2023


Bir yıl daha geçip gitti bilmeden

Kemlik göstereni kökten silmeden

İnsanlık dünyası tümden gülmeden

İki bin yirmi üç hoş sefa geldin

 

Kötüye takılıp iyiden kaçma

Olumsuz tohumu toprağa saçma

Asalak olana kapını açma

Umut yüklü yılım hoş sefa geldin

 

Karanlık dağılır, güneşler doğar

Aydınlık yelleri geceyi boğar

Cumhuriyet düşü bencili kovar

Yüzüncü yılımız hoş sefa geldin

 

Adil’im birliğiz, güçlü kolumuz

Atatürk kılavuz, büyük ulumuz

Ulusum sevin ki açık yolumuz

Yenice yılımız  hoş sefa geldin

                         31 Aralık 2022

                        Adil Hacıömeroğlu

 

 

 

 

 

EĞİTİMDE, YAŞAMDAN ÖRNEKLER

 

        Köy enstitülü babam, ilkokul 1, 2 ve 5. Sınıflarda öğretmenim oldu. Okulun bahçesine girdiğimizde baba-oğul ilişkimiz biter, öğretmen-öğrenci olurduk. Ona, okulda "baba” değil, “öğretmenim” derdim. İlişkimiz, bir okulda olması gereken resmiyetteydi.

        Arkadaşlarım arasında en küçük bir ayrıcalığım olmadığı gibi, çoğu zaman haksızlığa uğradığımı da söyleyebilirim. Sınıfta topluca bir suç işlendiğinde ilk cezalandırılan bendim. Çünkü “Oğluna ayrıcalık gösterip onu kayırıyor.” dedirtmemek içindi bu tavrı. Benim bu durumuma bazı arkadaşlarım üzülürlerdi.

        Okulda, benden başka öğretmen çocukları da vardı. Onların da durumu benim gibiydi. Diğer öğrenciler için geçerli olan kurallar, bizler için daha kalın çizgilerle uygulanırdı. Çünkü o dönemin öğretmenleri, Cumhuriyet ülküsüne gönülden bağlıydılar. Adaletli olmak, öğrencilerine eşit davranmak, yakınlarını kayırmamak onların iş aktöresinin vazgeçilmez koşullarıydı.

        Türkçeyi doğru kullanırdı babam. Düzgün konuşmak vazgeçilmez bir edimiydi. Öğrencilerinin dil yanlışlarını, söyleyiş bozukluklarını anında düzeltirdi. Ev içinde de bu davranışını sürdürürdü. Altı kardeştik. Altımız da Güzel Türkçemizi aksansız konuştuk bu nedenle.

        Babamın ders anlatması olağanüstü güzellikteydi. Örnekleri, hep yaşamın içinden seçerdi. Bu nedenle anlattığı konular, belleğimize işlenirdi. Aslında verdiği örneklerin birçoğunu nerdeyse her gün görürdük. Onları gözlemlerdik. Ancak gördüklerimizle dersler arasında ilişki kuramazdık. Bu örneklerle doğadaki ve günlük yaşamdaki bazı eylemlerin bilimle ilişkilendirilmesini öğrendik.

        Beşinci sınıfta tabiat bilgisi dersimiz vardı. Konu: ses ve ışık… Ses ve ışığın hızını anlatmakta köy enstitülü öğretmenimiz. Önce rakamlara boğmuyor bizi, doğadan örnek veriyor.

        Karadeniz köyleri, genellikle yamaçlarda kurulur. Çoğu evler, karşılıklı yamaçlarda yer alır. Yamaçlar yemyeşil ormanlarla kaplıydı o zaman.

        Öğretmenimiz: “Evinizin önünde oturuyorsunuz. Karşınızdaki yamaçta komşunuz odun kesiyor, diyelim. Önce baltanın kütüğe indiğini görürsünüz. Balta indikten sonra da baltanın kütüğe değdiği andaki sesini ve kütüğün yarılması sırasında çıkan sesi işitirsiniz değil mi?” Hepimiz: “Evettt!” diye bağırırdık. Gerçekten de öyle…

        Sıra ikinci örneğe gelirdi: “Evinizin karşısındaki ormanda iki kişi hızarla yaşlanmış bir ağacı kesiyor kışlık odun yapmak için. Önce ağacın devrildiğini ve devrilirken diğer ağaçların dallarının kırılarak yere indiğini görürsünüz. Sonrasında ise ağaç devrilirken kendi dallarının ve çarptığı ağaçların kırılma seslerini duyarsınız. Gördüğünüz nedir? Cismin görüntüsü… Onu bize gösteren ne ışık… Gördüğünüz gibi ışığın hızı, sesten çok hızlı.” Bu örneklerden sonra rakamsal anlatım gelirdi.

        Öğretmenimiz örnekleri verdiği sırada kütüğün baltayla kesilmesi, ağacın devrilmesi gözümüzün önüne gelir. Sonrasında da çıkan sesler… Çünkü nerdeyse her gün benzer görüntüleri görürdük. Kendimiz de büyüklerimize kışlık odun yaparken yardımcı olurduk. Verilen örnekler, yaşamımızın içindeydi zaten. Yaşamımızın içinden verilen örnekler, konuyu kavramımızı hızlandırıp kolaylaştırırdı.

        Köy enstitülerinde yetişen öğretmenlerin en büyük özelliği, bilgiyle yaşamın ilişkisini kurmalarıydı. “Yaparak, yaşayarak öğrenme” ilkesi, “Yaparak, yaşatarak öğretmeye” evriliyordu. Bu da öğrenmeyi hızlandırıcı bir etkendi. İlkokul sıralarında öğrendiğimiz nice bilgi, bugün de belleğimde capcanlı durmakta. Bunda öğretmenlerimizin payını yadsıyamayız.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               28 Aralık 2022

       

       

CUMHURİYET’İN ŞEKER FABRİKALARI


        Türkiye, Cumhuriyet’in kurulmasıyla büyük bir sanayileşme hamlesine girişti. Ülkemizi kalkındırmak, Ortaçağ’ı yenmek, yurttaşı ekmek sahibi yapmanın başka yolu yoktu. Ülke, üretmek zorundaydı. On bir yıl süren bir savaş süreci, yurt topraklarını perişan etmiş, genç nüfus kırılmış, halk salgın hastalıkların ve üretim kıtlığının pençesinde yaşamda kalmak için olağanüstü bir savaş vermekteydi. Deyim yerindeyse cephede de cephe gerisinde de Türk Ulusu büyük bir kırımın, kıyımın yok edişiyle karşı karşıyaydı.

        Yoksulluk, ülkemizin üstüne bir karabasan gibi çökmüştü. Sanayi üretimi yok denecek kadar azdı. Tarım üretimi ise ilkelliğin pençesinde can çekişmekteydi. Halkın çoğunluğu bir dilim ekmeğe muhtaçtı. Türkiye’nin ne yitirecek zamanı ne de boşa harcayacak emeği vardı. Var olan kaynaklar en iyi bir biçimde değerlendirilip halkın yararı için her türlü üretim alanı geliştirilmeliydi.

        Sanayileşeme seferberliğinde en ilgi çekici alan, şeker fabrikalarıydı. Kendi pancarımızdan, kendi şekerimizi üretmeye başladık çok geçmeden. Halkımızın ağzı tatlandı şeker üretimimiz sayesinde.

        Cumhuriyet kurulduktan sonra kollar sıvandı. 5 Nisan 1925’te 601 sayılı, Şeker Fabrikalarına Bahşolunan İmtiyazat ve Muafiyat Hakkında kanun çıkarıldı. 1925’te ilk olarak Uşak Şeker Fabrikasının temeli atıldı. Ardından 25 Aralık 1925’te Alpullu’nun temeline harç kondu. Alpullu, 26 Kasım 1926’da üretime başladı. Fabrikanın temelinin atılmasından üretime başlaması arasında bir yıl bile yok! Üretim sevisinin, inancının ne denli büyük olduğu buradan anlaşılır. 17 Aralık 1926’da da Uşak’ta üretim başladı.

        1 Şubat 1933’te temeli atılan Eskişehir Şeker Fabrikası, 5 Aralık 1933’te açılışı yapıldı. 7 Ekim 1933’te yapımına başlanan Turhal Şeker Fabrikası 19 Ekim 1934'te ilk üretimini yaptı. Artık Anadolu’nun dört bir yanında fabrika bacaları tütüyordu. Sanayileşme, dünyada az görülür bir hızla sürmekteydi ülkemizde. İşte, Cumhuriyet buydu.

        Adapazarı (1953), Amasya (1954), Konya (1954), Kütahya (1954), Burdur (1955), Susurluk (1955), Kayseri (1955), Erzincan (10956), Elazığ (1956), Erzurum (1956), Malatya (1956), Ankara (1962), Kastamonu (1963), Afyon (1977), Muş (1982), Ilgın (1982), Bor (1983), Ağrı (1984), Elbistan (1985), Erciş (1989), Ereğli (1989), Çarşamba (1989), Çorum (1991), Kars (1993), Yozgat (1998), Kırşehir (2001) fabrikaları üretime başladı. Fabrikaların dağılımına bakıldığında bölgesel eşitlik göze çapmakta. Tam da Atatürk’ün halkçı-devletçi siyasetine uygun bir sanayileşme söz konusu.

        Eskişehir fabrikası, kendisinden sonra kurulan fabrikaları üreten kaynak. Hem teknik açıdan hem de insan kaynakları bakımından her fabrikayı doğuran bir ana olmuştur. Bu durum, köy enstitülerinin yapımı ve yaygınlaşmasıyla koşut. Eğitim yaşamını sürdüren köy enstitüleri, yeni köy enstitülerinin yapımını üstleniyordu. Bir okul, başka bir okulu halkın hizmetine sokuyordu. İşte, birçok alanda yaşama geçirilen bu uygulama, üreten Cumhuriyet’in Türkiye’sidir.

        “Fabrikaya dönüyoruz yine… Burası, yalnız şeker üretim eden bir mekanik müessese değil, aynı zamanda bir bilim yuvası da. Bir yanda bütün şeker fabrikalarının kimya mühendislerinin şeker tekniğine göre birer buçuk aylık ders gördükleri kurslar faaliyet halinde… Fabrika müdürü Sulhi Akışık bu kurslarda hocalık ediyor. Teknoloji laboratuvarı müdürü Bayan Nihal Şendökmen ve Bayan Perihan Güray idare ediyorlar. Bu iki hanım, şeker endüstrimizin kıdemli ve usta kimyagerleri… Kursların gayesi, yeni teknik elemanları umumi kimya, teknoloji, makine ve elektrik bölümlerinde ihtisasa vardırmak. Ders görenlerin yarısı hanım… (İlhan Tarus, Cumhuriyetin Şeker Fabrikaları Uzun Atlama Bir Endüstrileşmenin Romanı, H2o Kitap, 1. Baskı, Mayıs 2018, sf.128-129)”

        Görüldüğü gibi şeker fabrikalarında kadın çalışanların, özellikle de yönetici ve mühendislerin sayıları göze çarpmakta. Fabrikalar, işe aldıkları mühendisleri hizmetiçi eğitimden geçirerek deneyim sahibi olmalarını sağlamakta. Böylece iş bilmezlikten doğacak kazalara, acemiliklere alan bırakılmamakta.

        “Eskişehir fabrikalarının atölyeleri, görmüş olanlara bir karşılaştırma zemini olarak söylüyorum. Karabük veya Kırıkkale tesislerini hatırlatacak bir mahiyet taşıyor. Öyle bir manzara arz ediyor. Öyle bir tesir bırakıyor adamın üstünde.

        Her biri bir muazzam demir çatının altına serilmiş, sıra sıra demirhaneler, lastikhaneler, haddehaneler, çarkhaneler, modelhaneler, marangozhaneler, dökümhaneler, haneler, haneler… Her bir çatının altında on beşten elliye, altmışa, yetmişe kadar işçi çalışıyor. Har har yanan elektrikli ocakların başında, gözleri kara gözlüklü insanlar, dış dünya ile ilgilerini kesmiş, çalışıyorlar. En meraklı yer dökümhane… Parlak, adeta güneşten koparılıp eritilmiş bir mayi, kalın kovadan kalıba aktarılıyor. Ustabaşı geriden emirler veriyor. Biraz ötesinde atölye yüksek mühendisi duruyor. İşçilerin alınlarından, boyunlarından oluk oluk ter sızıyor. Akıtılan kalay ve bakır alaşımı, herhangi bir şeker fabrikasının bir çetrefil yedek parçası şekline girip donacak. Model atölyesi şefi, yüksek makine ve elektrik mühendisi Haşmet Uyar, sonucu sabırsızlıkla beklemekte. Yanımdaki müdür de kendini olaya kaptırdı: Gözlerini kalıba dikti, dikkat kesildi. Üstüme fırlaması muhtemel tek damla dökümden korunmak için hissettirmeden, geri geri çekiliyorum. Sulhi Bey bunu fark ediyor, gülerek?

        ‘Hiç korkmayınız,’ diyor, ‘burada, bugüne kadar tek işçinin parmağının ucuna zarar gelmemiştir…’

        Bu Sulhi Bey, meraka değer bir adam doğrusu…Niçin diyeceksiniz. Zihni, bize tuhaf görünebilecek bir düzenle işlemeyi alışkanlık haline getirmiş. Saki resimhanede hazırlanan planların bir kopyası, onun kafasına derhal nakşoluveriyor. Adım başında, tezgâhın birinde rastladığımız en küçük bir parçayı tanıyor. Anlatmaya başlıyor. (İlhan Tarus, Cumhuriyetin Şeker Fabrikaları Uzun Atlama Bir Endüstrileşmenin Romanı, H2o Kitap, 1. Baskı, Mayıs 2018, sf. 132-133)”

        Yazar İlhan Tarus, Eskişehir Şeker Fabrikasında gördükleri karşısında şaşkınlığını gizleyemez. Çalışanların özeni, ilgisi, bilgisi onu büyüler.

        Şeker fabrikalarında her türlü spor alanı, tiyatro ve sinema salonları, aşevleri, yeiçler, çocuk bakımevleri, sosyal alanlar, kültürel etkinlik yerleri, kitaplıklar, okullar… var. Fabrika, kurulduğu yere uygarlığın aydınlığını, sıcaklığını götürmekte. Ayrıca bulundukları yerlerin ulaşım, eğitim, sağlık gibi birçok yaşamsal gereksinmelerine katkıda bulunmaktaydılar. Birçok fabrikanın farklı dallarda spor takımları vardı.

        Şeker fabrikaları, yalnızca şeker değil; küspe ve ispirto da üretmekteydiler. Küspe, hayvancılığın gelişmesi için çok önemliydi. Bu fabrikalar; pancar yetiştiren köylüye, hayvancılık yapan yurttaşa, fabrikada çalışan işçiye, memura ve mühendise geçim sağlamaktaydı. Fabrikaların çevresine kümeleşen esnafa ekmek kapısıydı. Ne yazık ki bu fabrikalar özelleştirilerek çoğu üretim yapamaz duruma geldi. Sağlıklı ve tamamen ulusal gücümüzle ürettiğimiz pancar şekerinin yerini, yabancı firmaların ürettikleri mısır şurupları aldı. Hem ekmeğimizden hem de sağlığımızdan olduk özelleştirmelerle. Belki, bir gün bu yanlıştan dönülür. Ülkemizin dört bir yanında yeniden fabrika bacaları tütmeye başlar.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       12 Aralık 2022

ÖĞRETMENELİK ÇOCUĞU SEVMEKLE BAŞLAR


        İçinde çocuklara karşı en küçük sevgi kırıntısı bile olmayan birçok kişinin öğretmenlik yaptığı bir dönemdeyiz. Arada sevgi olmayınca bu kutsal meslek de amacına ulaşamamakta. Eğitim de istenen düzeye çıkamamakta. Bu kişiler için öğretmenlik bir meslek değil, her sabah ekmek parası kazanmak için gidilen bir iş. Çünkü bu kişiler; öğretmenliği bir meslek olarak benimsemiş olsalardı, onlardaki çocuk sevgisi her davranışlarından, sözlerinden, bakışlarından belli olurdu.  

        “Köy enstitüsü bana, her şeyden önce sorumluluk duygusunu kazandırdı. Her şeyden, ottan böcekten sorumlu olmayı öğretti. Bu duygunun gelişmesinde müdür yardımcımız Hamit Özmenek’in (Bu öğretmenimizi, daha önce Çifteler Köy Enstitüsünden anımsıyoruz. AAH) çok büyük payı vardı.

        Hamit Özmenek, her fırsatta bize millet malının değerinden söz ederdi. Bir çatal ya da kaşık bulup götürdüğümüzde, tüm öğrencileri meydana toplar, saatlerce yurt ve ulus sevgisi ya da millet malı üzerine nutuk atardı. 600 öğrencinin ders kitabını teker teker dağıtır, son sayfasını imzalar, yıl sonunda toplarken de kontrol ederdi. Eğer kitabın sayfaları yırtıksa yapıştırır, kopup kaybolmuşsa, ‘Arkadaşının kitabından yaz, yapıştır öyle getir,’ derdi. Böylece bir ders kitabı, elden ele geçerek yıllarca okunurdu. Bu tutum tasarruf etmekten öte bir şeydi. Bunu sezebiliyordum. (Hacı Angı, İvriz’den Cumhuriyet’in Başkentine Bir köy Enstitülünün Anıları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Basım, Ocak 2019, sf. 68)”

        Halil Özmenek öğretmenimiz, Çifteler’de olduğu gibi İvriz’de de öğrenci, eğitim, yurt ve ulus sevgisiyle karşımıza çıkmakta. Öğrencilerine sorumluluk duygusu aşılamakta; tutumluluğu, devlet malını korumayı öğretmekte. Öğrenciye sevgiyle yaklaşınca sorumluluk duygusu da kolayca kazandırılıyor. Yoksul yurttaşların vergileriyle yatılı okuyan gençlere, kullandıkları araç ve gereçleri korumaları gerektiği bilincini vermekte. Bu gençler, öğretmen olup köylere gittiklerinde bu bilinçle hem öğrencilerine hem de köylülere örnek olacaklar doğal olarak. En önemlisi de kitaplara duyulan saygı ve sevgi. O dönemlerde eş dost para kazansın ya da iktidardaki siyasetçilerin düşüncelerine göre her yıl okul kitapları değiştirilmiyordu. Yıllarca aynı kitaplar kullanılırdı. Benim de çocukluğumda durum aynıydı. Kardeşlerimin en büyüğü olduğum için babam benim için ders kitaplarını satın alırdı. Ben de tertemiz kullanırdım onları. Bir sonraki yıl kız kardeşime verilirdi o kitaplar. Peş peşe dört kardeşin aynı kitaplarla okula gittiğimizi anımsarım.

        Burada İvriz Köy Enstitüsünden bir başka öğretmeni analım: “Diğer enstitüler ekmeklerini kendi fırınlarında pişirirken, İvriz’in ekmek ihtiyacı Ereğli’den karşılanırdı. Bizim enstitüde nedense fırın yoktu. Tahta serenli bir at arabası her gün enstitüye ekmek taşırdı.

        Bir gün akşam yemeği vakti gelmiş, fakat ekmek henüz gelmemişti. Bu yüzden bizi yemeğe almadılar. Biz de açlığın verdiği sıkıntıyla bahçede gezinmeye başladık. Sızlanmaların artması çok sürmedi.

        Bu durumu gören hazırlık sınıfı öğretmenlerinden Melek Şengül Öğretmenimiz, bir ata atladığı gibi ekmek arabasını aramaya gitti. Çok beklemedik. Yarım saat geçti geçmedi, önde kendisi, arkada ekmek arabası geri döndü.

        Meğer arabacı Yazlık köyü civarına gelince arabayı söğüt gölgesine çekmiş, atın boynuna yem torbasını takıp yatmış uyumuş. Melek Öğretmenimiz gülerek, ‘Sorumsuz arabacı, bulduğumda mışıl mışıl uyuyordu,’ demişti. (Aynı yapıt, sf. 70)”

        Melek Şengül Öğretmen, mesleğinin verdiği sorumlulukla kendilerine emanet edilmiş yurt çocuklarının yemeğinin gecikip aç kalmalarını içine sindiremiyor. Ata atladığı gibi ekmeğin peşine düşüyor. Burada sevgi yüklü bir sorumluluğun örneğini görmekteyiz. İşte, köy enstitüleri böyle bir eğitim kurumuydu. Cumhuriyete yaraşır bir eğitim kurumu; çocuk, insan, yurt, ulus sevgisinin dopdolu olduğu enstitülerle doruğa çıktı.

        Günümüze bakalım, demek içimden gelmiyor. Enstitülerin düşünden uyanıp günümüz gerçeğiyle karşılamak içimde çoğalan bir buruk acıyı alevlendirmekte. El kadar çocukları dersten kovan, onlara ağız dolusu hakaret eden, bağırıp çağırmayı ve çocuğu azarlamayı öğretmenlik sananları görüp işittikçe ülkemin geleceğiyle ilgili kaygım artmakta.

        Evet, Cumhuriyet ülküsüne, insan sevgisine odaklanmış Hamit ve Melek öğretmenler gibi binlerce eğitimcimize ne oldu? Yoksa melek olup gökyüzüne mi uçtular?

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               9 Aralık 2022

         

ALTI YAŞINDAKİ KIZ EVLENDİRİLİR Mİ?


        Bir tarikatın önde gelen bir kişisi altı yaşındaki kızını, tarikatın başka bir mensubuyla imam nikahıyla evlendirmesi gündeme bomba gibi düştü. Ortaçağ dönemine özgü bir geleneğin günümüzde var olması şaşırtıcı olduğu kadar çok da acıklı.

        Sözümün başında şunu belirteyim ki altı yaşındaki bir çocuğu evlendiren anne ve babaya, onunla evlenen yetişkin kişiye en ağır cezalar verilmeli. Caydırıcı cezaların bu konuda sorunu tamamen çözmese bile etkisinin olacağı kanısındayım.

        Ortaçağ’da insanla birlikte her türlü canlı ve cansız varlık derebeyin, ağanın malıydı. Böyle olunca da insanı mal olarak gören derebeyi, onu istediği gibi alıp satmaktaydı. Kız çocuklarının erken yaşta evlendirilmesinin o günün geleneği olmasının nedeni de bu. O günün koşullarında insan özgürlüğü söz konusu değildi. Günümüzde sapıklık olarak nitelediğimiz birçok şey, o günün koşullarında olağandı.

        Küçük yaştaki kızların evlendirilmesi için o günkü toplumun egemenleri, kendilerince gerekçeler buldular. Bu gerekçelere dayanarak bazı kurallar, yasalar oluşturdular. Bu gerekçelerin birçoğunu da din temeline dayandırdılar. Çünkü feodalizmin ideolojik dayanağıydı din. Dinsel kuralları çarpıtıp değiştirerek kendi anlayışlarına uydurmak, o günün egemenleri için çok kolaydı. Bu kuralların sorgulanması yasaktı. Hatta dinsel kuralları sorgulamak büyük günah sayılırdı. Eleştirel bir anlayışın olmadığı toplumsal bir düzende usçu çözümleri, uygulamaları düşünmek neredeyse olanaksızdı.

        Dünyanın birçok yerinde Ortaçağ düzeni çatırdamaya başladı. Sonunda halkın gücüyle bu düzen yıkıldı. Ülkemizde Ortaçağ düzeninin yıkılması, Cumhuriyet devrimiyle oldu. Ancak kalıntıları durmakta. Devrim yasalarıyla bu düzenin insanı kul yapan ilkel kurumları kapatıldı. Atatürk: “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, mensuplar ülkesi olamaz.” demekte. Burada “mensup” sözcüğüyle anlatılmak istenen “tarikat mensupları”dır.

        Ne yazık ki Atatürk’ten sonra gelen siyasetçilerin, devlet yöneticilerinin büyük çoğunluğu tarikat ve cemaatleri korudu. Devrim yasalarına uygun davranmadılar. Tarikat ve cemaatlerin toplum içinde güçlenmesine göz yumdular. Bu gerici kurumların ekonomik, siyasal, kültürel alanlarda palazlanmalarına önayak oldu kimi siyasetçiler. Oylarını, desteklerini almak için ödün üstüne ödün verildi onlara. Birçoğu, devlet içinde yuvalandı. Birçok devlet kurumu, bu yobazlarca yönetilir oldu.

        Emperyalist ülkeler, baştan beri tarikat ve cemaatlere el attı. Birçoğunu denetimine aldı. Onları, Cumhuriyet kurumlarının çökertilmesi için kullandılar. Bunların mensupları, emperyalizmin istihbarat elemanları gibi yetiştirilip kullanıldılar. Toplumun her türlü ilerlemesinin önünde engel bu tarikat ve cemaatler.

        On sekiz yaşından küçük çocukların evlendirilmesi, yasalarımıza uygun değil. Bu nedenle suç. Yalnızca kızların değil, çocuk yaştaki erkeklerin de evlendirilmesi yasal değil. Bu iş, toplumsal aktöreye de aykırı.

        Çocuk yaştaki kişilerin evlendirilmesi, feodal bir gelenek. Bunu önlemenin yolu, bu geleneği oluşturan feodal kalıntıları toplumdan temizlemek. Bu da ancak milli demokratik devrimin sürmesiyle olanaklı. Atatürk, bunun içindir ki “arasız devrimler” dedi. Atatürk’ün feodalizme karşı başlattığı demokratik, çağcıl devrimi sürdürmek; bu işin kesin çözümüdür. Ceza yasaları uygulanmalı doğal olarak. Ancak çocuk yaşta yapılan evlilikleri yalnızca cezalarla önlemek olanaksız.

        Ülkemizde feodalizm; toprak ağalığı, tarikat ve cemaat örgütlenmesi, aşiret düzeni, şeyhlik, şıhlık… gibi birtakım yapılarla ayakta tutulmakta. Bu yapıların en büyük destekçisi ve kullanıcısı emperyalizm. Emperyalizmin ülkemizdeki koltuk değnekleri olan yobazlık, bölücülük ve liberalizm de bu yapıların bağdaşıkları. Ülke çıkarlarına değil de kendi kişisel çıkarına odaklanmış kendini bilmez siyasetçiler de bu gerici yapılardan yararlanmaya çalışmaktalar.

        Küçük yaştaki çocukların evlendirilmesi de çocukların LGBT’ye özendirilmesi de çocukların bölücü örgüt PKK tarafından terörist yetiştirilmek üzere dağa kaçırılması da birbirine bağlı olayalardır. Bu çürümüşlüğün oluşturduğu kokuşmuşluktan kurtulmanın zamanı gelmedi mi daha?

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               9 Aralık 2022

       

ATATÜRK’ÜN KÖYLÜ MEBUSU


        Kurtuluş Savaşı’mızın unutulmaz süvari kolordusu komutanı Fahrettin Altay, 1931’de Konya’da 2. Ordu Komutanıdır. Atatürk’le yaptığı bir yırt gezisinden sonra Konya’ya döner dönmez CHP genel sekreterinden “Gayet aceledir.” uyarısıyla bir telgraf alır. Telgrafta, Atatürk’ün yaklaşan genel seçimlerde Konya’dan bir çiftçinin milletvekili adayı olmasını istediği yazılmakta.

        Milletvekilliğine aday olacak çiftçinin taşıması gereken koşullar telgrafta belirtilmekte: “Aday; mütegallibe olmamalı (zorba), kimsenin adamı bulunmamalı az çok çift çubuk sahibi olmalı. (Fahrettin Altay, On Yıl Savaş ve Sonrası, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Baskı, Ocak 2022, sf. 424)”

        Çiftçi milletvekili adayında bulunması gereken koşullar şöyle sıralanmakta:

        “1- Namzet mebus seçildikten sonra da çiftçi kalacak, hayatını terk etmeyecek, mesleğine daima sadık kalacaktır. Mebusluğunda tatil zamanında yine mesleğine ve mesleği iştigaline merbut kalacak, tatilinde köyünde aynı hayat tarzını yaşayacaktır. (Aynı yapıt, sf. 425)”

        Cumhuriyet kurulduğunda milletvekillerinin özel ayrıcalıkları yoktu. Aylıkları, yüksek değildi. Milletvekilliği bir meslek değil, geçici bir görevdi. Vekiller, kişisel çıkarlarının takipçisi değil, toplumun sözcüsüydüler. İş takipçiliği, büyük ayıptı. Bu nedenle asıl mesleklerini yapmak zorundaydılar. Böylece halktan ve yaşamdan kopmuyorlardı. Halktan kopmayan vekil, halkın sorunlarına daha çok eğiliyor, o sorunların çözümü için halkla işbirliği yapmak zorunda kalıyordu. Gerçek Cumhuriyet de demokrasi de böyle olması gerekmiyor mu?

        “2- Behemahal milliyetperver olacak, beynelmilel her ceryana aleyhtar bulunacak, gerek Meclis’teki hal vaziyet söz ve faaliyetinde ve gerek meslektaşları ile temaslarında daima bu noktai nazarı takip edecek. (Aynı yapıt, sf. 425)”

        Seçime girecek milletvekili adayında istenen koşullardan biri de o kişinin “milliyetperver” olması. Ayrıca uluslararası telkin ve yönlendirmelerin etkisinden uzak olacak. Burada anlatılmak istenen emperyalist ülkelerin her türlü etkisine kapılmayıp ayakları yurt toprağına basacak.

        “3- Cumhuriyet Halk Fırkası’na ve onun bütün prensiplerine, akidelerine, hareketlerine tam sadakat sahibi olacak ve mebusluğu müddetince bu vaziyetini muhafaza edecek, mutaassıp olmayacak. (Aynı yapıt, sf. 425)”

        Cumhuriyet Halk Fırkası’nın ilkeleri ve inancı Kemalizmdir. Bu nedenle milletvekili olacak kişi, Kemalist ilkeler doğrultusunda davranıp onu savunmalı. Ayrıca vekil adayı tutucu olmamalı, devrimci düşünce ve eyleme açık olmalı. Böyle olmalı ki Atatürk’ün “arasız devrim” ülküsü gerçekleşsin.

        4- Meclis’teki hayatında hal ve vaziyeti ve kıyafeti esas memleketindeki gibi olacak, Meclis içtimalarına ve her yere kasketi, poturu ile gelecek gündelik hayat ve yaşam tarzını değiştirmeyecek, yalnız merasim günlerinde herkes gibi frak-jaket-redingot giyecek. (Aynı yapıt, sf. 425)”

        Bu madde çok ilgi ekici. Kıyafetle ilericiliğin olacağını sananların ilgiyle okuması gerekir. Anımsatayım ki bu özelliklerin sıralandığı 1931 yılında kılık-kıyafet devrimi olmuştu. Bu maddeden anlıyoruz ki halkı belli bir giysi giymeye zorlama yok! Tersine halkın yöresel giysilerle TBMM’de olması özellikle istenmekte.

        “5- Yeni harflerle az çok okuryazar olacak, bu hususta eksikliği varsa Meclis’teki hizmeti esnasında çalışıp tamamlayacak.

        6- Konuşurken, zeki ve aklıselim sahibi olacak, çok yaşlı ve mütegallibe olmayacak.

        7- Mücadele-i Milliye’de bir lekesi olmaması, muhitinde nazarı dikkati calip bir kusur ve sevimsizliği bulunmamalı. Milli Mücadele’de hizmet etmeleri ve intihabatta ve diğer vesilelerde fırkamıza hizmet etmiş olması arzu olunur. Hiç olmazsa muarız bulunmamış olmalı, fırkaya kaydı yoksa derhal yaptırılmalıdır.

        8- Bu esasları tesbit edecek mahiyette imzalı bir mebusluk talepnamesi verecek. (Aynı yapıt, sf. 425, 426)”

        Milli Mücadele’ye karşı çıkan ya da işgalcilerle uzaktan yakından ilişkisi olan kişilere TBMM’nin kapısı kapalı. Ne kadar güzel değil mi? Milletin meclisinde, milletin çıkarlarını savunmak için olmazsa olmaz bir koşul bu.

        Altay Paşa, araştırmalarının sonunda belirtilen özelliklere uygun bir aday buluyor ve bunu Ankara’ya bildiriyor. Kim bu kişi? Mustafa Lütfü Eken… 24 Nisan 1931 seçimlerinde Konya milletvekili olarak TBMM’de yerini aldı Sayın Eken. İki dönem milletvekilliğinden sonra çiftçilik yaşamına geri döndü.

        Atatürk’ün aramızdan ayrılışından ve ülkemiz Atlantik sürecine girdikten sonra TBMM’nin kapısı, emekçi kesimlere kapandı. Giderek vekilliği meslek edinen kişiler, Meclis sıralarını işgal etti. Milli Mücadele’ye bağlılık, milletvekili seçilmenin koşulu olmaktan çıkarıldı. Günümüzde öyle bir duruma geldik ki Milli Mücadele’ye karşı çıkanları övmek; demokrasinin bir ölçütü, gereği olarak düşünülmekte.

        Evet, nereden nereye…

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       8 Aralık 2022

KÖY ENSTİTÜLERİNDE ELEŞTİRİ VE ÖZELEŞTİRİ


        Fakir Baykurt, Isparta Gönen Köy Enstitüsüne gider. Enstitüde ilk karşılaştığı şeylerden biri eleştiri toplantıları. Bu toplantılarda öğrenciler birbirlerini, çalışanları, öğretmenleri ve yöneticileri eleştirme hakkına sahip. Ancak eleştiri, dayanaksız olamayacak, nesnel bir temele dayanacak. Bu eleştiri toplantıları, cumartesileri yapılmakta.

        “Cumartesi toplantıları, yaptığımız işleri, tuttuğumuz nöbetleri eleştirme toplantısı. ‘Hademe’ ya da ‘hizmetli’ denen işgörenlerden yok enstitüde. Bir aşçıbaşı, iki bulaşıkçı, iki çamaşırcı, bir fenerci. Hepsi bu kadar. Bunların yaptığı dışında kalan işleri kendimiz yapıyoruz. Hizmetleri bir hafta süreyle 50-60 kişiden oluşan kümeler üstleniyor. En ağırı temizlik hizmeti. Aşevinde, yemekevinde, fırında, hamamda, helalarda çok hizmet var. Elektriğimiz yok henüz. Akşamları en az 50 fener, 12 lüks yanıyor. Fenerci kadın camları siliyor, fitilleri düzeltip gazları dolduruyor. Bir öğrenci ona yardım ediyor. Odun kömür işleri var. Ambarda nöbet tutuluyor. Araç gereç deposunda var, nöbet tutuluyor. Hizmetler cumartesinden cumartesiye sürüyor.

        Cumartesi sabahı öğrencilerin, öğretmenlerin katıldığı bu toplantılar önemli. Geçen haftanın çalışmaları değerlendirilir, istekler dile getirilir. Savsanmış hizmetler ortaya konur. Toplantıları çoğunca Beşlerden bir ağabey ya da ara sıra Eğitimbaşı yönetir. Bunlar isteyene söz verir. (Fakir Baykurt, Köy Enstitülü Delikanlı, Literatür Yayınları, 3. Basım, Mart 2019, sf. 31)”

        Cumartesi günü yapılan eleştiri toplantılarında, okulda yapılan her şey eleştirilebilir. Bu konuda kısıtlama yok! Böylece yanlış giden işler, ortaya çıkarılıp onları düzeltmenin yolu bulunur.

        “Sofralarımız on ikişer kişilik. Ekmeği, tabağı, çatalı, kaşığı, bardağı her gün birimiz getirip diziyoruz. Bakır karavanalarımız var. Aşevinin önüne sıra olup yemekleri alıyoruz. Büyük sınıflar başta, küçük sınıflar sonda duruyor. Koşarak gidip geliyoruz. Arkadaşlara yemeği bölüştürdükten sonra kendi yemeğimizi yiyoruz. Sonra bulaşıkları topluyoruz. Sulu yemekleri taşımak ustalık ister. Epeycemiz küçük olduğumuz için dökeriz. Gecikmeyelim diye koşmak zorundayız. Hele büyük sınıflar, aldı mı gider. Büyük sınıflar saç büyütür, bize yasak. Bence çok ayrımcılık var. Diyelim beyaz peynir. Büyüklere düzgün kalıplar, bize kırık dökükler. Diyelim kuru fasulye. Onlara kazanın üstünden etli, taneli; bize eti bırak, taneler de tek tük. Arkadaşlar yerken arar gibi yapar; eğer bir tane yakalarsa, ‘Aha buldum!’ diye çığlık atar. (Aynı yapıt, sf. 32)”

        Fakir Baykurt, cumartesi toplantılarından birinde söz alıp şunları söylüyor: “Enstitüde her gün bize ayrımcılık yok deniyor. Ben de olmasın istiyorum ama var! Peynirin düğün kalıpları beşlere, dörtlere! Yemeklerin etlisi beşlere, dörtlere! Sıra aşağı sınıflara gelince, aşçıbaşı kazana kaynar su katar; acaba neden? (Aynı yapıt, sf. 33)”

        Baykurt, yukarıda anlattığı kuru fasulye ve peynir konusunu cumartesi toplantısında dile getirir. Bu haksızlığı eleştirir. Bu eleştiri, herkesin ilgisini çeker. Sorumlular ortaya çıkarılıp kendilerini savunmalarına fırsat verilir. Beşlerden tanık bulunur. O da doğruyu söyler. Kimse, bu eleştiriyi yapanı susturup suçlamaz. Öğretmenler de eleştiriyi dinlerler sonuna dek. Toplantıyı yöneten eğitimbaşı, gerçeğin ortaya çıkması için çaba gösterir. Sonunda Fakir Baykurt haklı çıkar. Bu haksızlık böylece düzeltilir.

        Köy enstitülerindeki eğitimin en önemli yanı, öğrencilere eleştiri ve özeleştiri alışkanlığı kazandırmaktı. Düşünün ki geleneksel bir toplum ve aile ortamında büyüklerin dediklerine ses çıkarmamanın “saygı” olarak görüldüğü bir çevreden gelen çocuk, okulunda bu alışkanlığını yıkıp geçmekte. Eleştiri ve özeleştiri sayesinde düşünsel gelişimi hızlanmakta. Böylece kişilk kazanmakta.

        Eleştiri yoluyla öğrenciler, düşünce ve gözlemleriyle yönetime katılmış oluyorlardı. Bu düşünsel katılım, onlara özgüven kazandırmaktaydı. Ayrıca eleştiri yapmak, bir sorumluluk işiydi. Bir konuda sorumluluk alan kişi, işin iyi yapılması için uğraşır. Böyle yapılarak ortak çalışmanın gücü ortaya konur. Herkes işin sahibi olurdu bu yolla.

        Eleştiri, korkunun ve baskının olmadığı yerlerde yapılır. Korku ve baskı, eleştiriyi yok edince o işte yanlışı düzeltme olanağı da kalmıyor. Böylece yanlışlar giderek büyüyüp kangrene dönüşmekte. Kangrene dönüşen sorunların çözümü ise oldukça zor.

        Kişilerin ve toplumların gelişmesi, doğruyu bulması ancak ortak usla olur. Ortak usun uygulanması içinse eleştiri olmazsa olmaz. Bu nedenle eleştiriden korkmamalı. Eleştiriden korkanlar, genellikle özgüvensiz kişiler. Eleştiriye karşı çıkanların çoğu, kendi başına bir iş yapamayanlar. Bu kişiler, genellikle kendilerinden güçlü olanların kanatları altına sığınırlar. “Kol kırılır, yen içinde kalır.” sözünü, sık sık dile getirir eleştiriden korkanlar. Eleştirinin bulundukları kümenin birliğini bozacağını, gücünü zayıflatacağını düşünürler. Yanlış da olsa savundukları görüşün peşinde gitmeyi davaya ve ülküye bağlılık, yürünen yolda kararlılık olarak görürler. Oysa bu davranışlarıyla yanlışı geliştirdiklerinin farkında bile değiller. Bunun feodal bir bağlılık olduğunu da bilmezler.

        Köy enstitüleri kapatılarak topluma yerleşmesi istenen eleştiri geleneği de ortadan kalktı. Bunun içindir ki Atlantik ötesinden gelen buyruklara sorgusuz sualsiz bağlandı birçokları. Ne yazık ki günümüzde toplumun belleğini tutsaklaştıran düşünceleri ortadan kaldırmak için eleştiriye çok gereksinmemiz var.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       6 Aralık 2022

ÇOCUĞUN ELİ, KOLU, BEYNİ, YÜREĞİ NASIL BAĞLANIR?


        Çocuklar, doğduklarında yaşamlarının en özgür anını yaşar. Doğdukları günden başlayarak bu özgürlük anı yok olmaya başlar. Giderek özgürlük, yerini tutsaklığa bırakır. Bir de bakmışsınız ki cıvıl cıvıl özgür bir kuş gibi bulunduğu dalda cıvıldayan çocuk, eli, kolu, beyni ve yüreği bağlanmış bir tutsağa dönüşür. Bu, nasıl mı olur?

        “Çok ayıp böyle yapma!” ya da “Sen utanmıyor musun böyle davranmaya?” Bu soruları işittiğinde çocuk ne konuşmaya başlamıştır ne de yürümeye. Henüz bebek olan bir insan yavrusunu eğitmekteyiz güya. Oysa bu, bir eğitim değil; kendi tutsaklığımızı ona aşılamaktır. Böylece bebek, yaşamının ilk kısıtlamalarını yaşamaya başlar. Bebeğin kolu kanadı, dalı budağı kırılmaya başlanır. Kolu kanadı kırılan kuş uçma yeteneğini yitirir.

        Çocuk biraz daha büyür. Yanlış yaparak doğruyu bulma, öğrenme dönemidir. Zaman zaman çevresindeki bazı eşyaları kırar elinde olmadan. Elindekileri düşürür. Üstünü kirletir. Motor becerileri gelişmediğinden birçok şeyi yapamaz. Büyüklerinin uyarılarına kimi zaman kulak asmaz, asamaz. Çünkü kafasını taktığı konuyu çözmek, öğrenmek ister. Tam da bu anda yeni uyarılar gelir. “Niye dediklerimi anlamıyorsun, aptal mısın?” ya da “Benim sözümü dinlemediğin için terbiyesizlik yaptığının farkında mısın?” gibi uyarıcı, aşağılayıcı soru tümceleri; çocuğun belleğine balyoz gibi iner. Bu aşağılamalar, çocuğun tinsel dengesini altüst eder. Altüst olan çocuk, özgürlüğünü yitirirken yüreğinin, beyninin tutsaklaştırıldığını fark eder. Ancak çözüm yolu da bulamaz bir türlü. Bu sözler, yaşamına ilk adımlarını atan küçük bireyin elini, kolunu paslı zincirle bağlar. Bu durum, çocuğun bileklerine vurulan ilk kelepçe, ayaklarına takılan ilk bilekçe olur.

        Anne, baba, çevresindeki diğer kişiler, hatta öğretmenlerince “geri zekalı, manyak, aptal, akılsız, saygısız, ruh hastası, vurdumduymaz, salak, asalak, beceriksiz, kişiliksiz…” gibi derin hakaretler içeren sözleri çocuklara karşı çekinmeden kullanırlar. Bu sözler, her kullanıldığında çocuğun yüreğine derin yaralar açar. Bu yaralar giderek artar ve derinleşir. Beyni allak bullak olur. Düşünüp uygulama gücü iyice zayıflar. Özgüvenini yitirir. Tinsel ve bedensel dengesi yok olur. Çevresindekilerle iyi ilişkiler kuramaz. Arkadaşlarıyla dostluğu giderek bozulur. Çok geçmeden bu sözleri arkadaşlarına karşı da kullanır. Hakaret sözcükleri, çocuk için sıradan duruma gelir. Bunları kullanmanın kendisine bir üstünlük, güç kazandıracağını düşünür.

        Sık sık çocuklara “Yapma, gitme, öyle oturma, itme, çekiştirme, açma, konuşma, iki de bir gülme, dokunma, onu oraya koyma…” gibi sert uyarılar yapılır büyüklerince. Bu uyarılar, çocuğun özgürlüğünü kısıtladığı gibi öğrenmesini de engeller. Böylece çocuk, giderek uyarıların tutsaklığında ne yapacağını, nasıl davranacağını şaşırır. Şakına dönen çocuk, iyi ile kötüyü karıştırır. Olumluyla olumsuzun ayrımına varamaz. Zaman geçtikçe bir şey yapmayan bir kişi durumuna gelir. Çünkü kendisine göre iyi de yapsa kötü de yapsa kızgınca uyarılıyor nasıl olsa. En iyisi bir şey yapmamak… Belki o zaman bu sözleri işitmeyeceğini düşünür.

        “Bir akıllıya, kırk gün deli dersen deli olur.” demiş atalarımız. Ne güzel, uyarıcı bir söz. Sürekli olumsuz uyarılarla örselenmiş bir çocuğun özgürlüğü de üretkenliği de yaratıcılığı da kalmaz. En kötüsü de bu yolla çocuğun düşleri öldürülür. Düşleri öldürülen bir çocuğun eli, kolu, beyni ve yüreği demir zincirlerle sarılmış, tutsaklaşmıştır. Dili yok edilmiş, ağzı bantlanmıştır. Böyle bir şeyi dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir çocuk hak etmez. Hiç kimse kendi eliyle koruması altında olan bir çocuğun düşlerini yok edip aklına kement vuramaz.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       6 Aralık 2022

TORPİLE KARŞI ÇIKAN GENEL MÜDÜR


        Hasan Ali Yücel, Atatürk’le yaptığı yurt gezisinden sonra Cumhuriyet kurucularının ilgisini çeker. Zaten gazete ve dergilerdeki yazıları, onu Cumhuriyet aydınları arasında ayrı bir yere oturtur. 1932’de Gazi Eğitim Enstitüsüne müdür olarak atanır. Burada ilerde yazgı birliği yapacağı İsmail Hakkı Tonguç’la birlikte çalışır. Dostlukları gelişir.

        1933’te Ortaöğretim Genel Müdürü olur. Bu görev, onun için bir sınav yeridir. Çünkü siyasetin kirli yüzüyle de karşılaşır bu görevi sırasında. Bu görevdeyken üniversite eğitiminin öncülü olan ortaöğretimi, devrimci yönlendirmeyle değiştirmeyi düşünür. Ortaöğretimin üniversite eğitimi için ne denli önemli olduğunun farkındadır. Bu nedenle ussal, bilimsel ve ulusal bir ortaöğretim düşüncesi kafasında yerleşmiştir. Bu amaçla genel müdürlüğü sırasında Türkiye’de Ortaöğretim adlı kitabını yayımlar. Bu görevde iki yıl kalır.

        Ortaöğretim Genel Müdürüyken Millî Eğitim Bakanı, Yusuf Hikmet Bayur’dur. Bayur, yurtdışında eğitim görmüş bir kişidir. Üniversite’yi, Fransa’da bitirip yurda döndüğünde Anadolu’daki ulusal harekete katıldı. Türlü görevleri yerine getirdi. Salihli Kuvay-ı Milliyesinde düşmana karşı savaşmış bir yurtseverdir. 1920’de Ankara’ya gelip Dışişleri Bakanlığı’ndaki görevine başlar. 1933’te milletvekili seçilince Millî Eğitim Bakanlığı görevine getirilir.

         İnönü’ye karşı dörtlü takriri veren dört kişiden biridir Koralatan. İlerde Demokrat Parti’nin kurucuları arasında yer alacaktır. Refik Bey, bir yakınının işinin görülmesi için Bakan Bayur’dan bir dilekte bulunur. Konu, Ortaöğretim Genel Müdürlüğü ile ilgiliydi. Dilek, Bayur’un bir notuyla Yücel’e bildirilir. Ülkemizin genç, ülkücü bakanı yasalara uygun olmayan bu isteği reddetti. Bakan Bey, ısrar edince Yücel görevinden ayrılma isteğini bildirdi.

        “Arkadaşları, parasal açıdan herhangi bir güvencesi olmaması nedeniyle, istifasını geri alması için araya girdiler. Bu girişimler de yarar getirmedi ve konu büyüdü. Bakanlık’ta Yücel’den yana bir kamuoyu gelişti. Yücel’den vazgeçilmemeliydi. Bunun üzerine Bakan Hikmet Bayur zor durumda kaldı. Sonunda Yücel’den bizzat özür diledi ve Yücel görevine döndü. Bu olay onun ilkeli tutarlı kişiliğinin somut göstergelerinden biridir. (Alev Coşkun, Hasan Ali Yücel, 2. Baskı, Temmuz 2007, sf. 46)”

        Hasan Ali Yücel Genel Müdürlük görevinden sonra, 1 Mart 1935’te 38 yaşındayken İzmir milletvekili seçilir. Bunda torpile karşı direncinin, ilkeli duruşunun, aydın kimliğinin, çalışkanlığının büyük payı var.

        Torpille bir göreve gelme/getirilme devlet yönetiminde çok kötü bir durum. Hak etmeyen kişilerin, hak edenlerin hakkını siyasal güce dayanarak yok etmesi kabul edilir bir şey değil. Ülkemizde birçok sorunun siyasetçilerce kayrılarak hak etmediği görevlere gelenlerin iş bilmezliği yüzünden ortaya çıktığını acı bir biçimde görmekteyiz. Siyasetçiler, bir yakınının rahatı için birçok kişinin, hatta ülkenin zarara uğramasını çoğu zaman vurdumduymazca görev bilmekteler. İşte, devlet kurumlarını yıpratan en önemli sorun da bu.

        İşte, Hasan Ali Yücel, genç yaşta bu siyaset sayrılığına karşı dimdik duran aydın bir kişi. Haktan, haklıdan yana tavır alan bir yürekli adam. Koltuğunu önemsemeyip doğruyu yapmayı ilke edinen bir devlet görevlisi. Ulusuna ve devletine karşı sorumluluğu, yüksek bir yurttaş. Onun özgürce kararlar alması ve uygulaması da hakkaniyetinden gelmekte. Özgür birey midesinden ya da usundan kimseye bağlı olmayan kişidir. Hasan Ali Yücel de özgür bir birey. Görevi sırasında yalnızca vicdanının ve usunun sesini duymuştur.

        Yücel’in doğrunun yanında dimdik, dirençli durması övgüye değer. Bakan Bayur’un hatasını anlayıp Genel Müdür’ünden özür dilemesi ise büyük bir erdem. Bunu, ancak özgüveni tam ve bireysel çıkarları bir yana itmiş bir yönetici yapar. Hatayı anlayıp özür dilemek, bir uygarlık göstergesi. Günümüzde Bayur ve Yücel gibi adamları, devlet yöneticilerini mumla aramaktayız nedense.

 

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       4 Aralık 2022

 

HASAN ALİ YÜCEL


        Hasan Ali Yücel… Türkiye’nin unutulmaz Milli Eğitim Bakanı… Ülkemizde çığır açan bir adam… Yaptıklarıyla yıllardır tartışılan cesur yürekli bir Cumhuriyet neferi… Amerikancı liberallerin ve yobazların hedefindeki Cumhuriyetçi düşünür…

        Hasan Ali Yücel; ülkemize öğretmen, müfettiş, müdür, milletvekili ve bakan olarak hizmet etti. Yaptığı her görevde Cumhuriyet ülküsüne bağlı kaldı. Onun düşüncelerine, ülküsüne yön veren Atatürk’tü. Yaşamı boyunca düşüncelerini şiir ve düzyazılarıyla anlatır. Birçok kitapta imzası vardır bu nedenle.

        19 Arkalık 1922’de yanmış yıkılmış İzmir’de öğretmenliğe başlar. Burada Muallimler Birliği ve Türk Ocağı’nı kurar. Hem mesleki hem de düşünsel örgütlenmenin gereğine inanan birdir. Bir felsefeci olarak toplumun sorunlarına kayıtsız kalmaz. Sorunlar üzerinde kafa yorup çözüm yollarını bulur. Bunları da çevresindekilerle ve toplumun her kesimiyle paylaşır.

        Yücel, Atatürk’le ilk kez 2 Şubat 1923’te İzmir’de karşılaşır. Atatürk’ün halkla yaptığı toplantıya katılır. Orada Atatürk’e: “Mekteplerin yanında medreselerin sürüp sürmeyeceğini” sorar. Mustafa Kemal ilk kez orada, bu sorunun yanıtı olarak “eğitim birliği” ve “karma uygulama”dan söz eder.

        Tek partili yaşamdan çok partili düzene geçiş için kurulan Serbest Fırka denemesi amacına ulaşmaz. Birçok siyasal olumsuzluk ortaya çıkar. Bu partinin kapatılmasından sonra Atatürk, üç ay süren (11 Kasım 1930-3 Mart 1931) bir yurt gezisine çıkar. MEB, bu geziye otuz üç yaşındaki Hasan Ali Yücel’i gönderir. Atatürk ve yanındakiler, Ankara Garı’ndan trene binerler. Büyük Kurtarıcı, İzmir’de kendisine soru soran genci anımsar görünce.

        Gezinin ilk durağı, Kayseri. Atatürk, yanındakilerle kentin lisesine gider. Hepsi birden felsefe dersine girerler. Derste okutulan Mantık kitabının yazarı, Hasan Ali Yücel’dir. Bu, doğaldır ki büyük bir rastlantı. Atatürk, ders boyunca kitabı inceler.

        “Kitapta ‘kaziye’ (önerme), ‘salibe’ (olumsuzlaştıran), ‘mucibe’ (neden-sebep), ‘külliye’ (genellik-bütünlük) gibi Arapça terimleri gören, öğretmen ve öğrencilerden duyan Atatürk, yüzünü buruşturuyordu. Ders bitti. Atatürk, öğretmene teşekkür etti. (Alev Coşkun, Hasan Ali Yücel, Cumhuriyet Kitapları, 2. Baskı, Temmuz 2007, sf. 38)”

        Yolculuğun ikinci durağı Sivas’tır. Vali tarafından konuklara akşam yemeği verilir. Atatürk, Mantık kitabında bulunan yabancı sözcükler yerine Türkçelerinin bulunup konması konusunda Yücel’in düşüncesini sorar.

        Yücel’in yanıtı şöyle olur: “Düşündüm. Dahası, muğlak (anlaşılmaz) terimlerin Türkçelerini bulmada deneyler bile yaptım. Ama bu gibi değiştirmelerin, bireyler tarafından yapılmasını sakıncalı gördüm. Herkes kendine göre bir terim bulup kullanırsa, kimse kimseyi anlamaz; eğitimde anlam bütünlüğü ortadan kalkar. Bu sorun için bir heyet (kurul) veya cemiyet (kurum) oluşturulmalı ve bilimsel terimler burada saptanmalı, düşüncesindeyim. (Aynı yapıt, sf. 39)” Bu yanıt, belki de orada Türk Dil Kurumu’nun kurulmasının düşüncesini oluşturdu Büyük Önder’de.

        Atatürk, Yücel’i ilgiyle dinler. “Bu arada başka kitaplardan daha başka örnekler de verildi. Atatürk konuyu şöyle toparladı: ‘Terimler öyle. Ama ben ilk pozitif bilimlerin metotlarını, büyük filozofların hayatlarını yazan böyle bir mantık kitabı gördüm.’ Bana dönerek de: ‘Tebrik ederim. Söylediğim noktalarda özel çabanızı görmek isterim,’ diyerek konuyu değiştirdi. Ve bana ‘hacim’, ‘satıh’, ‘hat’, ‘nokta’ gibi kavramların tanımlarını sordu. Bunlara kitapların yazdıkları yanıtları sıraladım. (Aynı yapıt, sf. 40)

        Atatürk’ün karşısındaki kişilere nasıl bir değer verdiği yukarıdaki konuşmalardan anlaşılmakta. Hele o kişi, bir düşünsel üretim içindeyse ona karşı ilgisi bir başka olmakta.

        Atatürk, Yücel’e sıfırı sorar. “Soruyu, yaşamla yokluk (âdem), varlıkla yokluk kavramlarıyla yanıtlamak istedim. ‘O halde,’ dedi: ‘Hayat sonsuz ise, yokluk (âdem) da sonsuz olmaz mı? Buna göre, sıfır, âdem (yokluk) demek mi? Sıfır ile yokluk arasında ne fark var? Tuhaf şey, -saatini göstererek- şu saat varken biraz sonra cebime sokarsam sıfır mı olur? Hayatı nasıl tasavvur (planlıyorsunuz) ediyorsunuz? En sonunda ‘sıfır’ı ‘yok’ demektir diye tanımladım. Bunun üzerine, ‘Güzel,’ dedi, ‘bu yok olan şey bir rakamın önüne (sağına) gelince onu on kat yükseltiyor. Bu nasıl olur?’ Yanıtım şöyleydi:

        Evet efendim, öyle. Ben de huzurunuzda böyle sıfırım.

        Bu yanıtım üzerine Atatürk’ün o zeki gözleri güldü, garsona, ‘Beyefendinin kadehini buraya getir,’ dedi. Ben de yanlarına gittim. Aynı yapıt, sf. 40)”

        Atatürk, kadehini Türkiye’nin gencecik müfettişinin şerefine kaldırdı. Bu davranışıyla ona verdiği değeri gösterdi oradakilere.

        Evet, Yücel’in dediği gibi sıfırlar bir sayıdan sonra geldiğinde değer kazanır. Ne kadar çok sıfır, o kadar çok değer. Atatürk, sıfırdan önce gelen sayıydı. O sayı, yok sayıldığında sıfırlar da değerini yitirmekte. Atatürk’ten vazgeçilince her şey, tersine döndü. Artık sıfırlara değer kazandırma zamanı. Bu da Atatürk’ün toplum ve devlet yaşamımızda yerini almasıyla olur.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       2 Aralık 2022

         

GÖNEN KÖY ENSTİTÜSÜNDE SU SEVİNCİ


        Köy enstitülerinin en büyük özelliği, neredeyse tüm gereksinimlerini kendilerinin karşılaması. Yeni yapı mı gerek, öğretmen ve öğrenciler kolları sıvayıp yapıyorlar. Dağdan su mu gelecek, elbirliğiyle borular döşenip su getiriyorlar. Elektrik mi yok, gereksinimi karşılayacak bir santral kurup teller çekilip aydınlanıyor ortalık. Yemek mi pişecek, öğrenciler işbaşında. Yeni işlikler mi gerek, öğretmen ve öğrenciler kolları sıvıyor. Eğitim için ne gerekiyorsa bir imeceyle yaşama geçiriliyordu.

        Ünlü yazarımız Fakir Baykurt, 1943’te Isparta-Gönen Köy Enstitüsü’ne başlar. Buradaki öğrencilik yıllarında içindeki cevher ortaya çıkar. Şiirleri, öyküleri okuyanların ilgisini çekip beğenisini kazanır. Enstitüde kazandığı imece alışkanlığı meslek yaşamında da kendini gösterir.

        Gönen Köy Enstitüsü’nde ilk başta su yoktur. Baykurt, ikinci sınıftayken el birliğiyle su getirilir okula. Bunun sevinci tanımlanamaz derecede yüksektir. Yıllar sonra yazdığı Özyaşam’ında bu sevinçli anısını da paylaşır okuyucularıyla.

        Öğrenciler, okulun alanında toplandılar bir gün.  Okul müdürü eksikleri sıralamakta peş peşe. Eksiklikleri gidermek de öğretmen ve öğrencilerin işi. Herkes can kulağıyla dinlemekte müdürü.

        “Gevremiş ekin tarlasında çekirge yürüyor gibi bir çıtırtı duyuluyor alanda, sessizliğin çıtırtısı. Müdür Uzgil konuşmasını sürdürdü:

        ‘5/A ile 5/B İkinci okul yapısını tamamlayacak. İç sıva, dış sıva, kapı pencere doğramaları, badana, 4/A yemekevine ek, 4/B hamam yapacak. 3/A, /B, /C birer yatakevi, 2/A yeni kooperatif yapısı, 2/B’ Bizim kümeye gelince durdu. Bütün arkadaşlar öyle miydi acaba? Benim soluğum kesildi.

        ‘2/B içme suyumuzu getirecek!’ Kiim? Biz mi içme suyu getireceğiz? Eyvaah gene yardımcılık! Öteki kümelere testilerle, tenekelerle sabah akşam içme suyu taşıyacağız. Olamaz! Bağırıp çağırmalı, karşı çıkmalı! Ama bir ilke var: Her iş saygıdeğer, beğenmezlik yok! (Fakir Baykurt, Köy Enstitülü Delikanlı, Literatür Yayınları, 3. Basım, Mart 2019, sf. 133, 134)”

         Baykurt ve sınıfı, müdürün konuşmasını tam olarak anlayamadıkları için yapacakları işi öğrenemediler nedense. Müdürün herkese başarılar dilemesinden sonra dersliklere gidiyorlar. İş bölümünü gösteren çizelge asılıyor okul ve yönetim girişlerine. Eğitimbaşı, ne yapacaklarını söylüyor 2/B sınıfına. Yapacakları iş, anlaşılıyor böylece.

        “İşin enini boyunu görüşüyoruz. Enstitünün kuzeyinde güzel Tınaz Dağı yatıyor. Uzaklardan bakınca gerçekten tınaza benzediği için bu adı almış. Eteğinden akan kaynağı enstitüye getireceğiz. Bunun için 50 santim eninde, 80 santim derinliğinde yol kazacağız. Künk döşeyip örteceğiz. Enstitünün üst başına depo yapacağız. Bağlayacağız suyu, akacak. (Aynı yapıt sf. 134)”

        Öğrenciler mutludur. Çünkü okullarına su gelecek. Hem de bu işi kendileri yapacak. Önce dağa gidilip arazi incelenir. Boruların döşeneceği hendeğin kazılacağı yer belirlenir. Sevinç içinde çalılar arasında saklambaç, uzun eşek oynayıp türküler söylerler. İşe değil de sanki düğüne gidecekler.

        “Bilgen Öğretmen sekiz arkadaşımızı ambara yolladı. Dört yeni, on eski kazma, biraz da kürek alıp 2/B’nin yatakevine getirdiler. Bir su terazisi, biraz ip, iki açılır kapanır metre.

        Ertesi gün törenlikte Müdür’ün bir konuşmasıyla uğurlandık. Sanki cenge gidiyoruz. Omuzda kazma kürek, marş söyleyerek Gönen kırına açıldık; Aynı yolda aynı emek/ Gönüllerde bir tek dilek/ Türk köyünü önde görmek/ Engelleri aşıyoruz/ Ülkümüze koşuyoruz (Aynı yapıt sf. 135, 136)”

        “Birer metre arayla dizildik. Kaynağın on metre açığından başlıyoruz. Kazmacı oluyorum. Avucumuza tükürüyoruz. Vur aslanım derine, gerine gerine! Çimenleri, gevenleri söküp yerin bağrına dalıyoruz. Taş geliyor. Kürekçiler kazdığımızı atsın hele! Biraz uzağa atsınlar hem de. İnsan temiz çalışmalı. İlk elde 15 metre kazacağız. (Aynı yapıt sf. 136)”

        Kazmalar, balyozlar, kürekler elden ele. Taşlar parçalandıkça hendek ilerliyor. Yemekler okulda pişirilip getiriliyor. Bu iş için de aralarından birkaç kişi seçiyorlar. Yemekte etli nohut, pirinç pilavı ve üzüm hoşafı var. Çuvallardaki ekmekler sıcacık. İştahla yiyip bitiriyorlar yemeklerini. Çünkü yapılacak işleri var önlerinde.

        Hendek kazılıp künkler döşeniyor. Sonunda su bağlanıyor. Suyun yolu inişli yokuşlu. Acaba depoya gidecek mi bu su? İş bitince Fakir Baykurt, “Kardeşim Ferhat” adli şiir yazar suyun getirilmesiyle ilgili.

        “Şiir hazır. Kaynağın çıktığı yere gittik üç arkadaş. Suyu bağlayıp koştuk, çatlayacağız. Yalnız koşmaktan değil, meraktan çatlayacağız! Acaba çıkıyor mu yokuş yukarı? Künkleri döşeyip üstlerini örttük. Sonucu şansa bıraktığımız kanısındayım. Çok kızıyorum. Akmazsa şiiri yırtacağım. Koşarken kimi yerde kulağımı toprağa koyup dinliyorum. Belli olmuyor. Her kilometreye bir küçük dinlenme havuzu yaptık. Bunların üstünü beton kapaklarla örttük. Aman bee; şarıltı oralarda belli oluyor! Hem de nasıl akıyor! Şimşek hızına binmiş! Biz yolu yarılamadan depoyu doldurmaya başlayacak.

        Bademliklerin başına vardık. Davul zurna başladı. Öğrenciler kümeler halinde koşuyor. Davul zurnayı kim düşündü? Sanıyorduk yalnız mandolinler, akordiyonlar çalacak. İncelerden incelerden Cezayirler geliyor. Sonra Harmandalı, sonra Avşar Zeybeği, Köroğlu havaları… Anadolu’nun bu güzel havalarını koyup gidenler nurda yatsın! Üçerli sıra olup geniş halka çevirmiş arkadaşlar.

        Öğretmenlerin, usta öğreticilerin hepsi, eski muslukların sıralandığı yere geldi oynaya oynaya. Su deposunu aramıza aldık.

        Can kulağıyla dinliyoruz. Güzel sular şarıl şarıl akıyor. Depo yarı dolmuş. Mendilini çıkarmış, alnını siler gibi saklıca gözlerini siliyor Bilgen Öğretmen. Yapıcıbaşımız Hasan Baştuğ bir köşede dikiliyor. Belki kuşkuları var içinde: Acaba donlara, sellere dayanacak mı 2/B’nin yapıtı? Okunmaz bir kaya yazısı gibi suskun, dikiliyor. (Aynı yapıt sf. 146, 147)”

        Hasan Baştuğ’u birden omuzlara alıyor öğrenciler. Onu deponun üstüne oturtuyorlar. Övünmesiz, şişinmesiz bir adam Baştuğ. Eğlence tüm hızıyla sürmekte. Suyun gelişi kutlanmakta. Sonunda Baykurt’un şiiri okunuyor. Öğretmenler, öğrenciler öpüp koklayıp kutluyorlar onu.

        Ortak bir emeğin sonucu enstitüye getirilen su. Böyle olunca da sevinç de ortak olmakta. İşte, köy enstitüleri bu. Yaparak, yaşayarak öğrenip öğretiyorlar. Üretmenin engin mutluluğunu birlikte yaşıyorlar. Birlikte üretip birlikte tüketiyorlar. Okulların var olduğu çorak topraklara uygarlık getirmenin öncüsü oluyorlar.

        Atlantik sistemine girme amacıyla enstitüler tarihe karışıyor. Günümüz eğitiminde bir yabancı özentisidir almış yürüyor. Bu özgüvensizliği de birlikte getirmekte. Yabancı özentisi, gencecik insanların beyinlerini yıkamakta. Onların dışa bağımlı yetişmesine neden olmakta. Dışa bağımlı yetişen kişi, kendi ülkesine değil de bağımlı olduğu yere hizmet etmekte öncelikle. Yıllardır kaç kuşağa yazık edildi kim bilir?

        Ülkemizi hızla kalkındıracak bir eğitim sistemi, kişiliksiz siyasetçilerce yok edildi. Hem de enstitülere usa gelmez karalar çalınarak… Aslında enstitülerin yok edilmesi Türk Devrimine vurulan en büyük darbe. Enstitüler yok edilince Türk Devriminin özgüvenli, bağımsızlıktan yana kadroları yetiştirilemedi. Bu nedenle de yıllardır ABD’ye bağımlılık yüzünden insanımıza, ülkemize çok zarar verildi. Memleketimiz yağmalandı emperyalistlerce. Siyasetçi de bozuk eğitimin yetiştirdiği özgüvensiz yurttaşlar da bu duruma sessiz kaldılar. Bu sistemin değişme zamanı gelmedi mi daha? Atatürk’ün tam bağımsızlık ülküsü doğrultusunda eğitimimizi yeniden oluşturmanın zorunlu olduğu günlerdeyiz. Ufuktaki kara bulutlar dağılmakta Asya yelleriyle. Kara bulutlar dağıldıkça Atatürk ortaya çıkmakta.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               1 Aralık 2022