EKRAN BAĞIMLILIĞI VE TRAFİK KAZALARI


Evimizin önü kavşak… Önemli bir taşıt yolu… Kadıköy-Pendik ve Bostancı-Dudullu yollarının kesiştiği yer… Günün her saatinde taşıtlar gidip gelmekte. Korna ve sürücülerin bağrışmaları hiç eksik değil. Birkaç günde bir trafik kazası olmakta. Kazaların oluş nedenlerinden en önemlisi kavşaktaki yanlış düzenleme. İkinci neden ise sürücülerin genellikle trafik kurallarına uymamaları.

Son birkaç ayda üç kaza oldu benzer biçimde. Üç diyorum çünkü bu kazalara balkonumuzdan tanıklık ettik. Kadıköy-Pendik hattında, yolu ayıran bir yükselti var gidiş gelişi belirlemek için. Üç kazada bu yükseltilerde oldu, hem de gece vakti. Taşıtların çok az, yolun boş olduğu bir zamanda. Sürücüler, yükseltiyi ve trafik imini fark etmemiş olacaklar ki yükseltinin üzerine çıkıp trafik tabelasını devirerek yükseltinin üzerinden gittiler. Birinin tamponu düştü, diğerinin ön çamurluğu koptu, üçüncüsü ise bir midibüstü. Ona, ne olduğunu göremedik. Çünkü hiçbir şey olmamış gibi bir süre taşıtın altı duvara sürtünerek gitti. Sonra hiçbir şey olmamış gibi yola inip sürdürdü gidişini. Bu kazaların olma nedenini bölünmüş yolu ayıran duvarın sarı boya ile belirlenmemesine bağladım önceleri ki bunun kesinlikle etkisi var kazalarda. Nedense gidiş-gelişli yollarda yol ayrımını yaban yükseltilerde ne boyama ne de geceleyin fark edilebilecek ışıklı uyarılar var. Bu, büyükşehir belediyesinin bir ihmali.

Bir arkadaşım, borçlanarak yeni bir araba almıştı. Direksiyona geçti işe gitmek için arabayı aldığı ilk günde. Kavşakta kırmızı ışık yanınca durdu. Birkaç saniye sonra birden bir gürültüyle sarsılınca arabasından inip aracın arkasına doğru yürümüş. Arkasındaki araba, yepyeni arabayı mahvetmişti. Üzüntüyle kendi arabasına çarpan sürücüye sormuş: “Durduğumu görmedin mi?”

“Hayır, ağabey gerçekten sizin önümde durduğunuzu fark etmedim. Sanırım daldım.” deyince arkadaşıma gülümsemekten sonrasında da üzülmekten başka yapacak bir şey kalmadı. Daha sonra benzer kazaları çok dinledim dostlarımdan.

Evet, bir sürücü hele ki hızlı olmadığı bir yolda önündekini neden fark edemez? Ya gerçekten yaşamın çözümsüz sorunlarıyla dalıp gitmiştir. Ya da önündeki araçla kendi arasındaki uzaklığı ve derinliği kestirememiştir. Bir başka deyişle üç boyutlu görememiştir.

Atacan’ın ve başka çocukların durup dururken çarpmaları, düşmelerini gözlemlerken tanığı olduğum ve arkadaşlarımdan dinlediğim trafik kazalarına internet ve ekran bağımlılığı açısından bakmak geldi.

Son yıllarda toplumumuzun tüm katmanlarında, eğitim ve sınıfsal düzeyi ne olursa olsun internet bağımlılığı aldı yürüdü. Taşıt kullanırken, yemek yerken, dostlarıyla söyleşirken, evde otururken, usunuza gelebilecek her an telefonlar ellerde. İnsanlar telefon ekranına bakmaktan çevresinde olup bitenleri görmemekteler. Çevresindekilerin farkına varmamaktalar.

İnternet ve ekran bağımlılığı yüzünden doğaya, olaylara, konuşmalara, gözlemlere sırt çevirmekte toplumumuzun önemli bir kesimi. Gözler sürekli olarak ekranda kayan iki boyutlu görüntülerde. Görüntülerde üçüncü boyut yok! Derinliksiz görüntülere bakmak, zamanla alışkanlığa dönüşmekte.

Akla mantığa sığmayan trafik kazalarıyla karşılaşmaktayız. Bu kazaların nedenleri arasında internet oyunlarına bağımlılık yok mudur acaba? Bu oyunlar, çok hızlı… Bazı oyunlar, araba yarışlarını içermekte. Bu yarışlarda hız yapmak ve önündekini hangi koşullarda olursa olsun geçmek var. Son yıllarda trafik canavarlarının artmasında bu yarışların hiç mi etkisi yok?

İçişleri Bakanlığı kazaları araştırırken internet bağımlılığını araştırıyor mu? Bu konuda bir sormaca yaptı mı bugüne dek? Bakanlığın bu konuda bir sayımlama yapması gerek. Bu sayımlamadaki bilgiler gerekli uzmanlarca değerlendirilmeli ve gerekli önlemler alınmalı.

İnternette oyun oynamak vazgeçilmez bir bağımlılığa dönüştü ne yazık ki birçok kişide. Bu bağımlılık sağaltılması gerek. Bu hem kişi hem de toplum sağlığı için büyük bir önem göstermekte.

                                                                       30 Kasım 2020

 

 

 

EKRAN BAĞIMLILIĞININ GETİRDİĞİ SAKARLIK


29 Kasım Pazar günü saat 13.00’te dışarı çıktık. Çünkü Atacan’ın dışarı çıkma izni başlamıştı. Hava çok güzeldi. Pırıl pırıl bir güneş vardı. Soğuk yoktu. Çok hafif bir poyraz esmekteydi ve bunu, çoğu zaman duyumsamıyorduk bile. Havanın güzelliği, bir güz mevsiminden çok, baharı yaşatmaktaydı sanki.

Amacımız, Bostancı’dan Caddebostan’a uzanan sahil boyunca yürümekti. Salgına karşı gerekli önlemleri aldık. Atıştırmalıklarımızı ve sularımızı sırt çantamıza yerleştirdik ve çantayı sırtladım.

Sahile inmek için evimizin önündeki kavşakta, yayalar için yeşil ışığın yanmasını bekledik bir süre. Beklerken Atacan’la el eleydik. Çünkü kaldırım daracık. Bir kişi zor sığıyor neredeyse. Arkamızda yakıtlık var. Yakıtlıkla kaldırımı ayıran ince demir tellerden yapılmış bir örgü duvar var. Atacan, o yana dönüp bir adım attı ve tellerin arasındaki çukura düştü. Ben: “Çukuru görmedin mi?” diye sordum.

O: “Fark etmedim.” dedi.

Son aylarda düz yolda önünü görmeyerek, küçücük yükseltilere takılarak, önündeki çukurları ve inişleri görmeden düşüyor sürekli. Önündeki çıkıntıları, cisimleri görmeden takılıp ya da çarparak küçük kazalara uğruyor. Ergenlikte bu tür sakarlıklar olur, doğaldır bu. Ancak Atacan daha dokuz yaşında, ergenlik söz konusu değil.

Çocuğun akranı olan bazı çocukları gözlemlemeye başladım. Bir baktım ki gözlemlediklerimin bazıları da Atacan gibi. Onlarla Atacan’ın ortak yanı, telefon ve bilgisayarda internet oyunları oynamaları. Bu benzerlikler beni uyardı. “Bu sakarlıkların nedeni, internet oyunları olmalı.” diye düşündüm.

İki boyutlu bir ekrana sürekli bakmak ve iki boyutlu oyunları saatlerce oynayan çocuklarda, hatta büyüklerde üç boyutluluk yitiyor. Bu nedenle derinlik ve yükseklik algısı yok oluyor zamanla. Bu düşmelerin, çarpmaların nedeni bu, diye düşünmekteyim.

Özellikle düşme, çarpma sonunda yaralanıp sağaltım için sayrıevlerine giden çocuklar iyi gözlemlenmeli. Düşme, çarpma ile internet oyunları ilişkisi araştırılmalı; bu konuda kayıtlar tutulmalı. Bu konuya tinbilimciler ilgi göstermeli. Bu konuda bilimsel çalışmalar yapılmalı.

Benim kanımın kaynağı yalnızca bir gözlem. Anlaşılacağı üzere bilimsel bir dayanağım yok! Ancak bilim adamlarının bu konuya eğilerek hem çocuklarımıza hem de toplumumuza büyük bir iyilik yapacağı düşüncesindeyim.

İnternet oyunlarının çocukların düşünsel, tinsel ve bedensel sağlıklarını etkilediklerini görmekteyiz. Bu nedenle bu oyun bağımlılığı önlenmeli. Çocuklarımızın yaratıcılıkları, üretkenlikleri, düşlemleri, gelecek tasarımları internet oyunlarına feda edilmemeli.

                                                           30 Kasım 2020

 

PARASIZ AŞI


Sağlık Bakanlığı, Çin’den elli milyon doz aşı alındığını açıkladı. Üstelik bu alınan aşılar, ülkemizde başta sağlık çalışanları olmak üzere birçok yurttaşımız üzerinde test edildi. Bu testlerde de olumlu sonuçlar alındı.

Salgının ilk başından beri Türkiye, Çin’le işbirliği yaptı. Bilim kurulları sanırım iki kez birlikte toplandı. Bu toplantılar aracılığıyla Çin’in salgın deneyimlerinden yararlanıldı. Çin’deki sıkı önlemlerin neredeyse benzerleri uygulandı ülkemizde. Popülizm yapılmadı, bilimin ilkelerine uyuldu. Bu nedenle Haziran 2020’ye dek uygulanan önlemlerden olumlu sonuç alındı ve salgın dizginlendi.

Haziran 2020’de yaşamın normalleşmesiyle ve liberal bakış açısıyla davranıldığından salgın, hızla toplumun kılcal damarlarına dek bulaştı.

Bugüne geldiğimizde liberal anlayışla yapılan toplumsal serbestliğin faturası çok yüklü olduğu anlaşıldı. Yeniden devletçi yaptırımların gereği kendini ivedilikle duyumsatmakta.

Gelelim aşı konusuna…

Sağlık Bakanlığı, Çin’den alınan aşıların halka parasız uygulanacağını açıkladı. Zaten Cumhuriyet’in kurulmasından beri uygulanan tüm aşılar hep parasız oldu. Bu da Kemalizmin devletçilik ve halkçılık ilkeleri gereğiydi. Bugün de aynı sistemin sürdürüldüğünü görmek bizi sevindirip mutlu eder.

Aşının parasız yapılacağı açıklanmasına karşın HDP/PKK, TBMM’ye korona aşısının halka parasız uygulanması konusunda bir önerge verdi. Anlaşılacağı üzere parasız uygulanacağı açıklanan aşının parasız olmasına ilişkin bir önerge bu. Doğal olarak halk avcılığı kokan ve suyu bulandırmaya yönelik, bu yolla da terör partisinin halk desteği aramasına yönelik bu önerge iktidar partisi ve MHP’nin oylarıyla reddedildi.

HDP’yi tanıyoruz… Bu konuda fazla ayrıntıya, açıklamaya gerek yok! Ancak özellikle CHP ve İP yandaşlarının ve bazı yöneticilerinin “Parasız aşı, TBMM’de Cumhur İttifakı oylarıyla reddedildi.” diyerek bunu iktidar karşıtı bir propagandaya çevirmelerinin kime yararı var? Tükenmekte olan bölücü örgüte ve onun siyasal uzantısı HDP’ye… Peki, CHP ve İp bu propagandaya niye alet olur? Aşının parasız yapılacağını bile bile neden böyle bir karşı çıkışı kamuoyunda örgütlemeye çalışırlar?

ABD’nin istediği “Yaratıcı Yıkıcılık” ülkemizde devreye sokulmuştur. Ortaya atılan düşüncenin doğruluğuna ya da yanlışlığına bakılmadan Türkiye karşıtı bir propaganda başlatılmıştır.

Önümüzdeki günlerde Çin aşısına karşı bir kampanya başlatılırsa şaşmam. Çin aşısı karşıtları, ABD aşısının erdemlerini saya saya bitiremeyecekler. Onlar için önemli olan halk sağlığı değil, ABD çıkarları.

ABD’nin devreye soktuğu “Yaratıcı Yıkıcılık” karşısında bizim tavrımız mı ne olacak?

Türkiye, emperyalizme karşı bir savaşla kuruldu. Ülkemizi yaşatmanın yolu da her türlü emperyalist propaganda ve saldırıya karşı durmaktır. Emperyalizme karşı duramazsak ülkemizde yaşayamaz, ulusumuz da.

                                                                       29 Kasım 2020

KORONA ÇEMBERİ DARALIYOR


11 Mart 2020 günü ilk koronalı hastanın belirlenmesinden sonra toplumumuz, Sağlık Bakanlığı’nın öngördüğü sıkı önlemleri neredeyse harfiyen uyguladı. Mart, nisan ve mayıs ayları boyunca kovid 19’a karşı topyekûn bir savaşımın içindeydik.

Toplumun tüm kesimleri, tanıyıp bilmediği bir virüse karşı olağanüstü bir özveri ve savaşma kararlılığıyla davrandı. Sağlık Bakanı’nın neredeyse her akşam yaptığı konuşmaları, insanlar gözlerini kırpmadan dinledi. Bakanlığın ve sağaltımcıların söyledikleri her sözü, tanrısal bir buyruk gibi algıladık. Toplum, Sağlık Bakanı’nın çevresinde birlik oldu. Bu, toplumumuzun tüm bölünmüşlüğüne karşın son yıllarda oluşturduğu en güzel birliktelikti. Toplumun bu birlikteliğini, koronaya karşı topyekûn savaşımını bozmak için değişik çevrelerden algı operasyonları yapıldı. Sağlık Bakanlığına güvensizlik yaratmak isteyen bu algı operasyonları tutmadı. Emperyalist odaklar, salgını fırsat bilerek toplumumuzun birliğini bozmak için siyasal fırsatlar yaratmaya çalıştılar.

Haziran ayı ile hükümetin uyguladığı önlemler gevşedi. Toplumda virüs yok oldu algısı oluştu. Yaşamın her alanında bir gevşeme, umursamama başladı. Üç aylık tutsaklıktan zincirlerini koparanlar eskiye göre daha devinimli bir yaşamın içine girdiler. Kurban Bayramı kutlamaları, Ayasofya’nın açılışı, parti toplantıları salgını azgınlaştırdı. Ekonomik kaygılar, salgının önündeki toplumsal engelleri kaldırdı.

Eylül gelince salgın toplumun kılcal damarlarına dek girdi. Yetkililer, bu durum karşısında şaşırdılar. Salgının kontrolsüz yayılması karşısında hükümet, sıkı önlemlere başvurmaktan çekindi. Bunun birinci nedeni ekonomik kaygıydı. Bozulan ekonominin daha da kötüleşeceği korkusu egemendi. İkinci neden ise muhalefetin salgın üzerinden hükümeti devirme çabası…

Hükümet, ekonomik nedenlerle salgının yayılmasına göz yumdu, diyebiliriz. Ekonomik çarkların dönmesi önemli. Ancak salgına karşı önlemsiz bir çalışma yaşamının tehlikeleri çok büyük. Salgın artık kapımızın dibinde. Çoğu evlerin içinde. Neredeyse tanıdığımız her ailede en az bir koronalı var. Toplum salgının yayılma hızını çevresinden gözlemliyordu. Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı verilerin bir değeri kalmamıştı.

Salgının yayıldığını gören hükümet her gün yayımlanan “Korona Virüs Tablosu”nda bir değişiklik yaparak günlük vaka yerine, virüs kaparak sayrıevlerinde sağlatıma alınan sayrı sayılarını yayımlamaya başladı. Oysa virüslü birçok kişi evlerinde karantinada. Evlerde karantinada olanlar, toplumdan saklandı. 25 Kasım 2020 günü “vaka sayısı” açıklanmak zorunda kaldı. Salgın gibi en yaşamsal konuda verilerin toplumdan saklanması, gerçeğin üstünün örtülmesi affedilecek gibi değil. Bundan sonra halkın Sağlık Bakanlığı’na olan güveni sarsılacak. Belki de son yıllarda toplumun her siyasal görüşlü kişisi tarafından en güvenilir siyasetçisi olan Fahrettin Koca, şu anda en güvenilmez adam olacak. 

Korona virüsünün bulaştığı kişi sayısının kamuoyundan saklanması, önlemlerin savsaklanmasına neden oldu. Yurttaşlar, her gün yayımlanan hasta sayılarına bakarak ve bu sayıları özellikle batı ülkeleriyle karşılaştırarak ülkemizde salgının dizginlendiğini düşündüler. Bu da önlemleri uygulamadan toplumsal yaşamın hareketlenmesine yol açtı. Bu durumdan da anlaşılıyor ki, açıklık olmadığında toplum sağlığı tehlikeye giriyor. Bu yanlış bağışlanacak gibi değil.

Salgını daha fazla azdırmadan ve toplum sağlığını korumak için en kısa sürede iki haftalık bir kapanma gerekmekte. Bu sürede ekonomik yitiklerimiz çok fazla olmaz. Salgını önlemek için harcadığımız emek ve paranın bu dönemde görece ekonomik yararımızdan daha çok olduğunu söylemeliyim. Sağlık sistemini çökertmeden on dört günlük sokağa çıkma yasağı getirilmeli. Beklemenin, savsaklamanın kimseye yararı yok! Yurttaşımızı salgından korumak hükümetin başlıca görevi. Önlemler alınmazsa bölücü ve yıkıcı örgütlere siyasal malzeme verilir. Bunu yapmak ise ülkemize büyük zarar getirir.

Ey hükümet, iki haftalık kapanmayı sağla; hem yurttaşlarımızın sağlığını koru hem de PKK ve FETÖ’ye siyasal propaganda için şans tanıma!

26 Kasım 2020

ÖĞRETMENLİK NEDİR, ÖĞRETMEN KİMDİR?

  

Öğretmenler, çocuk ve gençlerin kendilerine örnek aldığı kişilerdir. Çünkü öğretmenlik tarihin en eski dönemlerinden beri toplumsal ve ekinsel yaşamımızda kutsal sayılmıştır. Bu nedenle de toplum olarak öğretmenliğe değer ve önem verilmiştir.

Toplumun gelişmesi, ileri gitmesi, uluslaşması, dayanışma duygusunun gelişmesinde en büyük etken eğitim ve öğretimdir. Bu işi de yerine getiren öğretmenlerdir.

Bir işin önemini, değerini, toplumsal yükümlülüklerini, sosyal sorumluluklarını, ulusal bütünlükteki birleştirici rolünü, ekinsel ve düşünsel alanlardaki etkisini anlamak için öncelikle o mesleğin adının anlamını bilmek gerek.

“Öğretmen” sözcüğü, “ög/öğ” kökünden gelir. Bu nedenle Türkçe bir sözcüktür. “Ög/öğ” kökünün anlamı “us, oluş, doğuş, ana, göğüs, öz, ilke yükseliş, konuşma, düşünme, ölçü, karşılaştırma, denge, uyum (bkz. Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü, Sosyal Yayınları, 2.basım, Şubat 1991, s. 525 “öğretmek” maddesi)” demektir. Yeryüzünde bu denli çok ve güzel anlam taşıyan başka bir başka sözcük var mıdır acaba?

Bir sözcük düşünün kökünde “us” vardır. Öyle bir sözcük düşünün ki kökünde “oluş” ve “doğuş” olsun. O “oluş” ve doğuş” tanrılara verilen bir yetenek değil mi? “Olduran, doğuran” doğa ananın biricik görevi. Ana doğurur, göğsüyle yavrusunu besler büyütür. Yavrusu korktuğunda, sayrı olduğunda, yalnızlık duygusuna kapıldığında, korunma gereksinimi duyduğunda, sevgiye susadığında ana onu göğsüne bastırmaz mı?

“Öz” değil midir varlığı ortaya çıkaran? Her canlıya kimliğini, kişiliğini, varlığı kazandıran “öz”dür.

“İlke” sahibi olmak yaşama ve toplumsal ilişkilere doğru bakışı sağlar. İlkeli olunca adam gibi adam olunur. İlkesizlik; kaypaklık, çıkarı elverdiğinde her kılığa girmektir.

“Konuşma, düşünme, ölçü, karşılaştırma” olmadan çözümleyici düşünmek, olay ve olguları doğru kavrayıp anlamak olanaklı mıdır? Yaşamda ölçüsü olmayanların doğru düşünmesi, düşündüklerini anlaşılır bir biçimde konuşup anlatması, insanlık erdemleriyle yükselmesi olası mıdır?

“Denge” ve “uyum” kişiyi sosyal ilişkilerinde güçlü kılan, kendisiyle ve çevresiyle barışık yaşamasını sağlayan, dengeli davranmayı öğreten, insanca yaşamasına yol açan aydınlatıcı iki ışık değil mi?

“Öğretmen” sözcüğü “öğreten, bilgi veren, us aşılayan (aynı yapıt)” anlamındadır. Sözcüğün kök anlamını düşündüğümüzde anlam ve işlevinin ne denli büyük olduğu görülür. Bu denli anlam yüklü bir mesleğin sorumluluk ve yükümlülükleri de o denli çok ve ağırdır. Bu kadar derin ve güzel anlamı olan bir sözcüğün yerine, Farsça “hoca”yı kullananlara şaşıyorum. Başta öğretmenler olmak üzere birbirlerine seslenirken “öğretmenim” sözcüğünü kullanmayı yeğlemeli. Yoksa bu sözcüğü kullanmadıklarında kendilerini öğretmenliğe yakıştıramıyorlar mı? “Öğretmen” sözcüğünün anlamı onlara çok mu ağır gelmekte?

Öğretmek, dünyada en kutsal görevlerden biridir. Doğa ana, öğretir yavrularına her şeyi sabır ve sevgiyle. Bu öğrenimle her canlı yaşamda kalmayı, soyunu sürdürmeyi, türdeşleriyle dayanışma ve yardımlaşma içinde yaşamayı becerir. Öğrenilenlerin çoğu yeteneklerin gelişmesine, becerilerin çoğalmasına yarar. İşte, öğretmen de doğa ana gibi çocuklara, gençlere, hatta yetişkinlere öğretir. Bu öğrenme onlara bilgi, beceri, meslek, özgüven kazandırır.

Yeryüzünde insanlara yol göstertici olmak, büyük bir şans, hatta ödül. İnsanlara doğru yolları göstermek, bilimin ışıklı yolunda yürümelerini sağlamak, ekinsel zevklerin edinileceği yolları açmak, sanatsal zevklerle donatmak ancak öğretmenlerin yapacağı bir iştir.

“Us aşılamak” herkesin yapacağı bir iş midir? Usun olacak ki aşılayacaksın. Usu aşılayacak yeteneğin olacak ki bu işi başaracaksın. Her şeyden önce usu aşılamanın yolunu, yöntemini bileceksin. İşte insanlara “us aşılamak” görevi öğretmenlere verildi ki toplumumuz ileri gitsin, usunu kullanıp hurafelerin ve kötü niyetli kişilerin tutsağı olmasın, bağımsızlığın yarattığı özgürlük ortamında mutlu olsun.

“Us aşılamak” öğretmenin görevi olduğu için “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” insanların oluşturduğu bir toplumun özgür bireyleri olarak aydınlık geleceğe koşmaktayız. “Us aşılamak” sayesindedir. Başöğretmenimiz Atatürk’ün dediği gibi bilimin kılavuzluğunda yarınlara koşmak.

Öğretmenlik donanımlı olmayı gerektirir. Bu donanım; okuyarak, araştırarak, gözlemleyerek, dinleyerek, kendi öz ekinine sahip çıkarak, sürekli öğrenerek sağlanır. Bu meslek, her hangi bir iş değil. Öğretmen; kişilikli, becerikli, yetenekli, sanat zevki gelişmiş, bilimsel düşünen, ekinsel birikimi yüksek, insan sevgisi sınırsız, topluma ve kişiye saygısı sonsuz, hoşgörüsü tükenmeyen kişidir. Bu nedenle diploması olan herkesten öğretmen olmaz. Saydığımız özellikler doğa vergisidir. Doğuştan gelir. Diyebiliriz ki öğretmen olunmaz, öğretmen doğulur.

Öğretmen, bir ananın sabrı ve yüreğini taşıyan kişidir. Her koşulda öğrencisine sevgisini veren, onun varlığına saygı gösterendir. Bilgisi tükenmeden sürekli akan bir pınarın suyu gibidir. Vardığı yerlere can, yaşam ve bereket verir. Bu tanrısal mesleğin değerini bilenlere ne mutlu! Bu mesleği hakkıyla yapanlara toplumsal borcumuzu ödememiz çok zor. Atatürk’ün yolunda yürüyen özverili, koca yürekli öğretmenlerimizin öğretmenler günü kutlu olsun.

                                                                                                                  24 Kasım 2020

 

 

 

YCHP’Lİ ÇEVİKÖZ’ÜN BİDEN UMUDU


ABD’deki başkanlık seçiminin sonucu tam olarak kesinleşmeden YCHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, alelacele Biden’ı kutlayıp başarılar diledi. Oysa hem Türkiye’yi yönetenlerden hem de dünya ülkelerinin büyük çoğunluğunun liderlerinden bu konuda ses çıkmadan bu kutlama yapıldı. Bu tavır, usuma “Mescit yapılmadan körler dizildi.” deyimini getirdi. Seçim sonucu belli oldu olmasına da Trump birçok eyalette sonuçlara itiraz etti. Buna karşın Kılıçdaroğlu’nun ön alma tavrı gözlerden kaçmadı.

YCHP’nin Genel Başkanı, Biden’ın seçilmesi karşısında bu kadar heyecanlanıp ivecenlik gösterir de yardımcısının büyük beklentisi olmaz mı Demokrat Partili Başkandan?

YCHP’nin Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ünal Çeviköz, Biden döneminde Türk-ABD ilişkileriyle ilgili beklentilerini Amerikan-Alman Marshall Fonu adlı düşünce kuruluşuna açıklamış. Çeviköz: “Biden yönetiminden ilk beklentimizin şu olacağını düşünüyorum: Hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, yargı sisteminin siyasetten arındırılmasına, güçler ayrılığına, demokratik reformlara, medya, ifade, toplanma özgürlüğü gibi tüm temel hak ve özgürlüklere çok güçlü bir vurgu yapması” olduğunu söyledi. Bu sözleri okuyunca “Türkiye, acaba ABD’nin eyaleti mi?” sorusu uslara takılıyor. Türkiye’nin olduğunu varsaydı tüm sorunların Biden tarafından çözümlenmesini istiyor. Bu kişi, ülkemizin ana muhalefet partisinin bir vekili. “Milletvekili” demiyorum; çünkü milletin vekili olan biri, ülkesinin sorunlarının çözümünü kendi milletinden bekler, okyanus ötesinden değil. Bu sözlere bakınca Biden’ın yaklaşık bir ay önce ülkemizin muhalefetiyle ilgili yaptığı açıklamalarla ne denli örtüştüğünü görüyoruz.

Demokrasi, hukukun üstünlüğü, temel hak ve özgürlükler konusunda AB gibi CHP’nin de kaygı duyduğunu belirtmekte. Kendi halkından uzaklaşan bir siyasal çizginin emperyalizme bel bağlamış durumunu yansıtmakta Çeviköz. Bu bel bağlamayla Türkiye’nin ve CHP’nin kurucusu Atatürk’ün de kemiklerini sızlatmakta.

Türkiye, uluslararası topluma (Bununla anlatılmak istenen batılı emperyalist ülkelerdir.) temel hak ve özgürlüklerde güvence verirse ekonomisini toparlama fırsatını da yakalar, demekte. Ekonomide dışa bağımlılıktan başka bir şey düşünmemekte kapitülasyoncu kafa. 

Türkiye’nin Libya’da BM’nin kararı doğrultusundaki silah ambargosu kararına uymadığını söylemekte Çeviköz. Adama sorarlar: “Sen kimden yanasın?” diye. Evet, sizce Çeviköz kimden yana? 

Çeviköz’ün en büyük derdi, ABD’nin yalnızlaşması ve NATO’nun işlevini yitirerek dağılmanın eşiğine gelmesi. Bu nedenle Transatlantik birliğinin oluşmasını istemekte. Bu yolla NATO’dan uzaklaşmakta olan Türkiye’nin NATO’ya bağlanacağını öne sürmekte. Şu isteğe, şu kafaya bakın! Türkiye’nin tam bağımsızlığının sağlanması konusunda en küçük bir kaygısı bile yok! Transatlantik birliğini, Rusya ve Çin’in güçlenmesine karşı istemekte. 

Kendileri iktidar olduğunda S 400’leri etkinleştirmeyeceklerini duyurmakta Biden’a. S 400’lerin ülkemize yapılacak bir ABD-İsrail saldırısına karşı bir savunma silahı olduğunu bilmiyor Çeviköz. Bilse de ne fark eder? NATO’cu, Amerikancı birinin emperyalizme karşı savunmayı düşünmesi olası mı? Bu arada S 400’leri etkisizleştiren Türkiye’nin F 35 programına yeniden geri döneceğini vurgulamakta. 

Kıbrıs’ta çözümsüzlüğü dayatan ve geçersizliği kanıtlanan Rum-Yunan tezi olan federatif sistemi düşünmekte çözüm olarak. Bu nedenle de Maraş’ın açılmasını yanlış bulmakta. 

Kürt sorununu çözmek için AKP’nin terk ettiği “açılım”ı çözüm olarak görmekte. Ülkemizde Kürt sorununu çoktan halledildiğini terör sorununun da halledilmekte olduğunun da farkında değil. Türkiye’de Kürt sorununun “açılım”la çözülmesini isteyen ABD ve AB. Yani batılı emperyalistler. Çeviköz de bu emperyalistlerin sözcüsü…

Türkiye’yi dış politikada “çatışmacılık”la suçlamakta ABD sever Çeviköz. Peki, Türkiye kimle çatışmakta? ABD ve AB ile… Niçin? Kendi çıkarlarını korumak için… Emperyalizmle çatışarak bağımsızlaşan Türkiye resmi Çeviköz’ü rahatsız etmekte. Varsa yoksa ABD’nin uslu çocuğu olmayı isteyen emperyalizme teslimiyetçi bir kafa. 

Çeviköz, birçok konuda görüş açıkladı. Bu görüşlerinden biri bile Türkiye’nin lehinde değil. Hiçbir şeye Ankara’dan bakmıyor, her şeye Atlantik’ten bakıyor. Söyleyin bakalım… Çeviköz’ün dünün Tanzimatçı teslimiyetçilerinden, Damat Feritlerinden, mandacılarından, ABD adına ülkemize saldıran PKK ve FETÖ’den ne farkı var? 

Adil Hacıömeroğlu

21 Kasım 2020


ARINÇ YARGILANSIN!


AKP kurucusu ve partinin önde gelen kişilerinden Bülent Arınç, özel bir televizyona çıkıp soruları yanıtladı. FETÖ’nün 15 Temmuz darbe kalkışmasından sonra AKP içinde yıldızı sönmeye başladı.

Arınç’ın damadının FETÖ’den tutuklanması, kamuoyunun ilgisini çekti. Ekranlara çıkıp damadına kefil olduğunu söyledi. Bir kaynatanın damadına kefil olması, ailesel bir sorun. Bu, kamuoyunu pek ilgilendirmez. Ancak Türkiye’de TBMM başkanlığı, bakanlık görevlerinde bulunan bir siyasetçinin bir FETÖ tutuklusuna kefil olması, siyasal bir tavırdır ve kamuoyunu ilgilendirir. Bu tavrıyla Arınç, damadının savunduğu düşüncelere, damadının üyesi olduğu savlanan örgüte de kefil olmuş olmuyor mu?

Bülent Arınç, FETÖ’cü savcıların kozmik odaya girerek devletin güvenlik, savunma sırlarını açıklamaları konusunda önayak olmasıyla onu iyi tanıdık. Arınç’a yapılacak uydurma bir suikast planının ortaya çıkmasını fırsat bilen FETÖ, kozmik odaya girdi. Böylece Arınç, bu konuda FETÖ’nün yolunu açtı. Devlet sırlarını koruması gereken birinin bu sırların ortalığa dökülmesine öncülük etmesi ihanet değil de nedir? Suikast yalanını uyduran FETÖ, buna inanır görünerek ağlak bir yüzle kendisini acındırıp açıklamalar yaparak FETÖ’nün yolunu açan ise yine Arınç’tı. Önceden kurgulandığı anlaşılan bu uydurma suikast planıyla TSK’nın sırları çarşı pazara düştü Arınç sayesinde.

Açılım döneminde Arınç, Selahattin Demirtaş’a: “Siz kimin sözcülüğünü yapıyorsunuz da Öcalan’ı itibarsız hale getirmek istiyorsunuz?” diyordu Arınç açılımın sürdüğü Kasım 2014’te. Bu sözleriyle Öcalan’ın itibarının kavgasını vermekteydi. Acaba neden, kim adına?

Bülent Arınç, açılım döneminin gönüllü sözcüsüydü. PKK’yı kamuoyunun gözünde aklama görevi edinmişti. PKK’yı mağdur, mazlum, masum ve sevimli göstermek için olağanüstü çaba gösterdi.

Ergenekon ve Balyoz tutuklamalarıyla ABD’nin FETÖ aracılığıyla TSK ve yurtseverleri dağıtma saldırısı karşısında söylediği “Türkiye bağırsaklarını temizliyor.” sözü belleklerde de tarihin kirli sayfalarında da yerini almıştır.

Arınç’ın PKK ve FETÖ övgülerini, bu Amerikancı örgütlere kol kanat germelerinin hepsini anlatmaya sayfalar yetmez. En son olarak televizyon kanalından ulusun gözünün içine baka baka Demirtaş’ın kitabının okunmasını önermesi bölücü örgütün ve terör suçlamasıyla yargılanan birinin propagandasını yapmaktır. Hukuk diliyle söylersek suçluyu övmektir.

Arınç söz konusu TV’de Kavala ve Demirtaş’ın serbest bırakılmasını söyleyerek Amerikancı bölücü, yıkıcı örgütlerin sözcülüğünü yaptı. Bu söylemleriyle Türkiye’nin değil; ABD, PKK ve FETÖ’nün yanında olduğunu gösterdi. Aynı izlencede PKK’nın katlettiği suçsuz ve silahsız insanları anmadı. PKK’nın hunharca katlettiği eli kalem tutan öğretmenleri, bebekleri, kadınları, köylüleri, işçileri hiç dile getirmedi. Kurban eti dağıtırken zalimce canına kıyılan Yasin Börü usuna bile gelmedi. FETÖ’nün yaşamlarını kararttığı on binlerce insanı hiç düşünmedi bile.

Arınç, 19 Kasım 2020 akşamı çıktığı televizyon izlencesinde suçluyu, terör örgütü elemanlarını övmüştür. Bu nedenle suç işlemiştir. Türk ulusunun topyekûn savaştığı terör örgütlerini övmek, bağışlanacak bir suç değil. Bu nedenle cumhuriyet savcıları göreve… Arınç, işlediği suçlardan ötürü yargılanmalı! Suçu kim işlerse işlesin bir karşılığı olmalı ülkemizde. Unutmayalım ki herkes yasalar önünde eşittir.

                                                                       20 Kasım 2020

Not: Konunun iyi anlaşılması için aşağıdaki yazıların okunmasında yarar var.

1-      BÖLÜCÜLERİ    ACINDIRMAYI       GÖREV EDİNEN BAKAN https://adiladalet.blogspot.com/2012/12/boluculeri-acindirmayi-gorev-edinen.html?spref=tw

2-      AĞLAMAKTAN YALVARMAYA https://adiladalet.blogspot.com/2014/01/aglamaktan-yalvarmaya.html?spref=tw

3-      ARINÇ’LA APO’NUN İTİBARI https://adiladalet.blogspot.com/2014/11/arincla-aponun-itibari.html?spref=tw

4-      KOZMİK ODA NE OLACAK? https://adiladalet.blogspot.com/2015/03/kozmik-oda-ne-olacak.html?spref=tw

5-      HAÇLI     SEFERİNİN KIŞKIRTICILARI https://adiladalet.blogspot.com/2013/09/hacli-seferinin-kiskirticilari.html?spref=tw

 

 

EVDEKİ EĞİTİM


Okullar, haftanın birkaç günü açıldı salgına karşın. Ne yazık ki kovid 19, öğretmen ve öğrenciler arasında sinsice yayılma fırsatı buldu. Kesin sayılar açıklanmasa da okullara giden birçok öğrenciye ve öğretmene virüs bulaştı. Okulların böyle bir salgın döneminde açılmasının yanlışlığını söylemiştik daha önce.

Özel okulcu bakanın, özel okulların kepenk indirmemesi için yaptığı atak elinde patladı. Okular, virüsün yayılması için bir ortam oluşturdu. Şimdi geçmişi tartışma zamanı değil. Bundan sonra ne yapılacağı çok önemli. Uzaktan eğitim nasıl yürütülecek? Evlerde, ne zamana dek tutsaklık yaşayacağı belli olmayan öğrencilerin nasıl eğitileceği gündemimizde olmalı. Okulların yeniden açılması isteniyorsa öncelikle toplu taşım araçları yeniden yapılandırılmalı, bu konuda sağlıklı önlemler alınmalı. Salgını durduracak “maske, sosyal ara, sosyal yalıtım ve temizlik” gibi kurallara kesinlikle uymak gerek. Uymayanlara da yaptırımlar ödünsüz uygulan malı.

Yeniden evlere kapandığımız bu günlerde korona tutsaklığımızı hem kendimiz hem de çocuklarımız için verimli duruma getirebiliriz. Nasıl mı?

Yıllardır evimin balkonunda kısıtlı olanaklarla sebze yetiştirmekteyim. Bahar ve yaz mevsimlerinde biber (altı tür), salatalık, nane, semizotu... Bu yıla kadar domates de yetiştiriyordum, bu baharda vazgeçtim. Çünkü domates geniş alan istiyor. Balkondaki saksılar ona dar gelmekte. Salatalık ve biberlerin gelişmesini de engelliyor. Kışınsa balkondaki saksılarımız marul, soğan, maydanoz, rokalarla bezenmekte. Bu yıl dereotu deneyeceğim.

Sulamayı mı nasıl yapmaktayız? Mutfak musluğunun altında bir leğenimiz var. Yıkadığımız sebze ve meyvelerin suları orada birikmekte. Biriken suları döküyoruz sebzelerimize.  

Balkon, kent çölünde güzel bir vahamız. Sabahleyin oradan bir salatalık ve bir biber koparıp yemek yaz günlerinin olağanüstü mutluluğu olmakta. Kışın orada yetiştirdiğimiz sebzelerden yaptığımız salataların lezzetini anlatmama gerek var mı? Evde kalmak zorunda olan çocuklarımızla balkonlarda (Balkon varsa tabi ki, yeni evlerde balkonsuzluk moda) sebze yetiştirebiliriz. Bu hem çocukların sabır eğitimine destek verir hem onların evlerde sıkılmasını önler.

Peki, evde sebze yetiştirmenin dışında ne yapabiliriz? Aslında yapacak o kadar çok şey var ki… Bunların en başında ailece kitap okuma gelir. Evdeki tutsaklığı bilgi edinme fırsatına dönüştürebiliriz. Evlerimizi düşünsel bir fırtınanın eksik olmadığı yuvalara dönüştürebiliriz.

Kitap okumanın dışında el becerilerini geliştirecek, yaratıcı etkinlikler yapılabilir. Bunun içinde derin arayışlara girişmeye gerek yok, geçmişimize bakmamız yeterli.

Yakın zamana dek yaşamımızda olan birçok el sanatlarını yeniden keşfedebiliriz. Korona günlerinde evimizi küçük bir atölyeye çevirebiliriz. Öncelikle okuduğumuz gazetelerden gemiden uçağa, uçurtmadan türlü canlı figürlerine dek birçok şey üretebiliriz. Gazetelerden kese kâğıtları yapabiliriz, alışverişlerimizde kullanmak için. Bu kese kâğıtları, naylon torbalardan bin kez daha sağlıklıdır.

Evimizdeki birçok atık maddeyi sanata dönüştürebiliriz. Her gün çöpe attığımız pet ve cam şişeler, kavanozlar, konserve kutuları ve bunlar gibi birçok şey çocuklarımızın becerikli ellerinde sanata dönüşebilir.

Evlerde ahşapla uğraşmak bizleri rahatlatacaktır. Küçük metallerle olağanüstü güzellikte yapıtlar üretebiliriz. Dedelerimizin, babalarımızın el sanatlarını yeniden canlandırabiliriz.

Türlü elişleri yapılabilir. Kazak, atkı, çorap, patik örülebilir. Oya, dantel, kanaviçe, makrome çalışmaları yapılabilir. Bir anda usumuza gelmeyen, unutulan birçok el sanatımızı yaşamımıza yeniden sokabiliriz.

Evde belli uğraşılarımızın olması hem bedensel hem de tinsel sağlığımızı olumlu yönde etkileyecektir. Bu tür çalışmalar; evdeki erinci, mutluluğu, iletişimi artırır. Birlikte bir şey üretmenin mutluluğu aile üyelerinin gereksiz tartışmalar içine girmesini ve anlamsız tartışmalar yaşamasını önler. Aile bireyleri böylesi zor bir ortamda salgını; yaratıcılığın, üretkenliğin güce dönüşen birlikteliğiyle yenebilirler. Bu konuda MEB ve Kültür Bakanlığı, iletişim araçlarıyla halkımızı yönlendirebilir. Onların hem geçmişteki el sanatlarını hem de kendi yeteneklerini keşfetmelerine yardımcı olabilirler. Özellikle televizyonlar gereksiz, anlamsız, bilgisiz, bağırıp çağırmalı tartışma izlenceleri yerine; halka ışık tutacak, onlara karanlık günlerde fener olacak izlenceler yapabilirler.

İnsanoğlu, tarih boyunca türlü tehlikelerle karşılaştı. Düşünmediği birçok zorlukla savaştı. Usa gelmedik kırımlarla karşılaştı. Tüm dünyayı etkileyen insan soyunu yok edebilecek salgınlarla uğraştı. Yaşanan tüm tehlikelerden sağ salim kurtulmasını bildi. Her salgın döneminde yaratıcılığını geliştirdi, üretkenliğini artırdı. Bu kötü dönemleri fırsata dönüştürdü insan. Birçok devrimci atılım hep bu zor zamanların sonunda geldi. Evet, şimdi neden olmasın? Bu salgın dönemini unutmakta olduğumuz üretkenliği, yaratıcılığı yeniden edinmek için fırsata dönüştürmemizin önünde engel mi var?

                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           19 Kasım 2020

EVDEKİ OKUL

 

Korona salgınına karşı yeni önlemler açıklandı. Önlemler kapsamında okullar, 31 Aralık 2020’ye dek kapatılacak. Bunun yanı sıra sokağa çıkma kısıtlamaları da getirmekte bu yeni önlemler.

Eğitim, daha çok da öğretim internet yoluyla uzaktan yapılacak. Ayrıca yirmi yaş altı çocuklar ve gençler, gün içinde 13.00-16.00 saatleri arasında çıkacak. Yirmi yaş altı yurttaşların çoğu öğrenci. Bu çocuk ve genç yurttaşlarımızın dışarıya çıkması öngörülen saatlerde uzaktan eğitimleri olduğunu da söyleyelim. Öğrenciler, üç saatlik dışarı çıkıp hava alma haklarını mı kullanacaklar, yoksa uzaktan eğitime mi katılacaklar? Geleceğimizi kuracak öğrencilerimizi böylesine önemli bir ikilem içine sokmanın doğru olmadığını belirtelim.

Bir çocuğun, gencin dışarı çıkıp hava alması ve yürümesi çok önemli. Günün önemli bölümünü evde geçiren öğrencilerin üç saat de olsa dışarı çıkmaları hem bedensel hem de tinsel sağlıkları için çok zorunlu bir gereksinim. Bu nedenle uzaktan eğitim izlenceleri buna göre düzenlenmeli. Böylece öğrenciler özgürlüklerinden de uzaktan eğitimden de yararlanabilsinler.

Uzaktan eğitimin yüz yüze olduğu gibi olmaması gerektiğini dana önceki yazılarımda anlattım birkaç kez. Ders içeriklerinin yarı yarıya azaltılması gerek. Öğrenciler, ağır ders içerikleriyle bunaltılmamalı. Öğrencilerin hem salgın tehlikesi hem de bu tehlike nedeniyle evde tutsak olmalarının yarattığı tinsel durum, göz önüne alınmalı. Uzaktan eğitim, bir ödevlendirme dizisine dönüşmemeli. Elbette ki öğretim açısından büyük yitikler yaşanacak. Bu yitikleri, öğrencileri bunaltarak ve onların tinsel sağlıklarını bozarak yerine getirmek olanaksız. Öğreteceğiz derken öğrencilerin sinir sistemlerini aşındırmanın bir gereği var mı?

Uzaktan eğitim dersleri, birçok yoldan internet üzerinden yapılmakta. Derslerin çoğunda coşku ve sevecenlik yok! Öğretmenler, ne yazık ki bir robot gibi ders anlatmaktalar. Karşılarındaki öğrencilerin de robot gibi dinlemelerini beklemekteler.

Öğretmenlik bir sanattır. Bu nedenle diğer mesleklerden ayrılır. Her sanatın, her sanatçının bir duygusu vardır. Böylesine insanların evlerinde tutsak olduğu bir salgın döneminde duygunun yeri, her şeyin önüne geçmekte. Dört duvar arasına sıkışmış öğrencilerde olumlu duyguların yaratıldığı derslere gereksinimi var.

Uzaktan eğitimde dersler, sınıftakine göre daha soyutlaşmakta. Duygusal değintiler azalmakta. Bu nedenle ders anlatıcılarının bu gerçeği göz ardı etmemeleri gerek. Kısıtlanmış, zorunlu bir yaşam tekdüzeliğin içinde olan öğrencilerin duygusal kırılganlıkları iyi düşünülmeli. Bu nedenle her öğretmen kendisini, öğrencilerin yerine koyarak derslerini ona göre anlatmalı, konu içeriklerini ona göre hazırlamalı.

Duygunun olmadığı yerde iletişim, içtenlik olmaz. Uzaktan ya da yüz yüze olsun eğitimin en temel koşulu içtenlik ve doğru iletişimdir. Bu nedenle derslerde coşku ve duygu olmalı. Yasak savma, görevi yerine getirme anlayışıyla yapılan derslerin çok da yararı olmaz.

Öğrenciler, uzaktan eğitim derslerine velilerin zorlamalarıyla değil, kendi istekleriyle girmeli. Ders vakti yaklaşınca öğrenci, sabırsızlanmalı derse katılmak için. Öğretmenlerin derslerdeki coşkusu ve duygusu öğrenciye tutsaklıkta özgürlüğe açılan bir kapı olmalı, ona tutsaklığını da salgını da unutturmalı.

Yaklaşık sekiz aydır olağanüstü bir sabır gösteren korona çocuklarının dünya tarihinde önemli değişimlere imza atacağını herkes düşünmeli. Korona çocukları, evlerindeki tutsaklıklarında sabır eğitimi yapmaktalar. Bu sabır eğitiminin başarılacağından hiç kuşkum yok! Evet, “Sabır acıdır, ama meyvesi tatlıdır.” diyen atalarımız ne güzel söylemişler, değil mi?

                                                           Adil Hacıömeroğlu

18 Kasım 2020

TASMALI ÇOCUKLAR


Günümüz çocukları, apartman katlarında yaşamaktalar, kafesteki kuşlar gibi. Genellikle her evde tek çocuk var. Bu çocukların yedikleri önünde, yemedikleri arkasında. Evler dar, çocukların erkelerini harcamalarına uygun değil. Koşamıyorlar, oynayamıyorlar. Genellikle de oynamanın ne olduğunu bilmiyorlar bile.

Yitip içip semizleşen çocuklar, devinimsizlikten bedensel ve tinsel gelişimlerini sağlıklı bir biçimde yapamıyorlar. Bu devinimsizlik, anne ve babalar için de geçerli. Birçok aile için yaşam ev, okul, iş ve alışveriş yaptıkları yerler arasında geçmekte. Dinlence günlerinde bile birçok aile zamanlarını AVM’lerde geçirmekte. Bu durum, insanımızın yaşamını tekdüze yapmakta. Bu tekdüzelik, insanların sosyal ilişkilerini bitirmekte. Böylece devinimsiz, insansız, doğasız, renksiz bir yaşamın tatsızlığında zaman öldürülmekte. 

İnsan yaşadıkça çok şey görüyor. Eğer farkındalığınız yüksekse gözlem gücünüz varsa ilginç durum, olay, olgularla karşılaşıyorsunuz. İnsan, yalnızca bakmayıp görmeye çalıştığında toplumdaki farklılıklar, ilginçlikler karşısında şaşırıyorsunuz.

Tam olarak zamanını anımsamıyorum. Belki on yıl önceydi. Bir pazar günü Bostancı sahilinde yürüyüş yapmaktaydım. Güzel, ılık bir bahar günüydü. Bir yandan denize bakıp düşler kurarken bir yandan da çimler üzerinde sere serpe oturmuş, uzanmış insanları izlemekteydim. Çimler üzerindeki aileler genellikle açkapa sandalyelere oturmaktaydılar. Yiyecek ve içeceklerini evlerinden getirmişlerdi çoğunlukla.

Yürüyüşümü bahar kokusu, martı ciyaklamaları, çocuk sesleri, deniz araçlarının homurtuları, serçelerin telaşlı uçuşları arasında sürmekteydim. Sandalyede eşleriyle oturan iki anne gözüme ilişti. Yanlarında küçük çocukları da vardı. Bakımlı çocuklar, iki üç yaşlarındaydı. Önce fark etmedim, çocukların yelek giydiklerini düşündüm. Sonra bir baktım ki çocukların arkalarından ipler uzanmakta ve bu iplerin ucu annelerin ellerinde. Şaşkınlığımı gizleyemedim. Anneler şaşkınlığımı fark ettiler ki, bana gülümsediler. Bunu üzerine selam verip “İyi günler!” ve “Özür dilerim.” diyerek sorumu sordum.

“Çocuklarınıza taktığınız bu şey tasma mı?” dedim.

İkisi birden: “Evet!” dediler. Bu sırada ikisinin eşleri de bıyık altından gülmekteydiler.

Çocuklara tasmanın niye takıldığını anladığımdan konuşmayı uzatıp onları meşgul etmek istemedim. Üstelik güzel bir bahar dinlencesinde, günümüzün modern(!) annelerinin tadını kaçırmak istemedim. Ancak yanlarından uzaklaşıncaya dek çocukları gözlemledim.

Çocuk bu, durduğu yerde durabilir mi? Duramaz… Merak eder, inceler. Apartmandaki kafesinden çıkmıştır, özgürce uçmak ister. Çevresindeki nesneleri tanımaya çalışır. Bu yaştaki çocukların her adımı bir öğrenmedir.

Peki, anneler neden çocuklarına tasma taktılar? Yanlarından uzaklaşıp yitmesinler diye. Çocuklarının başına olumsuz bir şey gelmesini istemediklerinden bu yola başvurdular. Bu arada çocuklar, tasmalarla kontrol altına alınırken kendileri de rahatça oturup arkadaşlarıyla söyleşmekteler. Oysa çocuklar, doğayı ve çevreyi belki de bu ilk keşiflerinde annelerini, babalarını yanlarında istemekteydiler. Çünkü soracakları “Ne?” sorularına yanıt almak zorundalar. Ama nedense bu soruları yanıtsız kaldı.

Çocuklar, annelerin istedikleri uzaklığa gidebiliyorlardı. Tasmanın ipi, çok uzun tutulmuyordu nedense. Baharın coşkun mutluluğunu yaşamak isteyen çocukların bu isteği, ne yazık ki tasmalarla engellenmekte. Bu çocuklar ne uçan kelebeğin ne de yuva yapma telaşıyla ötüşen kuşların farkında. Yeşermekte olan ağaçların, rengârenk açan çiçeklerin ayırdında değillerdi. Çünkü sürekli çekiştirilen tasmalardan kurtulmak için savaşım vermekteydiler.

Sahildeki tasmalı çocukları izlerken çocukluğum geldi usuma. Martta karlar eriyip doğa canlandığında ahırın loşluğunda kışı geçiren buzağılar ilk kez dışarı çıkarılırdı. Yaylıma götürülen ve özgürleşen buzağılar, ilk kez gördükleri güneşin parlak ışığına uzun süre bakmaz, gözleri kamaşırdı. Yeşil çayırlarda kısa koşular yaparlardı annelerinin çevresinde dönerek. Adımları birbirine uymaz, zaman zaman ıslak çimenlerde ayakları kayıp düşerlerdi. Anneleri, onları sabırla kalkmak için yüreklendirirdi bedensel devinimleriyle. Onlar düşer düşmez kalkarlardı yerden. Üç beş gün sonra alışırdı buzağılar.

Kentin dışına çıkıp doğayla buluşan insanlar, ilk önce ne yapacaklarını şaşırırlar. Bir bakarsınız ağaç gövdesine sarılır, bir bakarsınız çimlere uzanır. Çeşme görürse kana kana su içer. Öyle içer ki, gören de der ki: “Bu kişi sanırım yaşamında ilk kez su içiyor.” Çiçeklere, meyvelere saldırır. Çevresinde gördüğü her şeyi bir anda tanımak ister. Koşar, kurduğu salıncakta sallanır, türlü oyunlar oynar. Halkımız bu tür davrananlara: “Mart danası” der. Bu deyim; uzun süre doğa özlemi çekip sonrasında amacına kavuşanların şaşkınlığını, ivediliklerini, doyumsuzluklarını anlatmak için kullanılır.

Tasmalanan çocuklar da mart danaları gibidir. Oynamak, koşmak, tanımak isterler ivedilikle. Bostancı sahilinde gördüğüm tasmalı iki çocuktan sonra birçok yerde benzer durumlarla karşılaştım.

Çocuklara tasma takma düşüncesi nereden gelmiştir acaba? Bence bu düşünce, ya Avrupa ya da ABD kaynaklıdır. Aynı zaman da tasma, bir tüketim eşyası. Bunu bulanlar satıp para kazanacaklar. Ülkemizdeki batı hayranı kimileri de modernleşme amacıyla tasmayı satın almaktalar. Tasmalı çocuklara, yaşamlarının ilk anından itibaren büyük bir kaygı yüklenmekte. Kaygılı kişinin özgüveni gelişir mi?

Ah insanoğlu ah! Kediye, köpeğe tasmayı taktın, onları buyruğun altına aldın, yetmedi mi? Şimdi de kalktın çocuğuna taktın tasmayı. Bencilliğin öne çıktığı kamuculuğun göz ardı edildiği bir toplumsal düzende yaşamaktayız. Bu düzende insanların yüreklerine, beyinlerine tasma vurulmakta. Doğal yaşamda hiçbir varlığın ne bedenlerinde ne yüreklerinde ne de beyinlerinde tasma var. O halde bu tasmalar niye?  

                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           17 Kasım 2020

DEPREM UZMANLARI NEREYE GİTTİ (Deprem Yazıları-8)


30 Ekim 2020’de İzmir depremi oldu. Uyduruk yapılar yıkıldı. İnsanlarımızı, canlarımızı o yıkıntıların arasında yitirdik. İnsanlar, dişinden tırnağıyla kazandıkları üç kuruşları biriktirerek ev aldılar. O evlerde mutluluk içinde bir yaşam sürmeleri gerekirken o evler, gömütleri oldu.

Ülkemizde neredeyse her yıl bir ya da birkaç üniversite açılır. Her yıl yüzlerce her dalda mühendisler yetişir. Mühendislerin çoğu kendi alanlarında iş bulamaz ve farklı işlerde çalışırlar. Buna karşın her gün yapılan yapıların birçoğunda mühendis, yalnızca kâğıt üzerindedir. Birçok alanda olduğu gibi yapılaşmada da yasak savmak için iş yapılır. Görünürde her şey, yasalara uygun yapılıyor; ancak gerçek, hiç de böyle değil.

Her depremde olduğu gibi İzmir depremi sonrasında da tüm televizyonlarda deprem uzmanları çıkıp konuştu. Depremle ilgili çok teknik, bilimsel bilgiler verildi. Kimi zaman deprem uzmanları birbirleriyle ters düştüler. Bazı jeoloji, jeofizik profesörleri öğrencilerine ders anlatır gibi anlattılar. Bilimsel bir dil kullanıldı. Halk, üniversite sınavına girmeden üniversiteli oldu birden. Haritalar, teknik bilgiler…

Siyasetçiler, hükümet yetkilileri, belediyeciler, yani kentleşmeden ve çürük yapıların yapımından sorumlu kişilerin sesleri fazla çıkmadı. Alan, uzmanlara kaldı. Bu arada iktidar ve muhalefet partileri, yıkıntı ve yıkılacak kentlerin sorumluları şaşırtıcı bir biçimde deprem konusunda açık tartışmaya girmediler. Çünkü derin tartışmalara girseler her iki yanın ortak sorumsuzlukları, iş savsaklamaları, yandaşlarına kentleri yağmalatmaları ortaya çıkacaktı. Bu nedenle tartışmadan kaçındılar. Deyim yerindeyse birbirlerini ısırmadılar.

Depremde ölenler öldü, evleri yıkılanlar çadırlara taşındı. İnsanlığını yitirmemiş insanların yürekleri İzmir’de attı her an. Kendilerini depremzedelerin yerine koyanlar yardıma koştular, İzmirliler için gözyaşı döktüler. Giderek gözyaşları kurudu. Herkes günlük işlerine döndü.

Yıkıntılar kaldırıldı. Yılların birikmiş anıları kepçelerle kamyonlara yüklendi. Yıkıntılar, bir alanda apartman adları yazılarak toplandı. Yapıların yerlerinde boş arsalar kaldı.

Yapıların kolonlarını kesenlere, çürük yapıları yapanlara, bu işlere göz yumanlara ne mi oldu? Daha önceki depremlerden sonra ne olduysa o olacak. Göstermelik, yürek soğutucu türden birtakım soruşturmalar… Suçlar, ondan ona atılacak. En sonunda suçlu, yer kırıkları ve doğa olayları olacak. Yani anlayacağınız herkes işini kurallara uygun yapmış olacak, doğa insan yasalarına uymadığı için suç onun üstünde kalacak.

Yıkıntılar kaldırıldıktan sonra konuşulacak bir şey kalmadı. Yöneticiler, depremin izlerini suç mahallinden yok ettiler. Ekranları işgal eden deprem uzmanlarına gerek kalmadı. Çünkü deprem gündemden çıktı yıkıntılarla. Bir depremin daha olmasını bekleyeceğiz uzmanları dinlemek için. Toplum olarak dinliyoruz, izliyoruz yalnızca. Yöneticiler, sorumlularsa dinleseler de anlamıyorlar zaten. Anlasalar da müzmin bir unutkanlık içindeler. Depremi unutup “Saksağanın kuyruğu suya değdi mi, değmedi mi?” türünden günlük siyasal çekişmelerine başladılar.

Ekranlar deprem uzmanı bilim adamlarına kapandı. Televizyonların her şeyi bilen(!) kadrolu yorumcuları yeniden ekranlara döndü. İncir çekirdeğini doldurmayan gereksiz tartışmalarla halkımız uyutulmakta her gün.

Deprem ülkesinde deprem uzmanlarının sözü dinlenmiyor. Günlük siyasal çıkarlar, ülkemizin varlığını tehdit eden deprem gerçeğinin önüne geçmişse diyecek sözümüz mü kalıyor?

                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           16 Kasım 2020

 

 

 

ÇOCUĞUNA BELA OKUYAN ZAVALLI

 

Nedendir bilinmez birçok kadın ya da erkek olur olmadık yerde başkalarına, hatta en yakınlarına bile kargışta bulunur. Bu kargış, genellikle “bela okuma” biçimindedir. Bir insan durup dururken en küçük bir kızgınlıkta niye bela okur çevresindekilere, hatta hiç tanımadığı kişilere?

İnsan yaşamında alkış olduğu gibi kargış da olacak. Kargış olmadan alkışın bir anlamı kalmaz. Çünkü doğada her şey, karşıtıyla var. Ancak her şeyde olduğu gibi alkışın da kargışın da aşırısı zararlı.

Küçük sorunlar karşısında tinsel rahatlık için küçük çapta ilenmeler (kargışlar) çoğu zaman insan öfkesini dindiren bir şey. Zaten bu tür ilenmeler, anlıktır ve öfke geçtikten sonra kişinin tininde en küçük izi bile kalmaz.

Çevremizde sürekli bir ilenme içinde olan kişiler tanırız. Onların bu ilenmelerine çoğu zaman anlam veremeyiz. Oysa umarsızlığın, sürüp giden sorunları çözememenin bir çığlığıdır bu ilenmeler. Aslında kişinin sorunlarına çözüm bulmak yerine, ilenme yolunu seçmesi kötü giden yaşam koşullarına bir teslimiyettir; aydınlık günlere erişme savaşımından vazgeçmektir.

Dünyada, insanoğlunun çözümleyemeyeceği sorun çok azdır. Günlük yaşamda karşılaştığımız birçok sorunu, aslında kolayca çözümleyebiliriz. Yeter ki çözüm bulmak için bir isteğimiz olsun. Sorunları çözümlemek için uğraşmayı zor bulan kişi, bela okumayı, ilenmeyi kolay yol olarak görmekteler.

Sürekli çığlık çığlığa bela okumak, ilenmek kişinin sinir sistemini aşındırmakta ve giderek sorunlu duruma getirmekte. Sürekli bağırıp çağıran biri… Ağzından çıkan iki tümceden biri tanesi “Allah belanı versin!” olan bir kişinin tinsel sağlığının yerinde olduğu söylenebilir mi? Bu tinsel çöküşün, beden sağlığını etkilememe olanağı var mı?

Toplumumuzda önüne gelene “Allah belanı versin!” diyen birçok kişi var. Doğaldır ki Allah, bu düşkünlerin sözüne bakıp kimsenin belasını da vermez. Ancak bu gerçeğe karşın bela okuma sürüp gider.

Yolda yürürken çocuğun ayağı burkulsa, düşüp burnu kanasa “Bak gördün mü benim kargışlarım tuttu. Bir daha benim bela okumamı gerektirecek işler yapma!” diye söylenirler sevinçle. Çocuğunun başına gelen bir olumsuzluk karşısında sevinç duyan bir anneyi düşleyebiliyor musunuz? Bu nasıl bir vicdan, insanlık ve anneliktir?

Beni en çok şaşırtan bela okuma ise bir annenin minicik çocuğuna okuduğu beladır. Bir çocuğun ne günahı olur ki onu bin bir emekle dünyaya getirerek büyüten annesi ona bela okur?

Çocuğun yaptığı hangi yanlış davranış, başına bela gelmesini hak ettirecek düzeydedir?

Bela okunan bir çocuğun başına en küçük bir kötülük geldiğinde feryat figan olacak olan o bela okuyan anne değil midir?

Çocuğunu gözünden sakınan bir anneyi, ona bela okumaya sürükleyen hangi tinsel bozukluk ya da sapkınlıktır?

Bela okuyan anneler bir de okudukları belaya kılıf uydurmuşlar. “Sütüm, çocuğumu beladan korur. Bu nedenle benim okuduğum bela, çocuğuma etki etmez.” demekteler. Eskilerimiz, yanlışlıkla ağızlarından bir bela okuma ya da kargış çıktığında bin bir pişmanlık yaşarlardı. “Tövbe, tövbe!” ya da “Ağzımdan yele alsın!” diyerek belayı, kötülüğü savuşturmaya çalışırlardı. Başkaları da böyle uğursuz sözleri söylediklerinde aynı pişmanlık sözleriyle onları güzel sözler söylemeye yönlendirirlerdi. Şaka da olsa bela okuma, ilenme uğursuzluk, kötülük olarak görülürdü.

Yaşulularımız, “Çok bela okuyan en sonunda o balayı kendisi yaşar.” derlerdi. “Çok bela okuma, söylediklerin ayağına dolanıp başına gelir.” sözünü çok işittik çok bela okuma, söylediklerin ayağına dolanıp başına gelir.” sözünü çok işittik büklerimizden. Olumlu düşünmenin, olumlu sonuçlarla karşılaşırız. Olumsuz düşünmenin de olumsuz olaylara ve durumlara yol açacağını söylerdi büyüklerimiz. 

Kimi anne ve babalar ya da yaşulular, birine kızdıklarında “Allah iyiliğini versin!” diyerek kızarlar. Bu söz; kızgınlıkla birlikte hoşgörü, sevgi, iyilik ve insana kıyamama anlamlarını da içermekte. 

Ne yazık ki tin sağlığı bozuk birçok anne ve baba elinde büyümekte olan çocuklar var toplumumuzda. Bu nedenle sağlıksız ellerde büyüyen çocuklar da sağlıksız olmakta. Onların da tinsel sağlıkları bozulmakta. Çoğu zaman çevrelerine zarar vermekteler. Sonra da çocukların tinsel sağaltımı için kapı kapı dolaşılmakta. Aslında ve öncelikle sağaltılması gereken sürekli bela okuyan ebeveynler. Tinsel sağlığı bozuk anne ve babalar kendileri gibi sağlıksız çocuklar yetiştirmekte. Bu nedenle öncelikle anne ve babalar sağaltılmalı.

Çocuğuna, önüne gelen herkese bela okuyup ilenmek büyük bir zavallılık örneği. Bu zavallılık günümüz insanına hiç yakışıyor mu?

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               15 Kasım 2020

 

 

EMEĞE SAYGISIZLIĞIN BU KADARI DA OLMAZ


11 Mart 2020 Çarşamba gününden beri yurttaşlarımız diken üstünde. Sağlık Bakanlığının uyarısı doğrultusunda evlere kapandık kovid 19’dan korunmak için. Halkımız olağanüstü bir özveri gösterdi salgından korunmak ve bu salgının yayılmasını önlemek için.

Yurttaşlarımızın bir kısmı işleri yitirme pahasına evlerinden dışarı çıkmadılar. Birçok kişi işinden oldu. Bazıları evden çalıştılar, ancak aldıkları aylıklar azaldı. Salgın döneminin bunalımını fırsata çevirenler oldu. Bazı ürünlerin ederi olağanüstü arttı. İnsanlar, zorunlu olduklarından satın aldılar bu ürünleri. Aldılar almasına da eskisine göre daha az. Yani ekmeklerini küçülttüler. Bazı yiyecekleri evde ürettiler ucuza gelsin diye. Büyük, küçük demeden herkes bu özverinin öznesi oldu.

Birçok insan bir adım ötede oturan akrabalarını, sevdiklerini, arkadaşlarını göremediler; onlara dokunamadılar. Onların bir tek sözünü işitmediler. İnsan bakışına duyulan özlem dolu günleri yaşadık hep birlikte. Zorunlu olarak alışveriş için çıktığımız sokaklarda insandan kaçtık, virüs bulaşmasın diye. Bir yandan da o insanların bakışlarının, seslerinin özlemiyle yanıp tutuştuk. İçimizde özlemler biriktirdik insanla ilgili. O özlemleri yüreğimizin derinliklerine gömdük. Her özlem, yüreğimizde yangına döndü.

Sevdiklerimiz yaşamını yitirdi salgın döneminde. Onlar, memleket toprağında sonsuzluğa giderken biz, onlara karşı son görevimizi yapamadık. Onlara bir helallik veremedik. Arkalarından üzüntülü gözlerle bakamadık. Salgının ördüğü duvarları aşamadık.

Düğün dernekler oldu, mutluluklara ortak olamadık. Sevdiklerimizin en özel günlerinde uzakta durmayı yeğledik. Bayramlarımızı evde kutladık. Bayram sevinçlerimiz, yüreğimizden tek tek taşıp kanatlanıp kuş olup uçtu gökyüzünün maviliklerinde. Yaşlı gözlerle yüreğimiz kan ağlayarak baktık özlem kuşlarının ardından. Özlemlerimizi dindirmeyi, salgın sonrası günlere bıraktık.

Kendi canımızı aile bireylerimizin, komşularımızın, arkadaşlarımızın, meslektaşlarımızın, yerdeşlerimizin canından üstün tutmadık. Herkesin canını aziz bildik. Evde tutsaklığımızın nedeni de çevremizdeki herkesi salgından korumak içindi. Toplumsal çıkarları, bireysel çıkarlarımızın üstünde tuttuk. Topluca kanat çırptık ki birlikte kurtulalım diye.

1 Haziran günü, salgın günleri tutsaklığı sona erdi. Aslında toplum olarak başarmıştık. Salgının yayılmasını önlemiştik. Toplum olarak gösterdiğimiz özverinin karşılığını almıştık. Sağlıkçılarımızın olağanüstü özverisiyle yüz akıyla çıkmıştık korana savaşından. Yazla gevşedi toplumumuz. Virüsün tamamen yok olduğunu sandı birçok yurttaşımız. “Sosyal ara”yı unuttuk. Maskeleri yasak savmak için taktık. Gezdik, tozduk. Düğün dernekler kuruldu. Halaya durup çiftetelli oynadık. Cenazelere koştuk. Taziye evlerinde buluşup derin söyleşilere daldık. Meyhanelerde kadeh tokuşturduk. Aşevlerinde boş yer bırakmadık. Yeiçlerde zaman geçirdik. Toplu taşım araçlarında sıkış tıkış olduk. Bazı belediyeler, işin ekonomik yanını düşünerek toplu taşım araçlarının sefer sayılarını azaltınca bu taşıtlarda soluk alamaz olduk.

Kimimiz salgınla savaşı, kurallara uyarak sürdürmesine karşı önemli bir bölümümüz umursamadı savaşı da önlemleri de. Virüs zayıf noktalardan yayıldı her yana. Önceden salgının bulaştığı insanların çoğunu tanımıyorduk. Bizden çok uzaktaydı korona. Güzle birlikte iyice yakınımıza sokuldu virüs. Aile üyelerimize, dostlarımıza, komşularımıza bulaştı. Tanıdığımız insanlar virüsle toprağa düştü. Dört bir yanımız virüs kaynamakta. Bizi saran salgın çemberinin daraldığının farkındayız.

Toplumca çok emek harcadık salgınla savaşta. Ne yazık ki kurallara uymamayı beceri sanan birtakım vurdumduymazlar yüzünden salgının baraj kapakları açıldı. Sel, üstümüze üstümüze gelmekte. Uyarılara kulak asmayan birtakım sorumsuzlar yüzünden halk sağlığımız büyük tehlike altında. Yediden yetmişe toplumca harcadığımız bunca emek, bazı sorumsuzlar yüzünden heba edilmekte. Bu sorumsuzların ne insana ne de emeğe saygıları var. Bu sorumsuzların asıl saygısızlıkları kendilerine. Salgının yayılmasına fırsat veren bu kişiler, kendilerini de ailelerini de sevdiklerini de tehlikeye atmaktalar.

Salgının yayılması, sağlık sistemini çökertmek üzere. Sağlıkçılarımız bıkkınlığını gözle görmek olanaklı. Sağlık sistemini ayakta tutmalıyız. Bu da salgına karşı önlemlere uyarak olur. Bireysel özgürlüğünü toplumsal özgürlüğün üzerinde tutanlardır bu sorumsuzlar. Bu, açık bir liberalizm. Bu, toplum düşmanı bir anlayış.

Korona salgınını önlemek için kurallara uymak zorundayız. Kurallara uymayanlar, toplumumuza zarar vermekteler. Bu konuda hem yasal hem de toplumsal önlemler gelmekte. Bu önlemler ödünsüz uygulanmalı. İnsan canından daha önemli bir şeyin olmadığı bilinmeli herkesçe.

Not: Yazının daha iyi anlaşılması için TOPLUCA KANAT ÇIRPMAK https://adiladalet.blogspot.com/2020/03/topluca-kanat-cirpmak.html?spref=tw  yazısını okumakta yarar var.

                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           14 Kasım 2020