SAKIZ GİBİ ADAMLAR

                                    

         Herkesin çevresinde vardır sakız gibi adamlar (Bu arada “adam” sözcüğünün “insan” demek olduğunu belirteyim.). Sakız, çiğnenir atılır bir süre sonra. Çiğnenirken de çiğneyenin ağzına, dişlerinin biçimine, her damağa uyum gösterir. Bir sakızdan uyumsuzluk beklemek olanaksız...

         Sakız gibi adamların en belirgin özelliği, herkesle iyi geçinmeleri... Bunu da bir övgü konusu olarak dile getirirler. İnsanlarla uyum adı altında yapılan bu davranış aslında bir teslimiyet. İnsana ve topluma zarar verenlere “Dur!” demezler. “Aman tatsızlık çıkmasın, ağzımızın tadı kaçmasın!” diyerek zorbalığa, haksızlığa göz yumarlar. Bu da Zorbalığın ve haksızlığın artarak sürmesine yol açar.

         Sakız gibi olanların ilgi çeken özelliklerinden biri de insan ilişkilerinde yapay, göstermelik bir incelik, alçak gönüllük içinde olmaları. Aslında yapay incelikleri, karşısındaki kişiye boyun eğmelerinin bir göstergesi. Neredeyse hiçbir konuda özgün düşüncesi olmaz bu kişilerin. Bir karşı çıkışı olmaz söyleşilerde. Karşı çıkıp suyu bulandırmak istemezler. Koşullar ve söylenen ne olursa olsun durumu idare ederler.

         Karşısındaki kişi, açıkça yanlış konuşup yanlış davransa da onu onaylamaktır görevleri. Doğruyu da yanlışı da onaylayıp destekler bu kişiler. Eğriye eğri, doğruya doğru demek; onların asla yapmayacağı bir iş. Eğriye de doğruya da doğru diyerek hem de bunu büyük bir sevinçle dile getirirler. Hele karşısındaki kişi, kendisine göre daha üst bir sosyal konumdaysa teslimiyetin düzeyi artar. Bu teslimiyet, abartılı bir gösteriye, gereksiz övgüye dönüşür.

         Kurda da kuzuya da hep “Haklısınız.” der. Ezeni de ezileni de aynı ölçülerle değerlendirir bu kişiler. Bu nedenle ezenlerin yanındayken ezilenlerin ne denli beceriksiz olduğunu söylerler. Kimi zaman ileri giderek ezilenlerin, yoksulların zaten yaşadıklarını hak ettiklerini savunurlar öfkeyle karışık bir dille. Varsıl sofralarına oturmak, onların en büyük amacı. O sofralardaki “Evet efendimciliği” ilgi çeker.

         Güçlünün yanındayken ezik ve kişiliksizdirler. Tam da “Gökten yağanı yer kabul eder.” atasözünün anlamına uygun davranırlar. Güçlü, ne derse doğrudur. Güçlü, ne yapsa güzeldir. Güçlü ne ikram ederse lezzetlidir. Güçlü ne giyerse yakışır. Bu nedenle güçlünün haksızlığını, yanlışlarını söylemek onun haddine mi?   

        Tapındığı güçlüden, daha güçlüsünü gördüğünde zaman yitirmeden saf değiştirir ardına bakmadan. Çünkü onun gücü, güçlünün yanında olmaktan gelir. Bu nedenle kolayca adam satar. Yetersizliklerini, yeteneksizliklerini güçlünün yanında durarak örtmeye çalışır. Kraldan çok, kralcı olmak onun belirgin özelliği. Tapındığı güce en küçük bir eleştiri geldiğinde anında saldırganlaşır. Bu durumuyla evleri bekleyen kapı köpeklerine benzer. En yüksek tondan hırlama ve havlamada bulunur.

         Sakız gibi adamlar, herkesle iyi geçinirler. Kimseyle bir uyumsuzlukları olmaz. Çünkü asıl maddeleri sakız olduğundan her çeneye, her ağza uyum gösterme nitelikleridir onların benliğini oluşturan.

         Çevrelerindeki bir haksızlığa karşı çıktıkları görülmemiştir. Haksızlıkla savaşım, kitaplarında yazmaz. Haksızlığa karşı çıkıp da uyumsuzluk içinde olamazlar. Çünkü haksızlığa karşı çıktıklarında bazı kişilerle arası bozulabilir. Onlar tarafından “uyumsuz” görülebilirler. Bu da onların toplumsal konumlarına zarar verebilir.

         Sakız gibiler, akmaz ve kokmazdır. Kendileri düşünmez. Çünkü onlar adına hep düşünen biri var. Kendileri yapıp uygulamaz. Çünkü onlar için yapıp uygulayanların dişleri arasındadır zaten. Gökten yağıyorsa ona kabul etmek düşer. Tersi olduğunda bu uyumsuzluk olmaz mı?

         Aslında herkesle iyi geçinir görünenler, kimseyle iyi geçinemezler. Yalnızca böyle görünüp durumu kurtarırlar. Ne başkalarına sevgileri vardır ne de saygıları. Kendisine de saygı ve sevgi duymaz. Eline fırsat geçtiğinde dünyanın en büyük zalimi olur. Bu kişilerin en büyük özelliği ise sinsilikleri…

         Sakız gibi adamların kimliği, kişiliği yoktur. Sakız çiğnenip atılır yere çoğu zaman bir parça tükürükle. Kimi üzerine basıp geçer görmeden. Kiminin ise ayakkabısının tabanına yapışır. Ayakkabının biçimine girer üzerine basıldıkça. Bazıları sakızı çiğnedikten sonra şişirip patlatır. İşi bitince de onu bir duvara yapıştırır. Hemen duvarın biçimine girip duvar gibi görünür. Onun görevi, uyum(!) göstermek. O da görevini yapmakta. Başka ne yapsın ki?

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       28 Nisan 2023

         Not: “Adam” sözcüğü için okuyunuz.

1-   ADAM KİMDİR-1? https://adiladalet.blogspot.com/2021/11/adam-kimdir-1.html?spref=tw

2-   ADAM OLMAK-2? https://adiladalet.blogspot.com/2021/11/adam-olmak-2.html?spref=tw

 

        

ELEŞTİRİ VE ÖZELEŞTİRİ


         “Eleştiri” ve “özeleştiri” sözcükleri nedense toplumumuzda yanlış anlaşılır. Yanlış anlaşıldığı için de eleştiri ve özeleştiri, kötü olarak algılanır. Bu durum da insanların ve toplumun yapılan yanlışları görüp aynı yanlışı yinelemesini önlemez. Böylece kişi ve toplumlar, yanlışlarını çoğaltarak yaşamını sürdürür. Bu da doğruyu görüp yapmanın önünde en büyük engel.

         “Eleştiri: Bir insanı, bir eseri, bir konuyu doğru ve yanlış yanlarını bulup göstermek amacıyla inceleme işi, tenkit. (Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, Onuncu Baskı, Ankara, Ekim 2009, sf. 626)”

         “Özeleştiri: Bir kişinin kendi davranışları üzerine yönelttiği yargı, otokritik. (Aynı yapıt, sf. 1555)”

         Her iki sözcüğün Türkçe Sözlük’teki ilk (temel) anlamalarını yukarıda verdim. Demek ki eleştiri olumlu da olumsuz da olabilir.

         İnsanoğlu, yanlışlardan öğrenerek kendini geliştirir. Bu açıdan bakıldığında yanlışlarımız bizim öğretmenlerimiz. Yanlışların öğreticiliğinden yararlanmamak hem kişi hem de toplumun kişisel ve davranışsal gelişimi için büyük yarar sağlar.

         Geleneksel, bir başka deyişle feodal ilişkilerin egemen olduğu ve emperyalist sistemin tepeden inmeci bir biçimde oluşturduğu tek boyutlu toplumlarda eleştiri ve özeleştiri alışkanlığı yerleşmemiştir. Çünkü bu tür toplumlarda, bireylerin kendi usundan düşünmesi ve sorgulaması istenmez. Toplumun egemenleri, bireyleri kendi düşüncelerini yineleyen papağanlar durumuna getirir. Bu da canlı bir düşünsel yaşamı engeller. Egemenlerin dayattıkları düşünce ve isteklerin doğruluğu, yanlışlığı sorgulanmaz. Soru sormak neredeyse yasaktır. Tartışma kültürü oluşmaz bu durumda. Gereksiz ve abartılı övgüler söz konusudur toplum egemenlerine karşı. Bu egemenlere tanrısal özellikler verilmeye çalışılır. Bu durum, o toplumun her alanda geri kalmasının en önemli nedeni.

         Eleştiriden korkmanın ve eleştiriye karşı çıkmanın en önemli nedenlerinden biri, yukarıda sözünü ettiğim toplum biçimlerinde özgüvensiz kişilerin olması. Özgüvensiz kişi; kendini görünmez bir zırhla toplumdan, çevresinden korumaya çalışır. Eleştirildiğinde o zırhın parçalanıp yok olacağını sanır. Bu sanıyla eleştiri yapıldığında sert bir biçimde karşı çıkar eleştirene. Yapılan eleştirinin kişiliğini, toplumsal konumunu, varlığını yok edeceğini düşünür. Bu da onu savunmaya yöneltir. Bu savunmayla kişi, kendini eleştirilere kapatır. Eleştiriyi, bir yenilgi olarak algılar çoğu. Yenilmemek içindir onun karşı çıkışı. Oysa eleştiriden kaçarak yaşamı boyunca yanlışlara tutsak olacak. Aslında bu tutsaklık, onun en büyük yenilgisi. Farkında olmadan yaşamını, yenilgiye teslim eder.  

          Özgüvensizlik, kişiye korkuyu aşılar. Kişi, eleştiriden de özeleştiriden de korkar. O korkudur ki onu, eleştiriye karşı hırçınlaştırır. Eleştiri karşısında oluşan aşırı kibir, korkudandır.

         Çocukluğundan beri kişiliği türlü nedenlerle örselenmiş, susturulmuş, düşüncesine değer verilmemiş kişilerin eleştiri ve özeleştirinin değerini, gerekliliğini, geliştiriciliğini anlaması olanaksız. Daha bebeklik döneminden başlayarak kişinin yanlışlarına hoşgörü gösterilmeli. Kırıp dökmeden yanlışlarını eleştirmeli, doğruya yöneltmeli onu. Eleştirinin ne denli değerli olduğu düşüncesi, küçük yaşta verilmeli ona.

         İktidarda ya da muhalefette olsun bir siyasal parti, görüş, davranış eleştirildiğinde o siyasal parti yandaşları insanların üzerine çullanmaktalar. Eleştirinin zamanı mı diye. Oysa bir bilseler o eleştirinin kendileri için ne denli değerli, önemli ve yol açıcı olduğunu… Ne yazık ki siyasal partilerde tapınma kültürü gelişip yerleşmiş. Bu, birçok alanda böyle. Aman eleştirme, yanlışları halının altına süpürelim, Sonrasında da evimiz çöp ev, düşüncemiz de çöpün çürüttüğü değersiz bir lafazanlık olsun. Bu nedenledir ki düşünsel gelişim istediğimiz düzeyde olmamakta.

         Eleştirinin bir yenilgi değil, sonsuz bir yenginin kapısını açan bir açar olduğu bilinmeli. Eleştiriyi önemsemek; yanlış bir söz, davranış, düşünce ve eylemde özeleştiri yapmak kişinin özgüvenini geliştirir. Aynı zamanda yanlışlarını azaltır, doğruları çoğaltır. O zaman neden doğrularımız çoğaltmanın yolunu seçmiyoruz?

                                                                                Adil Hacıömeroğlu

                                                                                27 Nisan 2023

ACININ GÖLGESİNDEKİ BAYRAM


         Bayramlarda sevinç ve mutluluklar yaşandığı gibi acı ve üzüntüler de yaşanır. Acı ve üzüntüler, bayram sevincini yok etmesin diye içte içe yanan bir od gibi insanın yüreğini tutuşturur gizliden gizliye. Acının, üzüntünün odun hiç sönmez. Odun dumanı gözyaşlarına dönüşür. Bu gözyaşları da çoğu zaman kişinin içine akar sessiz bir nehir gibi. Bu nehrin şırıltısı, insanın yüzünde hep acı bir gülümsemedir.

         6 Şubat 2023 günü sabaha karşı ülkemiz büyük bir depremle karşılaştı. Deprem on bir ilimizde büyük yıkıntılara ve can yitimine neden oldu. Elli bini aşkın insanımızı, canımızı yitirdik. Canlar, toprağa düşerken geride kalanlar ise bu derin acı karşısında yıkıntılardan kurtulduklarına bile sevinemediler. Her bireyin, her ailenin, kısacası ulusumuzun bir yarısı toprağa verildi. Aileler yarım kaldı. Birçok aile yok oldu bu felakette. Bazı kişilerin arkasından ağlayıp gözyaşı dökecek yakınları bile kalmadı. Oysa büyük bir ulus, Türk Ulusu… Yitip giden her cana ağlayıp gözyaşı döktü insanımız. Yıkıntının altından çıkacak her sağ yurttaşımız için kenetlendik ulusça. Çoğu zaman eller havaya açıldı yıkıntılar altındaki insanlarımız için.

         Felaketten sağ kalanların yaşama tutunmaları için olağanüstü bir çaba gösterildi halkımızca. Ülkemizin dört bir yanından yardımlar yağdı on bir ilimize. İnsanımız her şeyi bırakıp deprem bölgesine odaklanıp aktı. Duygudaşlık, en üst düzeye ulaştı. Devlet kurumları, geceyi gündüze kattı birkaç aksaklık olsa da.

         Felaketin izleri yavaş yavaş ortadan kalkmakta. Ancak elli bini aşkın insanımızın yitiminin acısı, yüreklerden hiçbir zaman silinmeyecek. O acı, küllense de od, yüreklerin derinliklerinde her an yakacak insanımızın içini.

         Gömütlüklerin birçoğunda henüz mezar taşları bile yok! Çoğunda baş ve ayak ucuna dikilen tahtalarda numaraları yazılı depremde can veren yurttaşlarımızın. Bazılarında adlar var. Gömütlerin üzerindeki toprak taze. Henüz çiçekler boy atmamış daha. Taze toprak insan insan kokmakta. Orada yatanların sözleri, sesleri yakınlarının kulaklarında çınlamakta; bakışları derin bir anlatımla bakar çevresine. Sesler, bakışlar, devinimler, hele de anılar silinmemiş henüz belleklerden. Her şey capcanlı yaşamakta yüreklerde.

         Depremden sonra yağmur, sel, dolu ve hortum vurdu deprem bölgesini. Felaketler üst üste geldi. Yurttaşımız, olağanüstü bir güçle direnerek ayakta kaldı. Her felakette daha çok kenetlendi halkımız. Bölgede felaket kardeşliği oluştu. Dayanışma, en büyük güç... Ulusun yüreği, orada atmakta.

         On bir ilimizde bayram kutlamalarında acı ve üzüntü var, yüzler gülmemekte. Yurdumuzun dört bir yanında yurttaşlarımızın yüreği yaralı. Eski bayramların ne coşkusu ne de sevinci görülmekte. Türk Ulusu büyük bir beden... Bedenimizin bir yerindeki yarada büyük bir acı varken yüzlerimiz nasıl gülsün? Yüreğimizin buruk, boynumuzun bükük, içimizin yanık, yüzümüzün donuk olduğu bir bayram bu.

         Felaketlerin, iç yangınlarının acılarıyla pişiyoruz hep birlikte. Pişe pişe çelikleşip ulus oluyoruz doğudan batıya, kuzeyden güneye. Çelikleştikçe ulu ağaçların çeliği olup toprağımıza kök salmaktayız derince. Toprak ana gelmişimizle geçmişimizle bize kucak açıp sarılmakta. Köklerimizi büyütmekte koynunda. Toprak ana bizi kucağında büyütürken gök baba da suyu, güneşi, havasıyla beslemekte çocuklarını.

         Yıkımlarla karşılaşmadığımız, canlarımızın toprağa düşmediği felaketlerin olmadığı bayramlardır en büyük dileğimiz. Bu bayram, son buruk bayramımız olsun. Doğa olaylarının insanlara zarar vermediği bir dünyanın oluşturma savaşımının utkuya erdiği nice bayramlara…

                                                                                Adil Hacıömeroğlu

                                                                                22 Nisan 2023

        

ŞEKER BAYRAMI


         Son yıllara dek halk arasında da resmi olarak da bir aylık oruçtan sonra kutlanan bayramın adı, Şeker Bayramı’ydı. Bu ad, yüzyıllardır kullanılageldi.

         Özellikle İslamcı siyasetçilerin çoğu, Ramazan Bayramı’nın adının Cumhuriyet döneminde değiştirildiğini düşünmekteler öteden beri. Oysa bu bayrama Şeker Bayramı diyen halifenin yönettiği Osmanlı Devleti. Bayramın adı yüzyıllardır Şeker Bayramı olarak geldi günümüze dek. Ancak ecdat yadigarı adlandırma, son yıllarda siyasetin hışmına uğrayarak söylenmez oldu. Atatürk ve Cumhuriyet’e karşı önyargılar, dinsel bir bayramın yüzlerce yıllık adının değişmesine yol açtı.

         Peki, neden Osmanlılardan bu yana söylenen bir bayramın adı değiştirildi? İslam’ı siyasete alet edenler, bayramın adına “ramazan” dediklerinde kendilerinin daha çok Müslüman olacaklarını düşündüler. İslamcılıkla ortaya, dinsel biçimsellik egemen oldu. Biçim, içeriğin önüne geçti. Yani mazrufa değil, zarfa bakılmakta son yıllarda. Bu durum birçok alanda geçerli. Uygulamalar, davranış, İslam’a göre yaşama yerine; birtakım biçimsel öğeler öne çıkarıldı. Bunda Soğuk Savaş döneminde öne çıkarılan ve bir ABD projesi olan “Yeşil Kuşak”ın etkisinin olduğu yadsınamaz. Bir şey, herhangi bir düşünce ya da inanç içerikten koptuğunda aslı unutulur zamanla. Biçimsellik, yapaylığı ve gösterişi egemen kılar.

         Gazeteci Murat Bardakçı, bayramının adının “Şeker Bayramı” olması eski harflerin yanlış okunmasıyla olduğunu öne sürmekte. “Şükür” sözcüğü yanlış okunduğundan bu durum ortaya çıkmış. Her iki sözcük de “ş (şın)-k (kef)-r (rı)” ünsüzlerinden oluşmakta. Yıllarca “şükür” olarak kutlanan bayram, bir yanlış okuma yüzünden “şeker” olarak sürdürülmüş. Bardakçı’nın bu görüşüne katılmak olanaksız. Çünkü dinsel konularda toplumun kabul ettiği adlandırmaları değiştirmek, pek de kolay değil. Evet, ramazan ayı boyunca her iftar ve sahurdan sonra şükredilir Allah’a verdiği nimetler için.

         Birçok tarihçi ve araştırmacıya göre ise bayramın adına “şeker”in eklenmesi eski bir toplumsal geleneğimiz. Ramazanın on beşinci gününden sonra askerlere tepsi tepisi baklava gönderilirdi saraydan.

         Oruç tutulurken iftardan sonra tatlı yenmesi yaygın bir durum. Bayram günü tatlı yemek, bayramlaşan kişilere şeker ikram etmek bayramın en önemli geleneklerinden. Bayramda çocuklara harçlık verilmesi, ceplerinin şekerlerle doldurulması da önemli bir özellik. Hatta yoksul ailelerinin çocuklara para yerine, şeker vermesi ilgi çekici. Bu nedenle Osmanlı döneminde bu bayrama “Şeker Bayramı” denmiş.

         Tatlı yemenin insanları daha içten yapacağı ve birbirlerine yaklaştırılacağı düşünülür Türk toplumunda. Bu düşünce günümüzde de geçerli. Ülkemizde türlü türlü tatlıların yapılması önemli bir gelenek.   

         Halkımız: “Tatlı yiyelim, tatlı konuşalım.” der.  “Tatlı yemeyi” anladık da “tatlı konuşmak” ne demek?

         Tatlı konuşmak; kırıcı, kötümser, karamsar olmamak demek. Tatlı konuşmada, dedikodu ve insanları çekiştirmek olmaz. Bir mecliste, bayramlaşmaya gidilen ve konuk olunan ya da aile ortamında konuşulan konular orada kalır. Söz taşınmaz. Konuşulanlar saptırılmaz. Bir başka deyişle yenen, içilen, ikram edilenler anlatılmaz. Var sofralarıyla yok sofraları karşılaştırılıp dedikodusu yapılmaz. Yoksul evlerindeki ikram ve durumlar varsıl evlerinde olanlarla kıyaslanmaz.

         Bayramlar, sevincin yaşandığı günler. İnsanları sevindirip mutlu etmek, herkesin görevi. Özellikle çocukların mutlu edilmesi öncelikli. Aslında bayram, çocuklar için. Çünkü onlar geleceğimiz.

         İnsan gönlünden kopanı verir bayramlarda, ama az ama çok… Gönülden verilen gönle girer. Bu da gönüllü olur. İnsan, gönlünün el vermediğini yapmaz.

         Dinsel bayramların sosyal yanları unutulmamalı. Atalarımızın “Şeker Bayramı” demesindeki neden de bu. Üç günlük dünyada mutlu olmayı bayram günlerinde bile becerebilmek insanları sevinçli kılar.

         Bayramlarda küslük olmaz. Bu nedenle dargınlar barışmalı. Kırgınlar el sıkışmalı. Dedikodular bitmeli. Kin, yerini sevgiye bırakmalı. Düşmanlık yok olup dostluk yeşermeli bayramın bitek toprağında. Bu nedenle tatlı yiyip tatlı konuşmalı. Tatlıların yendiği, çocukların ceplerini rengarenk şekerlerle doldurduğu nice bayramalar dileğiyle Şeker Bayramımız kutlu olsun.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       21 Nisan 2023

 

 

BİR RAMAZAN DAHA BİTERKEN


         Yüz yıllardır süren dinsel bir ibadet, ramazan ayında yerine getirilir. Müslümanlar, bu ayda oruç tutar. Doğaldır ki sağlık sorunu yaşayanlar, çocuklar ve oruca dayanamayacak kadar yaşlılar oruç tutmaz.

         Bir ay sürer Müslümanların orucu. Tarih boyunca dünyanın neredeyse her yanında ve farklı dinlerinde oruç söz konusu. Ancak bu oruçlar, birbirinden farklı. Farklı dinlerin oruçları da ayrı ayrı olmakta. Oruçların biçimlenmesinde dinlerin boy attığı coğrafyaların, yaşam ve beslenme biçimlerinin etkisi yadsınamaz.

         Farklı tutulan oruçların bir tek ortak yanı var: O da insanoğlunun nefsine egemen olması. Yalnızca boğazına değil, tüm bedensel ve tinsel isteklerin bir yana bırakılır oruç boyunca. Kişi, yaşamın kendine verdiği nimetlere şükretmeyi öğrenir oruçla. Usun yüreğe, düşüncenin duyguya, istencin güdüye üstün geldiği aydır ramazan. Kişinin içsel bir yolculuğa, hesaplaşmaya girdiği bir dönem. Aslında oruç, insanın tüketme özgürlüğünün sınırlandığı bir eylem. Yediğimiz, içtiğimiz, tükettiğimiz her şeyde dünyada yaşayan tüm canlıların da haklarının, paylarının olduğunu anlamak ve bunu eylemli bir duruma getirmektir amaç

         Ramazanın, dolayısıyla orucun en önemli özelliği eşitlikçiliğin, birlikte davranmanın uygulanması. Nasıl mı? Düşünebiliyor musunuz milyonlarca insan, bir ezanla önündeki tabağa kaşık çalıyor. Kaşık çalmadan öce milyonlarca insanın dudaklarında aynı besmele. Bu, toplumun birlikte davranmasının en güzel örneği. Bu tür eylemler, toplumu bir araya getirir. Yürekler aynı anda çarpar. Eller, aynı anda göğe açılır. Nefis, aynı anda köreltilir. Lokmalar, birlikte çiğnenir. Verilen nimete hep birlikte şükredilir.

         Bazı kişiler, yazımı okurken iftar zamanının yerel saatlere göre değiştiğini söyleyecekler. Evet, doğrudur. Burada saat yok aslında. Hangi coğrafyada yaşarsanız yaşayın orucun zamanı iftar ve sahur. Nefsin zapturapt altına alındığı zaman da sahurla iftar arasındaki zaman. Böyle olunca saatin yelkovanı ile akrebinin gösterdiği rakamlar değil, sahur ve iftar önem kazanır.

         Ramazan, iyilik ayıdır aynı zamanda. Yoksula yardım etmek, insanlara iyilik etmek gelenektendir. Açları doyurup giydirmek olmazsa olmaz. Bu yönüyle büyük bir dayanışma ve yardımlaşma söz konusu. Dayanışma ve yardımlaşmanın olmadığı toplumların zamanla çözülüp dağıldığına tanık oldu insanoğlu yüzyıllar boyunca. Bu nedenle yürekler birlikte çarpmalı, tok açın durumunu anlamalı.

         Ramazan, alçak gönüllülüğün doruğu. Sahur ve iftar sofraları gösterişten uzak olmalı. Bu sofralara çağrılı konuklar, tanrı misafirleri, eş dost, hısım akraba sığar; ancak gösteriş ve savurganlık sığmaz. Gösterişin, böbürlenmenin, savurganlığın olduğu sofralar; nefse egemen olmak yerine, nefsi kabartır. Bu da orucun içeriğine aykırı düşer.

         Varsıl iftar sofralarından savurganlık, gösteriş, yoksulu aşağıda görme, görgüsüzlük, açgözlülük, doymak bilmez bir nefis anlayışı lime lime akar. Toplumumuzda ve İslam ülkelerinin nerdeyse hepsinde kapitalist bir düzenin ekonomik çarkı dönmekte. Bu da varsılla yoksul arasındaki gelir uçurumuna neden olmakta. Bir yanda gösteriş içinde altınlar içinde yüzenler varken öte yanda ise bir lokma ekmeğe muhtaç insanlar bulunmakta. Bu eşitsizlik ortamında yoksulun gözüne sokarcasına gösterişli sofralar hazırlamak niye? Hele bu gösterişli sofraları basın yayın organlarında göstermek, orucun tinsel ve dinsel amacına uygun mu? Lüks otellerin aşevlerinde görkemli sofraları kurmaktaki amaç ne? Bir yoksulun yaşamı boyunca oturup bir lokma yiyemeyeceği buralarda iftar yapmak nedendir?

         Orucun nefisleri eğiten, insan olmayı anımsatan, insanın dünyasal nimetleri hiçe sayan anlayışının kapitalizmin açgözlülüğüne, görgüsüzlüğüne kurban edilmesi anlaşılır bir şey değil. Kapitalizm, orucun dayanışmacı ve yardımlaşmacı özüne ters düşer. Bu nedenle oruç tutarken oruca ters işler yapılmamalı. Bereket ve tanrısal övgü bin bir tür yemeğin masalara dizildiği masalarda değil, alçak gönüllü sofralardadır. Bu konuda örnek alınması gereken de İslam’ın Peygamberi Hz. Muhammet’tir.

                                                                                Adil Hacıömeroğlu

                                                                                20 Nisan 2023

“BELEŞ PEYNİR, YALNIZCA FARE KAPANINDA OLUR.”


        14 Mayıs’ta seçimler var. 13. Cumhurbaşkanımız ve milletvekilleri seçilecek. Toplumumuz, tamamen politize olmuş durumda. Her yerde seçimler konuşulmakta. Halkımız, deyim yerindeyse karpuz gibi ortadan bölünmüş. Cumhur ve millet ittifakları birbirini düşman bellemekte. Millet ittifakı yandaşlarının düşmanlığı daha derin. Eleştiri, kitaplarında yazmamakta. Düşmanlığı körükleyip artırmak için sosyal medya işgüzarları işbaşında. Bunun için de gerçek olmayan bilgiler havalarda uçuşmakta. Kimse, gerçeğin peşinde değil. Önemli olan, karşı saflara zarar vermek. Bunun gerçek ya da yalanla olması onlar için pek de önemli değil. Onlara göre savaşta her şey mübah.

        Ortalık toz duman… Siyaset adına bir kör döğüşü var. Karşı cephe suçlanırken kendi saflarında aynı şeylerin savunulduğu ne görülüyor ne de işitiliyor. Aslında bakıldığında birçok konuda aynı tezler savunulmakta. Yok birbirlerinden farkları. İkisinin de kollarında birer bölücü örgüt… Her iki cumhurbaşkanının umudu dünya tefecilerinden alınacak borçlar. Ekonominin ayağa kaldırılmasını borçlanarak yapacaklar uslarınca. Bundan da anlaşılacağı üzere dışa bağımlılığı daha çok artırmanın yarışı var aralarında. Üretim ekonomisi kitaplarının dipnotlarında bile yok! Hele ulusun öz gücüne güven uslarından geçmemekte.

        Aydın Karabulut… Eğitimci bir arkadaşım… Sanat tarihi eğitimi görmüş. Bir özel öğretim kurumunun başında. Okur, araştırır. Dinlemeyi, öğrenmeyi sever. Atatürk’e ve onun devrimlerine yürekten bağlı. Seyrek de olsa bir araya gelip söyleşiriz. Arada telefonla konuşuruz. Daha çok tarih, sanat, kültürdür konumuz. Önümüzde seçimler var.  Doğal olarak söz dolaşıp siyasete gelir. Burada karşımdaki Aydın gider, başka bir Aydın gelir. O sorgulayıcı, neden sonuç ilişkili düşünen adam birden buharlaşır sanki. Yerine niyet okuyucu, gerçekçilikten uzak, nesnel düşünmeyen biri oturur karşıma. Kılıçdaroğlu’nu kendi düşlediği yere oturtur gerçekçilikten uzak bir biçimde. Şunu söyleyeyim ki ikinci durumda da karşısındakine saygısını, inceliğini yitirmez.

        İki gün önce yine siyasetten açıldı konu. Kılıçdaroğlu’yla ilgili umudu yüksek… Onun Atatürk devrimlerini geri almayı düşündüğünü söylemekte. Hem de yürekten inanarak… Kılıçdaroğlu’nun Atatürk’ün yanından bile geçmediğini sabırla anlatıyorum ona. O ise “Kılıçdaroğlu seçilince ters köşe yapacak herkesi. Atatürkçü yüzünü. Tavrını gösterecek. O, devletle anlaştı.” demekte her defasında. Ben de “Evet, bir devletle anlaştı, ama o devlet Türkiye değil. ABD, İngiltere, Almanya…” diye sayıyorum. Gülüyor dostça, ama inancı değişmiyor.

        Son konuşmamızda Kılıçdaroğlu’nun İngiltere’nin ona vereceğini söylediği 300 milyar doların ne karşılığında alınacağını sordum. İngiltere, güneş batmayan bir imparatorluk… Dünyanın ezilen halklarının kanını emen sömürgeci, emperyalist ülke. Dünyanın kapitalist canavarının palazlandığı yer… Babasının hayrına kimseye para vermez. Eğer böyle yüklü bir borç veriyorsa bunun siyasal, ekonomik karşılığı kesinlikle olur. Evet, Aydın Bey’e: “Kılıçdaroğlu, 300 milyar doların karşılığında İngiltere’ye ne verecek? Hangi vaatlerde bulundu? Bu vaatleri bilmek yurttaşlarımızın hakkı değil mi?” diye sordum.

        Aydın Bey, hemen yanıtladı beni. “Ninem, ‘Beleş peynir, yalnızca fare kapanında olur.’ derdi.” dedi gülerek ve siyaset konuşmadığımız durumdaki gerçekçiliğine döndü. Hay usunla bin yaşa arkadaşım! Ninene de binlerce rahmet…

        Aydın Bey’in ninesinin gördüğü tuzağı, torunu göremiyor; neden? Çünkü o elleri öpülesi nine, Kurtuluş Savaşı görmüş. Küffarın bin bir dolapla ülkemizin başına örmekte olduğu çorapların nasıl ulusça yok edildiğinin tanığı. Belki okuryazar değildi; ancak engin sağduyusu, gözlemleri, düşmanını iyi tanımlaması, dostlarının kimlerin olacağını bilmesi onu doğru düşünmeye yönlendirmişti onu. Anadolu’nun bilgeliğinin bitek topraklarında, Sivas ozanlarının gerçekçiliğiyle harmanlanmış kültürel bir iklimin ninesi o.  Aydın Bey gerçekçilikten uzak, düş aleminde. Ninesi ise ayağı yere basan gerçekçilikle düşünmekte.

        Şimdinin aydını, Kemalizmi de değiştirip kendine uydurdu. Onu yalnızca laikliğe ve batılı yaşam biçimine indirgedi. Böyle olunca da tam bağımsızlık unutuldu. Kılıçdaroğlu’nun “İngiltere’den 300 milyarlık temiz yatırım Bu konuda farklı zamanlarda söylem farklılıkları var Kemal Bey’de.) getireceğim.” diyerek dünyanın en büyük emperyalistinin aklanmasını beceri sanmakta bu laikçiler.

        Kurtuluş Savaşı’ndan çıktık. Kesintisiz on yıl süren savaşlarda nüfusumuz kırılmıştı. Ürün tarlada kalmıştı. Binlerce hektar toprağımız ekilememişti. Çalışacak erkek nüfus yoktu neredeyse. Sanayimiz kurulmamıştı henüz. Halk, bir dilim ekmeğe muhtaçtı. Büyüklerimiz bu dönemi: “At b.kundan arpa toplayıp yenirdi.” diye anlatırlardı. İşte böyle bir dönemde bile Atatürk, batılı emperyalistlerin borç tuzağına düşmedi. Kendi olanaklarımız ve dost Sovyetler Birliği’yle yapılan ulusal paralarımızla ticaret anlaşmalarıyla sanayimizi de kurduk, tarımımızı da modernleştirdik. Sovyetler fabrikalarımız yaptı, biz de karşılığında ürettiğimiz tarım ürünlerini verdik onlara. Tam bağımsızlığımızdan zerre kadar ödün vermedik.

        “Gavurun ekmeğini yiyen, gavurun kılıcını sallar.” demiş atalarımız. Ne güzel bir söz… Emperyalistlerden borç dilenen biri, Atatürkçü olamaz. Bu tür politikalara kananlar da Atatürk’ün yanından geçemez.

        Kılıçdaroğlu, 300 milyar doları almak için karşılığında ne verecek? Yoksa onlara “demokrasiyi ve insan haklarını geliştirme” sözü mü verdi? Eğer böyle bir söz verdiyse bu Sevr’in uygulanması demek. Sevr’i imzalayanın Damat Ferit olduğunu anımsatmama gerek var mı Aydın Bey?

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       19 Nisan 2023

 

 

EMPERYALİZME KARŞI ÇIKMAYAN SOSYALİST OLUR MU?


        Son aylarda, başta genel başkanları Erkan Baş olmak üzere TİP milletvekilleri sistem medyasınca parlatılmakta. Özellikle sosyal medyada sürekli gündemde tutulmaktalar. Öncelikle söyleyeyim ki TİP’in dört vekilinden üçü HDP listelerinden seçilmiş. Yani ABD destekli bölücü örgütün listelerinden. Biri de CHP’den girmiş TBMM’ye.

        TİP’in dört vekilinin özellikle TBMM’de ve türlü etkinliklerde yaptıkları konuşmalar sıkça paylaşılmakta sosyal medyada. Konuşmalarda daha çok iktidar eleştirisi var. Aslında bu konuşmalar eleştiriden çok sövgü içermekte. Sert konuşmalar, muhaliflerin yüreğini serinletmekte. “Bak, gördün mü nasıl da çaktı AKP’ye?” sözü, sıkça görülmekte konuşmaların yorumlarında.

        TİP’lilerin konuşmalarında ABD, NATO, AB eleştirisi yok! Emperyalizmin ülkemize karşı desteklediği terör örgütleri PKK ve FETÖ’ye bir çift olumsuz söz bulunmamakta. Sisteme karşı çıkış yok! Konuşmalarındaki içerik daha çok son dönemde bazı sol çevrelerin benimsediği liberal söylemler. Etnikçilik, mezhepçilik, cinsiyetçilik, yüzeysel çevrecilik, LGBTİ savunuculuğu emperyalizmin zehrini sardığı şeker olan “barış, demokrasi, özgürlük” sosuyla insanlara yedirilmekte. Alt kimlikler üzerinden siyaset üreterek; üst kimliği, yani ulus kimliğini zayıflatmak asıl amaç… Aslında savunulan, emperyalizmin ve onun kurduğu sistemin izlencesi. Eee, sistemin izlencesi savunulunca tüm yollarda açılıyor karşında.

        “Emperyalizme karşı çıkmayandan ya da çıkamayandan devrimci, sosyalist olur mu?” diye soranların seslerini işitmekteyim. Ancak son yılların modası bu. Sistemin içinde olarak emperyalizmin söylemlerini dile getiren solculuk… Sistemle kavga etmeyen, sistem içinde yer kapmaya çalışan sözde devrimcilik… Sakız gibi çiğnenen her ağza uyum göstermek ise yetenek ve beceri sayılmakta nedense.

        TİP Genel Başkanı Erkan Baş, partisinin Yeşil Sol Parti’nin (yani HDP’nin) kazanma olasılığı yüksek olduğu bazı yerlerde seçime girmeyeceklerini açıkladı. Kısacası, HDP/PKK’nın kazanması için yolları açacak Baş. Zaten HDP ile aynı ittifakta. ABD’nin Ortadoğu’daki “Kara gücüm!” dediği PKK’nın siyasal uzantısı HDP ile hep yan yana. Bu, ne demek oluyor? Dolaylı yoldan da olsa ABD ile yol arkadaşlığı…

        Eski TİP, 1960’lı yıllarda sınıf savaşımının da ABD emperyalizmine karşı çıkışın da önemli bir odağıydı. Bu yönüyle geniş halk kesimlerinin, özellikle de işçi sınıfının önemli ölçüde desteğini aldı. 1965 seçimlerinde on beş milletvekili çıkardı kendi gücüyle ve kimseye yamanmadan. Kitabında bölücülük yazmazdı. Alt kimliklerle siyaset yapmak onlardan çok uzak bir durumdu. Ulusal birliğimiz, onlar için olmazsa olmazdı.

        Günümüzdeki TİP ise solun tarihine de zararları var ideolojisi, savundukları ve yaptıklarıyla. TİP’in sosyalist geçmişini, yeni kuşaklara unutturmakta. Ülkeye de sosyalist tarihe de zarar vermekteler bölücülüğün, dolayısıyla da emperyalizmin peşine takılarak ve onlarla bir arada olarak.

        Kahramanlıkları da sistemin izin verdiği ölçüde. Sistem; kullanır, parlatır, zamanı geldiğinde çöp kutusuna atıverir.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               18 Nisan 2023

BÖLÜCÜLÜĞE, SİVİL ANAYASA KILIFI


        Yıllardır türlü siyasal kesimler dile getirir sivil anayasa isteğini. Aslında bu istek, Sevr’i uygulayamayan batılı emperyalistlerin bir dayatması. Bu dayatma; bölücüler, liberaller ve Türkiye Cumhuriyeti ile kuruluştan beri sorun yaşayan yobazlar aracılığıyla dile getirilir. Emperyalizm, bu üç siyasal odağı kullanarak ülkemizi bölmek ve Anadolu Türklüğünü yok etmek istemekte. Kimi zaman oy kaygısına düşmüş bazı siyasetçiler de sivil anayasacı olup bunun savunucusu olmaktalar.

        Bölücü örgütler, durmaksızın anayasamızın ırkçı olduğunu söyler. Bu nedenle anayasanın değiştirilerek “sivil, özgürlükçü ve demokratik” olmasını dile getirirler. Çünkü bölücülüğe giden yolun, anayasanın liberalleşmesinden geçtiğini bilirler. Bunun için sürekli olarak anayasanın değişmesini gündemde tutmaya çalışırlar. Aymazlık içinde bulunan kimi siyasetçiler de bu zehirli tuzağa düşer.

        Bölücü örgüt PKK/HDP’nin 14 Mayıs seçimlerine katılmak için kurduğu Yeşil Sol Parti (YSP), Anayasa’mızın değiştirilmesi teklif dahi edilemez ilk dört maddesinin değiştirilmesini istemekte. Selahattin Demirtaş ve birçok HDP yöneticisiyle Kandil’deki terör başıları da bu konuyu sık sık dile getirdiler.

        “Farklı kimliklerin, dillerin, inançların ve kültürlerin hak eşitliğinin anayasal güvence altına alınması ve bu anlayış üzerinde şekillenen bir anayasal yurttaşlık tanımının yapılması; anadilde eğitimin ve anadil hakkının kamusal alan da dahil her alanda uygulanması; yerinde ve yerelden yönetime dayalı bir demokratik özerklik işleyişinin gerçekleştirilmesi için mücadele eder. (HDP Parti Programından)” Bu sözlerle yapılmak istenen Türkiye’nin Yugoslavya olması. Bu yolla ülkemizin bölünmesinin kolaylaştırılması. Ne yazık ki HDP, Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun önemli destekçisi.

        Bir başka bölücü parti de HÜDA PAR… Bu parti de PKK/HDP gibi sivil anayasa peşinde ve bunun için de anayasa değişikliği istemekte. HÜDA PAR Genel İdare Kurulu Üyesi Cemil Genç, Hizbullah’a yakın Rehber TV’ye konuştu: “Anayasa’da Türklük vurgusu kaldırılsın, anadilde eğitim olsun. (30 Mart 2023)” demekte Genç. Her iki bölücü örgütün derdi anayasayla. Her ikisi de anayasadaki Türklükten rahatsız. Yani devleti kuran ulusun kimliği yok edilmek istenmekte. Dünyada bunun başka bir örneği var mı? Var olanların yok olduğunu gördük. Yugoslavya ve Sovyetler Birliği gibi ülkeler, paramparça oldular bu yüzden. Çünkü anayasaları çok kimlikli, çok dilli, çok inançlı ve çok kültürlüydü. Bu ülkelerde yaşayanların üst ulusal kimlikleri olmadığı için halklar arasında büyük bir boğazlaşma oldu dağılma süreçlerinde. Yıllar geçmesine karşın bu boğazlaşma sürmekte.

        Bölücü örgütlerin her ikisi de “ideolojisiz anayasa” istemekte. İdeolojiden kasıt, Türklük ve Atatürk. Atatürk ve Türklüğün olmadığı bir anayasa, Türkiye’nin anayasası olur mu hiç? Anayasasında “Türk” olmayan bir devletin adı, Türkiye olur mu? Bu yolla sinsi bir plan devreye sokulmakta. Son Türk devletinin yok edilmesi için önce devletin kimliği, sonra da kendisi yok edilmesi düşünülmekte bu yolla. Ne yazık ki TBMM’de bulunan partilerin birçoğu bu değirmene su taşımakta.

        Bölücü örgütlerin anayasayla ilgili sorunlarının olması olağan. Peki, ülkemizin cumhurbaşkanlığına aday olanların konuya bakışı nasıl?

        Millet İttifakının cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu, Anayasa’nın ilk iki maddesinin değiştirilebileceğini PKK’nın İMC TV kanalında duyurmuştu.  Nasıl mı?

        “Anayasa’yı değiştirelim.” deyince Kılıçdaroğlu, sunucu “2 ve 3. Maddeleri mesela…” diyerek konuyu açmak istedi. “Tabi… Söyledik bunların tamamını. Buyurun, gelin, yapalım bunların hepsini.” diye yanıtladı soruyu. Bu söylemin bölücülerin isteklerinden bir farkı var mı?

        2018 Yılında Kılıçdaroğlu: “Sivil bir anayasa yapmak zorundayız.” diyor. “Sivil anayasa” ne demek? Bu isteğin altında yatan ne? Kılıçdaroğlu’na sormak gerek: Atatürk’ün öncüsü olduğu 1924 Anayasa’sının neresi kötü? Ya da 1960 Anayasa’sının halka tanıdığı özgürlüğün neresini beğenmiyorsunuz? AB ve ABD emperyalistlerince dayatılan bölücü anayasaları niye savunuyorsunuz? Siz Türkiye’den mi, yoksa emperyalistlerden mi yanasınız?

        Cumhur İttifakının cumhurbaşkanı adayı da olan Cumhurbaşkanı Erdoğan 14 Nisan 2023 günü Diyarbakır’da yaptığı konuşmada: “Bu ülkenin tüm insanlarının hayallerini kucaklayan yeni, sivil, özgürlükçü bir anayasayı beraberce yapalım.” demekte. Bu sözleriyle açılım dönemini anımsatmakta RTE. Bu yolla ABD’ye ve onun işbirlikçisi PKK/HDP’ye göz kırpmakta. Şu anki anayasamızda özgürlükleri kısıtlayan ne var? “Özgürlükçü” diyerek neyi anlatmak istiyorsunuz Ey Erdoğan? Siz de Kılıçdaroğlu, HDP, HÜDA PAR gibi özerklik mi demek istemektesiniz bu sözünüzle? Halkımızın derdi anayasa mı, yoksa geçim mi? Ekonomik sorunları çözemediğiniz için mi “yeni, sivil, özgürlükçü anayasa” kervanına katıldınız? Bu söylediklerinizin 15 Temmuz ruhuna aykırı olduğunun farkında değil misiniz? 

    Anayasanın sivili mi olur? Anayasalar, bir ülke egemen olduğunda yapılır. Egemen olmak da silahlı güçle olur. Egemenliği sağlayalar, ülkenin anayasasını yapar. Bunun tersi olan anayasalar da var. Örneğin; Almanya, Japonya, Lübnan, Irak gibi ülkelerin anayasaları işgal güçlerince yapıldı. Sizin sivil dediğiniz bu anayasalar mı yoksa?

        Ülkemizin ivedilikle çözülmesi gereken sorunları var. Bu sorunların çözümü için hem Cumhur hem de millet ittifaklarından usçu, gerçekçi çözüm önerileri beklemekte halkımız. ABD’ye göz kırpan, bölücü örgütlere hoş görünen, bu yolla da ülkemizin birliğine zarar verecek söylemlere gerek yok!

        Erdoğan da Kılıçdaroğlu da bölücü örgütler de iyi bilsinler ki Anayasa’dan Atatürk’ü, Türklüğü çıkaracak hiçbir güç yok! Bu girişimde bulunacak siyasetçileri halkımız, sonsuza dek yaşamından çıkarır. Devlete, millete karşı siyaset olmaz. Olursa bunun adı ihanet olur. Bu, böyle biline!

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       16 Nisan 2023

KIZILAY VE KAN BAĞIŞI


        11 Haziran 1868’de temelleri atılmış bir kurum Kızılay. İlk adı, Osmanlı Yaralı ve Hasta Askerlere Yardım Cemiyeti.

        1877’de adı, Osmanlı Hilali Ahmer Cemiyeti olarak değiştirilmiş.

        1923’te, Türkiye Hilaliahmer Cemiyeti oluyor.

        1935’te Türkiye Kızılay Cemiyeti, 1947’de de Türkiye Kızılay Derneği adıyla yardım etkinliklerini günümüze dek sürdürdü.

        Kızılay, halkımız ne zaman dara düşse orada oldu. Deprem, yangın, sel, heyelan, salgınlar, iç ve dış göçlerde düşenin yanındaydı. Düşeni, ayağa kaldırmak ve yaşama tutundurmak için çaba gösterirdi. Halkımızın ortak emeği ve bağışlarıyla yıllardır ayakta. İlk ve ortaokuldayken bizlere dağıtılan Kızılay’ın açık kahverengi, soluk zarflarına beş kuruş fazla para koymak için yarışırdık arkadaşlarımızla. Çünkü o, kara gün dostuydu. Kara gün dostuna da iyi günde yardım edip ayakta tutmak gerekti.

        Ne yazık ki 1980 sonrası yönetimsel sıkıntılar başladı kara gün dostumuzda. Serbest piyasacı ekonomik sistem, yardım derneklerini de kendi anlayışlarına uygun duruma getirmek istemekteydi. Bu nedenle yoksul yurttaşlarımızın küçük bağışlarının damlaya damlaya göl olduğu Kızılay yönetimine, iktidar yandaşlarının atanması dönemi başladı. Bu iş, AKP döneminde doruğa çıktı. İşi doğru düzgün yapan değil, iktidarın adamı olan işbaşına getirildi. Böylece bu yardım kurumunda işler iyi gitmemeye başladı. En son olarak ülkemiz tarihinin en büyük depreminde çadır satan bir kurum olarak karşımıza çıktı. Bu durumu savunmak olanaksız.

        Kızılay ve benzeri derneklerin yöneticileri, yaptıkları bu iş için aylık almamalı. Bu işi, hayır için yapmalı ya da simgesel bir aylık alınmalı. Böylesi bir yardım kurumunun yöneticilerinin yüksek aylıklar alıp özel harcamalar yapması kabul edilemez.

        Kızılay’ın yanlış uygulamaları karşısında özellikle bazı basın mensupları ve muhalif siyasetçiler, Kızılay’ın yöneticilerini değil de kurumu hedef aldılar. Bu yolla Kızılay’a karşı adeta bir savaş başlattılar. AKP hükümeti de bu beceriksiz yöneticilerin yaptıklarını görmezden geldi nedense. Bu yolla da yardım derneğinin yıpratılmasına neden oldu. Olumsuz propagandaların sürdürülmesine adeta zemin hazırladı iktidar.

        Murat Bardakçı, Fatih Altaylı, İsmail Saymaz gibi gazetecilerle sosyal medyanın FETÖ ve PKK yönlendirmeleri ünlüleri(!), en önemlisi de Madımak kahramanı(!) Temel Karamollaoğlu; Kızılay’a karşı ileri geri konuşmaya başladılar. Söylediklerinin çoğu yalandı. Olsun, önemli değil… Önemli olan, Kızılay üzerinden iktidara vurmak… Karamollaoğlu: “Ben bundan sonra Kızılay’a hiçbir surette ne yardım ederim ne de yardım edilmesini teşvik ederim. Kan bile vermem.” diyerek Kızılay’ın kan bağışlarına karşı kampanya başlattı. Benzer söylemler, sosyal medyada da boy attı. Kan bağışları azaldı. Oysa binlerce kişinin o kanlara gereksinimi vardı.

        Neredeyse her gün basın ve yayın organlarından Kızılay’da kan bulunamadığı için ameliyatların yapılamadığı haberlerine rastlamaktayız. Bu durum, ivedilikle iyileşmesi gereken kimi yurttaşlarımızı ölüme götüren bir süreç.

        Yıllardır Kızılay’a ve gereksinim duyan hastalara kan bağışladım. Kan bağışı için oluşturulan birçok bağışçı grubunda telefonum var. Kan vermem uygunsa her çağrıya koştum sevinçle. Son birkaç yıldır sağlığım nedeniyle kan veremedim. Bu nedenle bir insancıl görevi yapamamanın erinçsizliğini duymaktayım. Her şey, iyiye gitmekte sağlık açısından. İlk fırsatta Kızılay’a yeniden kan vermeye başlayacağım.

        Beceriksiz yöneticiler yüzünden 155 yıllık bir kurumu yok edemeyiz. Suç, yöneticilerde… Her yanlışta kurumları yerle bir edersek ne devlet kalır ne de millet. Bu nedenle iktidar da muhalefet de sorumlu davranmalı. AKP, yandaşı diye beceriksiz kişileri kurumların başına getirmemeli. Muhalefet de kurumları değil, yöneticileri hedef almalı. Herkesin bir gün kana gereksinimi olur. Başta Karamollaoğlu olmak üzere Kızılay’ın kan bağışı kampanyalarına darbe vuran gazetecilerin ve sosyal medya sorumsuzlarının bir gün kana gereksinimleri olmaz inşallah.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       14 Nisan 2023

       

ÖZERKLİĞİN SONU NEREYE GİDER?

     

        Bir özerklik sözüdür aldı yürüdü. Özellikle PKK sözcüleri ile bölücü örgütün siyasal uzantısı HDP’nin eski/yeni sözcüleriyle vekil adayları son zamanlarda özerklik konusunu özellikle gündeme taşımaktalar. Ne yazık ki bu konuda bazı CHP yöneticilerinin de açıklamaları bizleri şaşırtmamakta. Seçimlere bir ay varken bu konudaki açıklamalarla kamuoyu oluşturma çabaları bunlar... Anlaşılacağı üzere açılım dönemindeki taktikler uygulanmakta.  Halk, söylemlerin farklı kesim ve kişilerden gelmesiyle özerklik sözüne alıştırılmakta.

        Kemal Kılıçdaroğlu, CHP’nin 18. Kurultay’ında “Sen doğuda başka, batıda başka konuşuyorsun; dediler. Nereye gittiysem aynı şeyi söyledim. CHP iktidarında yerel yönetimler özerklik şartını mutlaka getireceğiz.” diyerek PKK’nın baştan beri savunduğu bir konuyu Kurultay’a taşıdı. Hem de “Atatürkçüyüm!” diyen CHP delegelerinin gözünün içine baka baka. Ne yazık ki delegelerden bir karşı çıkış olmadı. Tersine bu sözleri alkışlandı. Bu Kurultay’da “Ben Dersimli Kemal’im!” diyerek Atatürk’e ve Atatürk’ün Tunceli’sine de meydan okudu.

        CHP’nin gençlik kollarından yetişen, genç vekili Yunus Emre 24 Mart 2023 günü: “Yerel yönetim özerklik şartındaki çekinceleri kaldıracağız. (Halk TV)” diyerek açıkça PKK’nin isteğini dile getirdi. Aslında her şey çok açık… Yeter ki emperyalizmin ülkemiz üzerindeki oyunlarını iyi anlayalım.

        Yeşil Sol Parti’nin vekil adaylarından Sinan Çiftyürek: “Kürdistan’a özerklik, Türkiye’ye demokrasi… (Gazeteler, 12 Nisan 2023)” diyerek bölücü isteklerini dile getirdi. Bir ülkenin bölünerek nasıl demokrasiye geçeceğini sormayanlar çok nedense.

        Yeşil Sol Parti’nin vekil adaylarından, ABD’nin gayri resmi sözcüsü Cengiz Çandar: “Mecbur, çünkü Sayın Kılıçdaroğlu seçilirse de bugünkü işaretler öyle gösteriyor ki Yeşil Sol Parti ve Emek ve Özgürlük İttifakı Türkiye’nin geleceğinde anahtar rol oynayacak. Anayasa’nın değişmesi lazım, bazı adımların atılması için.” demekte. Çandar, Kılıçdaroğlu’nun zorunlu olarak çözüm sürecini başlatıp Anayasa değişikliği yapacağını söylemekte. Bir genel affın çıkması gerektiğini de vurgulamakta ayrıca.

        Benzer açıklamalar, Kandil’den ve PKK’nın Avrupa’daki yöneticilerince de yapılmakta. Bu konuşmalardan anlaşılıyor ki altılı masanın yönlendiricisi ABD ve PKK/HDP. Zaten açılım döneminin nerdeyse tüm aktörlerinin masada olmasından bu belli değil mi?

        Kılıçdaroğlu’nun HDP ile pazarlığı açıklanmalı kamuoyuna. PKK/HDP, neyin karşılığında Kılıçdaroğlu’nu destekleyecek? Bu konuda her seçmenin düşünmesi gerek.

        Özerkliği kimlerin ısrarla istediğini söyleyelim. Bunu ülkemize dayatan iki güç var: AB ve ABD… Dün Sevr Anlaşmasını ulusumuzun önüne koyan batılı emperyalistler, bugün de özerklik adı altında yeni Sevr’i ülkemize kabul ettirmek istemekteler. Bunun asıl amacı, Türkiye’yi bölmek... Bunu da “demokrasi, özgürlük, barış” adı altında yapmaktalar. Özerklik olunca sanki daha demokratik bir sisteme kavuşacağız. “Geliştirilmiş Parlamenter Sistem” diye yola çıkanlar, özerklik çıkmazında Sevr’in Damat Ferit’i olmaya karar verdiler anlaşılan.

        Öncelikle şunu söyleyeyim. Özerklik, federasyon, eyalet sistemiyle yönetilen ülkeler; daha demokratik olalım diye böyle bir sistemi yeğlemediler. ABD ve Almanya örneğinde olduğu gibi bu ülkelerdeki eyaletlerin hepsi daha önce bağımsız devletlerdi irili ufaklı. ABD’de iç savaşla birlik oluştu.  Almanya’da ise prenslikler toplanarak birleşme kararı verdiler ve Prusyalı I: Wilhelm’i kral seçtiler. Bu birliğin oluşmasında Prusya’nın gücü, öncü olmuştur. Eyaletler, kendi özerk yapılarını korudular. İçişlerinde serbestlikleri var. Dışişlerinde ise merkezi hükümete bağlılar. Yugoslavya da bu sistemle oluşmuştu. Yani bu tür yönetim biçimlerinde devleti oluşturan halk, ayrılıklar paydasında bir araya gelir. Yugoslavya örneğinde olduğu gibi koşullar olumsuz bir duruma gelince her eyalet ya da özerk bölge kendi yoluna gitmekte. Tabi, bu olurken de halklar arasında bir boğazlaşma ve kırımın olması kaçınılmaz.

        Türkiye Cumhuriyeti, ulus devlet olarak kuruldu. Ülkemizde yaşayan değişik kimliklerdeki kişiler ya da topluluklar ortaklıklar üzerinden bir payda oluşturularak bir ulus kimliğiyle bir araya gelip kaynaştılar. Atatürk: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir. (Afet İnan, Medeni Bilgiler ve Atatürk’ün El Yazıları, 2. Baskı, Türk Tarih Kurumu Basımevi 1988, sf. 351)” diyerek ulusal kimliğimizin çok açık tanımını yapmıştır. Bundan da anlaşılacağı üzere hangi etnik kökenden ve inançtan olursa olsun her kişi, ulusun eşit bireyidir. Bu nedenle ulus devlet yapısı, federasyon, eyalet ya da özerk birimlerden oluşan ülkelere göre daha sağlamdır.

        Ortaklıklar temelindeki birlik, ulus devleti ayakta tutar. Emperyalistler, bu gerçeği bildiklerinden ulus devletleri ortadan kaldırmak için özerk bölgeler kurulmasını, demokratik bir hakmış gibi ortaya atar. Ne yazık ki ulus devlette yer alan bazı siyasal kümeler de bu oyunun savunucusu olur bilerek ya da bilmeyerek. Emperyalistler, bir ülkeye “demokrasi, özgürlük, barış” dayatıyorlarsa iyi bilinsin ki bunun altında “bölünme, kan, sömürü, düşmanlık” vardır. Dünya tarihi bunun örnekleriyle dolu. Yeter ki bakıp görmesini bilelim.

    Özerkliğin sonu, bölünme ve parçalanma. Aynı ulusun evlatlarının birbirini kırmasıdır. Bunu isteyenlerin iyi niyetli olduklarını söylemek olanaklı mı?

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               13 Nisan 2023

 

PKK, DEMOKRASİ GÜCÜ MÜ?


        Bölücü örgüt PKK’nın kuruluş ve var olma amacı, Türkiye’yi bölerek bir etnik devlet kurmak. Bunu da silahlı savaşımla olacağını dünyaya duyurmuş durumda. Örgüt, kendi parti programında bu amacını açıkça yazmakta. Yalnızca Türkiye’yi mi bölmek istemekte? Tabi ki hayır…

        PKK, Türkiye’nin yanı sıra İran, Irak ve Suriye’den de parçalar koparmanın peşinde. Bu dört parçayı birleştirerek II. İsrail’i kurmak istemekte. Bunun için de bu terör örgütünün dört ülkedeki uzantıları, silahlı mücadele yürütmekte. Bölücü örgütün saldırıları en çok Kürtlere zarar vermekte. PKK ortaya çıktı çıkalı, bu ülkelerde yaşayan Kürt kökenlilere dirlik düzenlik yok!

        Kendi buyruğuna girmeyen Kürtlere toplu kıyımlar uygulamakta bebek, çocuk, yaşlı, kadın, erkek demeden. Halkı yıldırıp sindirerek destek alma peşinde. Çocuk yaştaki gençleri dağa kaçırıp örgüte militan devşirmekte. Örgüt içi infazlarda öldürülen kişi sayısı bilinmemekte. Kırk bine yakın insanımızı şehit etti bu kanlı örgüt asker sivil demeden.

        Türkiye’nin her yanından, illerden, ilçelerden, köylerden PKK terörüne verdiğimiz şehitlerimiz var. Dinlencelerde yurt topraklarında gezerken yol üstündeki köy gömütlüklerini görürüm. Gömütlüklerde Türk bayrakları dalgalanır yer yer. Neredeyse her köyün gömütlüğü aynı durumda. Her gördüğümde içim sızlar. Çünkü bayrakların altında yatanlar şehitlerimiz. Evlatları toprağa düşmüş, yüreği yaralı aileleri düşünüp duygudaşlık yaparım. Bu sırada gözyaşlarıma engel olamam.

        Ülkemizin insanına, bütünlüğüne, kalkınmasına, gelişmesine saldıran PKK’dan neredeyse tüm yurttaşlarımız nefret ederdi yıllar önce. AKP, açılım döneminde onları toplumun bazı kesimlerine kabul ettirdi. Onların şiddetini haklı gösteren izlenceleri dinledik yüreğimize taş basarak. Neredeyse “Bu işin sorumlusu devlettir, PKK suçsuzdur.” kararına varacaktı açılımcılar. Neyse ki bu yanlıştan dönüldü.

        PKK, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devletini yıkmak, bölmek, parçalamak için silah elde dolaşmakta. Asıl hedefleri, Atatürk’ü silmek bu topraklardan. Atatürk’e karşı İngiliz ve Fransızların kışkırtmaları, çil çil altınlarıyla isyan eden Şeyh Sait’le Seyit Rıza bölücü örgütün esin kaynakları. Bazı illerimizde heykelleri bile var. Ne yazık ki Atatürk’ün kurduğu partinin yöneticileri bile bu rezalete ses çıkarmayı bırakın, durumu kabul etmişler bile.

        ABD, PKK’ya on binlerce TIR silah veriyor. Yetmiyor bu, üstüne üstlük helikopterler verip ona hava gücü oluşturmakta. ABD bütçesinden milyonlarca lira ödenek ayrılmakta bu örgüte. Ancak cumhur ve millet ittifaklarında bulunan partiler çıkıp da bunun nedenini ne soruyor ne de konu üzerinde düşünüyor. Anlaşılacağı üzere ABD’nin ülkemizi bölme planlarına hizmet etmekteler bilerek ya da bilmeyerek.

        Bölücü örgüt kan dökerek ülkemizi bölmek istiyor. Ancak onun siyasal uzantısı olan parti, TBMM’de. Üstelik devletimiz bu bölücü partinin kasasına milyonlarca lirayı koymakta. Bu parti, altılı masanın vazgeçilmezi. Bu durumu gören Cumhur İttifakı da bir başka bölücü örgütü TBMM’ye sokmak için ona kollarını açmış durumda. TBMM; HDP ve HÜDA PAR’ın bölücü düşüncelerinin, ihanet çalışmalarının yapılacağı bir yer değil. Meclis’imiz, ülkemizin birliğinin merkezi.

        Elinde silahla gezen, binlerce yurttaşımızı toprağa düşüren, yol kesip insan soyan, çocukları dağa kaçıran, demokrasimizi ortadan kaldıran örgütlerden demokrasi gücü olur mu? Oluyor, nasıl mı? ABD isteyince oluyor. Eğer senin tüm siyasal izlenceni ABD oluşturursa dostla düşmanı ayırt edemezsin. Dostuna düşman, düşmanına dost olursun. Atatürk’ün kurduğu partide bile Büyük Kurtarıcı’nın adını ağzına almaktan ya korkarsın ya da utanırsın. İktidar da domuz bağlarıyla işkence yaparak insan öldüren bir örgütü, dindar diye halkın önüne getirir.

        Bölücü örgütleri meşrulaştırma çabanız niye?

        Soruyorum; bu bölücülük sevdanız neden kaynaklanmakta; aymazlıktan mı, aklınız ermediğinden mi, yoksa ihanetten mi? Hiç eli silahlı, işinde gücünde olan günahsız insanları çoluk çocuk demeden katleden bir örgütten demokrasi gücü olur mu? Eli kanlı bölücü örgütten demokrasi beklemek kimlere hizmettir?

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       12 Nisan 2023