OKULLAR YAŞAM ALANI OLMALI


Türk eğitiminin çözülmesi gereken yüzlerce sorunu var. Nedense sorunları çözmesi gereken bakanlık yöneticileri, yeni sorunlar yaratarak eğitim sistemimizi bir kördüğüm durumuna getirmekte. Sorun çözmesi gerekenlerin sorun yaratması, altı çizilmesi gereken beceriksizliğin tipik bir örneği. Ülkemizin önünü açmak, her alanda gelişmesini sağlamak için eğitimdeki sorunları hızla çözüme kavuşturmak zorundayız.

Okullarımızın en büyük sorunlarından biri, yapısaldır. Özellikle büyük kentlerde arsa kıtlığından mahalle aralarında dar yerlere sıkışmış durumdadır okul yapıları. Çoğunun doğru dürüst bahçeleri bile yok! Öğrencilerin koşup oynayacakları alanlar çok yetersiz. O yetersiz alanlar da betonla kaplı. Betonda oynamak zorunda kalan çocuklar, kimi zaman düşüp yaralanmakta. Ayrıca toprağı ve üzerinde yaşayan canlıları duyumsayamıyor çocuklar beton yüzünden. Çocuklar, dar alanlarda oynarken birbirleriyle sıkça çarpışmaktalar. Böylesi bir dar alanda oyun kurmak da onlar için çok zor.

Özelleştirmelerle devlete ait birçok yapı ve arsa satıldı. Bu alanların çoğu ya konut alanı oldu ya da AVM. Kimsenin usuna bu alanlara okul yapmak gelmedi. Devlet yöneticilerinin usuna bu arsalara okul yapmak gelmiyorsa durum çok acıklı. Özellikle elden çıkarılan tarihsel yapıların okul yapılmasından yanayım. Böyle bir yapıda okulun olması, iyi bir eğitimdir kendi başına. Ne yazık ki tarihsel sayılabilecek bazı okul yapıları da kendini özelleştirmenin kirli ellerinden kurtaramadı.

Birçok okulda laboratuvar, kütüphane, sanat atölyeleri, spor alanları yok! Olsa da bu alanlar, nedeni bilinmez bir biçimde kullanılmaz. Bu nedenle dersler uygulamadan yoksun, tekdüze bir biçimde işlenir. Uygulamaya sokulmayan kuram, havada kalmakta böylece. Öğrenciler, bu nedenle derslerden en alt düzeyde yararlanmaktalar. Yararlanılan ise yalnızca öğretim alanıdır. Eğitim, ne yazık ki böylesi koşullarda yapılamamakta. Öğretimin az olduğu, eğitimin olmadığı okulların toplumun gereksinmelerini karşılaması olanaksız.

Yalnızca anlatım olan dersler, öğrencileri sıkmakta. Sıkılan öğrencinin kendini derslerine vermesi olanaksız. Dersleri çekici kılacak ortamı hazırlamak, Millî Eğitim Bakanlığı’nın başlıca görevi. Okulların ortamı, öğrencilerin tüm eğitsel gereksinmelerine yanıt vermeli. Okullar, eğitsel gereksinmelere yanıt veremediği için birçok öğrenci farklı alanlardaki kurslara, sanatsal etkinliklere, spor alanlarına koşturmakta derslerden arta kalan zamanlarda. Bu nedenle öğrencilerin kendilerine ayıracak ve ders çalışacak zamanları kalmamakta. Yolda izde yorgun, bıkkın öğrenciler gördükçe içim sızlamakta.

Okullar bir yaşam alanı olmalı başta öğrenciler için. İçinde dersliklerin yanı sıra laboratuvarlar, sanat atölyeleri, kitaplık, spor alanları yapılmalı. Yüzme havuzundan tenis alanına dek birçok spor etkinliğinin olabileceği yerler olmalı okullar. Veliler de okulun olanaklarından yararlanmalı.

Okul bahçelerinde bazı alanlar, öğrencilerin yetiştireceği meyve ve sebzelere ayrılmalı. Öğrenciler, okula koşarak sevinçle gitmeli. Hem okuldan hem de yaptığın işlerden zevk almalı. Böylece öğrendiklerini uygulamaya sokma, içselleştirme fırsatını yakalamış olur.

Peki, yukarıda söylediklerimiz nasıl olacak? Geniş alanlar yaratmak için aynı mahallelerde yana yana eğitim yapan birkaç okul alanı birleştirilebilir. Aynı yerleşkede. Anaokulundan liseye dek bütün okullar yer alabilir. Geniş yerleşkeli bir alanda farklı eğitim düzeyindeki okulların dinlenceleri çakışmaz. Olanaklar çoklu kullanılır. Böylece toplumsal yarar artar.

Okullar yaşam alanına döndürüldüğünde öğrencilerin büyük çoğunluğu kendine en yakın okula gider. Öğrenciler, kentin bir ucundan diğer ucuna taşınmaz. Öğrencilerin uzak yerlerdeki okullara gitmesiyle milyonlarca lira çöpe atılmakta. Para neyse de harcanan zamana ne demeli? Çağımızda zamanın değerini iyi bilmeli. Zamanı iyi kullananlar, daha uzun ve mutlu yaşar.

Ülke olarak bir eğitim seferberliği yapmalı. Okulları yaşam alanına döndürecek bir çalışmanın içinde olunmalı. Geleceğe güvenle bakmanın yolu, eğitim. İyi yetiştirilen genç kuşaklar, ülkemizi dünyada üst noktalara taşıyabilir. Böyle bir fırsatı kaçırmak, ülkemizin yararına olmaz. O halde niye duruyoruz? Kolları sıvamanın zamanı gelmedi mi daha?

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               24 Mayıs 2022

 

“BEN” ÖZNELİ TÜMCELER

 


Özellikle 12 Eylül darbesinden sonra topluma egemen olan liberalizm, toplumculuğun yerine bireyciliği merkeze koydu. Önce televizyonun, ardından sosyal medyanın egemenliği artınca herhangi bir alanda yeteneği olsun ya da olmasın neredeyse herkes kendisini bir kahraman, her konuda bir uzman olarak görmeye başladı. Ancak neyin kahramanı, neyin uzmanı oldukları belli değil.

Sosyal medyada ölçüt, beğenme ve tıklanma. Eğer çok beğeni almışsa ya da paylaştıkları çok fazla tıklanmışsa bunları, kendisini doğrulamanın bir kanıtı olarak göstermekte. Bu da kişilerde ister istemez bir süre sonra ben’i öne çıkarmakta. Bu kişilerin kurdukları tümcelerde hep birinci tekil kişili özneler bulunmakta. Her şeyi kendisi yapıyor, başkaları yalnızca edilgen öğeler durumunda.

“Ben yazmıştım. Ben paylaşmıştım. Ben söylemiştim. Ben, ben, ben…” gibi tümceler öne çıkmakta. Çünkü sosyal medyada ve televizyonlarda dinleyiciler, okuyucular, izleyiciler edilgendir. Özneyle tartışma ya da onun düşüncelerine karşı çıkması çok zor. Sosyal medyada yorum yapma söz konusuysa da bu, cılız bir sestir. Zaten yorumların çoğu da kırık dökük tümcelerden oluşmakta. Bu alanda daha çok işaret dili kullanılmakta. Bu nedenle işaret diliyle bir düşünceyi ya da karşı çıkışı tam olarak anlatmak olanaksız.

12 Eylül’le siyasal alanda lider egemenliği başladı. Katılımcı demokrasi rafa kaldırıldı. Bir liderin başarılı ya da başarısız olması hiç önemli değil. Ölüm ya da olağanüstü bir olay olmadıktan sonra bir parti liderini değiştirmek olanaksız. Sendikalar, meslek odaları ve demokratik kitle örgütlerinde de durum aynı. Nerede olursa olsun bir lider sultası var. Lider sultası olunca da onun çevresinde müritler doluşuyor. Lider-mürit ilişkisinde eleştiri söz konusu olamaz. Bu nedenle lideri kayıtsız koşulsuz onaylayan müritler, liderin ben’ine ben katar. Lider, zamanla kendisinin yarı tanrı olduğuna inanmaya başlar. Artık ben’i tavan yapmıştır. Dili ve davranışları da bu değişime ayak uydurur. “Bu sorunu ben çözerim. Ben, tüm sorunları ortadan kaldırırım. Ben, her şeyin çaresini bulurum. Ben her engeli aşarım.” gibi tümceler yüksek perdeden söylenmeye başlar. Artık lider aspirin gibi her derdin devasıdır.

Ben dili kullananların amaçlarından biri, kendi eksikliklerini bu dille kapatmaktır. Oysa mızrak çuvala sığmamakta. Bilgisizliğe, yeteneksizliğe geçirilen maske, halkın rüzgarıyla kolayca düşmekte ve gerçeğin güneşiyle ortaya çıkmakta her şey.

Büyük başarılar ortak akılla kazanılır. “Hepimizin aklı, birimizin aklından daha üstündür.” düşüncesini benimsemeli. Bir kişinin her konuda uzman olması olanaksız. Büyük sorunlar varsa bunları çözmek için el verdiğince büyük topluluklar sorunun çözümünü tartışıp çözüm yolları bulmalı. Böyle işler “ben”le değil, “biz”le olur.

Demokrasi “biz”dedir, paylaşma da. Gelişme, kalkınma, ulusal birliği ve toprak bütünlüğünü savunmak “biz”le olur. Sorunları “biz” olursak çözeriz.

“Ben” özneli tümceler kuranlar, oldum olası beni korkutur. “Biz” olamayanların bize ne yararı olur? Ünlü düşünür Ziya Gökalp: “Ben, sen, o yok; biz varız.” demekte. Ne güzel bir söz. Toplumcu düşünmenin, halk için bir şey yapmanın formülü sanki.

Atatürk’ün Onuncu Yıl Nutku’nu her yaştan kişi okumalı. Halkı, ülkesi için yararlı işler yapan bir liderin nasıl konuştuğunu öğrenmeli. “Biz” öznesiyle kurulan tümcelerdeki içtenliği, inancı, yurtseverliği anlamalı. O büyük adam “Ben yaptım.” demiyor, “Biz yaptık.” diye haykırıyor. Büyük adam olacaksan halkınla büyüyeceksin, müritlerle değil.

Atalarımız: “Başak olgunlaşınca başını aşağı salar.” atasözünü boşuna söylememiş. Olgun başaklar işe yarar, boş başaklar değil.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               23 Mayıs 2022

 

 

BİR SU KIYISI VARSA ORADA KARADENİZLİ DE VARDIR

     

Dün, Zekeriyaköy’den taksiye binip Hacıosman metrosuna gideceğim. Bir taksi çağırdık. Oradan da önce metro, sonra Marmaray’a binip evime döneceğim.

Akşam kararmak üzere. Taksi, çok bekletmeden geldi. Selam verip hayırlı işler diledikten sonra arka koltuktaki yerime oturdum. Sürücü, ilk bakışta telaşlı biri. Ben sormadan o anlattı telaşının nedenini. Bir AVM’nin önünden üç çarşaflı kadın almış yolcu olarak. Giyimleri Araplara benziyormuş. Normal müşteri sanmış. İstinye’den Levent’e gideceklermiş. Basmış gaza. Az sonra telefonundan sesli bir ileti gelmiş. “Arabanda yolcu var mı? Yolcuların çarşaflı kadınlar mı?” Tabi, konuşmayı yolcuları da işitmiş. İşitir işitmez yolcu kılıklı hırsızlar, arabayı durdurup inmişler. Para vermeyi de unutmamışlar. Kaçmaya çalıştıkları için paranın üstünü bile almamışlar.

Üç kadın indikten sonra telefonu çalmış sürücünün. Duraktan arıyormuşlar. Görevli: “Sağa çek, kapıları kilitle, arkandan polis geliyor. Arabandaki kadınlar bir kadının çantasını çalmışlar. Kaçırmayalım.” demiş. Demiş demesine de ilk sesli iletide hırsızlar uçup gitmişler. Sesli ileti gönderenlerin acemiliği diyelim buna.

Sürücüyü karakola götürmüş polisler. Anlatım vermiş. Bildiklerini söylemiş, polisler de yazıya geçirmişler ağzından çıkanları. Anlatım tutanağını uzattı bana birden, okuyayım diye. Okudum. Sürücünün adı ilgimi çekti. Adı: Saral… Bu ad, bizim orada bir ailenin soyadı, dedim. Anlattı… Babasının çok sevdiği dostları varmış, soyadları Saral’mış. Bu nedenle babası da çok sevdiği dostlarının soyadlarını vermiş oğluna. Ancak bu ad resmiyette kalmış. Bilinen adı, kimliğinde yazmayan Serdar.

Serdar Karakuş, olayın epey etkisinde kalmış. Konuyu değiştireyim, dedim. Geçtiğimiz yollarda her adım başı bir Trabzonspor bayrağı asılmış evlere, yollara, ormanda ağaçlar arasına. “Her yerde Trabzonspor bayrağı var buralarda, niye?” diye sordum.

“Bak ağabey, dünyanın neresine gidersen git bir göl, bir dere, bir deniz kıyısı görürsen orada kesinlikle bir Karadenizli görürsün. Karadenizliler, su kıyılarına yerleşir. Dünyanın her yerinde böyledir, değişmez. Burası Sarıyer, burada su çok, dere de göl de deniz de var. Dolayısıyla Karadenizli çok burada.” diye yanıtladı beni. Bu yanıt, beni çok mutlu etti. Önemli bir bilgi öğrendim Serdar’dan.

Konuşması düzgün. Dilinde bir incelik var. Sözcükleri yerli yerinde kullanıyor. Söyleşmeyi de çok seviyor sürücümüz Serdar.

Sordum nereli olduğunu. “Giresun-Görele” dedi. Kıvrak düşünceli bir yerdeşimi görmek çok mutlu etti beni. Üstelik de ders vermekten gelen bana, güzel bir bilgi öğreterek ders verdi. Yaşam böyledir. Hem öğretirsin hem de öğrenirsin. Bu dünyada öğrenmekten güzel bir şey var mı?

Mutlulukla metroya bindim. Biner binmez Ebubekir Hazım Tepeyran’ın “Küçük Paşa”sını okumaya başladım. Sevinçle eve doğru kanat açtım. Bu öğrenmekten doğan sevinçti.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       17 Mayıs 2022


“YANLIŞ ANLAŞILDIM”


Son yıllarda en çok işittiğimiz sözdür “Yanlış anlaşıldım.” tümcesi. Siyasetçiler, sanatçılar, spor yöneticileri, sporcuların dilinden düşmez bu söz.

12 Eylül 1980’den sonra yetenek, bilinç, us, kültür, duygudaşlık bir yana bırakıldı. Bilgili, düşünceli, alçakgönüllü, halkla bütünleşmiş kişiler yerine, insanları kandırarak onu iyi niyetini sırtından geçinmek isteyenler vitrinlere çıkarıldı bilinçli olarak. Bilinçsiz yöneticiler, ağzına geleni söylemeyi bir beceri saymakta. Söz, ağızdan çıktıktan sonra onun sahibi değilsin artık. O söz, kamuya mal olur. Bu nedenle sözü söylerken iyi ölçüp tartmalı. Eğer sözümüz, yapmaktan çok yıkıyorsa o sözü, söylemenin bir gereği yok! Söz, zehirli bir dile dönüşmemeli. Atalarımız “Boğaz dokuz (kırk) boğumdur. Önce düşün, sonra söyle. Sözünü bil, pişir; ağzını der, devşir.” sözlerini boşuna söylememiş.

“Sözlerim yanlış anlaşıldı.” diyenlerin neredeyse hepsi karşısındakini yaralamak, onu üzmek, hatta toplum içinde küçük düşürmek için sözlerini söylemekteler. Bu tür tümcelerde yapıcılık amacı kesinlikle yok! Ayrıca kaşındaki kişi senin düşmanın değil, aynı toplumda yaşadığın, ancak farklı düşündüğün kişiler. Düşmanına karşı suspus olan, ancak düşman saydığı yurttaşına karşı düşmanca davranan bu kişiler, ülkemize ve insanımıza en büyük zararı veren aymazlar.

Her koşul ve durumda toplumu kamplara ayırıp bölmek için uğraşırlar. Onlar için uzlaşma, hoşgörü, anlayış, kırıcı olmama, karşısındakine zarar vermeme, duygudaşlık ne yazık ki uslara gelmez. Çünkü bilgisizlik, çıkarcılık toplumun bölündüğü ve düşmanlaştırıldığı durumlarda gelişir. Bu nedenle bilgisiz kişi dumanlı havalarda iş görür. Düşmanlaştırılan halk kitleleri belli bir süre düşmanlık perdesiyle düşünmekten alıkonan bilgisiz, çıkarcı kişileri yüceltir.

“Sözlerim yanlış anlaşıldı.” diyen kişi, aslında sözlerini dinleyenleri ya da okuyanları anlamamazlık, kafasızlık, düşüncesizlikle suçlarlar. Bu sözleriyle demek istiyorlar ki "Ben doğrusunu söyledim, ancak beni dinleyenler dediklerimi anlayamadılar. Aslında suç bende değil; suç, beni anlamayanlarda. Bu sözle halk, aptallıkla suçlanır. Oysa yanlış söylersen yanlış anlatılırsın; doğru söylersen doğru anlaşılırsın.

Hazret, doğru söylemiş; ancak milyonlarca insan yanlış anlamış, öyle mi? “Yavuz hırsız, ev sahibini bastırır.” sözü, ne çok da uymakta bu duruma. Sen abuk sabuk konuşacaksın... Bu abuk sabukluk, halk tarafından söylendiği gibi anlaşılıp tepki gösterilecek… Masken düşünce de “Benim sözlerim yanlış anlaşıldı.” diyerek halkı suçlayacaksın.

Sen, anlattığın kadar anlaşılırsın. Ne söylersen o, anlaşılır. Anlayan da anladığı gibi yorum yapar. Eğer kötü niyetli değilsen özür diler, dilini geliştirir, doğru konuşmasını öğrenirsin. Suçu başkasını üstüne atarak ne bilgisizlikten ne de suçluluktan kurtulabilirsin.

Kitleleri sürü sanan kişilerin savunusudur “Yanlış anlaşıldım.” demek. İnsana değer vermemenin, onu adam yerine koymamanın bağırışıdır bu. Aşağılık kompleksi içinde yüzenlerin belirgin dışavurumudur bu söz.

“Sözlerim yanlış anlaşıldı.” diyenler, ne denli çok görünürse toplum karşısında işlerimiz o denli kötü ellerdedir, demektir. İster siyasetçi ister sanatçı ister spor adamı olsun usuyla dili uyumlu olmalı. Eğer usu tangur tungursa ona, hiçbir koşulda ve durumda destek, değer verilmemeli. Çünkü o, toplumun asalağıdır. Asalaklar, yetkiliyse halkın çıkarları ayak altındadır, demektir.

Karnından konuşma, usunla konuş ki; sonradan halkı suçlama, yanlış anlaşılmış olma! Sen; dağarcığı boş, belleği kısır, yüreği çorak, bataklığı duru göl sanan aymaz; sana “Söz biliyorsan söyle, inansınlar; bilmiyorsan söyleme, seni bir adam sansınlar.” atasözünü anımsatmak isterim. Adam olmadığını biliyoruz. Ancak adam sanılman için sus!

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       16 Mayıs 2022

 

 

BİR SOYLU ÇOCUK, ASİL


Pazar sabahı… Erkenciyim. Saat, altı… Hava bulutlu… Zaman geçiyor, ama güneş yüzünü göstermiyor bir türlü. Hafif bir serinlik var. Hoşuma gidiyor bu. Sessizliği ve serinliği içime dolduruyorum mutlulukla. Tek tük taşıt var caddede. Kaldırımlarda ellerinde ekmek ve gazete olan insanlar görünmekte. Taze ekmek ve çay kokusunun dolacağı evleri düşünmekteyim. Sabah kahvaltısında, sofra başındaki mutlulukları düşlemekteyim.

Çayımı demledim. Balkonda kırlangıçları izleyerek yudumluyorum iksirli suyu. Her yudumumda memleket kokusu almaktayım. Kırlangıçlar, olağanüstü kuşlar… Uçuşları, avlanmaları, ötüşleriyle büyülemekteler beni. Ben de onları izlemekteyim çay keyfiyle. Yaşamın tadı sabahleyin bir başka. Bence günün en güzel zamanı. Bilmeyenler çok şey kaçırmaktalar.

Balkondaki saksılarda sebzelerime bakıyorum. Onların çiçeklenmesi, içime erişilmez bir umut ve sevinç aşılamakta. Suladım onları. Kırlangıçların yanı sıra insanlarda gözüm. Erkencileri seviyorum nedense. Martılar, yuvalarını kargalara karşı korumanın telaşında. Serçeler, çoktan işbaşı yaptı. Güvercinlerle kumrular ayrı bir güzellik. Saksılarımı suladım ya, yağmur çiselemeye başladı. Olsun…

Çiseleyerek yağan yağmuru izlemek ayrı bir mutluluk… Hafif bir toprak kokusu yayılmakta çiseyle. Toprağın neredeyse yok olduğu bir kentte toprak kokusu almak, büyük bir doğal tansık. Doğanın sunduğu bu tansığın tadını çıkarmaktan başka ne yapabilirim?

Tam da kaldırımlara dalıp gitmişken bir çocuk gözüme ilişti. Fırının önünden bizim eve doğru yürümekte. İki elinde, boyunca iki torba... İkisi de dopdolu… Birinde kesilmiş ekmekler var, diğerinde hamur. O hamurla az sonra müşterilere, kahvaltı için pişiler yapılacak. Torbalar, yerlerde sürünmekte hem ağırlıklarından hem de büyüklüklerinden. Taşımakta epeyce zorlanmakta. Görünce tanıdım onu. Asil(9)… Evimizin altındaki yeiçin işletmecisinin küçük oğlu. Bugün çalışma nöbeti onda. Dün ağabeyi Adil(11) vardı. Hafta sonları çocukları çalıştırmakta babaları Aşkın öğlene dek. Çalışmaların karşılığında da harçlıklarını çıkarmaktalar. Böylece çocuklar sorumluluk almaktalar. Olağanüstü bir eğitim. Yaşamı öğrenmenin bundan başka yolu mu var?

Asil, iki caddenin kesiştiği caddeye geldi. Karşıya geçecek. İyice yorulmuşa benzemekte. Torbaları yere koyup dinlenmekte. Ancak onları bırakmıyor. Yorulduğunu, elindekiler taşımakta güçlük çektiğini gören orta yaşlı kadın yardım öneriyor ona. O, ısrarla reddediyor. Kadının dil dökmesi uzaktan anlaşılıyor. Kadın üsteledi, Asil direndi. Sonunda kadın, çocuğun kumral saçlarına bir öpücük kondurarak başını okşadı. Kadın evine yöneldi. Çocuk, yeşil ışığın yanmasını bekledi. Sonunda yandı beklediği ışık. Torbaları sürükleyerek ve sağını solunu kontrol ederek geçti karşıya. İkinci ışıktan sola dönüp yeiçe girdi. Balkonun altına gelince aşağı atlayıp kutlamak geldi içimden. Ama dördüncü kattayım, bu olanaksız. Asil, adı gibi soylu bir çocuk. Halkımızın “ciğerli” dediği adamlardan.

BeşAcafe’nin sahibi Aşkın, hem işini yapıyor hem de çocuklarına eğitim veriyor. Birçok eğitimcinin zorlandığı öğrencilerine sorumluluk aşılamayı, uygulamalı olarak çocuklarına kazandırmakta. Zaten eğitim, “yaparak, yaşayarak” yapıldığında amacına ulaşmıyor mu?

Asil, dükkâna girince bulutlar dağıldı. Çiseleme dindi. Güneş doğunca içim mutlulukla doldu.                                                                                                                             Adil Hacıömeroğlu

                                                               15 Mayıs 2022

 

SPORCULARA “OKUMA-ANLAMA” DERSİ VERİLMELİ


Sporun birçok dalına ilgi duyarım. Çocukken ülkemizdeki her erkek çocuk gibi topun peşinden çok koştum. Gençlik dönemimde ise voleybol ve atletizm oldu ilgi alanım. Uzun olmasa da çalıştığım ortaokulda bu iki sporu öğrencilerime benimsetmeye çalıştım. Atletizmde gözle görülür başarılara imza attık öğrencilerimle. Köy çocuklarının parmak ısırtan yeteneklerinin eğitimle birleştiğinde neler yapılabileceğinin tanığı oldum. Ne yazık ki zorunlu olarak başka yere atanmam, bu güzel başlangıcı sona erdirdi.

Fırsat buldukça spor karşılaşmalarını, yarışmaları izlemekteyim. Kimi zaman stadyumlara, spor salonlarına gider, kimi zaman da televizyon karşısında yaparım bu işi. Sporla ilgilendiğim zamanlarda ve sonrasında edindiğim birtakım gözlem ve deneyimlerim var.

Ne yazık ki ülkemiz genç bir nüfusa sahip olmasına karşın spor dallarında dünya çapında sporcular yetiştiremiyor. Arada sırada bazı sporcular, başarılı olsa da bunun arkası gelmiyor. Başarıda süreklilik yok! Bunun nedeni üzerinde kafa yorup kendimce sonuçlara varmaktayım.

Bazı sporlar, ülkeler ve kişiler için önemli bir gelir kapısı olmuş durumda. Özellikle futbol ve basketbol gibi takım sporlarıyla bazı bireysel dallarda büyük paralar kazanılmakta. Nedense ülkemiz ve yurttaşlarımız, bundan yeterli payı alamamakta. Neden?

Dünya çapında büyük sporcuların yetişmemesinde ilk neden bence toplum olarak spor yapmak yerine, yalnızca izleyici olmamız yatmakta. Ülkemizdeki lisanlı sporcu sayısı, gelişmiş ülkelerin çok gerisinde. Spor, bizim için bir yaşam biçimi değil ne yazık ki. Sporu yapan değil, spora bakan bir toplumuz.

İkinci olarak sporcuların yetiştirilmesi... Bu, çok yönlü bir eğitim olmalı. Yalnızca kasların geliştirilmesi, kişiyi başarıya götürmemekte. Sporcu adayının hem bedensel hem de zihinsel gelişimi sağlanmalı. Bedensel gelişimi desteklemeyen ve ona koşut olmayan bir zihinsel ilerleme yoksa iyi sporcu yetiştirilemez. Atatürk’ün “Sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur.” sözü, bu konuda kılavuz olmalı.

Özellikle futbol maçlarını izlediğimde öğrenilmiş bir oyun göremiyorum. Yerli oyuncuların çoğu, sokak futbolunda, şimdilerde halı sahada, neler yapıyorlarsa onu sergilemekteler sahada. Eğitimle kafa yapısı değiştiren, oyununu çağdaş bir anlayışa göre sergileyen oyuncu çok az. Eğitim, kişiyi bir süreç içinde olumlu yönde değiştirir. Oysa bizim futbolcularda bu değişimin kırıntısını görmek neredeyse olanaksız. Çalıştırıcılar, öğreticiler arasında çok bilgili, yetenekli kişiler az da olsa var. Ancak verilen bilgiyi benimseyip içselleştirerek uygulamaya sokacak oyuncular yok! Demek ki burada asıl sorun, anlatılanı, tam olarak anlayamayan oyuncularda.

Almanya’da yaklaşık iki milyon Türk yaşamakta. Almanlar, bu iki milyon yurttaşımız içerinden dünya çapında futbolcular yetiştiriyor da biz seksen milyondan neden bir dünya yıldızı çıkaramıyoruz. İşte. Asıl yanıtı bulunması gereken soru bu!

Toplumumuzun tüm kesimlerinde okuduğunu ya da söyleneni anlamama sorunu çok çarpıcı bir biçimde var. Bunu söylerken meslek ayrımı yapmıyorum. Toplumun en iyi okullar olarak nitelediği eğitim kurumlarını bitirenlerde de doğru dürüst bir öğrenim görmeyenlerde de gözlenmekte bu sorun. Kitap okumayı bir alışkanlık durumuna getirmeyen, bunu yaşamın bir parçası olarak görmeyen toplumlarda anlatılanı anlama konusunda önemli ölçüde sıkıntılar görülür.

Küçük yaşta spora gönül verenlere, değişik spor kulüplerinin alt yapılarında ter döken çocuklara küçük yaştan başlayarak “okuma-anlama-anlatma” dersleri verilmeli. Böylece sporcu adayı hızlı düşünüp karar vermenin yanı sıra eğiticilerin söylediklerini uygulama fırsatını da yakalar.

Genç nüfusumuzdan doğru biçimde yararlanmak istiyorsak önce onların anlatılanları anlamasını sağlamamız gerek. Anlatılanı anlamayan bir kişinin üretken işlerde başarılı olması olanaksız. Özellikle futbol maçlarında görüyoruz ki önceden çalışılmış, öğrenilmiş, uygulaması denenmiş oyunlar çok az.

Yalnızca sporcular mı “okuma-anlama” dersi görmeli? Tabi ki hayır… Öncelikle spor öğretmenleri “okuma-anlama” konusunda kendilerini geliştirip yetkinleştirmeli.

İşin püf noktasını açıklayacak olan şu sorunun yanıtıdır: “Antrenman dışı zamanlarda ve özellikle kamplarda kitap okuyan sporcu, spor eğitmeni oranı yüzde kaçtır?” Bu soru, dürüstçe yanıtlanmalı.

“Okuma-anlama” eğitimi yaşamın her alanında geçerli. Bu nedenle savsaklanmaya gelmez.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               12 Mayıs 2022

 

 

 

ATACAN, KAYBOLUNCA NEDEN KAYGILANIP KORKMADI?


8 Mayıs 2022 Pazar günü, Trabzonspor’un şampiyonluk kutlamaları için Yenikapı'ya gittik Atacan (10)’la. Orada iki kez Atacan’la birbirimizi yitirdik bir anda. Her ikisinde de çok kaygılanıp korktum. Ancak çocuğuma sonsuz güvenim de var. Böyle durumlarda ne yapacağını, nasıl davranacağını, kimlere ya da nerelere başvuracağını iyi bilir. Bunu bilmeme karşın yine de kaygılandım. Korkumun nedeni her insanın içindeki “Acaba?” sorusudur sanırım.

İlk kaybolması uzun sürmedi. Hemen birbirimizi buluverdik. Kaygım, sabun köpüğü gibi sönüverdi. Hiçbir şey olmamış gibi kaldığımız yerden kutlamaları sürdürdük.

İkinci kez yitip gitmesi, yüreğimi ağzıma getirdi. Kaygım, korkum çoğaldı her saniye. Oysa böyle durumlar karşısında herkes beni soğukkanlı olmakla tanır. Bu soğukkanlılığım nedeniyledir ki olumlu sonuçlara ulaşmam kolaylaşır. Bu kez soğukkanlılığımı yitirdim mi ne… Gerçi çocuğuma ve birlikte kutlama yaptığımız insanlara sonsuz güvenim var. Alanın her yanında güvenlik güçlerimiz bulunmakta. En küçük kötülüğün bile olabileceğini usumdan geçirmedim. Ama yine de bu yitiş, ayrılık beni kaygılandırdı.

Kutlama alanından ayrılıp eve geldiğimizde sordum Atacan’a: “Korktun mu?” diye. O: “Niye korkayım, orada herkes tanıdık sayılır. Aynı amaç için toplanmışız. Hem biraz daha zaman geçseydi ben, seni bulurdum.” dedi güvenle. 

Pazartesi günü Atacan’ı bana ulaştıran Tevfik’i aradım, “Sağol!” demek için. O telaşla ona, bir “Sağol!” demeyi unutmuş olabilirim diye. Telefonu açtı genç arkadaşımız. Konuşmaya başladık. Öncelikle ona ağzım dolu dolu bir “Sağol!” dedim. Atacan’la nasıl buluştuklarını sordum. O: “Dolaşıyordu, onu tanıdım. Sizi sordum. ‘Kaybettik birbirimizi.’ dedi. Hemen telefona sarıldım sizi aramak için. Beni engelledi. ‘Arama ağabey, şimdi çok telaşlanır o. Ben onu bulurum.’ dedi bana. Onu dinlemeyip hemen sizi aradım.” diyerek durumu bana anlattı.

Atacan’ın söyledikleri, Tevfik’in söyledikleriyle çelişmiyordu. Tevfik’in anlattıklarını, Atacan dün okuldan gelince ona anlattım. Doğruladı konuşmayı. Ben, yeniden sordum: “Benim kaygılandığımı tahmin etmedin mi? Ayrıca sen niye korkmadın?” diye.

“Dedim ya, ne yapacağımı biliyorum. Senin tanıdığın ağabeyleri buldum. Niye korkayım? Orada bulunan herkes bana sahip çıkıp korurdu zaten. Sen, kutlama yaptığın kişilere güvenmiyorsun?” diyerek yanıtladı beni.

Atacan’ın usçu yaklaşımına şapka çıkarılır. Ben de şapka çıkarıp sustum.

Atacan’a böylesi bir özgüveni veren neydi? Aidiyet duygusu… Trabzonspor’un büyük bir topluluğu temsil ettiğinin farkında. Kendisini, bu topluluğa ait saymakta. Bu da ona özgüven vermekte. Bu aidiyet, onun kaygılanıp korkmasını ortadan kaldırmakta.

Yaşadığımız kaybolma olayından çıkaracağımız ders var. Yaşamın hangi alanında olursa olsun kişiye aidiyet duygusunu kazandırmak gerek. Öncelikle bu, okullarda olmalı. Okullar takım çalışmasının en iyi yapıldığı yerler değil mi? Ne yazık ki okullarımızın çok azında öğrencilerde aidiyet duygusu var. Bu konudaki eksiklik giderilmeli. Çünkü bu da eğitimin bir parçası. Okulda kazanılan aidiyet duygusu, iş yaşamına da taşınmalı. İşyerlerinde aidiyet duygusuyla birbirine bağlanan çalışanların verimliliğinin artacağı düşüncesindeyim. 

Kurumlara kök salan aidiyet duygusu, giderek ulusa sıçrar. Buradan da evrensel bir topluluğa ait olmanın onurunu yaşar insanlar. Bunun da kimseye zararı olmaz, yararı olur.

Aidiyet duygusu; kişiler arasındaki sevgi, saygı ve güveni artırır. Bu da işyerlerindeki dedikoduyu, kısır çekişmeleri, gereksiz rekabetleri, ayak kaydırmaları, çaktırmadan çalıştığı kurumun altını oymayı önler. Aidiyet duygusuyla birbirine bağlanan kişiler arasında yalan kendine yer bulamaz. Bu konu her türden kurumca değerlendirmeli. Bu eksikliğin giderilmesi gerek.

Kör bir tutuculuğa varmayan aidiyet duygusunun topluma ve bireylere zararı olmaz. Her şey kararında olmalı tabi ki…

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       10 Mayıs 2022

 

YENİKAPI’DA ŞAMPİYONLUK KUTLAMASI


Trabzonspor, 30 Nisan günü kendi sahasında Antalyaspor karşısında bir puan alarak şampiyonluğunu ilan etti. Kentte yapılan kutlamalar, tüm dünyada ilgi uyandırdı. Biz de gurbette olduğumuzdan bu kutlamaları yayın organlarından sevinçle izledik.

Trabzon Dernekleri Federasyonu, 8 Mayıs’ta İstanbul’da kutlama yapılacağını açıklayınca, mutlu olduk. Kutlama günü geldi çattı. Atacan’la hazırlanıp yola çıktık. Yaşadığımız Bostancı’dan Yenikapı’ya ulaşım çok kolay ve rahat. Marmaray’a bindik. Tren tıklım tıklım. Vagona girdik. İçerde borda mavi renkler çok fazla. Arda siyah beyaz formalarıyla Beşiktaşlılar var. İki takımın yandaşları iç içe, yan yana söyleşmekteler. Fotoğraf çektirenler de var. Birçok futbol kulübü yöneticisinin gösteremediği olgunluk ve uygar davranışı taraftarlar göstermekte. Ben de söyleşilerin birçoğuna katıldım. İnsanımız güzeldir, iyidir, hastır. Birçok konuda bilinci oturmuştur, yerli yerindedir. Öyle ucuz kışkırtmalara kanacak durumda değiller. Beşiktaşlılar, Üsküdar’da indiler. Hepimiz, onlara başarılar diledik. Onlar da bizleri kutladılar.

Yanımda oturanlara, karşımda ayakta dikilenler sordum nereli olduklarını. Bir kısmı Düzceli, diğerleri Giresunlu olduklarını söylediler. Bu sorularım, Yenikapı’da da sürdü tanışıp konuştuklarıma.

Atacan, çok heyecanlı üstünde keşanlı forması var. Benim formalarım küçülmüş, yenisini alamadım daha. Alacağım ilk fırsatta. Benim boynumda “Bize her yer Trabzon” yazan atkım… Marmaray, her durakta yeni yolcular almakta. Hınca hınç doldu. Yenikapı’ya vardık. Tren birden boşaldı. İstasyon, Trabzonspor sevdalılarının sevgi dolu bağrışlarıyla inlemekte. İstasyondan çıkan kalabalık, Aksaray’da gelenlerle sel gibi akmakta alana. Bu kalabalığa ne kaldırımlar ne de cadde yetiyor. Taraftarlar, kurallara saygılı… Taşıt trafiğine engel olmadıkları için ağır ağır ilerlemekteler. Taksim, Sirkeci, Bakırköy yanından sonu belli olmayan bordo mavi bayraklı taşıtlar, düdükleriyle kalabalığın sloganlarına eşlik etmekte. Sahil yolunda trafik durma noktasında.

Atacan, bağırmaktan gırtlağını yırtacak neredeyse. Kendini, büyümüş göstermek için sesini kalınlaştırarak eşlik etmekte sloganlara. Elindeki bayrağı da sallamayı unutmuyor. Geç de olsa alana girdik. Saat 16.00’ya gelmekte. Alan neredeyse dolmuş. Coşku, en üst düzeyde. Şarkı söyleyenler, horon oynayanlar… Ne küfür ne de hakaret var başka takımlara. Hatta laf sokma, söz dokundurma da yok! Herkes şampiyonluğun tadını çıkarmanın peşinde.

Kutlamaya gelenler arasında kadın ve çocukların çokluğu ilgi çekmekte. Çoğu aile, yanında yiyecek ve içeceklerini de getirmiş. Birbirlerine sunmaktalar ekmeklerini. Burada Oflu yerdeşlerimle tanıştım. İnsan memleketine gitmiş gibi olmakta böyle durumlarda. Ayaküstü söyleştik biraz.

Alanda yabancılar da var. Etiyopyalı üç gençle fotoğraf çektirdim. Yarım Türkçeleriyle sevince ortak oluyorlar. Alanın yarısına yakını, Trabzon dışındaki illerde doğup büyüyenler. Güneydoğulu, İç Anadolulu, Doğu Anadolulu, Akdenizli, Egeli, Marmaralı, Trakyalılar bir olmuş kol kola horon tepmekteler. Karadeniz’in neredeyse her ilinden kişiler var. Erzurum, Artvin, Giresun, Ordu, Gümüşhane, Bayburt ve Kastamonulular daha çok sanki. Daha kırklanmamış bebekler de var bastonla yürüyen yaşulular da. Her yaştan insanı görmek olanaklı. Gördüklerimize dayanarak Trabzonspor’un şampiyonluğu ulusu birleştirmiş adeta. Anadolu kol kola girmiş alanda.

Huyumdur böyle kalabalık alanlara gittiğimde bir yerde duramam. Sürekli gezinirim. Hem alanı oluşturanların niteliğini öğrenmeye çalışırım hem de tanıdık var mı diye bakarım. Bir de devinimi severim. Geniş alanın her yanı insanla dolu.

Bir ara büyük bir Trabzonspor bayrağı açıldı. Bayrak, eller üzerinde taşınmakta. Atacan durur mu? Fırladı yerinden bayrağı bir kıyısından yakaladı. Coşkusu, tavan yapmış durumda. Bayrak yürüdü gidiyor. Bizim delikanlı da kuş olup uçuyor bayrakla. Peşinden yetişeyim derken çantamın askısı koptu. Çantamı yerden alıp baktığımda Atacan yok! Bağırıyorum deli gibi avazım çıktığı kadar. Yok! Zaten bağırmamı nasıl işitecek ki bu gürültüde? Beş dakika sonra geldi gülerek. O da bana bağırıyormuş. İyice tembihledim: “Bak kalpten öldüreceksin beni. Yanımdan ayrılma!” dedim demesine de…

Alanın batı yanına yürüdük. Üç beş genç çok coşkulu… Birisi (Sonradan adını öğrendiğim Tevfik İbrahimağaoğlu), Atacan’ı omuzlarına aldı. Fotoğrafını çektik bizim coşkun delikanlının Trabzonspor bayrağını sallarken. Bu gençler, yakın köylümüz çıktı, Sarayköy’den. Söyleştik. Coşkularımızı birleştirip sel yaptık. Tevfik’le telefon numaralarımızı alıp verdik.

Az sonra horon kuruldu yanı başımızda. Kızlar, erkekler oynuyorlar el ele. Atacan durur mu? Katıldı horona. Horon halkası büyüdükçe büyüdü. Benim gözüm sevgili oğulcanımda. Diyeceksiniz ki sen niye yoksun horonda? Sağ dizimde hem menüsküs hem de sıvı eksilmesi var. Ayrıca bir yıl önce bir de ameliyat geçirdiğimden zıplayıp hoplayamıyorum. Bir an uzaklaştık. Horon bitti. Çocuk, gözümün karşısında yok oldu. Ara, tara yok! Telefonunu da yanına almamış. Arıyorum her yanı. Yok, yok, yok! Ben telaşla ararken onu, arkamdan bir el dokundu bana. Köyümüzün eski muhtarı akrabam Ömer Hacıömeroğlu gülümsemekte masmavi. Onunla yarım yamalak konuştum. Derdimi anlattım. Ama Atacan’ı tanımıyor ki... Derken telefonum çaldı. Arayan Tevfik… Anladım niye aradığını da konuşmasını işitmek olanaksız. Neyse ki müzik kesildi. Atacan’ın yanında olduğunu söyledi. Yeri tarif etti. Gittim Gurbetçi Gençlerin çadırına, aldım yavrucuğumu. Tevfik’e binlerce teşekkür…

Çocuk, kaybolduğunu anlayınca Tevfik’e rastlıyor. Ona derdini anlatıyor. Onu bulamasaymış sahneye çıkıp beni çağırtacakmış. Bu kez ona izin vermedim yanımdan ayrılmasına. Akrabamız Ömer’in yanına gittik. Orası kuytu bir yer. Çavuşbaşı’ndan topluca gelmişler. Çavuşbaşı Trabzonlular Derneği Başkanı Necmi Eroğlu ile tanıştırdı beni Ömer. Ayaküstü söyleştik. Sonrasında Oflu sanatçı Mihralim’le tanıştık. Genç biri, gelişmeye açık.

Trabzonspor’un satış TIR’ındaki kuyruk uzayıp gitmekte. Bir şeyler alacaktık, ama olanağı yok! Ayakyoluna azıcık sırada bekleyerek girebildik. Atacan acıktı, ekmek arası köfte yemek istediğini söyledi. Söyledi söylemesine de kuyruk uzayıp gitmiş. Sıramız gelene dek birkaç kez acıkırız. Üstümüz ince. Akşam ayazı üşütmeye başladı bizi. Durup dururken bir de çocuğu hasta etmeyelim şimdi. Ona gitmemizi önerdim, kabul etti. Ancak yüreği de usu da kutlamada kaldı.

Marmaray’a yürümeye başladık. Özellikle çocuklu aileler dönmekteler evlerine. Çünkü ertesi gün okul var. Geç oldu. Dönenlerin belki de on katı gelenler var. Selin ardı arkası kesilmiyor. Yol boyunca el kadar alanlarda eğlenmekte taraftarlar bordo mavi sevinçleriyle. Kalabalık kaldırımlardan yürümek çok zor. Neredeyse sürünerek ilerlemekteyiz. Marmaray’a ulaştık güç bela. Bir yer bulup oturduk. Atacan, sürekli konuşmakta. Sevincini saklayamıyor. Bostancı'da indik trenden.

Dükkânlar kapanmış çoktan. Çocuk ekmek arası köfte yemekten vazgeçti. Evde ne varsa yiyebileceğini söyledi. Eve geldiğimizde eşim, annesindeydi. Yenikapı’ya gitmeden tazefasulye pişirmiştim. Oturduk onu yedik Atacan’la. Bir yandan da süren kutlamaları televizyondan izledik. Gün yorucu, ancak mutlu geçti.

On binlerin katıldığı bir kutlamada ne bir taciz ne de kavga oldu. Saygı ve sevginin egemen olduğu bir mutluluk denizinde kulaç atıldı Yenikapı’da. Trabzon ve Yenikapı’da yapılan şampiyonluk kutlamaları, bu alanda ülkemize çağ atlattı. Trabzonlunun yaratıcı üretken zekâsı diğer kulüplere de örnek oldu. Yalnızca ülkemizde değil, dünyanın birçok yerinde de benzer kutlamalar olacak bundan böyle. Ülkemize birçok konuda öncülük yapan Trabzon bir kutlamanın nasıl olması gerektiği konusunda da öncülük yaptı bu şampiyonluğunda.

Mutlu bir günün ardından yatağa erinç içinde yatma zamanı geldi. Bedensel yorgunluğumuza aldırmayarak tinsel bir dinginlikle uyku meleğinin kollarına bıraktık kendimiz.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               9 Mayıs 2022

                                               

KARŞILIKSIZ SEVGİNİN, EMEĞİN ADI, ANNE


Dünyada hangi canlıyı görürseniz görün, onu var edip dünyada olmasını sağlayan bir annedir. Anneler olmasaydı eğer dünya cansız bir nesneye dönerdi. Böyle bir dünyanın tadı olur muydu hiç?

Annelik, büyük bir özverinin adıdır. Sevginin kesintisiz olarak tavan yaptığı limandır anne. Usa gelmez emeklerin karşılıksız verildiği ve hiçbir zaman da sözünün edilmediği ulu bir pınar. Ne suyu kesilir ne de suyunun serinliği. Soğuk kış günlerinde sıcak bir koyun, yaz sıcaklarında sonu gelmez bir gölge. Sayrılıkta bin sağaltımcıya bedel bir şefkatin, umudun, otamanın sevgi bahçesi. Karanlık gecede, güneştir yavrusuna. Karda, boranda, fırtınada güvenle sokulduğumuz bir kanat altı…

Annesi olan bir çocuk, korku nedir bilmez. Çünkü anne korkunun değil, sevginin yeşerdiği bir toprak. Sorunlar karşısında yılmamayı, güçlüklere teslim olmamayı, yokluğa boyun eğmemeyi, her türlü olumsuz koşulda savaşmayı öğretir yavrusuna. Yaşamda kalmanın altın açkısını verir evladının eline. O altın açkıyla girilmez kapılardan girilir, zapt edilmez kaleler fethedilir, açılmaz kilitler açılır.

Yaşamın düz bir çizgide ilerlemediğini annelerimizden öğreniriz. İnişli yokuşlu bir yaşam çizgisinin varlığını ondan öğreniriz. Mutlulukla üzüntünün yan yana yaşanabileceği gerçeğini, bize doğal olayların akışı içinde kavratır sabırla.

Eskisi olmayanın yenisinin olmayacağını… İstediğimiz yelin her istediğimiz anda esmeyeceğini… Yokluğu bilmeden varlığın değerini anlayamayacağımızı… Gecenin kararıp kalmayacağını… Her gecenin bir sabahı olduğunu… Kışı güzel kılan şeyin bahara gebe olması gerçeğini… Sabırla koruğun helva, dut yaprağının atlas olduğunu… İnsanın ektiğini biçebildiğini… Emeksiz yemek olmayacağını… Her canlının yeryüzünde yaşama hakkı bulunduğunu… Ağacın yaprağıyla gürlediğini… Yalnız taştan duvar olmayacağını… Geceleyin gökyüzüne bakıp düşlem dünyasında yüzmeyi… Yağmurun bereketini… Bir tohumdan binlerce meyvenin oluşabileceğini… Çiçek yetiştirmenin erincini… Yiyip içtiğimiz her şeyde diğer canlıların da hakkı olduğuna… Komşularla ekmeğin paylaşılmasını… Aile içinde bir yudum suyun, bir dilim ekmeğin bölüşülmesini… Dostsuz yaşanmayacağını…

Anneler, çocuklarına ilk günden başlayarak diyalektik düşünmeyi öğretir farkında olarak ya da olmayarak. Doğa gözlemiyle belleklerinde oluşan diyalektikle yaşamı yorumlar onlar.

Duygudaşlığı annelerden öğreniriz. Hem de uygulamalı olarak… Bunun yaşam felsefemiz olmasını isterler.

Anneler, dünyayı kurup yaşatır. Ne adına? Çocuklarının varlığı, yaşamı, geleceği ve mutluluğu adına…

Anneler olmadığında dünyanın direği yıkılır. Direği yıkılan dünya da dünya olmaz.

Annesi ölen çocuk, öksüzdür. Öksüz çocuk, kanadı kırık kuş gibidir. Yüreği odla yanmaktadır. Duygusal yanı hep eksiktir. Yaslanacağı bir göğüs bulamaz. Başını şefkatle okşayacak sıcak bir el, onun en büyük eksikliğidir. Bayramlarda herkes sevinirken o derin bir üzüntünün burukluğu içindedir. Yürekten gülemez. Ona bayram sevincini yaşatacak en büyük varlıktan yoksundur çünkü.  “Öksüz” sözcüğünün kökü “ök” tür. “Ök”, “göğüs, bağır” anlamında. Öksüz de yaslanacak göğsü, bağrı olmayan kişi demek. Kısacası duygusal dayanaktan yoksun kişi.

Kilometrelerce uzakta yaşarsın annenden. Bir sabah telefonun çalar. Annenin sevgi dolu sesini işitirsin. Konuşmaya başlar: “Oğlum/kızım hasta mısın sen? Yoksa başka bir şey mi oldu? Bu gece seni düşümde gördüm, iyi değildin.” Gerçeği saptamıştır uzaklardan. Çocuğunun mutsuzluğunu duyumsamıştır, gerçeği kabul edersiniz hafif bir utangaçlıkla. Bedeninizdeki ufacık bir kırıklığı, tininizdeki bir fırtınayı uzaklardan gören gözleri vardır. Yürekleri o kadar kocamandır ki uzaklardan radar gibi algılar çocuklarının durumunu. Çocukları kemale erse de durum değişmez. O, hep annedir; sen de hep onun çocuğu.

Anne emeği, sevgisi, özverisi bir günde anlatılacak bir şey değil. Kişi, yaşamı boyunca unutmayacağı ve her zaman anımsayacağı bir varlıktır anne. Ne anne yavrusuna doyar yaşamı boyunca ne de evlat annesine…

Büyük ozanımız Neşet Ertaş: “Anneler insandır, biz de insanoğlu” demiş. Ne güzel söylemiş. 

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               8 Mayıs 2022

 

 

 


BAYRAMDA İSTANBUL


Şeker bayramını, İstanbul’da geçirdik. Birinci gün, eşimim babasının Eski Kozlu’daki gömütüne gittik. İşimiz bitince oradan ayrılıp Eminönü’ne geçtik.

Eminönü tıklım tıklımdı. Kaldırımlarda yürümenin olanağı yoktu. Marmaray, soluk alamıyordu. Eminönü’ndeki kalabalığın çoğu yabancıydı. Neredeyse her ülkenin insanı vardı. İnsanlar, vapur iskelelerinden dışarı taşmıştı. Yeme içme yerlerinde kuyruklar oluşmuştu. Balık ekmek yemek isteyenlerin çokluğu ilgimizi çekti. Balık ekmek yeme düşüncemiz suya düştü bu arada.

Kalabalığın arasından güçlükle sıyrılarak Galata Köprüsü’ne geçtik. Köprü’nün her iki kaldırımında da yürümek olanaksız. Ülkemize gezmek için gelen konuklarımızın Haliç’in güzelliği karşısında büyülendiklerini gözlemliyoruz. Olta balıkçılarının bol bol fotoğraflarını çekmekteler. Hepsinin yüzü gülmekte. Görüntüden anlaşıldığına göre İstanbul, onların aşklarını tazeledikleri bir yer.

Karaköy’e vardık. Orası da çok kalabalık. Her yandan insan seli akmakta. İğne atsan yere düşmeyecek. Gideceğimiz yer, Galata’da yeni açılan bir AVM. Yol boyunca kalabalıkla yürüdük. Gittikçe yabancı gezginler çoğalmakta. AVM’ye girdik. Ayak basacak yer yok! Boğaz kıyısında gezinenler, güzelliğin tadını çıkarmaktalar. Gezginler, her anı fotoğraflamaktalar. Boğaz, eşsiz bir güzellik.

Acıkmıştık. Bir şeyler yiyelim, dedik. Olanaksız. Aşevlerinin tümünün önünde sıra var. Beklemek, işimize gelmedi. Tophane’ye yürüdük. Zaten çok yakın. Orada bulunan ünlü kurufasulyeciye gidip Karadeniz’in yöresel yemeklerinden yemek amacımız. Ne yazık ki aşevi kapalı. Kapıya yazmışlar kapalı olma nedenini. Bayramın birinci günü çalışanları izinliymiş bayram kutlamak için. Güzel… Demek ki paradan değerli olan şeyler de varmış. Bayramı kutlamak, herkesin hakkı.

Taksim’e gitmeye karar verdik. Yürüdük Karaköy’e, nasıl olsa hava çok güzel, tadını çıkaralım. Tünel’e binip İstiklal Caddesine çıktık. Tünel, ana baba günü… Cadde oldukça kalabalık. Yabancı gezginler, burada da çoğunlukta. Ayak sürümeden Beyoğlu Öğretmenevine gittik. Altıncı katta aldık soluğu. Fazla kalabalık değil. Cam kıyısında bir masaya oturup Haliç’in ışıl ışıl görüntüsüyle karnımızı doyurduk. İki masa ötemizde oturan bir kadın öğretmenle Atacan sayesinde tanıştık. Epey söyleştik. Telefon alıp telefon verdik Nesrin Atmaca Hanım’la. Branştaşım çıktı öğretmenim. Bu arada aşevinde garsonluk yapan Hamdi Beyle de dost olduk. Onun da telefonunu kaydettik rehberimize. Vedalaşıp ayrıldık oradan.

Şişhane’den metroya bindik Yenikapı’ya gitmek için. Metro insan kaynamakta. Gezginler mutluluk işçinde söyleşmekteler yüksek sesle. Diğer yolcular umurlarında değil. Neyse yolumuz çok yakın. Onlar ülkemizde özgürlüğün(!) tadını çıkarsınlar.

Yenikapı’dan inip Marmaray’a yöneldik. Bu da çok kalabalık, ancak yabancılar yok denecek kadar az. Çok geç olmadan evimize ulaştık.

Bayramın ikinci günü eşimin isteği üzerine Sabiha Gökçen Havaalanı’na yakın bir AVM’ye gittik. Eşimin niyeti anlaşıldı, alışveriş edecek. Atacan, bu işten hiç hoşlanmıyor. Bu nedenle de mutsuz. Bu kez kendi taşıtımızla gitmekteyiz. Yollar kalabalık. Demek ki İstanbul boşalmamış.  Herkes yollarda… AVM’ye girdik. Hınca hınç dolu… Yabancı gezginler epeyce çok. Her şey ateş pahası… Epeyce gezip dolaştık bir mağazadan öbürüne. Düven beygiri gibiyiz, AVM içinde dolanıp durmaktayız. Neyse ki eşim alışverişten vazgeçti. Akşam karanlığında evimize döndük.

Üçüncü gün Sarıyer-Hacıosman’daki Atatürk Ormanı’na gittik. Yolculuğumuz raylı sistemle olduğu için rahattık. Burası cennetten bir köşe… Sessizlik içinde kuş ezgileriyle dinlendik. Doğada yaşaması gereken bir canlı olduğumuzu anımsadık. Genellikle aileler var. Tek tük yabancı gezginler…

Atacan’a mamula meyvesi veren dikenlerin taze filizlerini yemeyi öğrettim. Güz geldiğinde mamula meyvesini yemeye de gideceğiz. Yanlış kapıdan çıkınca otobüse binmek zorunda kaldık. Bir an soluk alamadığımı duyumsadım. Böyle bir kalabalık, bu denli bir sıkışıklık görülmüş değil. Neyse İTÜ-Ayazağa durağından kendimizi dışarı attık. Oradan metroya binerek önce Yenikapı’ya, oradan da Marmaray’la eve gittik.

Üç günlük bayram dinlencesinde gördüm ki, İstanbul’da gezgin patlaması var. Ruslar, İranlılar, Araplar, Pakistanlılar, İngilizler göze çarpmakta. Birçok kişi, İranlıları Arap sanıyor. Oysa İranlıların çoğuyla Türkçe anlaşma olanağı var. İranlılar arasında Azeri Türkleri çoğunlukta gibiydi. Bu durum, ekonomik açıdan umut verici. Sanal dünya klavyecileri yakında Rus ve Arap nefreti yaratacak kampanyalar başlatırlarsa şaşırmam. Gezginler, gelsin de nereden gelirse gelsin. Hepsi yiyip içip alışveriş yapmaktalar. Bunu dövizin yüksekliğine bağlayacak olanlar olacak. Olsun…

Arap ve İranlı kadınların çok azı çarşaflı. Mini etekli dolaşanlar da var içlerinde. Bizim eski eşarpları takanlar çok. Bu gezginler ülkemize geldikçe değişecekler. Türkiye’yi örnek alacaklar. Bizim yaşam biçimimizi benimseyip kendi ülkelerine taşıyacaklar. Bu demektir ki bu ülkelerde olumlu yönde sosyal değişiklikler olacak. Biz, boşuna çağımız için “Atatürk çağıdır.” demiyoruz. Türkiye’nin sokaklarındaki uzlaşı kültürü onlara da yansımakta.

Sözü uzatmayalım. Bir bayram dinlencesi geçip gitti. Önümüzdeki bayramları iple çekeceğiz. Siz de özlemle bekleyecek misiniz yeni bayramları?

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               6 Mayıs 2022

 


ÇOCUKLARA BAĞRILIR MI?


Son yıllarda çocuklarla anne-babalar arasında ilgi çekici ölçüde iletişimsizlikler yaşanmakta. Bazı yetişkinler, çocuklarına bağırmanın annelik, babalık olduğunu sanmakta. Ne yazık ki geleneksel eğitimde (terbiyede) bağırıp çağırmak, hatta dövmek önemli bir araç olarak görüldüğünden kuşaktan kuşağa aktarılmış ve günümüzde de uygulanır durumda bazı ailelerce.

İnsanı en çok üzense kimi öğretmenlerin bağırıp çağırmanın yanlışlığını bilmelerine karşın, bunu bir disiplin aracı olarak görmeleridir. Topluma örnek olması gereken kişilerin zaman zaman kendi çocuklarına ve öğrencilerine bağırıp çağırdıklarını gözlemlemekteyiz. Gerektiğinde konu hakkında saatlerce söylev veren kişilerin uygulamada ters davranmaları anlaşılır gibi değil. Sözle özün çelişkili olması, yaygın bir aydın davranışı.

Çocuklara her bağırılıp kızıldığında onların büyük tinsel yaralanmalara uğradıklarını bilmek gerek. Bağırmak sözlü bir şiddettir. Bu, bazı durumlarda fiziksel şiddetten bile ağır olabilir. Her türlü şiddetin insanın bedensel ve tinsel dünyasında önemli olumsuz izlerinin kalacağını unutmamak gerek.

Çocuk gelecektir. İnsan genleri ve davranışları, çocuklarla gelecek kuşaklara aktarılarak sonsuza dek yaşatılır. Biz atalarımızın kanıtı olan gen ve davranışları, çocuklarımız aracılığıyla yaşatılıp ölümsüzleşir. Bu nedenle onların tinsel sağlıklarını korumak zorundayız.

Kızgınlıkla bağırmanın öncelikle çocukların özgüvenlerini yok ettiğini söyleyebilirim. İlk başta özgüvenli olduğunu gözlemlediğim birçok çocuğun zaman içinde pısırık bir duruma geldiğini üzülerek gördüm. Bu dönüşümün nedeninin çocuğa başta aile içinde olmak üzere bağırılıp çağırılmasıdır. Çoğu zaman aile içindeki bağırış şiddetine, kimi öğretmenler ve çocuğun çevresindeki kişilerin de katıldığını görmekteyiz. Bu bağırışlar, önce bir bocalamayı, sonrasında da içe kapanmayı getirir. Bu içe kapanma toplumdan, kendinden kaçmadır aslında. Özgüvenin yitimidir. Özgüven yiterken çevresine de güveni azalmaya başlar çocuğun.

İçe kapanan çocuk, giderek asosyal olur. Aile üyeleri, öğretmenleri, arkadaşları ve çevresindeki diğer kişilerle iletişimsizlikler ortaya çıkar. Çoğu zaman suskundur çocuk. Bu suskunluk onun tüm yaşamını altüst eder. Üretkenliği yitiverir. Yaratıcılığı yok olur. Oysa yaşamının en dinamik zamanıdır. Düşlemleri en üst düzeydedir. Düşlemleri, güz yaprağı gibi solar ve etkisiz bir yelle uçup gider. Bu uçup giden yalnızca düşlemleri değil, onun geleceğe olan inancıdır. Geleceğe olan inanç yitince yaşam, amaçsızlaşır. Amaçsız bir yaşam, çekilmez olur ne mutluluk kalır ne de erinç…

Bağırıp çağrılarak örselenen çocuk için geceler, karabasana döner. Karanlıktan korkar. Gece, ona yalnızlığı en çok duyumsatan zamandır. Gecesi de gündüzü de tedirginlik içindedir.

Bağırılıp azarlanan çocuğun derslerindeki başarısı düşer. Derslerini can kulağıyla dinleyemez. Çoğu zaman dalıp gider bilinmez ummanlara. O ummanlarda kendini arar, bulamaz. Her dalıp gitme bir yitiştir aslında. Zamanla bu ummanlar, sonsuz bataklıklara dönüşür. Çocuk bataklığa gömülür, çaresizce. Onun bu durumuna duyarsız davranır anne ve babalar çoğu zaman. Oysa çocuk tutunacağı bir dal aramaktadır. Dallar yakınlarındadır, ancak hiçbiri eğilmez ki bir el atıp çeksin kendini yukarılara. Çok yakın gibi görünen kurtuluş yolu, uzak bir dağın ardına saklanmış gibidir.

Düşlemleri yok edilen, tinsel varlığı hiçe sayılan, kişiliği dil darbeleriyle yaralanan çocuklar; hayvanlardan çok korkarlar. Hayvanlardan korkmaları, aslında bir uyarıdır çevresine. Önceleri hayvanlarla sarmaş dolaş olan çocuk, bu güzel varlıkları gördüğünde köşe bucak kaçar. Onların çıkaracağı seslerden rahatsızlık duyar.

Bağırılarak yok edilen çocukların en belirgin özelliklerinden biri, düşkülerinin olmamasıdır. Bunun da nedeni, gelecek kaygısıdır. Yaşama karşı duyduğu derin korkudur. Kaygı ve korku, bu çocukları için yaşamı anlamsızlaştırır. Anlamsız bir yaşamda, bir kişinin düşküsü olması düşünülebilir mi?

Tinsel örselenmiş yaşayan çocuklar, sanat ve spor dallarından herhangi birine yönelemezler. Çünkü böyle bir seçim yaptıklarında orada da azarlanacaklarını, kendilerine bağırıp çağırılacağını düşünürler. Bu nedenle sanat ve sporu sevmediklerinde değil, başlarına gelebilecek olumsuzlukları düşündükleri için geri çekilirler. Burada da kaygı ve korku çocuğu teslim almıştır. Onu elleri kelepçeye, ayakları zincire, tini kaygıya tutsaktır.

Çocuğa bağırmayı eğitimin bir aracı sayan anneler, babalar, kardeşler, çevredeki diğer kişiler; ne yazık ki bunu toplum içinde de yaparlar. Toplum içinde bağırılan çocuğun tini, bin kat daha çok yaralanır. Bu yapılanı, bir insana düşmanı bile yapmaz. Bu, böyle biline! Çocuklara bağıranların buradan hareketle onlara düşmanlık yaptıklarını söyleyebiliriz.

Çocuklara karşı yapılan bağırmalar, yetişkinlerin kendi aralarında da görülmekte. Yolda, alışverişte, kaldırımda, parkta, apartmanımızda, mahallemizde en küçük anlaşmazlığı bağırarak çözmeye çalışan zavallılarla sıkça karşılaşırız. Çocukluklarında kendilerine bağırarak sorunun çözüldüğünü düşünmektedir bu kişiler. Bağırılarak yetiştirilen bu çocuklar, büyünce başkalarıyla olan en küçük sorunlarını bile aynı yöntemle çözmeye çalışmaktalar. Çünkü bildikler başka ve doğru bir yöntem yok! İşte, zavallılık dediğimiz budur.

Şimdi iyi düşünün anneler, babalar, akrabalar, öğretmenler, komşular, çocuklarla karşılaşan herkes; dünyamızın geleceğini kuracak olan çocuklara bağırılır mı?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       5 Mayıs 2022

 

 


CENNETTEKİ SU TAŞIYICILAR


Toplumlar, hayvanlarla ilgili türlü söylenceler geliştirirler zaman içinde. Bu söylencelerden bazıları giderek efsaneye dönüşür. Söylencelerin çoğu, toplumda inanç gibi algılanıp içselleştirilip geleneğe dönüşür. Bunlara dinsel dayanaklar bulunur. Bu söylenceler, dinsel inançmış gibi yıllarca yaşayıp gider. Bunların neredeyse çoğu olumludur. Bu da doğanın korunmasına katkı sağlar.

Halk, doğal dengeyi korumak için inanca dönüştürülmüş söylencelerle bireyleri etkiler. Dünyayı diğer canlılarla paylaşmaları gerektiğinin yaşamsal zorunluluğunu bilir.

Köyde nereye gitseniz adım başı bir karınca yuvasına rastlarsınız. Un gibi ufalanmış topraklar yığılıdır bu yuvaların ağzına. Yuvaların ağzı güneye bakar. Bu da insanların doğada yol bulmasına, yön belirlemesine yardımcı olur. Ufalanmış topraklar, kuzey yana daha çok yığılır. Amaç, kuzeyden gelen soğuk rüzgârları engellemek ve bu rüzgârların yıkıcılığından korunmaktır. Güneyden esen yeller sıcaktır. Sıcak yeller, yuvayı nemden ve soğuktan korur. Böylece yuvalarda sağlıklı bir yaşam ortamı oluşur. Kim bilir, belki de atalarımız “Güneş girmeyen eve doktor girer.” atasözünü karıncalardan öğrenmiştir? Ne dersiniz?

Karıncaları ve onların yuvalarını korumak için büyüklerimiz: “Yuvalarını bozmayın! Karıncaları sakın öldürmeyen! Onlar, cennette size su taşıyacaklar.” deyip uyarırlardı bizleri. Bu deyiş, karıncaları korurdu. Çocuklar da birbirlerini uyarılar yaparlardı bu konuda. Böylece karıncalar geniş, güçlü, aşılmaz bir koruma kalkanıyla çevrelenirdi.

Karıncaları korumakla kalmaz, onların beslenmesine ve yiyecek biriktirmelerine de yardımcı olurduk. Ekmekleri, yuva ağzına yakın yerlerde ufalardık. Uzakta ufalamazdık. Yorulmasınlar ekmek kırıntılarını taşırken yoksa yorgun karıncalar, cennette bize yeteri kadar su taşıyamazdı. Bu da bizim, cennette susuz kalmamıza neden olabilirdi.

Karıncalar, halkın bir inanışıyla kutsal bir konuma erişmişti gözümüzde. Onlar dokunulmazdı. Zaten her yerde vardılar. Toprak yollarda, bahçelerde, tarlalarda, avlularda, ağaç gövdelerinde, ev içlerinde…

Karıncalar ilginç canlılar… Bir yerde bir yiyecek kırıntısı ya da bal, reçel, helva, şeker gibi tatlı şeylerin döküntüsü olsa birden onlarca karınca doluşmakta oraya. Apartmanın kaçıncı katı olursa olsun fark ediyorlar bunu. Şaşılacak şey… Onlara haber uçuran gizli güçler mi var? Birisi geldi, diyelim rastlantıyla. Diğerleri nasıl toplaşmaktalar birden. Demek ki bu güzel canlılar arasında bilinmez, anlaşılmaz bir iletişim var. Toplu çalışmayı, üretmeyi vazgeçilmez bir yaşam alışkanlığı durumuna getirmiş bu canlıların arasında bir iletişimin olmaması olanaksız.

Son yıllarda bir çevrecilik ve doğa korumacılık sözü almış yürümüş. Hem de doğayı kirletip yok edenlerce. Oysa Doğu Karadeniz’in köylerinde küçücük bir canlı olan karıncayı korumak, onu doğada var etmek için inanca dönüşen bir söylence gelenek süregelir yüzyıllardır. Toprağın sahipleri, toprağı korumayı da bildiler. Ürettiler, ancak doğayı yok etmediler. Doğaya, kurda kuşa, börtü böceğe saygı duyarak topraklarına bağlandılar.

Yetişkin oldum. Babayım. Aynı zamanda yeğenlerim de var. Şimdi onlara öğretmekteyim karıncalarla ilgili söylentileri. Onlarla ekmek ufalamaktayız karınca yuvalarının yakınlarına. İçimde hiç yok etmediğim çocukluğumla saatlerce karıncaların yiyecek taşımalarını izlemekteyim çocuklarla. Bu iş için yer ve zaman çok da önemli değil…

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       3 Mayıs 2022