ULUS DEVLETİMİZİN 100. YILI


                                                
Bugün, Atatürk önderliğindeki Türk Ulusunun Ankara’da TBMM’yi toplayarak ulus egemenliğinin kurulmasının yüzüncü yıldönümü. Ulusal egemenlik demek yeni bir devletin kurulması demek. Bağımsız Türk devletinin kurulmasının tarihi,  23 Nisan’dır. Bu nedenle 23 Nisan, ulusumuzun en büyük bayramıdır.
Ulusal egemenlik demek, ulus devletin oluşması demektir. 23 Nisan 1920’de ülkemizin dört bir yanından farklı görüşlerden, inançlardan, etnik kökenlerden temsilciler toplandı BMM’de. Meclis’e gelenlerin nereden gelirse gelsin ortak amaçları vardı: vatanın kurtuluşu…
Tüm ulus temsil edildi Ankara’da. Ulusun gür sesi, emperyalistleri ve işbirlikçilerini ürkütmüş olmalı ki, Meclis’in toplanmasını engellemek için her türlü yola başvurdular. İngiliz altınlarıyla cepleri doldurulan, emperyalistlerin yardımlarıyla silahlandırılan, dini inançları ve etnik kökenleri köpürtülen bazı işbirlikçiler kendi ulusal bütünlüklerinin bozulması, vatan savaşının engellenmesi için isyan ettirilerek kendi yurttaşlarını katlettiler. Gemi azıya alan bu güruh, Ankara’yı basıp Mustafa Kemal ve arkadaşlarını öldürerek Türk Ulusunun kurtuluşunu önlemek istediler.
Koronavirüs nedeniyle tüm yurttaşlarımız evdeydi. Salgın yayılır diye insanların bir araya gelmesinin son derece tehlikeli olduğu günlerdeyiz. Bu nedenle ilk kez 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı evlerden kutlanacak. Günler öncesinden evlerde hazırlıklar başladı. Atacan (Henüz 3.sınıfta), annesinden de yardım alarak önce kendi odasını bayraklar, Atatürk posterleri, renkli kâğıtlardan yaptığı fenerler ve kedi merdivenleriyle süsledi. Sonra salonu da 23 Nisan’a uygun duruma getirdi.
TBMM Başkanının 23 Nisan günü, saat: 21.00’de tüm evlerden İstiklal Marşı okunması yönündeki çağrısı karşılık buldu tüm Türkiye’de. Tabi, Atacan da günler öncesi İstiklal Marşı hazırlıklarına başladı. Önce öğretmenin ezberlemesi için verdiği şiiri okudu internet üzerinden 23 Nisan günü. Sonra akşamın hazırlıkları başladı. Bilgisayarımızı hazırladık. Balkona hoparlörleri koyduk. Balkonun sağına ve soluna bayraklar yerleştirdik. Tam saat 21.00’de İstiklal Marşı’nı söylemeye başladık. Birden cadde boyunca sıralanan camlardan, balkonlardan bir çağlayanın hızı ve sesiyle İstiklal Marşı gökyüzünü tuttu. Her siyasal görüşten insan haykırıyordu göğsünü gere gere “Hür yaşadığını, hür yaşayacağını.
ABD destekli PKK ve FETÖ’nün bozgunculuğu tutmadı. Halk, bozgunculuğu yıkıp geçti. 23 Nisan ruhuyla birleşti.
Atacan camlarda toplananlar: “Bu bayram, benim bayramım. Bütün çocukların bayramı. Bayramımızı kutlayacağız. Şimdi sizlere marşlar çalacağız, birlikte söyleyeceğiz. 11 Mart’tan beri evde kalan ve dışarı çıkmayı hiç usuna getirmemiş bir çocuk, ulusun bayramını kutlamanın onuruyla birkaç saat daha balkonda kaldı. Zorunlu olarak biz de balkondaydık. Marşlar çaldık, balkondan balkona hep birlikte söyledik çocuk, genç, yaşlı, kadın, erkek…
Sonra içeri girince haberleri dinleyelim, dedik. Bir baktık ki tüm Türkiye ayağa kalkmış, sel olmuş ve önündeki bentleri yıkıp geçmiş. Böyle bir millet, bu gücüyle koronavirüsü de yener, emperyalizmin saldırılarını da göğüsler. Dost, düşman iyi baksın bu yana… Türk Ulusunun yüreğinin derinliklerine işlemiş Atatürk’ü de 23 Nisan ruhunu da kimse söküp alamaz. Böyle olduğu sürece de ulusça yıkarız dağları enginlere sığmaz taşarız.
Yaşamımda en coşkulu 23 Nisan’ı yaşadım, diyebilirim. Ne mutlu bana… Ne mutlu bu bayramı yaşayanlara, yaşatanlara…
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           23 Nisan 2020


ÜLKEMİZLE GURUR DUYALIM


                                    
Kovid 19, Avrupa ülkelerine ve ABD’ye yayılmaya başladığında dünyanın en demokratik ve uygar ülkeleri arasında gösterilen İngiltere, Hollanda ve İsveç’in başbakanları sürü bağışıklığı uygulayacaklarını açıkladılar. Yani hastalık yayılsın, ölen ölür kalan sağlar bizimdir, demek istediler. Her üç ülkede de ölümler ardı sıra geldi. İngiltere ve Hollanda’da sağlık sistemleri çöktü.
İngiliz Başbakanı; “Virüse yapacak bir şey yok, ülkenin yüzde seksenine bulaşacak. Herkes sevdikleriyle vedalaşsın.” sözleriyle İngilizlere, ölüme razı olmaları gerektiğini söyledi. “Sürü bağışıklığını savunan sürü başı İngiliz Başbakanı da virüsü kaptı. Önce hastaneye kaldırıldı, sonra yoğun balkıma. Şimdilerde iyi olduğu söyleniyor. İngilizlere yardım, Türkiye’den gitti. Bugün ikinci yardım uçağı havalanacak.
Avrupa’da, koronavirüsten şimdilik en büyük yitikleri veren İtalya Başbakanı Giuseppe Conte: “İtalya pes etti, iş çığırından çıktı.” Diyerek ülkesinin ve de hükümetinin virüs karşısındaki çaresizliğini açıkladı. Ayrıca üyesi bulunduğu AB, İtalya’nın yardım çağrılarını reddetti. İtalyanlar, dostları tarafından resmen ölüme terk edildi. İtalya’ya AB ölümü gösterdi, fakat Türkiye, Çin, Küba ve Rusya yardım elini uzattı.
İtalya’da solunum cihazlarının yaşlılardan alınıp gençlere bağlanması tam bir insanlık dramı. Yaşlılar, ölüme terk edilmekte göz göre göre.
İspanya, AB ülkeleri arasında kovid 19’a teslim olan İtalya’dan sonra ikinci sırada. Ama şimdilik… Başbakan: “İspanya tarihinde böyle bir facia yaşanmadı. Kontrol edemiyoruz…” diyerek ülkesinin salgına teslim olduğunu söyledi. İspanya’ya da Türkiye’den yardım gitti. Neredeyse bu yardım günü, resmi bayram ilan edilecek. Televizyonlara konuşan bir gazeteci, bir ay sonra ancak eşiyle kendisine birer tane maske alabildiklerini söyledi. Maskenin tanesi, iki avro…
İspanya’da bakımevlerinde kalan yaklaşık üç yüz yaşlı, çalışanların işlerini terk etmeleri nedeniyle öldüler. Ölen yaşlıların kesin sayısı tam olarak belli değil. Bekleyelim bakalım, bu işin içinden ne insanlık trajedileri çıkacak?
 Annesinden iki yaş büyük bir kadınla evlendiği için radikal kabul edilen ve radikalliği nedeniyle cumhurbaşkanı seçilen Macron, şaşkın. Ne yapacağını bilmiyor. Diğer Avrupa ülkeleri gibi hastane çalışanlarına bile sağlık malzemelerini sağlayamıyor.
İlk başta virüsü küçümseyip dalga geçen Trump, en sonunda havlu attı. ABD sağlık sistemi çöktü. Çürüyen sistemin iğrenç kokusu her yerden duyumsanmakta.
New York Valisi, her gün ağlamakta. En son parkların mezar olacağını açıkladı. Toplu mezarların kazılma görüntüleri insanların içini burktu.
ABD ordusu, sokağa indi. Herhangi bir ayaklanma ya da yağma olaylarını engellemek amaç…
Trump, çaresiz kalınca düşman saydığı Çin ve Rusya’dan yardım istedi. Bu ülkeler bu isteği kabul etti. Ardından Türkiye’ye yardım için başvurdu.
Bütün bunlara karşın ABD, PKK’ya yardımını sürdürdü. İran, Küba ve Venezuela’ya ambargoyu gevşetmedi. Trump, Avrupa’nın çökmesini de ellerini ovuşturarak izlemekte.
Hollanda Sağlık Bakanı: “Ben, bu yükün sorumluluğunu alamam.” Diyerek görevini bıraktı. Hasta olmayınca sağlık bakanlığı ne güzel… Osmanlının Maarif Nazırının “Şu okullar olmasa Maarif’i ne güzel idare ederdim.” sözünün Hollanda Sağlık Bakanı işitmiş olmalı ki onun yolundan gitmekte. Yan gel Osman, beş dönüm bostan…
Bulgaristan Başbakanı: “Bize Türklerden başka yardım eden yok! Avrupa kendi derdine düşmüş.” diyerek AB’nin durumunu özetlemiş oldu. Komşuyla ilişkilerimiz, salgın sonrası çok daha gelişecek.
Yunanistan, diğer Avrupa ülkeleri gibi sağlık malzemeleri eksikliği çekmekte. Gücü yetmediği için başka ülkelerin malzemelerini çalamıyor, ama emek hırsızlığı yapıyor. Sınırından girmeye çalışan Suriyeli ve Afgan göçmenleri dövüp türlü insanlık dışı davranışlarda bulunan Yunanistan, sağlık malzemesi üretiminde bu göçmenleri ucuza çalıştırmakta.
Türkiye’ye gelince…
Hiçbir yönetici, sağlık çalışanı virüse yenileceğimizi söylemiyor. Herkes, kararlılıkla virüsü yeneceğimizden söz ediyor. Tedavi, maske bedava… Altmış beş yaş üstü yurttaşlarımızın tüm gereksinmeleri evlerine kadar gönderilmekte. Solunum cihazları, yaşlılar için de gençler içinde yeterli. Yoğun bakımlarımız, hastaları geri çevirmiyor. Sağlıkçılarımız için her türlü sağlık malzemesi var.
Unutmadan söyleyeyim. Salgın sürecinde ülkemiz, sağlık malzemesi üretiminde dünyaya örnek olmakta. Yediden yetmişe elimiz taşın altında salgını yenmek için. İyileşen hasta sayımız her gün biraz daha artmakta. En iyisini yapmak için deneyimli Çin’le işbirliği yapılmakta her alanda.
Yukarıda anlattıklarımıza karşın yine de ülkemizin koronavirüsle savaşımını beğenmeyip her gün bozgunculuğuna bozgunculuk ekleyenler var. Onlara bir sorum var: Sizler bu salgın döneminde çok sevdiğiniz ABD ve AB ülkelerinde yaşamak ister miydiniz?
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           12 Nisan 2020



YAĞMALANAN MARKETLER


                                                
10 Nisan 2020 günü akşamı, hafta sonunda iki günlük sokağa çıkma yasağı olacağı açıklandı. Bu açıklama önce internette son dakika haberi olarak yayımlandı, sonra da televizyonlarda alt yazı geçti. Bu tür açıklamaların cumhurbaşkanı ya da ilgili bakanca açıklanacağı herkesçe bilinir. Böyle önemli bir kararın sorumluluk taşıyan ilgililerden önce, biçimsizce açıklanması dikkat çekicidir. Belli ki birileri, her fırsatta kargaşa ortamı yaratmak için bilgi sızdırmıştı. Bu nedenle bu bilgiyi sızdıran kişi, kim ise açığa çıkarılmalıdır. Devletin içinde beşinci kol faaliyeti olmaz.
Sokağa çıkma yasağı duyulur duyulmaz sosyal medyada, zamanlama tartışması başladı. “Yok efendim, bu saatte sokağa çıkma yasağı duyurulurmuymuş. Daha önce neden duyurulmamış…” Şunu peşin olarak söyleyeyim ki hangi saatte olursa olsun bu kargaşa yaşanırdı. Özellikle gündüz duyurulsaydı market raflarında hiçbir şey kalmazdı.
Neden mi?
Ülkemizde 24 Ocak 1980’de düşünülen 12 Eylül’de uygulamaya geçen liberalizm. Toplumumuzu yalnızca ekonomik alanda değil; sosyal, kültürel, aktöresel, sanatsal, bilimsel… tüm alanlarda önemli değişikler yarattı. Sosyal dayanışmacı, yardımlaşmacı bir kültürden gelen insanımız; liberalizmin ben odaklı toplumsal düzene evrildi. Bencillik, toplumsalcılığın önüne geçti. Birçok kişi, Özal dönemini anlatmak için “Kır şişeyi, dön köşeyi.” Tümcesini kullanırlardı. Bu dönemde para kazan da nasıl kazanırsan kazan, anlayışı egemen oldu topluma. Rüşvetçiliğin arttığı, gayrimeşru kazancın yaygınlaştığı bu dönemi Özal’ın dediği “Benim memurum işini bilir.” sözüdür.
1980’den başlayarak hükümetler bilerek köyleri, Anadolu’yu boşaltarak nüfusu kentlere yığdı. Anadolu ve Trakya’nın neredeyse tüm kentlerinde var olan fabrikalar yok pahasına elden çıkarıldı ve giderek üretimden çekildi. Tarım, düşmanca uygulamalarla yok edildi. Üretemeyen insanlar, kent varoşlarına sığındı. Buralarda ucuz emeği oluşturdular. Sanayi ve tarımın yerini hizmet sektörü almaya başladı.
Kentte bahçesiz, komşusuz, balkonsuz evlere hapsolan ve kentte işe gidiş gelişlerin çok zaman alması, çalışma sürelerinin uzun olması nedeniyle sosyal ilişkiden uzaklaştı insanlarımız. Kentte yalnızlaştı. Dünyayla bağlantısı, ilişkisi giderek sanal ortama kaydı.
Bencilliği, kaygı ve korkuyu besledi. Her an işini, kendince yaşadığı konforu, evini, arabasını, eşini, çocuğunu yitirme kaygısı hep güçlü olarak var oldu bilinçaltında. Bu durum özgüvensizlik, çaresizlik, umutsuzluk yarattı. Bu da yeni kentlinin saldırganlaşmasına neden olmakta. Bir korna sesinden bile sinirlenip levyeyle karşısındaki insanları dövmenin nedeni bu. Ne yazık ki bu olaylar çoğalmaya başladı.
Liberalizmin yarattığı yeni kentli insanın en önemli özelliği, hazırcılık… Her şeyi satın almakta. Marketler, hazır gıda dükkânları, internet üzerinde ayağına gelen siparişler, ayaküstü beslenme alanları, her şeyin bulunduğu AVM’ler… İşte bütün bunlar, insanları hazırcılığın rehavetine götürdü. Sabah kahvaltıları unutuldu. Akşam yemekleri yenmez oldu. Ailecek yemek yemenin sosyal yanı tarih oldu. Ailecek yenmeyen yemekler, dostlarla da yenmez oldu. Yense ne olur? Herkes dostunun, arkadaşının, aile üyelerinin gözüne bakarak yemiyor yemeği. Elinde telefon hiç tanımadıklarıyla yazışıyor, sanal âlemden bilgileniyor. Böyle olunca da sosyalleşme sona ermekte. Sanal âlem düşünüyor bizim yerimize. Bu nedenle bizim düşünmemize ne gerek var? Sosyal medya aracılığıyla tüm dünyada tek boyutlu bir toplum yaratılmak istenmekte. Yine de bu tek boyutluluğa direnenler var.
 Evlerde kiler, ambar yok! Ailenin hemen gidip bir şeyler toplayıp sofrasına getireceği bahçesi, tarlası bulunmuyor. Tabağı elinde çocuğunu koşturup evinde olamayan kumanyayı isteyeceği komşuyu çoktan yitirmiş. Duvarlarla çevrili bir yaşam…
Sokağa çıkma yasağı açıklandığında marketlere koşmanı bilinçaltı yukarıda anlattıklarımız. Oysa iki gün evde kalacak yurttaş. İki günde aç susuz kalsan bile ölmezsin. Ancak liberalizmin yapıtı olan yeni kentli bunu düşünecek durumda değil. Çünkü bunu, sanal âlem söylemiyor ona.
Neler alınıyor marketten torba torba? Kolilerce kola, gazoz, cips, kuruyemiş, bisküvi, çikolata, sandviç, patlamış mısır, biraz alkollü içki…
İnsanımızın bir kısmı yaşadığı ülkeye yabancılaştı. Kendi insanını, ülkesini tanımaz oldu. Türkiye, yeryüzünde açlıktan ölünecek en son ülkedir. Liberalizmin tüm saldırılarına karşın yine de özümüzdeki insanlığı yok edemedi. İşte budur bizi umutlu kılan ve geleceğe umutla baktıran… Bunun içindir ki geleceğimiz aydınlıktır.
Sanmayın ki dün gece yaşadıklarımız yalnızca Türkiye’de oluyor. Uygar dediğimiz batılı ülkelerde, dün yaşadıklarımızın on katı, belki de yüz katı yaşanmakta benzer durumlarda.
Bir sözüm de muhalefete… Muhalefet demek, sorumsuzluk demek değil. Bu ülke hepimizin… Batarsak birlikte batar, çıkarsak da birlikte çıkarız. Hükümete muhalefet ediyorum diye devlete, ülkeye muhalefet etmek olmaz. Bu durum giderek ihanete varır. “İktidara giden yolda her şey mubahtır.” anlayışı çok yanlış. Dün bunu FETÖ’cüler, Ilımlı İslamcılar yaptı; karşı çıktık, ihanete varışını anlattık dilimiz döndüğünce. Bugün de bu anlayışa karşı çıkacağız. Dön bak çevrene ey muhalefet. Libya’ya bak! Kaddafi’yi döverek öldüren muhalifleri gör! Irak’a da bak! Saddam heykeline terlikle vuranlara, heykelin boynuna ip geçirenlere, heykeli alkışlarla yıkanlara iyi bak! Onlar da muhalefetti. Şimdi görüyor musun Irak ve Libya’yı?
Umutsuzluğa yer yok! En zor koşullarda “Türk Devrimi”ni yapan bir ülkeyiz. Çağımız Atatürk çağı. Bütün dünya, tabi Türkiye’de Kemalizmi keşfediyor yeniden. Liberalizmi yeneceğiz bu topraklarda. Yedi düveli yendikten sonra bunun sözü mü olur?
                                                                                   Adil Hacıömeroğlu
                                                                                   11 Nisan 2020

KORONAVİRÜSTE TÜRKİYE’NİN AVANTAJLARI


                        
Ülkemizde halkın yaşam biçimi, birçok açıdan salgın hastalıklardan korunmak için yurttaşlarımıza olumlu yararlar sağlamakta. Son yıllarda bazı yaşam biçimlerimiz, sosyal alışkanlıklarımız değişse de yine de ana omurgayı korumaktayız.
Toplumumuzu, batılılarla karşılaştırdığımızda ilk göze çarpan ayrım, ayakkabıyla evlere girmemektir. Sokaktan ayakkabılarımıza yapışan toz, toprak, çamur ve değişik atıklar evimizin kapısından içeri giremez. Eve girince terliklerimizi giyeriz. Terlik, bir nevi ev ayakkabısıdır. Bu nedenle evlerimiz hijyen koşullarına uygun olur.
Uzmanların koronavirüsten korunmak için en çok sözünü edip uyardıkları konu, ayakkabıların evin içinde olmamasıdır. Bu konuda en dikkat çekici ayrıntı, evlerimizde “ayakkabılık” dediğimiz özel bir alanın bulunmasıdır. “Ayakkabılık” genellikle dış kapıya en yakın bir yerdedir ve genellikle kapalı dolap biçimindedir.
Türk toplumu, geleneksel olarak bir iş yaptıktan sonra ellerini yıkar. Ayrıca yemekten önce ve sonra da eller yıkanır. Tuvaletten çıkınca da eller sabunlanarak güzelce temizlenir. Bir Türk yurttaşı ortalama olarak günde on kez ellerini yıkar. Bu yıkamaların çoğu, sabunladır.
Türk toplumunun önemli bir bölümü beş vakit namaz kılar. Her namazdan önce abdest alındığı düşünüldüğünde eller, ayaklar, yüz, ağız, burun yıkanmakta. Eğer abdestten önce ve sonra sabun kullanılırsa önemli bir hijyen olanağı yakalanmış olur.
Ayaküstü yemek yeme alışkanlığı son yıllarda toplumuzda, özellikle de büyük kentlerimizde yaygınlaşmakta. Buna karşın temel beslenme biçimimiz ailecek oturarak sofrada yemek yemektir. Gerçi bu alışkanlığımızı, televizyon izleme ve internet bağımlılığı tehdit etmekte. Yine de ev yemekleri, ayaküstü hazır yiyeceklere direnmekte.
Türk evleri, mimari açıdan sağlığa uygundur. Yatak odaları ve oturma yeri olan salon ayrıdır. Tuvalet, banyo ayrı bir yerdedir. Mutfak apayrı bir yerdedir. Genellikle de güneye, evin güneş alan cephesinde bulunmasına özen gösterilir. Son yıllarda, yeni yapılarda Amerikan mutfaklar yer alsa da bu mimari özellik, bizim yaşam biçimimize uymadığından çokça benimsenmemiştir. Ev bölümleri arasında kesin sınırların olması, sağlıklı yaşama olanağı vermekte insanlarımıza.
Türklerin geleneksel ev mimarilerinde en göze çarpan bölümlerden biri balkonlardır. Geniş balkonlar, havalar iyi olduğunda tüm ailenin keyif yaptığı yerlerdir. Kahvaltılar orada yapılır, akşam yemekleri balkonda yenir. Keyif çayları orada içilir. İçtenlikli söyleşiler, oradadır. Balkon, insanların hem temiz havaya hem de güneşe kavuştuğu yerdir. Güneşe kavuşan bedenler, böylece bolca D vitamini depolar. Balkonlar, aynı zamanda komşularla iletişimin de önemli bir alanıdır. Yakın balkonlarda karşılıklı söyleşiler, komşulukların unutulmaz anlarıdır.
Son yıllarda geleneksel balkonların yerini “Fransız balkonlar” almaya başladı. Halkımız balkona benzemeyen, iki kişinin karşılıklı oturamadığı bu yerleri benimseyemedi. Kısacası, “Fransız balkona” Fransız kaldık.  
 Türk toplumunun en önemli geleneklerinden biri, eve gelen konuklara kolonya dökülmesidir. Eve gelen konuklara “Hoş geldiniz!” dedikten sonra kolonya dökülür, şeker ikram edilir. Bu iş, evin küçük çocuklarına yaptırılır ki onların öğrenmesi sağlanır. Küçük çocuklar, ellerini yarım yamalak açarlar kolonya döküldüğü zaman. Böyle olunca da kolonya yerlere dökülür. Bu nedenle kolonya küçüklerin başına dökülür ve büyüklerden biri, eliyle kolonyayı çocuğun başına dağıtır. Konuklar giderken yine kolonya ikram edilir. Toplumumuzun en çok rağbet ettiği, seksen derece limon kolonyasıdır. Bu gelenek, sağlıklı bir yaşamın ve temizliğin önemli bir unsuru.
Türk toplumunun geleneksel temizlik ve sağlıklı yaşam alışkanlıkları koronavirüse karşı en büyük savunmamız. Bu alışkanlıklarımıza bir de evde kalmayı eklersek bu küresel salgını kolayca alt eder ve insanlarımızın yaşamda kalmasını sağlayabiliriz. Bütün yapacağımız iş, sabırla evde kalma.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       9 Nisan 2020

SİGARA NEDEN YASAKLANMAZ?


                                  
Dr. Odhan Yüksel, 3 Nisan 2020 günü sosyal medyada yaptığı paylaşımda uyardı. “Gerçek kaygımız sağlıksa sigara yasağının gelmesi gerekiyor.” demekte paylaşımında Sayın Yüksel ve konuyla ilgili gerekçesini de anlatmakta.
Sigara, çağımızın en büyük sağlık sorunu. Bunu söylemeyen sağaltımcı yok gibi. Sigaranın yol açtığı sağlık sorunlarına, sağlık sigortalarının ödediği paralar her geçen gün artmakta. Özellikle kanser, kalp-damar ve akciğer hastalıklarında en önemli etken, sigara.
Sigara içmekten kaynaklı hastalar olmasa, hastanelerimiz daha az meşgul olacak, sayrıların sağaltımı için ayrılan onca para yok yere harcanmayacak. Böylece hem hastanelerdeki yoğunluk azalacak hem de bunca emek ve para boş yere harcanmayacak.
Sigaranın kişi ve toplum sağlığını mahvettiğini bilmeyen kişi neredeyse yok! Ne yazık ki ülkemizde sigara içme yaşı gittikçe düşmekte. Bu da genç yaştaki insanlarımızın erken dönemlerde sağlık sorunları yaşamasına neden olmakta.
Sigara, bir bağımlılık. Bağımlılıklar, tüm alanlarda insan ve toplum yaşamını tehdit etmekte. İnsanları bağımlılıktan kurtarmak, korumak için hem yoğun emek hem de para harcanmakta.
Son yıllarda sigarayı bırakmak isteyenler için elektronik sigaralar üretmekte para babaları. Amaç, sigarayı bıraktırmak değil, bağımlılığı farklı biçimde sürdürtmek.
Kovid 19 salgını başladığında uzmanlar, sigara içenlerin tehlike altında olduğunu defalarca söylediler. Bu konuda uyarılarda bulundular. Sigara içenlerin hastalığa yenileceğini belirttiler.
Koronavirüs nedeniyle yoğun bakımda sağlatılan sayrıların yüzde doksanın sigara içmeyenler olduğu saptanmış. Demek ki sigara içenlerin ezici çoğunluğu yoğun bakımdan çıkamamakta ve ölmekte.
Kovid 19’la ilgili her türlü sert önlemler alınmakta. Bu önlemeleri bütün dünyada öneren genellikle DSÖ (Dünya Sağlık örgütü). Usa hemen şu soru takılmakta. Peki, DSÖ ve ülkeler neden sigara içmeyi, satışını yasaklamazlar. Böylelikle hem bu salgından can yitikleri azalır hem de bunca para boşa gitmez.
Nedeni çok açık… Dünya sigara tekelleri ABD’de. Bu tekeller, bağımlılığı artırmak için albenili reklam kampanyalarıyla kişilerin bilinçaltlarına girmekteler. DSÖ de ABD etkisinde… Ayrıca en büyük ilaç üreticisi ülke ABD. Hem sigara satıp para kazanır, hasta eder, hem de hastalığın ilacını satıp yine para kazanır. İşte kapitalizm/emperyalizmin insana bakışı bu. 
Sigara yasağı hemen uygulanmalı. Yurttaşlarımızı bu illetten kurtarmalıyız. Bunu yaparken de milyonlarca liranın ABD’li tekellere akmasını önlemeliyiz. Evet, ne duruyoruz? Sigara yasağı bugün için tam zamanında, yarın için çok geç olabilir.
                                                                                  Adil Hacıömeroğlu
                                                                                  7 Nisan 2020


BEDAVA MASKE



Bilim Kurulu, maske takmayı salgına karşı belirleyici, zorunlu önlem olarak açıkladı. Ancak eczanelerde maske yok! Olsa da çok pahalı…
Doğaldır ki salgından kurtulmak isteyen yurttaş, maske zorunluluğu getirilmeden maskenin peşine düşmüş salgının ilk gününden beri. Her felaket ve savaş döneminde ortaya çıkan karaborsacı sinsiliği, bu salgın döneminde de devrede. Salgın başladıktan on gün sonra eczaneye gidip on tane maskeye elli lira ödedim.
Cumhurbaşkanı Erdoğan açıklama yaptı. Devlet, Sağlık ve Ulaştırma bakanlıkları aracılığıyla maske dağıtacakmış. Tabi amaç, karaborsayı önleyip fırsatçıların önünü kesmek… Bu nedenle de AKP hükümetine maske üzerinden siyasal kazanç sağlamak…
Atalarımız: “Bedava sirke, baldan tatlıdır.” dese de “bedava sirkenin” acısı sonradan belli olmakta. Bedene büyük zararlar vermekte.
Türkiye’de seksen üç milyon kişiye, bedava maske dağıtma işi epeyce zor. Bedava maske dağıtma işiyle görevlendirilmiş iki bakanlık, asıl görevlerini bu nedenle aksatarak maske dağıtımı işine odaklanacaklar. Bu bakanlıkların asıl işlerini yapmaları için bu karardan vazgeçilmeli.
Seksen üç milyon dedik ülkemizin nüfusuna. Şu anda piyasada bir tekini karaborsada zorlukla bulabildiğimiz maskeyi, bir günde seksen üç milyon tane üretmek olanaksız. Çünkü maskeler bir kullanımlık…
Yurttaşlarımızın çoğu dışarı çıkmıyor. Bu nedenle de dışarı çıkmayan insanların maske takması da gerekmiyor. Demek ki evde oturan kişilerin ivedi gereksinimi değil maske. Var olan maskelerin evden çıkmayan yurttaşlara verilmesi, her gün dışarı çıkmak zorunda olan kişilere maske verilmemesi demektir. Bu da koronayla savaşıma zarar verir. Maske üretimi hızlanıp çoğaldıkça herkesin maske edinmesi zaten kolaylaşacak.
Bedava maskeye gelince…
Devletin birçok alanda toplumda bedavacılar yaratması çok yanlış. “Nerde beleş, orda yerleş.” Anlayışının topluma egemen olmasıyla çalışmayan, çalıştırılamayan bir insan kümesi oluşmakta. Böylece toplum içinde bir tembellik sayrılığı yayılacak ki bu, koronadan daha tehlikeli. Toplumun geleceğini, kalkınmasını, ilerlemesini ortadan kaldırır.
Maske, bedava olmasın. Sembolik de olsa bir ederi olsun. Satış yerleri belirlenip gereksinimi olan gidip alsın. Böylece bedava diyerek maskeler çarçur olmaz, yerinde kullanılır. Ayrıca maskeler, gereksinimi olanlara ulaşır. Ekonomik durumu çok yetersiz olup sembolik maske ederini ödeyemeyen yurttaşlarımıza ücretsiz maske, devletçe dağıtılır. Bedava maske dağıtım işi, kargaşaya neden olacağı ve amacına ulaşmayacağı için bu uygulamadan ivedilikle vazgeçilmeli. Oy hesabıyla salgınla savaşılmaz.
AKP hükümetlerinin en büyük yanlışlarından biri, toplumu bedavacılığa alıştırmaktır. Bu nedenle birçok kişi iş bulsa bile çalışmamakta. Bu nedenle birçok kişinin emeği, ülke kalkınmasında yeterince kullanılmamakta. Hükümetlerin görevi, devlet kapısı önünde dilenciler yaratmak değil; emeğiyle geçinen başı dik bireylerin yer aldığı bir toplum oluşturmaktır.
                                                                                   Adil Hacıömeroğlu
                                                                                   6 Nisan 2020



BİZİ MAHVETMEK İSTEYEN EMPERYALİZM, BİZİ YUTMAK İSTEYEN KAPİTALİZM



Kovid 19, önce Çin’de, sonrasında Doğu Asya ülkelerinde yaygınlaştı, ama asıl büyük zararı Atlantik ülkelerine verdi. Salgından korunmak isteyenler, maske takarken emperyalist/kapitalist ülkelerin maskeleri de bir bir düşmekte. Bakalım nasıl düşüyor bu maskeler?
Almanya’nın altı milyon N 95 maskesi, Afrika’da uçaktan kayboldu. Acaba Almanya’nın maskelerini hangi ülkeye ait hava korsanları ele geçirip kendi ülkesine götürdü?
İtalya, Tunus’un satın aldığı antiseptiklere kendi limanında el koydu. Bu da bir deniz korsanlığı… Eski çağlardan beri olagelen bir şey… Peki, başkasının malına el koymanın adı, tüm dünyada hırsızlık değil mi?
Çekya, İtalya’nın satın aldığı testlere havaalanındaki uçakta el koydu. Bu ülkenin boyuna posuna bakmadan yaptığı işe bakın! Salgının yere serdiği İtalya’ya tekmeyi atıyor fırsatını bulunca.
ABD, Fransa’da bir kent belediyesinin Çin’e ısmarladığı N 95 filtrelerini, iki kat daha çok fiyat vererek satın aldı. Hem de uçağa yüklenirken… Çünkü resmen karaborsacılıkla el koydu. Bu korsanlık, ABD’ye yakışmaz, diyemem.
Fransa, İtalya ve İspanya’ya ait eldivenleri, maskeleri mülkiyetine geçirdi. İsveç merkezli sağlık şirketi Mölnlycke, Çin’den İtalya ve İspanya için ithal ettikleri maske ve eldivenlere Fransa’da el konduğunu açıkladı. Şirket yetkilisi, bu hırsızlığı kibarca “yakışıksız bir hareket” olarak nitelendirdi. Şirket, bundan böyle İtalya ve İspanya’ya ihraç edecekleri sağlık araçlarını Fransa üzerinden değil, Belçika’dan göndereceğini söyledi. Hırsızlığa karşı yeni yol arayışı…
Çin’den ithal edilerek Almanya üzerinden İtalya’ya gönderilen yüz maskelerine Almanya’nın el koyduğunu duyurdu haber ajansları.
Başkan Trump, özel şirketlerin ürettiği N 95 solunum maskelerinin üretim ve dağıtımının devlet kontrolünde yapılacağını açıkladı. “Hür teşebbüsün” en büyük savunucusu ülke, sıkıştığı zaman devletçiliğe sığınmakta. Ne garip değil mi?
İki Fransız doktor, verem sağaltımında kullanılan BCG aşısının kovid 19’a nasıl tepki vereceğini araştırmak için aşının Afrikalılar ve hayat kadınları üzerinde denenmesi gerektiğini önerdi. Sömürgeci kafaya bakın! Yıllardır dünyaya, söz de insan hakları dersi veren ülkenin doktorlarının önerisi, insanlık dışı. Afrika’nın kara derili insanlarını gemilere doldurup köle pazarlarında satanların torunlarından başka ne beklenir ki…
Çin’de kovid 19 yüzünden yaşamını yitirenler için üç dakikalık anma töreni görüntülerinin yayımlandığı sırada BFM canlı yayınında Fransız gazeteci: “Pokemonları gömüyorlar.” dedi. Bu sözlere tepki duyuldu duyulmasına. Ancak bu sözlerin altında yatan insan düşmanlığını görmemek olanaksız.
Yukarıda anlatılanlara bakınca M. Akif Ersoy’un “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” dizesi, usumuza düşüyor. Merhum Akif, bugünleri görseydi bu kapitalist/emperyalist çürümüşlüğün tek dişinin bile kalmadığını söylerdi sanırım. Kapitalist sistemde soygunculuk, hırsızlık, emeğe saygısızlık, insana değer vermemek, sömürü, insan onurunu hiçe saymak, haydutluk, korsanlık, yağmacılık… aklınıza ne kadar olumsuzluk gelirse hepsi var. Bütün bunları gerçekte olmayan demokrasi ve özgürlük maskesiyle örtmeye çalışmaktalar. İşte, bu maske hızla düşüyor ve gerçek ortaya çıkıyor.
Kapitalizm/emperyalizm her yanıyla çürüyüp kokuşmakta. Bu durum gösteriyor ki kapitalist sistem, insanlara insanlığını unutturmakta. “Bu inkılabın hedefi emperyalizm ve kapitalizm isim ve sıfatı altında toplanmış zalim, zararlı mevcudiyetlere karşı mücadele etmekti. (Atatürk’ün Kendi kaleminden Emperyalizm ve Tam Bağımsızlık, 1.Basım, Kaynak Yayınlar-İstanbul, s.177)” Atatürk bu sözleriyle kapitalizm ve emperyalizmin insanlık için nasıl zararlı ve tehlikeli olduğunu bizlere göstermekte.
“…bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyeti milliyece mücahedeyi uygun gören bir mesleği takip eden insanlarız. (Aynı yapıt, s. 167)” Atatürk’ün yıllar öncesinden söylediği bu söz, bu siyasal saptaması bugün ne kadar da çok önemli, değil mi?
Kapitalist düzeni savunarak, emperyalizme boyun eğerek Atatürkçü olduğunu sananların Kemalizmden ne kadar uzak oldukları çok açık. Bugünleri görüp öngörüleriyle bize kılavuzluk eden Atatürk’ümüze ne kadar minnet duysak azdır.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       5 Nisan 2020








PARTİ Mİ, TÜRKİYE Mİ ÖNEMLİ?

Dünyanın bütün ülkeleri gibi Türkiye de büyük bir felaketle savaşmakta. Ülkemizdeki felaket yalnızca kovid 19 değil, buna koşut olarak gelişen ve bu salgından önce de var olan ekonomik bunalımdır.

Koronavirüs salgını, var olan ekonomik sıkıntıyı olağanüstü büyüterek çekilmez duruma getiriyor.  Ne yazık ki hem iktidar hem de muhalefet partileri bu büyük soruna çözüm üretmek yerine didişmeyi seçmekteler.

Kovid 19 salgını; halkımız canını, malını, ülkemizin geleceğini tehdit etmekte. Salgın nedeniyle üretim neredeyse durmuş durumda. Zaten salgın öncesinde de üretim konusunda ciddi sıkıntılar yaşanmaktaydı. Ekonomi, siyaset, kültür, sanat alanlarındaki liberal sarmal ülkemize olağanüstü zararlar verdi. Bu zararları onarma gücümüz var, yeter ki biz isteyelim. Bu felaket günlerinden çıkmanın tek yolu devletçi, halkçı siyasetler izlemekte. Buna koşut olarak iç cepheyi sağlam tutmak zorundayız. İç cepheyi küçük siyasal hesaplarla bölmeye çalışanlar, ülkemize ihanet ederler. Bu nedenle hem iktidar hem de muhalefet partilerinin yöneticileri çok sorumlu davranmalı, bozguncu eğilimlere karşı durmalılar.

“Eğer bu millet, bu memleket parçalanacak olursa genel şerefsizliğin enkazı altında şunun bunun şahsi şerefi de parça parça olur. Biz, o genel şerefi kurtarabilmek için harekete gelen millete ruhumuzla katıldık. Katılmamıza mâni olabilecek şahsi rütbeleri, mevkileri de genel şerefi kurtarmaya yönelmiş bir gaye uğrunda feda ettik. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 4, 1.Baskı, Kaynak Yayınları, İstanbul, s. 373-374)” Ulusun büyük bir felaketin eşiğinde olduğu bir dönemde kendi kişisel, siyasal çıkarı peşinde koşanları Atatürk yıllar öncesinden ne güzel uyarmış. Önemli olan kişisel onur değil; genel onur yani ulusun onuru ve mutluluğu. Şu anda tıpkı Atatürk ve arkadaşları gibi “Genel Şerefi” kurtarmak uğruna şahsi rütbeleri, mevkileri feda edecek siyaset adamlarına, devlet yöneticilerine gereksinim vardır.

Atatürk’le sözlerimizi sürdürelim: “Bugün kâinat, toplumsal inkılâplar geçirmektedir. Bu sahada kazanılan muvaffakiyetler, zorbalara ve lakaytlara teslim ettirilen haklı muharebe meydanlarındaki muzafferiyet kadar, hatta daha mühimdir. Ancak bu eminliği anlayan ve anladığını fiiliyatla da ispat eden hükümetler, herhangi partiye mensup olursa olsunlar, milletin yüceltilmesine ve takdirine liyakat kazanırlar. Bunu anlamayıp da milleti hala kendi kafalarının keyfine göre idare etmeye kalkışan kuvvetler artık birer beladır. Bela çekmeye de bu milletin artık tahammülü kalmamıştır. Millet, yapılan işlere bizzat denetimini koymalıdır. (Aynı yapıt, s. 375-376)” Her fırtınanın ardından bir toparlanma, uzlaşma dönemi gelir.

Dünyanın geneline baktığımızda koronavirüs salgınıyla küresel sistem çatırdamaya başladı. Kapitalizm, ölüm döşeğinde can çekişmekte. AB, NATO gibi birliklerin böyle bunalımlı bir dönemde hiçbir işlevlerinin olmadığı görülmekte. Salgınla en kesin ve doğru savaşımı veren ve dünyanın dört bir yanına yardıma koşan iki ülke: Çin ve Küba. İkisi de sosyalist... İkisinde de kamuculuk belirleyici… Dünyaya örnek olmaktalar. Bunu yediden yetmişe tüm dünya insanları görmekte. Durum böyleyken dünyada var olan olguları, gerçekleri görmeden siyaseti kısır çekişmelerin ve kutuplaşmanın döngüsünde halka zarar verecek bir duruma sokmak hiçbir partiye yarar sağlamaz.

Muhalefetin iktidara karşı uzlaşmaz tutumu anlaşılamaz. Özellikle muhalif görünen, sorumsuz bazı medya sözcülerinin iktidara karşı anlamsız ve çoğu zaman ihanete varabilecek sözlerini anlamak olanaksız. Muhalefet partileri dillerini değiştirmeli. Hakaret etmekle siyaset etmenin farkını öğrenmeliler.

İktidar partisinin sürekli suçlayıcı, uzlaşmaz, düşman yaratıcı tavrı iç cepheyi böler; ülkemiz düşmanlarını güçlendirir. “Taç giyen baş, akıllanır.” sözü gereğince sorumlu davranmalı iktidar.

Sosyal medyada muhalefet görünümlü bazı kişilerin FETÖ ve PKK’lıların yönlendirmesiyle bozgunculuğa varan paylaşımlarda bulunmaları Türkiye’ye oldukça zarar vermekte. Yalan ve halkın moralini bozacak haberlere itibar edilmemeli. Özellikle devlet kurumlarına karşı güvensizlik propagandasından kaçınmak gerekir. Koronavirüsten ölen yurttaşlarımız üzerinden siyaset meyvesi devşirmek çok ayıp. Zaten bu meyveler zehirli olur, yiyeni zehirler.

Yardım toplama konusunda AKP hükümetiyle CHP’li belediyeler arasında başlayan kavga çok anlamsız ve yersiz. İki tarafın da inatlaşmayı bırakarak yapay gündemlerle toplumu meşgul etmemeleri gerek. Bu tarz çekişmeler, iç cepheyi parçalar ve salgınla savaşıma zarar verir.

İç cephenin bütünleşmesi görevi, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere AKP yönetiminindir. Cumhurbaşkanı ulusun birliğini temsil ettiğine göre böyle sıkıntılı günlerde hangi görüşten olursa olsun yurttaşları birleştirmek görevi.  Bu nedenle muhalefete vurarak böylesi ölüm kalım savaşının olduğu günlerde siyasal çıkar sağlamak istemesi anlaşılmaz. Bu tavrı, hem kovid 19’la hem de ekonomik çöküşle savaşıma zarar verir ve Türkiye’nin aleyhine. Bu nedenle Erdoğan, daha birleştirici davranmalı. Zaman, siyasal kazanım elde etme zamanı değil. Böylesi zor savaş günlerinde iç cepheyi bozanları ne ulus ne de tarih affeder.

Salgının topluma yayıldığı, her gün can yitiklerimizin arttığı, ekonomik bunalımın her şeyi altüst ettiği bir zamanda particiliği ön plana çıkararak Türkiye’ye zarar verenleri Büyük Atatürk, 24 Ekim 1919 günü şöyle uyarmakta.

“Böyle bir zamanda parti manevrası yapmak doğru mu? Memleket olmazsa parti kaç para eder? (Aynı yapıt, s. 374)” Bu sözler, yorumu gerektirir mi? Büyük Önder’imizi, düşüncelerinden sapmadan, bir kez daha saygı ve minnetle anmaktan başka yapabileceğimiz bir şey var mı?

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         3 Nisan 2020


ATATÜRK GİBİ DÜŞÜNMEK


                                               
Norveç’te kullanılan bir deyim var: Atatürk gibi düşünmek… Avrupa’nın bir ucunda yaşayan Norveçliler, Atatürk’ün düşünme ve düşüncelerini uygulama biçimini beğenerek benimsemişler, dillerinde deyimleştirmişler bunu. Bu konuda ne kadar gurur duysak azdır.
Peki, biz; yani Atatürk’ün ulusu Atatürk gibi düşünebiliyor muyuz? Karşımıza çıkan sorunlar karşısında O’nun gibi davranabiliyor muyuz?
Öncelikle şunu söyleyelim ki Atatürk, gerçekçidir. Olgulardan hareket ederek düşünür ve sorunlara gerçekçi çözümler bulur. Siyaset anlayışında halkı kutuplaştıran, ulusu bölen, iç cepheyi zayıflatan tavır ve anlayışlar bulunmaz. Ulusun yüksek çıkarları; her türlü siyasetin, çekişmenin, kişisel hesapların, dar grupçuluğun üstündedir. Önce ulus yaşamalı ki bireyler de var olabilsin.
Uluslar, büyük sorunları aşmak için güç birliği yapmalı. Ulusun düşmanları, (Bunlara emperyalistler diyoruz.) bu güç birliğini bozmak için akla gelmedik fitneler çıkarır. Halkı kendi içinde vuruşturmak ve asıl düşmanı gizlemek için düşman kamplar yaratırlar kendilerince. Emperyalizmin bu düşmanca kışkırtmasını ulusun bazı bireyleri fark etmez. Saplantılı bir biçimde düşmanın oyununa gelerek kendi ülkelerine zarar verirler.
Kovid 19 salgını dünyayı kırıp geçirmekte. Salgın ülkemizde de söz konusu. Sağlık Bakanlığının önlemleri, Atatürk’ün devletçiliği temelinde sürüyor, yararlı da oluyor. Bu arada şunu söyleyelim. Türkiye’nin halkçı sağlık sistemi Atatürk’ün yapıtıdır. Bandırma Gemisi ile Atatürk’le Samsun’a vatan savaşı için çıkan on dokuz kişi arasında iki de sağaltımcı (doktor) var. Doktor Binbaşı Refik Saydam ve Doktor Albay İbrahim Tali Öngören… Cumhuriyet’in sağlık sisteminin oluşmasında bu iki kahramanın yanı sıra Tevfik Sağlam ve sonrasında büyük hizmetleri olan Nusret Hasan Fişek de saygıyla anılması gereken sağaltımcılarımızdan. Sivas Kongresi’nde mandacılığa karşı çıkan Tıbbiyeli Hikmet’le Atatürk’ün unutulmaz Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras’ı da unutmamak gerekir. Bu salgınla cansiperane savaşan kahraman sağlıkçılarımızı yetiştiren Cumhuriyet okullarıdır. Her şeye karşın sağlıkta halkçı, devletçi sistem ayaktadır. Başarı da Atatürk ve Cumhuriyet’e aittir.
Ulus olarak birlik olacağımız kovid 19 salgınıyla savaşta ne yazık ki bazı kişiler, iç cepheyi bozmaktalar. Siyasal çıkarlarını ön plana almaktalar. Üzülerek görüyoruz ki bu kişilerin birçoğunun sosyal medyadaki görüntülerinde Atatürk’ün fotoğrafları, adı, özdeyişleri bulunmakta. Sabahtan akşama dek Atatürk’ün fotoğraflarını paylaşsanız da Atatürkçü olamazsınız, Atatürk gibi düşünmedikten sonra.
12 Eylül Amerikancı darbesinden sonra düşünsel olarak Kemalizmden uzaklaşıldı. Atatürk, heykel ve fotoğrafa indirgendi. Kısacası gardırop Atatürkçülüğü (Ilımlı Atatürkçülük) egemen oldu kafalara. Böyle olunca da Kemalizmin emperyalizme karşı konumlanma temeli bir yana itildi.
Birinci Dünya Savaşı başladığında Atatürk Sofya’da Ateşemiliterdi. Yani masa başı bir görevdeydi. Osmanlı Devleti Savaşa girdi. Atatürk, Padişahlığı sevmezdi. Bu yönetime karşı olan görüşleri herkesçe bilinirdi. Zaten Kurtuluş Savaşı’ndan sonra ilk büyük devrimini de Padişahlığı kaldırarak yapmıştır. Enver Paşa ile arası iyi değildi. Görüş farklılıkları vardı. Üstelik Enver Paşa’nın Atatürk’ü çekemediğini ve önünü hep kesmek istediği de herkesçe bilinirdi.
Savaş başlar başlamaz Sofya’da bulunan Mustafa Kemal, zamanın Genelkurmay Başkanlığına başvurarak cephede görev almak istediğini söyledi. Devleti padişah/halife yönetiyor demedi. Enver Paşa’nın komutası altında olmak istemediğini söylemedi. Onun için tek amaç vardı, hangi koşullar altında olursa olsun vatanı savunma isteği.
O Atatürk ki Çanakkale’de askerlerine: “Ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum.” Buyruğunu vermekteydi. Orada şehit olan askerler, Padişah/halife ya da Enver Paşa için mi ölmüşlerdi? Tabi ki hepsi vatanları için canlarını verdiler.
Atatürk savaştan önce İttihat ve Terakki Partisini eleştirir. Adı Belirtilmemiş “Bir Dostuna Mektubu” başlıklı bölümde (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 1, sf. 200-201) ve Salih Bozok’a Sofya’dan yazdığı mektupta (Aynı yapıt sf. 207) savaşı Almanların kaybedeceğini belirtiyor. Alman subaylarının Türk ordusuna kumanda etmesini hep eleştirdi Mustafa Kemal. Bunlara karşın kahramanca savaşarak Çanakkale’de Fransızları, İngilizleri; Doğu Cephesinde Rusları yenerek Muş ve Bitlis’i kurtarmış, Suriye cephesinde ise olağanüstü bir direnişle Misak-ı Milli sınırlarını çizmişti.
Savaştan Mustafa Kemal kahraman olarak çıktı. O kahraman, Kurtuluş Savaşı’yla ülkemizi kurtarıp devrimleri yaptı. Bütün bunları da ulusu birleştirerek başardı.
Atatürk, savaş sırasındaki başarılarının “padişahı/halifeyi ya da Enver Paşa’yı güçlendireceğini, onları iktidarda tutacağını” hiç düşünmedi. Oysa günümüz muhalifleri, “İktidarda AKP var. Ona destek olamayız. Başarılı olursa iktidarını sürdürür.” diye düşünmekteler. Açıkça söylemek gerekirse salgının hızla artmasını istemekteler ki AKP iktidardan düşsün.
Kovid 19 bulaşırken siyasal, sınıfsal, cinsel, bölgesel, tensel, kentsel, mesleksel ayrım yapmıyor. Önüne gelene yapışıyor ve yataklara düşürüyor. Böyle bir dönemde siyasal hesaplar yapmak ülkemize ihanettir. Profillerinde Atatürk fotoğrafları taşıyanlar, liberalizmi Atatürkçülük, devrimcilik, solculuk sanmaktalar. Oysa yaptıkları, söyledikleri dünün Mütareke basınınından farksız. Bilerek ya da bilmeyerek emperyalizme hizmet etmekteler.
Gün, Atatürk gibi düşünme günüdür. Ali Kemaller, Refik Cevadlar, Refik Halitler gibi düşünmenin ülkemize zerre kadar yararı yok! 
Atatürk gibi düşünmenin tam zamanı, çünkü söz konusu vatandır, gerisi ise teferruat...
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           2 Nisan 2020



DÜŞLER ÜLKESİ(!) AMERİKA


                                                
ABD hayranları, bu ülkeden söz ederken “Düşler Ülkesi” sözünü kullanır. Düşlerini gerçekleştirmek isteyenler, Amerika’nın yolunu tutar.
Milyonlarca kişi ABD’ye gider. Aralarından birkaçı para kazanır, iyi iş tutar. Ancak düşlerinin peşinden gidenlerin yüzde doksan dokuzu sürünür. Olsun… ABD’ye attı ya kapağı… Düşünün gerçekleşmesi zayıf da olsa bir olasılık. Yine de gitmeye değer(!) düşlerin arkasından… Bu durum, bizim ülkemizde artist olmak için Yeşilçam’ın yolunu tutan genç kızlara benzemekte… Birkaçı artist olur. Bazıları kötü yola düşer. Büyük bir kısmının ise sonu bilinmez.
ABD, gerçekten düşler ülkesi mi? Başkan Trump, kovid 19 salgını Çin’de başlayıp Doğu Asya’da yayılmaya başlayınca “Bu virüs ABD’ye gelmez.” dedi. Demesine dedi de… Çok geçmeden kovid 19 ABD’ye girdi. Hem de nasıl? ABD sağlık sistemi çöktü. Zaten halk sağlığı sistemi hak getire…
ABD, eyaletlere bölünmüş. Her eyalet kendi önlemini almaya çalışmakta. Eyaletler arasında eşgüdüm yok! Washington ise genel sağlık politikası oluşturmamıştır… Sağlık sisteminin çoğu özelleştirilmiş durumda. Anlaşılacağı üzere cebinde paran yoksa ölümden başka seçenek yok dar gelirlilerin, işsizlerin önünde.
Öğreniyoruz ki elli milyon kişinin sağlık sigortası yok! Olmayınca ne oluyor? Hastanelerde tedavi olanağı bulamıyorlar. Demek ki Düşler Ülkesinde hastalanmayacaksın. Hastalanırsan sonu ölüm… Ölsen bir şey fark etmez ABD’nin egemenleri için. Nasıl olsa düşünün peşine düşüp gelecekler sırada…
Koronavirüs salgını, ABD’de tüm hızıyla sürmekte. İlk başta Trump olmak üzere bazı ABD yöneticileri “Çin virüsü” diyerek Çin’e karşı psikolojik savaş yürüttüler. Ateş bacayı sarınca ABD Başkanı, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’i aradı. Önce Çin’in kovid 19’la mücadelesini övdü. Sonra da yardım istedi. Bu yardımı isteten ne? Çaresizlik…
Dünya denizlerinde yüzen uçak gemileri, nükleer silahlar, göz kamaştırıcı transatlantikler, ışıl ışıl kentler, yeryüzünün en görkemli gökdelenleri, göz kamaştırıcı reklamlar, paraya tapınma hastalıklı bir zihniyet, kıtadan kıtaya füzeler, burnundan kıl aldırmayan böbürlenmeler, tehditkâr tavırlar, gezegenimizi kana bulayan şeytanlıklar… Dünya çapındaki bir salgın hastalığı önlemeye yetmiyor. ABD yurttaşları bir avuç mutlu azınlığın gönenci için can vermekte pisi pisine…
Ulusal Kanal’da izledik sözünü edeceğimiz görüntüleri. Las Vegas’ta evsiz Amerikalıları, kovid 19’dan kurtarma önlemini. Kent yöneticileri, bir otoparkın üzerindeki alana beyaz çizgiler çizmişler. Bu çizgiler, sosyal mesafeleri belirlemekte. Evsizler de bu çizgileri dikkate alarak yere uzanıp uykuya dalmışlar. Sokakta yatan evsizleri, güya virüsten koruyacak bu zavallı anlayış. Bir otele, yurda ya da bir spor salonuna yatıramıyor kendi yurttaşını. Onu, sokakta ölüme terk ediyor.
Kumar ve eğlence merkezi Las Vegas’ta, sosyal mesafe çizgileri arasında kim bilir hangi düşün kaçıncı evresinde evsiz Amerikalılar?
ABD düşüyle kafası dönenler, acaba bu fotoğrafı gördüler mi? Türkiye’den Amerika’ya beyin göçü olsun diye sosyal medyada psikolojik savaş yürütenler ve bu savaşın etki ajanlığını yapanlar, önden siz buyurun. Rüyalar Ülkesi sizi beklemekte…
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       1 Nisan 2020