedensel bir savaş yürüttüler. Sonunda da  bu savaşı yaşayarak kazandılar.

         Anne ve babalarımız, II. Dünya Savaşı’nın yokluk yıllarının tanığıydı. Dünyanın içine girdiği ekonomik, siyasal bunalım içinde yaşama tutunmaya çalıştı büyüklerimiz. Neredeyse dünyanın yarısı birbirleriyle boğazlaşırken ve milyonlarca insan bu emperyalist egemenlik savaşının kurbanı olup can verirken ülkemiz insanı da bir lokma ekmekle yaşamda kalmaya çalıştı ve başardı.

         Her iki kuşak da zorluklar karşısında çözümler bulma, yokluklar içinde yaşamda kalma ustasıydı. Evlerde hiçbir şey atılmazdı. Her şeyden yararlanmanın bir yolu bulunurdu. “Savurganlık” sözcüğü kapıdan bacadan da olsa evlere giremezdi. Tutumluluk, en üst düzeydeydi. Bir iğnenin, bir kibrit çöpünün, eskimiş de olsa bir karış bezin değeri bilinirdi. Tarla ve bahçelerde ekilip dikilmeyen bir avuç toprak bırakılmazdı. Günlük yaşamımızda birkaç şey dışında, neredeyse her şeyi kendi olanaklarımızla üretirdik.

         Komşu, komşunun külüne muhtaç olduğundan, insanlar arasındaki dayanışma üst düzeydeydi. Zor ya da ivedilik gösteren işler, komşularla elbirliğiyle yapılırdı. Bu da işleri, kolay kılardı.

         Eskiyen giysiler atılmazdı. Bu giysiler, dikişlerinden sökülürdü öncelikle. Sonrasında makasla parmak kalınlığında kesilirdi upuzun. Bezin ucuna gelindiğinde kesme işi bitmez, makas ustaca bir kıvraklıkla geri döner ve eskilerden oluşturulan ipler uzamış olurdu. Bu ipimsi bez parçaları birbirine düğümlenip eklenerek yumak durumuna getirilirdi.

         Eskimiş giysilere, Doğu Karadeniz’in birçok yerinde “purtul” denir. Bu sözcük, “pırtı”nın yöresel ağızla söylenişiydi. Purtulları ipe dönüştürmeyi daha çok ninelerimiz yapardı. Çoğu zaman biz çocuklar da onlara yardım ederdik dikişleri sökme, makasla bezlerden uzun ipler çıkarmada.

         Evlerin çoğunda dokuma tezgâhları vardı. Bunlarda daha çok kendir liflerinden yapılan yöreye özgü foretika bezleri dokunurdu. Kimi zaman da eskilerden biriktirdiğimiz ipliksilerle rengarenk kilimler… Bu kilimler; farklı bezlerden oluştuğundan, bunlarda neredeyse olmayan renk yoktu. Kilimleri sağlamlaştırmak için bazı kişiler, aralara kendir ipleri koyarlardı. Sıkıca dokunan bu kilimler evimizin süsüydü. Ayrıca purtullardan daha basit dokumayla yolluklar yapılırdı. Bunlar, daha çok dış kapı önünde bulunan dar geçeneklere (koridorlara) serilirdi. Odaların kapıları, sağlı sollu bu geçeneğe açılırdı.

         Genellikle purtullardan oluşan kilimleri kadınlar dokurdu. Kilimlere, biçim veren ustalar da vardı. Yoksul evlere, varsıllık kazandırırdı bu el emeği, göz nuru sanat yapıtları. Kışın sıcaklığını, yazın serinliğini duyumsardık üstüne bastıkça. 

            Günümüzde eskimiş giysiler, bazıları da hiç eskimeden çöp kutularına atılıp doğamızı kirletmekte. Atalarımız, purtulları kilimlere dönüştürerek aslında doğal kaynakları bilinçli olarak korumaktaydı. Eski giysilerden kilim yapılması, ilk geri dönüşüm örneğiydi toplumuzda. İşte, asıl çevrecilik bu. Eskilerden yapılan bu kilimler, yıllarca dayanırdı.

         Çocukluğumda en sevdiğim şey, purtuldan yapılan kilimlerin üzerinde yatıp yuvarlanmaktı. Onlara yuvarlandıkça annemin, ninemin sıcaklıkları, ellerinin okşamasını duyumsardım sanki. Onlar odalarımıza, mutfaklarımıza, geçeneklerimize iç sıcaklığı, güzellik katardı. Bu kilimler, yurdumuzun her yöresinde benzer biçimlerde üretilirdi.

         Şimdi köylerimizde, kasabalarımızda ve kentlerimizde purtul yok. Bu purtulları örecek tezgahlarda bulunmuyor nedense. Tezgâh başında oturup bir ezginin ritmini çıkararak kilim dokuyan nineler de anneler de tarihin sayfaları arasında yerlerini aldılar. Bu güzel geleneğin yok olmaması için Kültür Bakanlığına, Halk Eğitim Merkezlerine ve yerel yönetimlere görev düşmekte. Bu halk sanatı, unutturulup yok edilmemeli. Bu sanat yaşatılmalı ki halk da kültürümüz de yaşasın.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       12 Eylül 2023